27 Haziran 2023 Salı
sühan dergisi arşivi
17 Haziran 2023 Cumartesi
soğan
Soğan olsun mu dedi, dürüm saran
çocuk.
Olmasın, dedim. Olmasın… Ne olduysa
işte o anda o anda oldu. Kalabalığın ve gürültünün arasında zaman önce durdu,
sonra yıllar öncesine döndü.
Kar diz boyu yağardı o vakitler.
Sabahları elimizi attığımız dış kapının kolu elimize yapışırdı çoğu zaman
soğuktan. Bahçe kapılarını kürek yardımı olmadan açmak zor olurdu bazen. Donan
su boruları, tüten soba boruları, ayaklarımızda kara lastik ayakkabılar ve
sırtlarımızda ağabeyimizden hatta ablamızdan kalan gocuklarla, siyah beyaz
albümlerde ve yaşadığımız şehirlerin hafızasında kaldı çocukluğumuz, ilk
gençliğimiz.
O sabahlardan biriydi yine.
Cumartesi pazarı evimize en yakın mahalle pazarıydı ve meyve sebze ihtiyacımız
dahil pek çok ev ihtiyacımızı buradan temin ediyorduk. Manavın adını hayat
bilgisi kitaplarında duyardık ancak canlı bir manav görmemişti çoğumuz.
Annem çizgili pijamaya benzeyen
pazar çantasını bir elime, alınacakların listesiyle beraber ucu ucuna
yetebilecek parayı da diğer elime tutuşturdu, yeşil gocuğumu giydirdi, akşamdan
sobanın yanına koyduğu ayakkabılarımı da dış kapıya kadar kendisi getirdi.
Uğurlar olsun, dedi.
Gece kar yağmış hava biraz
yumuşamıştı. Soğuk, kış, kar kimsenin umurunda değildi. Herkes işinde
gücündeydi. Yol boyu soba borusu temizleyenlere, dün akşamın külünü küçük çöp
kovalarıyla kapılarının önlerine çıkaranlara, bahçesindeki karı kürekle yollara
atanlara baka baka pazara ulaştım. Bir elim sımsıkı pazar parasını tutuyordu
cebimin içinde. Böyle havalarda birkaç saat pazara geç gelecek olsam buzlanmış
meyveleri ve sebzeleri eve götürme ihtimalim vardı. Ne sabah ne öğlen… Pazar
alışverişi için en güzel vakitti.
Her zaman olduğu gibi önce baştan
aşağı dolaştım pazarı. Meyvenin sebzenin iyi ve uygun olduğu tezgâhları tespit
ettim daha sonra oyalanmadan listedekileri birer ikişer almaya başladım. Önce
ezilmeyecek meyve ve sebzeleri almam gerekiyordu. Ezilme ihtimali olanları en
sona alıp çantanın en üstüne yerleştiriyordum. Kısa bir süre sonra pazar
çantasını doldurdum. Annemin verdiği paradan bir miktar da artırmıştım. Ağır
usul pazardan çıkacağım köşeye doğru ilerlemeye başladım. Gâh sağ elime
alıyordum çantayı gâh sol elime. Çanta tutmayan elimi hem cebimde ısıtıyor hem
de dinlendiriyordum. Evin en büyük oğlu olmak böyle bir şey olsa gerek diye
düşünmeden alamıyordum kendimi böyle durumlarda ancak şikayetçi değildim.
Tam pazardan çıkacağım köşede
benden biraz daha yaşı büyük, ağabey, diyebileceğim bir delikanlı düştü önüme.
İki elinde boğazlarından tutulmuş kirli iki telis torba ile bata çıka
ilerliyordu erimeye durmuş karlı yolda. Zayıftı ve uzun boyluydu. Şapka
takmamıştı, epeyidir dışarıda olduğu kulaklarından ve boynundan belli oluyordu.
O önde, ben arkada iki yüz metre kadar ilerledik. Pazarın biraz kıyısında ara
sokaklardan birindeydik ve o anda oldu olan. Birdenbire delikanlı
elindeki torbaları aniden savurarak yol kenarında bir kar yığını üzerine sırt
üstü kendini attı. Şaşırmıştım. Öylece kalakaldım. Ellerini ayaklarını çırpıyor
hırıltıya benzer sesler çıkarıyordu. Pazardan aldığı ne varsa savrulmuştu iki
yana. O çırpındıkça kara gömülüyor ben ise ne yapacağımı bilemeden öylece
bekliyordum. Elimdeki çantayı bir kenara koydum ve gence doğru ilerledim. O
sırada yoldan geçen yaşlı bir adam yetişti yanımıza geldi. Gencin kollarını iki
yana ayırdı, güçlükle zapt ediyordu. Bir yandan da kasılıp tekrar gevşeyen
ayaklarına dizleriyle bastırıyordu. İhtiyar, sağ kolunu iyice tuttu yerde yatan
delikanlının sol kolunu bana uzattı. Genç yumruklarını demir gibi sımsıkı
kapamıştı. Yaşlı adam bana bakarak, yumruklarını çöz, dedi. Bunu derken kendisi
de elindeki sağ elin yumruğunu çözmeye çalışıyordu fakat nafile bir çaba
gibiydi bu.
İçim daralmıştı. Birdenbire mekan,
zaman değişmiş kendimi bambaşka bir dünyada buluvermiştim sanki. Dediğini
yapmaya çalıştım adamın. Gencin parmaklarını biraz gevşetiyor ancak canını
yakmaktan da korkuyordum. Avucunda bir şey saklıyormuşçasına sıkıyordu
parmaklarını. Geriye doğru dönmüş gözlerinin akına birkaç kez bakabildim
sadece. Bağından kurtulmaya çalışan bir kurban gibi öylece çırpınıyor,
çırpınıyordu. Bir süre sonra ağzından köpükler de gelmeye başladı. Ben ne
olduğunu ne yapmam gerektiğini anlamaya çalışırken birkaç kişi daha geldi
yanımıza. Yakındaki evlerden birinden bir kadın limon kolonyası getirdi. Bir
başkası su getirdi. Başucumuzdaki sesler çoğalmıştı ancak kimsenin benim
vazifemi üstlenmeye niyeti yoktu. Kadınlardan biri su içirmeye çalıştı
delikanlıya lakin gencin kilitlenmiş dişleri arasında su gitmiyordu. Limon
kolonyasının da bir etkisi olmamıştı.
Üç beş dakika sonra yaşlı adam
başımızda toplananlara; soğan getirin, dedi. Kuru soğan getirin çabuk olun. Çok
sürmedi iki tane iri kuru soğan getirdiler ve uzattılar adama. Genç biraz
yorulmuş gibiydi, ağzındaki köpük git gide çoğalıyordu. İhtiyar bana bakarak,
sen bırakma oğlum, dedi. Tutmaya devam et. Tamam anlamında başımı salladım.
Adam gencin ayaklarını bıraktı ve sağ kolunu dizlerinin arasına aldı. Soğanı
iki elinin arasında limon gibi sıkmaya ve suyunu gencin ağzına burnuna dökmeye
başladı. Ne gencin durumundan bir şey anlıyordum ne de yaşlı adamın
yaptığından. İhtiyar yaptığı işten gayet emindi, soğanın suyunun bittiğine
kanaat getirince ikinci soğanı sıkmaya başladı gencin yüzüne. Bu defa genç
öksürmeye, aksırmaya başladı. Bir iki aksırıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi
doğruldu. Bir uykudan uyanmış gibiydi. Ürktüm, elini bırakıp kenara çekildim.
Önce parmaklarını ovuşturdu sonra yattığı yerden doğruldu ve yerden aldığı
birkaç avuç karla yüzünü, ağzını temizledi. Hiç kimsenin yüzüne bakmadı.
Sebepsiz bir mahcubiyet vardı yüzünde. Kimseye teşekkür etmedi, edemedi belki
de. Kalabalıktan birkaç kişinin yardımıyla dağılan meyveleri sebzeleri telis
torbaya doldurdu. İyi misin yavrum, dedi bir teyze. Teyzenin yüzüne bakmadan
başını salladı. Yarı ıslak haldeki kirli torbalarının tekrar boynundan tuttu ve
ardına bile bakmadan yoluna devam etti.
Kalabalık dağılınca yalnızca
ihtiyar adam ve ben kaldık sokakta. Evimizin yakın olup olmadığını sordu,
yakın, dedim. Üşüme, sen de ıslandın biraz, dedi. Kanım donmuş gibiydi.
Yorulmuştum, ter içindeydim. Çantamı duvar dibinden getirdi ve elime tutuşturdu.
Sara, dedi. Aklında olsun, soğan daima iyi gelir sara nöbetine. Çocuk aklımla
hemen inanıverdim ve aklımın bir kenarına yazdım zira her şey gözlerimin önünde
cereyan etmişti.
İlk defa duyduğum bu hastalığın
adını tekrar ede ede eve ulaştım. Annem bahçede kar kürüyordu dış kapıyı
açtığımda ama aslında beni bekliyordu. Halimi görünce birden tedirgin
oldu.
Yollar hem kar hem su hem de buz,
dedim.
Düştüm, demek istedim, dudaklarım
titredi gözlerim doldu, diyemedim.
Annem elimdeki çantayı aldı, diğer
eliyle bana sarıldı. Hayat boyu bir daha hiç karşılaşmadığım o genç için, bütün
hastalar için, yoksullar için, ıslanan elbiselerim için, Hıçkıra hıçkıra,
titreye titreye ağlamak istedim.
Dürüm hazır, dedi çocuk. Parasını
uzattım, dürüm kalsın, dedim.
2014