hakkında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hakkında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Kasım 2024 Cuma

Hüseyn Kaya’nın Sessiz Rüya’sında Bana Fısıldadıkları

Mehmet Durmaz 

Bana söylüyorsun biliyorum Hüseyn “hastasın sesinde kuş yorgunluğu / ellerin eylüle yürüyen yaprak” Evet, bu dizelerindeki durum tespiti beni işaretliyor, beni sobeliyor. Hangi beni? Şiir ormanında saklambaç oynayan bütün “ben”leri. 
Öyle değil mi Hüseyn? “Aşinayız melali anlayan nesle” ve uzağındayız içinde debelenip durduğumuz dünya denizinin. Ne de olsa şiir denen bir teknedeyiz. Dalgalar, fırtınalar, ayazlar; sancılar, sayrılar, kırıklar… Geçip gider yanımızdan. Şiir var… Şiir var… 
“Mermer şadırvanlarda şakırdayan su”ların gördüğü “sessiz rüya”larda şiir sayıklamaya devam et Ya Hüseyn. “Hâfız’ın kabri olan bahçede” yeniden güller açsın. Rintler ölmesin Hüseyn! Yoksa kim bahçıvan olur bu dikenli bahçeye?
 “Yorulduğun yerde bitmiyor dünya / değilmiş ilacı her şeyin zaman” demesen iyiydi Hüseyn, demesen iyiydi. Ne ki dedin, ne ki duydum… Şimdi “bir el çıkarmaya başladı bohçamızdan lavanta çiçeği kokan kederleri” Oysa ben onları yıkayıp, ütüleyip, katlayıp, aralarına da lavantalar serpip koymuştum kalbimin kilitli sandığına. “Unutuşun o tunç kapısını kırıp attın.” 
Ya Hüseyn! Sen de görüyorsun işte. Yapay zekânın doğal yürekleri, organik zihinleri yok ettiği bu çağda sözün belkemiği kırılmış, kelam ayağa düşmüşken eprimiş imgelerden, eskimiş kafiyelerden, yıpranmış rediflerden kaçıp kendi sesinle seslenmek ne kadar zor! Hadi seslendin diyelim, ya duyulmak? Boş ver sen bu ihtiyar kalem emeklisini. Arı, çiçek çiçek gezmekten vazgeçmez balın kıymeti bilinmiyor diye. Gez Hüseyn gez…
 Şimdi benim içimin ovalarında hüzün, yılkılığa bırakılmış safkan bir yarış atı gibi ılgarlanmaktadır; eyersiz, dizginsiz, semersiz, yularsız… Şiirin yeşerdiği her yerde durup koklamaktadır maziyi. Sonra tekrar koşmaktadır menzilsiz, hedefsiz, kaygısız… 
“Beni öyle hatırla bitmeyen bir hazanla” diyorsun ya! Hah işte ben de sana öyle sesleniyorum. Sen de bizi hatırla; bizim de acımız acı, bizim de kuytularımızda ezildikçe kokan menekşelerimiz, fesleğenlerimiz var aynen dediğin gibi “gölgesiyle konuşan sessiz bir menekşenin / rüyalarında kaldı gözlerimdeki acı.” 
Şiir şiir kanayan bir dille ben de sana adıyorum sesimi, sesin hep şiir koksun Ya Hüseyn, sen de seni anla ve sahip çık sesine “Sana bir kere daha acılar adıyorum / bu sızılı bu kanlı sunağında kalbimin”

on5kasım2024, hece taşları, sayı:117, sayfa: 15

16 Temmuz 2023 Pazar

hüseyn kaya'nın akşam ağrısı

ali bal

Hüseyn Kaya; şair ve yazar. Bu yeter mi, yetmez mi, bilemiyorum. Bildiğimi değil de hissettiğimi, gördüğümü, tecrübeyle sabit yaşadıklarımızı burada söylemek lüzumu hâsıl olursa iş uzar. Ancak lafzı uzatmak yerine manayı hissettirmek makbul olacağı için Hüseyn’deki manayı işârî vechiyle bahse almak isterim. Nedir o? Şudur: Kalbin lisanını bilen şairdir. Yeter sanırım. Elhak bir dostu anlatmanın hem kolaylığı hem de zorluğu vardır. Ben şimdi zor tarafın kapısını çalıyorum.

İçeride kimse var mı, demiyorum. İçerideki sese meyledip yola düşüyorum. Orada bir şair var: Hüseyn Kaya. Hüseyn; vakur, sakin ve selîm. “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler / ‘Yevme lâ-yenfau’da kalb-i selîm isterler” diyordu Rûhî-i Bağdâdî. Kalb-i selîm bir dostu kim istemez? Var olsun, Hüseyn de öyledir, değilse de onun için kalbî temennâmız öyledir. Öyle ya bir dostu, bir dost hangi makamda görmek ister? Biz de o niyetle söylemiş olalım. Aslında bu yazı bir eser tanıtımı olacaktı ama birkaç kelam etmeden asıl konuya gelemedim. Şimdi sadede geliyorum.

Hüseyn Kaya’nın Akşam Ağrısı 2023 yazında okuyucusunu selamladı. Eşik Yayınları arasında çıkan ve deneme türündeki eser dört bölümden ve 192 sayfadan oluşuyor: I. Dün Yorgunu, II. Yine Gam Yükünün Kervanı Geldi, III. Bizim Pencereler Yele Karşıdır, IV. Geldi Geçti Ömrüm Benim. İlk bölümde 16, ikinci bölümde 6, üçüncü bölümde 4, dördüncü bölümde 6 olmak üzere toplam 30 deneme bulunuyor.

Dün Yorgunu” isimli ilk bölüme Fasîh Dede’nin şu dizesi ile giriyorsunuz: “Rûzigârın önüne düşmeyen âdem yorulur.” Ve ilk deneme: Yorgunluk Kuşu. “Aslında dünyaya yorgun geliriz.” Diyor Hüseyn Kaya ve ekliyor: “Dünyaya ait olmadığımızı anladığımızda ve dünyada hiçbir şeye sahip olamayacağımızı bildiğimizde çalmaya başlar yorgunluğun hazin şarkısı ruhumuzun derinliklerinde.” Yazar, yorgunluğu öyle zarif ve anlamlı buluyor ki bakın ne diyor: “Dünyayı yadırgamanın, dünyada suskun bir yabancı olmanın ilk adımıdır; ömür defterine en güzel cümleleri yazmayı ümit ederken kalem elde uyuyakalmanın adıdır yorgunluk.”

Nesirde yer yer şiirlerden alıntılar yapmak hem gözü hem de ruhu dinlendiriyor. Hüseyn Kaya da böyle alıntılara sıkça yer veriyor. Hüseyin Akkaya’nın yorgunluğa dair şu ikiliği belki de Hüseyn Kaya’nın hâletirûhiyesini anlatan en veciz ifadelerdir: “Yorgunum ayna ayna bakınıp durmalardan/Dipsiz derin sularda boy vermekten yorgunum”

Hüseyn Kaya’yı yatağında akan durgun ırmak gibi gördüm. Akarken yorulan ve kendi yatağına çekilen, kendi toprağında kalan ırmak. Kendi kıyısına çekilen... Ahmet Hamdi Tanpınar yıllar evvelinden imdadına yetişiyor ve sesleniyor: “Ne yorgun inliyor sahilde sesin! / Ruhunun hicranı akşamla eş mi?”

Hüseyn Kaya, her denemede birkaç dize alıntı yaparak şiirin gücünden faydalanıyor. Çok şey söyleyebilir ama yorulan kalbini daha da yormak istemez gibi. “Dünlerin Götürdüğü” isimli denemede “Kardeştir yedi gün, benzemez hiçbiri diğerine. Kimi durgundur, kimi neşeli.” derken, ömür yolculuğundaki hâlini anlatır gibidir. “Hasret Türküsü”nde, “Dünya hasretliğin yurdu, bitmeyen özlemlerin diyarı ve kendisini hep bir sonrakine ulayan, ardı görünmeyen sıradağlar gibi ayrılıkların, hicranların, intizarların ırmağı.” diyor

Hüseyn Kaya. “Kaybetmek Risalesi” isimli denemede, “Kaybetmek, anayurdu dünyanın, mayası varlığımızın.” derken, Hz. Âdem’le başlayan kayıplarla insanoğlunun kendi yitiğini nasıl bulması gerektiğini hatırlatıyor.

Hüseyn Kaya, ömrün muhasebesini yapan ve hayatın eksilerini, artılarını ortaya döken bir yazar. Muhasebede icmal tablosu vardır. Ömrün icmalini yapmaktan bile korkarız. Ama Hüseyn Kaya ömrünün icmalini yapar ve korkularını bir bir sıralayarak şöyle der: “Yaşamak korkulacak şey ve dünya korkulması gereken bir âlem, anlıyorsun.” İnsan dünyadan nasıl geçer, neyi alır da götürür, neyi bırakır omuzlarından? İnsana gerçek âlemde lazım olmayan ne varsa yük değil midir? Yük, dert değil midir? Derdimizi kime, nereye bırakırız? Hüseyn Kaya’nın diliyle dert: “Dert kuyudur Yusuf’un kendi hakikatiyle baş başa kaldığı. Dert uzlettir Meryem’in sınandığı.” Böyle diyor “Anlatmam Derdimi Dertsiz İnsana” isimli denemede.

Hüseyn Kaya, “Dün Yorgunu” isimli ilk bölümün diğer denemelerinde bize kavramlarla ördüğü dünyayı tanıtıyor. Sabır’da: “Sabır bir kale, bir sığınak, bir giysi” der ve bizi sabra davet eder. Eski’de: “Faniliğin surette mührü, sonsuzluk özleminin şiiridir eski.” diyor ve zamanı bir bütünün kopmaz parçası olarak görüyor. Kalem’de: “Çoğu zaman unutsak da bir kalemin çizdiği yol üzere yürürüz ömrümüzü.” derken, her bir kavramın başka bir âlemin kapısı olduğunu, oradan girmek için bu çağrıyı anlamak gerektiğini hissettiriyor.

Eski fotoğraflara bakmaya kıyamayız, üzülürüz. Gözümüzü kaçırırız çünkü onlar “Hayatımızın Sessiz Şahitleri”dir. Hüseyn Kaya’nın deyimiyle. “Zamanla değil seyredildikçe sararır fotoğraflar, seyredildikçe birer ikişer azalır karelerdeki yüzler.” Diğer denemelerde de içimizi oya oya, dağları yara yara ilerler Hüseyn Kaya’nın sesi. Kalbin Kâğıda İşlediği Oya: “Kendine yazdığın ve okuduğun uzun bir mektuptu kalbin.” der ve kalbimize sığınmak gerektiğini hissettirir. Söz Bahçesi: “Bir ömür kelimeleri taşırız içimizde, bir ömür kelimelere taşırız içimizi.”  Sabah Kasidesi: “Sabaha ermek uzun bir yoldan dönmektir kendimize.” Akşam Ağrısı: “Günün vardığı son duraktır akşam, susma ve bekleme ve çokça tefekkür etme durağı.” Dağların Türküsü: “Dağ, dünyadır. Suyumuz onun bağrından süzülerek gelir avuçlarımıza, yiyeceğimiz onun duldasında yetişir.” Rüya: “Ölünün gördüğü dünya, yaşayanın gördüğü ölümdür rüya.”

Yine Gam Yükünün Kervanı Geldi” adıyla başlayan ikinci bölüm, Nev‘îzâde Atâî’den bir dize ile başlar: “Kande bir gam yârsız kalsa benimle yâr olur” Bu bölümdeki denemelerden aldığım özlü sözleri birer tohum gibi bırakıyorum kalbimize. Hüzün Bahsi: “Kalp aynasından dünyanın buğusunu sildiğimizde karşılaştığımız kendi yüzümüzdür hüzün.” Yürümek: “Kalpte hasret, damarda kan, yanakta gözyaşı yürür.” Gözyaşı: “Gözyaşı, varlığımızın ve hiçliğimizin kendisini asla unutturmayan yegâne telmihidir. Belki de bu yüzden; önce gözyaşı verilmiştir hepimize...” Yara: “Yarası olmayanın, yarasını bulmayanın ömrü yüktür kalbinde, omuzlarında.” Yalnızlık: “Yalnızlık ruhumuzun üşümesidir yeryüzünde.” Üşümek: “Üşüyenler kadar yalnızdır üşümenin de kendisi.”

Üçüncü bölümde bir türkünün sesi var: “Bizim Pencereler Yele Karşıdır” Sivas’ın taşına, toprağına; dağına, ırmağına bir türkünün sesi sinmiştir. Hüseyn Kaya’nın hem nesir hem de şiirlerinde bu türkülerin sesini, içli ve sevda dolu yönünü görürüz. Bu bölümdeki denemelerden seçtiğim cümlelerle Hüseyn Kaya’nın gönül evini tanıyoruz. Bu evi, bir usta gibi kendisi inşa ediyor. Zihnimizde canlandırdığımız bu ev kaybettiğimiz bir kültürün, mazinin hatırlanışıdır. Evin Ön Sözü: “Bahçeler evlerin ön sözü, bahçeler hayatın ve dünyanın minyatürüydü.” Pencereler: “Mahrem sırların en suskun şahididir pencereler ve bilinmesi, görünmesi istenmeyen cümle ahvalin örtüsü.” Kapılar: “Ekmek kapısı, gurbet kapısı, dünya evinin kapısı peş peşe alır bizi içine.” Oda: “Sessiz bir dost, dilsiz bir sırdaştır oda.”

Dördüncü ve son bölüm: “Geldi Geçti Ömrüm Benim” Bu bölüme Nef‘î ile başlıyoruz: “Bir düş gibidir hak bu ki ma‘nîde bu âlem./ Kim göz yumup açınca zamânı güzer eyler.” Kırk’a Dair: “Sükûnet limanının uzaktan göründüğü yaşlardır kırklı yaşlar.” Dünya: “Dünya kendisini sevdirmek isteyen çocuklar gibi dolaşır durur ayaklarımıza.” İmtihan Dünyası: “Her an önümüze kilitli bir sandık koyar dünya, her açtığımız kapının ardında yeni bir kapı bekler bizi.” Gönül Darlığı: “Daralan gönlümüze şiirler, şarkılar, sevdalar misafir olmuyor.” Hastane Önünde İncir Ağacı: “Hastalık acısı görmeyen kalp, gün görmeyen meyve çekirdeği gibi kurur kalır olduğu yerde.” Kafesten Kuş Uçmuş Gibi: “Ölüm gelir ve ödünç verilen nefesi alır ruhumuzdan, gölgemiz dahi terk eder peşimizi. Dünya kitabının son sayfasıdır ölüm, herkes için.” Ölüm, ömür, yalnızlık, yorgunluk, hüzün ve dünyanın aldatıcı yüzü. Akşam Ağrısı aslında bir yolculuğun, bir ömrün hikâyesidir. Hüseyn Kaya’nın dünyadan geçişini, duraklarını, dertlerini, sığınaklarını, gönül evini ve gideceği menzili okuyorsunuz. Türü deneme olsa da bilinçli bir kurgu ve kompozisyon ile bir ömrün serencamına şahit oluyorsunuz. Şiir değil ama şiir denizinden alınan mürekkeple yazılan denemeler okuyorsunuz. İçinde şiir, yanık türküler, hüznün dile gelmiş hâli ve yalnızlığın resmini değil kendisini buluyorsunuz. Akşam Ağrısı, sadece adında ağrı olan ama içinde her kalbe şifa olacak bir eser.


kaynak: sebilürreşad dergisi, haziran 2023, sayı:82

22 Ekim 2020 Perşembe

dünya

 

Hüseyin Kaya için

 

m. zahit

 

ardımız bize oyun

ne bilsek öyle eksik

levhun ve laibun

sonra biter gölgelik

 

bize her ömür kısa

yenilmek… sana meyil

göründük hep o ayna

yalan biziz sen değil

 

 

sade edebiyat dergisi

25 Temmuz 2020 Cumartesi

hüseynî makamı

tayyib atmaca

 

 

 

Devamlı yalnızlık devamlı keder

Müzmin bir hastalık senin çektiğin

Kendine küskünlük kaç yıl sürecek

Susarak ne kadar konuşacaksın

Her akşam kendine kabaran için

Ne zaman dövecek kıyılarımı.

 

Arasam sesini özledim desem

Soluduğun efkâr içime dolar

Aklıma gelmedik korkular gelir

Sensizliğin ortasında kalırım

İçimi dökemem kelimelerle

Yine sessizlikten donar telefon.

 

Nereye gidersin kimden gelirsin

Gönül gözüm görse tasalanmazdım

Gündüzü geceye nasıl eklersin

Karanlıkta rahatlar mı gözlerin

Düşlerinde bile elinde külünk

Yetmez mi taşlara gül işlediğin.

 

Desen de hayata bırak yakamı

Hayat seni parmağından yakalar

Toraşan çağına alır götürür

Horozlu aynaya baktırır seni

Kâkülünü yan tarafa tararsın

Burarsın terlemiş bıyıklarını.

 

 

Verdiğin çok sözü yiyorsun tamam

Usandım devamlı haklı olmaktan

Senden senin için her istediğim

Sahibine bırak umarsızlığı

Ben de artık incelmeye başladım

Aynı yere vuruyorsun Hüseyin.

 

 

türk dili dergisi

mart 2018

 


yanar gâye

ömer mücahit halis

Muhterem Hüseyin Kaya Hocama...

Işığı Doğu’dan, gölgesi Sivas’tan gelen Alperenler var

Bana burda leyali gurbet, ona üç Şems’in birisi uğrar

Bunca yaşımda âvare âvare yolları karıştırmışken

Kadim bozkırlarda gördüğüm, gümrah gümrah filizlenenler var

 

Tüccar da kim, onun gibi olasın, mebrur mahalde bir edip

Bunca yıldır bir hiçliğe koşar adım gittiğini fark edip

Heveskâr rahlelerin muştusunu suhuletle bir edip

Kocaman zarif yüreğine, muhabbetle alabilenler var

 

Kayadır dağ, bağdır koruk, bir kalem sillesiyle yanar gâye

Nökerlik zorda değil, hürmetle eğilerek alınan paye

Boşalttım bî-karar hararını, verdim şükür sabit bir karar

Varlık azap, his çile, Hüseyni makamlarda buldum sıhhati.

 

hece taşları, sayı: 65

15 temmuz 2020


23 Temmuz 2020 Perşembe

hüseyin kaya'nın derin hüznünün acı meyvası

selçuk karakılıç


Yahya Kemal, ne zaman yazdığını tespit edemediğimiz “Resimsizlik ve Nesirsizlik” başlıklı yazısında, “Milliyetimizi, kendime göre idrak ettiğimden beri dilimden düşmeyen bir cümle budur: Resimsizlik ve nesirsizlik… Bu iki feci noksanımız olmasaydı bizim milliyetimizi bugün olduğundan yüz kat daha kuvvetli olurdu.” diyerek resim ve yazıya olan kayıtsızlığımızdan bahseder.

Paris’te Louvre Müzesini gezen, Picasco’nun sergilerindeki hıncahınç kalabalık karşısında hayranlığını gizleyemeyen ve Madrid Büyükelçiliği sırasında davet edildiği şatolarda, ressam Velaskes ve Goya’nın tablolarının önünden dakikalarca ayrılmayan Yahya Kemal’in memlekete döndükten sonra resim aşkının günbegün arttığı görülüyor. Daha çok parnasyen şairlerin etkisiyle resme ilgi duyan Yahya Kemal, sözünü ettiğimiz “Resimsizlik ve Nesirsizlik” yazısına şöyle devam ediyor:

Eğer Türk milletinin resim bir, nesir iki, bu iki sanatı olsaydı bugün milliyetimizin kudreti, olduğundan yüz kat daha fazla olurdu. Muhayyileyi en fazla işleten bu iki sanatı talih bizden esirgedi. Cedlerimizin resimleri yok, onları hemen hemen bilmiyoruz. Minyatürlerden Avrupa’nın o asırlardaki ressamlarının levhalarından hayal meyal onları seziyoruz. Nesrimiz, resmimize göre vardı. Lakin yazık ki nesrimiz, üç kusurla maluldür. Çok az yazı yazmışız, çok kötü yazı yazmışız, çok kısa yazı yazmışız.”[1]

 

Bu ilginç yazıdan çıkaracağımız tabii sonuç, o yıllarda zengin ve seçkin şiir hayatının olması kadar, nesre ve resme yeteri kadar eğilim göstermediğimiz ve önemsemediğimizdir. Aslında Göl Saatleri’ni (Evkaf Matbaası, 1921, s. 63) yayımlayarak akşamın dinginliğini ruhlarımıza üfleyen Ahmet Haşim, önce “Örümcek Ağı” (1925) ile başlayan sonra “Kaldırımlar” (1928) ile devam eden Necip Fazıl şiirinin eksantrik ve mistik havası, Faruk Nafiz’in memleket kokan şiirlerinin yanında Refik Halit’in Memleket Hikâyeleri (1919) gibi, Yakup Kadri’nin Erenlerin Bağından (1922) gibi, Halide Edip’in Ateşten Gömlek (1923) gibi kuvvetli, özenli ve artistik nesir yazarlarının ve eserlerinin olması bile, bu resmi olmayan nesri kıymetlendirmiyor Yahya Kemal için...

Şairimizin, bu “seçkin nesir”lerin varlığına rağmen nesirsizlikten şikâyetini anlamlandıramıyoruz. Üstelik artistik nesrin fikir ve çığır açıcısı Falih Rıfkı, Suriye hatıralarını Ateş ve Güneş’te (1918) toplamış, 1930’lara doğru ise orijinal yazış ve duyuşa sahip fantezist nesrin yazıcısı Arif Nihat’ın ayak sesleri de duyulmaya başlamışken…

Fakat “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” gibi bir şahesere imza atan şairin seziş ve hissediş kabiliyeti burada daha da bir anlam kazanıyor: Mehmet Akif hariç kimsenin aklından geçirmediği yahut geçirdiyse bile dillendiremediği “resim” sanatının yokluğunu ilk fark eden sanatkâr olması ve bunu ifade edebilmesi önemli bir fark ediştir.

İşte bu, şairin çağrışımlarla dolu muhayyilesinin devamlı aksiyon içinde olduğunu gösteriyor. Onun şiirde olduğu kadar, nesirde olduğu kadar resim sanatının da farkında oluşu, sanatkâr sezgisinin kuvvetinden ileri gelmektedir.

Ne var ki, bugünlerde, Yahya Kemal’in eleştirdiği resimsiz ve nesirsiz edebiyat ırmağının yerine “şiirsiz bir edebiyat âlemi” karşımızda bulunuyor. Ancak bizim asıl şikâyetimiz, şairsiz ve şiirsiz oluşumuzdan ileri gelmiyor. Aksine şair bolluğunun olduğu bir ortamda, yeni ve farklı bir şiirin uzun zamandır sesini duymamamızdan kaynaklanıyor. Bizi, maddeci dünyanın demir pençesinden bir nebze kurtaracak, hislendirecek, sevindirecek “has şiire” ihtiyacımız çoğalarak artarken bu iştiyakımızı karşılayacak, hasretini çektiğimiz şiire ruh üfleyecek şairler arıyoruz.

İşte, şairlik kumaşı sağlam, gelenekten beslenerek yenilenmiş bir şiirle beslenen Hüseyin Kaya’nın mısraları bu şiirsizlik ortamında bizi alıp götürüyor âdeta. Son yirmi yılda, şiirimizin lirizme hapsolduğu bir dönemden sonra Kaya’nın şiirleriyle hüznü, acıyı, kederi yeniden hatırlamış olduk.

Hüseyin Kaya, 2006 yılında yayımladığı Çekil Gideyim Hayat isimli şiir kitabı ile beş yıl sonra neşrettiği Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz (Ötüken, 2012) ve Melâl Bahçesi (Sütun, 2013) isimli (ilki ve üçüncüsü şiir, ikincisi ise nesir) kitaplarıyla bizde bıraktığı ilk intiba romantik ve hüzünkâr bir şairin ele avuca sığmayan melali oldu.

Şairin melali gün geçtikçe artmış, kederi çoğalmış, hüzün evine bağdaş kurmuş oturmuştur. Ve en sonunda ise melal bahçesinde elem çiçekleri açmıştır… Aşırı hassas ruh hâlinin açtığı yaralar ise şairi, iç dünyasının dışına çıkarmıyor. Aksine içine kapattıkça kapatıyor, hüznün kalesine girdikçe giriyor…

Yalnız şair, Çekil Gideyim Hayat’ta (Kaya, 2006: 7), “Hüzünler evi” ismiyle bir bölüm açıyor. “Hüzünler evi”nde karamsar bir ruh hâline sahip şairin kimseye belli etmediği, ama fark edilen hüznünün tablo tablo resimleri de bulunuyor.

Yusuf suresinin 86. ayeti olan “Ben hüznümü, kederimi ancak Allah’a şikâyet ederim”i epigraf olarak seçen şairin tercihinin bize çok anlamlı geldiğini söyleyebiliriz. Bu gizlenmeye çalışılan hüznün, kederin sonu yok mu? Şair, daha önce Çekil Gideyim Hayat’ta kederini “Hüzünler evi”ne saklamışken Melâl Bahçesi’nde artık melâle dönüşmüş, evden bahçeye çıkmış, hayat karşısındaki yorgunluk artmış, bezgin ve bedbin bir ruha evrilmiş bulunuyor. Yani azalacağının, şairin peşini bırakacağının yerine hüzün çoğalmaya devam ediyor…

Onun şiirlerinde, dışa dönük, sosyal veya toplum merkezli bakış açısından ziyade sanatçının kendi “ben”i ön plandadır diyebiliriz. Kaya’nın iç dünyasının izlerini taşıyan hem nesri hem de şiirlerinin en belirgin özelliği “hüzün kuşatması” altında olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Bu hüzün ve karamsarlığın altyapısını oluşturan, şairi melankoli denizinde yüzdüren asıl duygu ise yaşanılan hayatın çekilmezliği olabilir mi? Şair mi bu dünyanın yükünü kaldıramıyor yahut dünya mı şairin yükünü çekemiyor?

Çekil Gideyim Hayat’ın (Lamure, 2006: s. 7) iç kapağına bilerek ve isteyerek “hüzünler evi” yazan şairin yaşadığı elemin arka planını şu kelimelerden yola çıkarak takip etmek ve Kaya’nın hüznünü daha da anlamlandırmak mümkündür: “Hep aynı çöl”, “bu hüzün kıssasının ortasındayım”, “hayatın mültecisi bir kalp”, “yağmalanmış ömrüm”, “kısadır geçer hayat dediğin”, “kavruk yüreğim”, “surların önündeyim”, “beni hayata değil kendine bağla”, “acıyla sarıyorum acıyan yerlerimi”, “içimde tek hüzün kaldı” gibi söz veya söz öbeklerine bakılırsa şairin hassas ruh hâli ve karamsarlığı görülecektir.

Elem ve kederi sevincin bir parçası gören Suarés, “elem birdir” diyerek aslında bütün kederlilerin bir mabette toplandığını söylerken hiç de haksız sayılmaz. Hüseyin Kaya’nın şiirleri aynı kederi ve ızdırabı paylaşanların aynı mabette toplandıklarını da gösteriyor: “Çöl”, “Hüzün Kıssası”, “Nehir”, “Elem Çiçeği”, “Ortada”, “Muğber”, “Masalın Bittiği Yer” başlıklı şiirler sanatçının hüznünü ele veren, kuşatılmışlık duygusunu gözler önüne seren parçalardır.

Hüzünler devşirip, onları bir bahçede toplayan Hüseyin Kaya’nın Melâl Bahçesi, şairin daha önce yayımladığı Çekil Gideyim Hayat isimli ilk şiir kitabından seçme şiirler ile birlikte yeni şiirlerden oluşmaktadır. Yani bir bakıma şair, kendince bir seçim yaparak eskilerle yenileri hüzün bahçesinde harmanlamayı denemiş…

Melâl Bahçesi’nin ilk şiiri ise “Rüya” ile başlıyor. Fakat bu, sevgilinin adını yazmak bir yana dursun, ismini dilinde gezdirmek yükünü bile taşıyamayan şairin korkulu hülyasıdır bu rüya… Uyanıkken görülen rüyanın sonunda yorgun ve kırgın, yalnız ve kederli bir şair görünür ufkumuzda:

“ah efendim sizin de yanar mı içinizde

unutulmuş bir sure gibi uzak her yıldız

yoruldum ah efendim bu dünya denizinde

aynı rüyada bile yalnızız hep yalnızız”

Melâl Bahçesi’nin “beytü’l ahzan” bölümüne kadar ölüm temasının arttığını görmekteyiz. “Gölgesi bile ağır bu hayatın altında” şairin kalbi kırıldıkça kırılıyor, teselliden ise nasibi azaldıkça azalıyor…

“gölgesi bile ağır bu hayatın altında

 kalmıyor teselliden sabırdan nasibimiz

hepimizin içinde gün görmeyen bir oda

yağmur bile dokunsa kırılıyor kalbimiz”

Şair, kitaba ismini veren ve böylece ön plana çıkıveren “Melâl Bahçesi”nde, Cahit Sıtkı’yı aratmayacak ölüm vurgusu ve yalnızlık korkusuyla bizi başbaşa bırakıyor:

“her çiçeği süsler ölüm korkusu

 güz ne kadar uzak durursa dursun

 perdelere sinmiş yağmur kokusu

 anneniz uyuyor çocuklar susun

….

ve kalp de yorulur hep titremekten

bir gülün üstüne gülden habersiz

göçüyorum parça parça gölgemden

ah çocuklar sararıyor bahçemiz”

“ah çocuklar sararıyor bahçemiz” diyerek etrafındaki dostlarının başka bir mekâna göç eylediğini söyleyen şair “Dünya Hâli”nde, sonsuzluk kervanının yaklaştığını belirterek uyku gibi gelen ayrılığı şöylece tarif etmektedir:

“uyku gibi gelir ayrılıklar da

ağırlaşır kollar saatler kanar

son sayfası eksik bir kitap dünya

şiirler şarkılar buraya kadar”

Melâl Bahçesi’nin ilk bölümünde Kaya, hayat karşısında yılgın bir görüntü vermektedir. “Rüya”, “Dünya”, “Kelebeklerin Ahı”, “Melâl Bahçesi”, “Kaza Namazı”, “Hatıra”, “Küstüm Çiçeği”, “Dünya Hâli” yalnız bir adamın kuşatılmışlığını en iyi ifade eden örneklerdir.

Melâl Bahçesi’nin (2013, s. 27) “beytü’l ahzan” bölümünün ilk şiiri olan “Çöl”de ise anlatılmaz bir karamsarlık havasının hâkim olduğu daha ilk mısralarında kendini ele veriyor. Kuşkusuz her sanatçı, yaşayıp gördüğünü terennüm etmekle görevini yapmış oluyor. Hayatın bir tarafı sevinç, öteki tarafı kederden ibaretse her ikisinin aynı ölçü içinde seyretmesi daha bir insanı kuşatıyor. Ama buradan bakıldığında şairdeki yeis ve karamsarlık alıp başını gitmişe benziyor:

“bir hicrana emanet yele düşmüş ömrüme

bundan sonra bin bahar gelse ne gelmese ne”

Burada şairin, ömrünün son baharını yaşayan bir kimse gibi ümitsizliğe kapılması bir kırgınlığın varlığını hissettiriyor. Şiirin kalan dörtlüğünde, asıl varmak istediği menzili haber veriyor. Yaşama hevesini kaybetmiş görünen, serazat ve boş vermişlik hissi uyandıran bu şiirde, Kaya’nın rest çeker gibi bir hâli vardır:

“olsa ne olmasa ne bu masalın sonrası

hep aynı çöl ruhumdan cennetime dökülen

yeniden yaşasaydım dediğim bir günüm yok

çekil gideyim hayat çekil gideyim senden”

Şairi hayattan bu kadar kopartan ve uzaklaşma isteğini doğuran ana sebep ne olabilir? Aşk vurgunu mu, baba özlemi mi, dost kahrı mı, hayatın çekilmezliği mi, yalnızlık mı? Bu saydıklarımızın belki sadece biri, belki de tamamı sebeplerden biri olabilir. Ama onun asıl melalini artıran, kalabalılar içinde yalnızlaştıran hatta hayattan uzaklaşma eğilimini günbegün artıran unsurun zaman ve mekân karşısında tutunamayışı gibi geliyor.

Zaman zaman bizler de yeis, ümitsizlik denizinde savrulmuyor muyuz? Tutunacak dalımızın olmadığı hissine kapılarak “hayattan çekilmeyi” düşünmüyor muyuz? İşte şair, belki de sadece kendi ben’ini merkeze alarak yazdığı “Çöl”de, hemen hemen herkesin başındaki elemi farkında olmaksızın dile getirdiğini söyleyebiliriz.

Türk şiirinde “baba”ya yazılmış şiirler belki bir elin parmaklarını geçmezken, “anne” şiirleri yahut “anne”den bahseden mısraların hacmi epey büyük bir yer teşkil eder. Aradaki bu orantısızlığın sebebi, “baba”larımızın çocuklarını kucaklarına almayışı, onları açıktan sevmeyişi veya çocukla arasına belirgin bir mesafe koyması olabilir. Baba-oğul arasındaki derin kırılmaların meydana getirdiği “baba kompleksi” ise şiirimize de yansıyor…

Bu itibarla birkaç örnek verecek olursak Mehmet Akif-Emin, Tevfik Fikret-Haluk, Nâzım Hikmet-Memet gibi şair babalar ile oğulları arasındaki yol ayrılıkları, çocukların babalarına olan sevgisini azaltmış, onları birbirinden uzaklaştırmıştır. Tabii, bütün toplumu çocukları görerek onların doğru yolu bulmaları için çırpınan şair babalar, esasında kendi öz çocuklarının acılarıyla, sevinçleriyle yeterince ilgilenememekte daha da ötesi onların duygularına hitap edecek sözler söyleyememektedirler. Bütün bunlar daha sonraları başlayacak kasırgaların, kırgınlıkların habercisi ve babaya olan soğuk bakışın işaretleridir. Yeniden şiir tarihimize dönelim ve asıl sorumuzu soralım: “Türk şiirinde babasına seslenen veya doğrudan baba özlemiyle şiir yazan kaç şair vardır?”

Necip Fazıl Kısakürek üç Ömer Bedrettin Uşaklı iki, Fazıl Hüsnü Dağlarca üç, Arif Nihat Asya bir, Yavuz Bülent Bakiler altı şiirini annelerine hasretmelerine rağmen, babalarına dair ya hiç şiir yazmamışlardır yahut temas edip geçmişlerdir.

Şiirimizde belki yukarıda işaret ettiğimiz sebeplerden ötürü babasına şiir yazan şair sayımız ne yazık ki çok azdır. Baba temalı yazılmış şiirlerde ise en belirgin özellik kuşatılmışlık hissi veren ve sitem yüklü mısraların ördüğü şiirler ön plandadır.

İşte baba kompleksi taşımadan, babasına doğrudan seslenen, onun yokluğundan doğan acılarını yine ona anlatan Hüseyin Kaya, “Geçerken” şiirinde yalnız, çaresiz, yaşama hevesini ve umudunu yitirmek üzere bir genç adamın hüznünü anlatır. “Sen baba sen bilirsin bu öykünün sonunu” diyen şair, yanında olmayan sevgili babasına şöyle sesleniyor:

“bana ne yaşamak de

ne de denizi anlat

hiçbir yerinde böyle

böylece bu hayatın

hiçbir yerinde aşkın

her yerinde acının

ben  burda

kaldım baba

ben

böyle yaşıyorum

yaşadığımı

böyle

ben böyle geçiyorum geçtiğim ateşlerden”

 “Elem Çiçeği”nde ise şair, babasının yokluğunu, çocuk yüreğinde bıraktığı kavruk yaranın acısını, ondan çok uzakta, belki hiç gelmeyecek babasına sitemkâr bir edayla sesleniyor:

“bir kez oğlum deseydin olmazdı acılarım

kıncıtmazdım dağımda yeşeren baharları

baba

sevgili babam

ben böyle yitiyorum

bir kez karanlığıma doğmadan bakışların”

Şair, babasının bir kez bakışına (bu bakış ister tebessüm eden ister sert bir baba bakışı olsun) karanlıktan çıkmak için ümit bağlamaktadır. Hüseyin Kaya, “Masalın Bittiği Yer” şiirinde ise aşk vurgunu bir kalbin hicranını çok sakin bir üslupla anlatıyor:

“beni bilme

akıyor iki gözüm önüme

unutulan yeminin bedeli böyle imiş.”

Hüseyin Kaya’nın masalı burada bitiyor. Yalnız bitmeyen, artan, çoğalan bir hisler yumağı var. Hüseyin Kaya, elem çiçeklerini, Melâl Bahçesi’nde büyütmeye, onlarla yaşamaya devam ediyor. Bakalım bu melal daha ne kadar sürecektir?


kaynak: Türk Dili Dergisi, Cilt: CV Sayı, 739, temmuz 2013



[1] Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Çemiyeti Yayınları, İstanbul 2012, s. 71.

20 Temmuz 2020 Pazartesi

türkü söyle kitap oku

cevat  akkanat

 

Âşık Veysel’in gönülleri göynüten bir türküsü var: “Çırpınıp içinde döndüğüm deniz...” diye başlayıp giden…

“Çırpınıp içinde döndüğüm deniz

Dalgalanır çoşar ürüzgârından

Mevce gelip cûş eden aşkımız

Ah çektikçe kaynar gelir derinden…”

Türkünün tamamını dinlemeyi, tabii ki Âşık Veysel’in sesinden, size bırakıyoruz. Biz, gönül tellerini birbirine çarpan bu dizelerin edebî âlemde nasıl ömür sürdüğüne bakacağız!

Sanatlar arası bir geçişkenlikten bahsediyoruz; müzikten edebiyata, türküden denemeye, daimi bir yolculuk…

Herhangi bir sanat eserini yeniden üretmek farklı bir sancıyı giyinmek anlamı taşır. Sancının birkaç sebebi vardır: Kaynak metin yahut kişiyle özdeşleşmek, onu yaşayıp aşmak, o kişi veya metinle bir şekilde hemhal olmuş kişilerin ezberiyle mücadele etmek vb…

Geleneği yenilemek, özgün bir kimlikle yeniden üretmek diyoruz biz buna…

Hüseyin Kaya, Âşık Veysel’in bir türküsünün ilk dizesini alıp, kitabına ad olarak seçeceğini söylediğinde, tamam demiştim, bu senin denemelerin için yüzde yüz isabetli bir seçim… Hüseyin Kaya’nın bizim görüşümüze de müracaat etmesi, bu tercihte bizi ne kadar pay sahibi kılar bilemeyiz, fakat eser yayınlandıktan sonra, sayfaları arasında göz gönül keyfini sürdükçe, şöyle diyoruz: Bereketlendi dünyamız. Halimiz vaktimiz, engin bir canlılıkla hem kederlendi hem şenlendi! Evet, şimdi bir kitabın adında yaşıyor Âşık Veysel’in türküsü: Hüseyin Kaya’nın deneme kitabında…

Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz (Ötüken Yayınları-2011) dört bölümlük bir deneme kitabı: “Hüseynim Geçiyor Gençlik Çağları!”, “Havada Kar Sesi Var”, “Ömrümüzün Rüyası” ve “Bir Şehirden Gidememek”…

Eseri okudukça bu bölümlerin hayatın farklı kompartımanlarına denk düştüğünü görmemeniz mümkün değil. Yani bir nevi otobiyografik sunumlar yapıyor Hüseyin Kaya… Bu sunumlarını sadece zaman üzerinden gerçekleştirmiyor, eşyayı ve mekânı da katıyor araya; pek tabii olarak kimi olaylarla birlikte duygu, düşünce ve hayalleriyle harmanlayarak…

Bu harmanlama içinden daha somut halleri seçmeli… Buyuralım, hep beraber bakalım, Hüseyin Kaya neleri yazmış: Çocukluk manzaralarını, kış güneşinin gönlü avutan yansısını, baba kokusuyla iç içe geçmiş oğul kokusunu, hayatın içine girilen yaşamaları, okul çağlarında kitaplık kolunda olunan kitap kurtluğunu, kırları şenlendiren nevruz kuzulatma oyununu, bozkırda kuruyan ırmağı, tiryakisi olunan yazarları, dedeyle akran yaşanan ömrün ilkbaharını, açılan ve kapanan dergilerin aziz hatıralarını, ayrılıkları, yolculukları, güzleri, kışları, çiçek dilini, bahar şarkısını, oyun bahçesini ve daha nice şeyleri yazmış…

Hüseyin Kaya’nın Çırpınıp İçinde Durduğum Deniz’de yaslandığı tek kültür adamı Âşık Veysel değil. Onunla birlikte onlarca tarihi kimlik eserin sayfaları içinde size el ediyor. Kimi zaman bir ara başlık içinde, kimileyin gizli bir iz şeklinde satır aralarında… Bunlardan bir kısmını saysak fena olmaz sanırım: Meselâ kitabın ilk bölümüne ad olan başlık bir Çorum Türküsü’dür. Bu çeşit kullanımları seviyor olmalı Hüseyin Kaya, zira Bâkî’den Fuzulî’ye, Turabî’den Yahya Bey’e, Ziya Osman Saba’dan Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya… Hayır, bu böyle geçiştirilmemeli, yazar kimlerden el aldıysa tek tek belirtilmeli.

İşte o şanlı ve şöhretliler kadrosu: Cengiz Aytmatov, James Cllarence Mangan, Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin, Kemal Sayar, Keçecizade İzzet Molla, Necati, Fasih, Şehriyar, Saint Exupery, Herman Hesse, Tolstoy, Bukovski, Nietzsche, Goethe, Tagore, Attar, Hafız, Andre Gide, Rilke, Eliot, Dostoyevski, Puşkin, Oscar Wilde, Kafka, Borges, Paul Auster, Balzac, Hölderlin, Nerval, Gorki, Hugo, Salome, Vasnocelos, Muhibbi, Nâbî, Cinâni, Mevlana İdris, Karacaoğlan, Usulî, Cemil Meriç, Arif Nihat Asya, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yahya Kemal, Vâsıf, Cahit Sıtkı Tarancı, Cenap Şehabettin, Attila İlhan, Turgut Uyar, Halil Cibran, Erdem Bayazıt, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sezai Karakoç, Sedat Umran, Asaf Halet Çelebi, Edip Cansever, Metin Altıok, Rıza Tevfik, Cafer Turaç, Tuğrul Tanyol, Can Yücel, Özdemir Asaf…

Hüseyin Kaya, Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz’in bir yerinde “Hayret eden, şaşırabilen çocuklardık. Gördüğümüz, duyduğumuz garip şeyleri dikkatle izler, dinler ve her şeyden kendimizce anlamlar çıkarmaya çalışırdık” diyor. Bu ifadelerden ben, yazarın türküsünü bitirmeyeceğini, yeni türkülere doğru yol alacağını çıkarıyor, Hüseyin Kaya’nın yeni denemelerini bekliyorum…

 milli gazete, 26 temmuz 2012

 


19 Temmuz 2020 Pazar

göç şiirleri

recep şükrü göngör

 

Hazret-i peygamber Tiaf’te ellerini açıp dua ediyor: “Sen beni kime bırakıyorsun.”

Hüseyin Kaya’nın şiir kitabı bu hadisle başlıyor.

Şiirimizin ana besin kaynağı geleneğimizdir, yani dini müktesebatlarımızdır. Dinimiz ve edebiyatımız birleşerek şiirimize, öykümüze, romanımıza ve diğer sanatlarımıza kaynaklık etmiştir. Asr-ı saadet dediğimiz altın nesil dönemi, Cumhuriyet dönemi şairlerimizin hemen çoğunu etkilemiştir. Asaf Halet’ten, Arif Nihat’a; Mehmet Çınarlı’dan, Hilmi Yavuz’a… Hüseyin Kaya bu halkanın sürdürücüsü şairlerdendir.

Masal dinleyerek büyüyen bir kıtanın çocuğu şair “bir varmış, bir yokmuş” girizgahına uyarak başlıyor söze. İnsan doğar, büyür: bir varmış. Ölür, kabre konur: bir yokmuş. Bu sözler bizi yol/yolcu kavramlarına çıkarıyor.

Hüzün Kıssası şiiri, Mustafa İslamoğlu’nun Yasin şiiriyle parelellik arzediyor. Kaya, edebiyat geleneğimize uyarak hz. Peygamberle başlıyor söze. Hamdele selvele üsulüne gönderme yapıyor.

Hicret bütün zamanlarda yaşanan en kutsal yolculuktur. Kaya şiirlerinde bu yolculuğa oldukça çok yer veriyor.

“Çekil Gideyim Hayat” şiirlerinde gidiş imgesi öne çıkıyor: hicret, nehir, kıyı, son, geçerken, yolcunun ilahisi… “nereye istersen savur şimdiden geri/ hem yolum hem yolcu”

Birkaç şiirinde babayı anlatıyor. Kaya’nın şiirinde baba önemli unsurlardan biridir.

“bittiğinde bu dua nasıl olsa biter gün” “ve şiir kanayan yüreği de bir dua” mısralarında görüldüğü gibi şair duayı yüce bir makam olarak ele alıyor.

Yer yer tekrar edilen mısralar yeni kuşağın önemli şairlerinden Cafer Keklikçi’yi anımsatıyor. “bittiğim yerde bitsin bitir bitsin bu sızı” “tükendi tükendi tükendi bil fitilim”

Yoğun/ ağır bir melankoli göze çarpıyor. Hayattan bıkkınlık, dünyayı terk etme isteği… “geldim işte sonuna ben bu kan ırmağının.”

Sezai Karakoç etkisi yoğun şekilde görülüyor: “ben senin aldatığın kadar aldandım aşka”, “ben sende gördüm suna/ bir yaralı tay için/ bir ömür ağlamayı”, “mecnun etme dağ var içimde”

Kaya’nın özgün mısralarının tadına doyulmazlığına bir örnek: “aşk ile bağlıyorum kanayan gözlerimi”, “bir yara taşır gibi/ taşıyarak ömrümü”, “kapına sürüdüğüm en son yüz yangınlardan/ kalbinin muhaciri/ yorgun bir nebi gibi/ al beni”, “ve bir ömür ağladım ağladım varlığımı”

Birinci bölüm gibi, ikinci bölüm de gelenek/ dinle ilgili alıntıyla başlıyor. İlk bölüm Taif duasıyla başlıyor, ikinci bölüm hazreti peygamberin ölümü beklediği sırada kızına söylediği “ağlama kızım baban bir daha hiç acı çekmeyecektir” sözüyle başlıyor.

“yüreğimi yarım bir ayet gibi bırakma”

Yakup peygamberi bir metafor olarak kullanıyor, çünkü Yakup hüznü temsil eder. “çölümü ve yolumu taşıyarak içimde/ bu hayatı acıyı mil çekip gözlerime/ yine de yürürüm”, “yakub’a kokmayan yusuf’um şimden geri”, “şimdi her şey ağlıyor inip inip kalbime”

İkinci bölüm şiirlerinde halk hikayelerine vurgu var: “incilini yakan bir keşiş gibi”, “bir tayın gözyaşları kalbime buharlaşır”, “bir beytülahzan gibi kapansam ellerine”

Kaya, hayali bir sevgiliye sesleniyor. Gerçek olamayacak bir sevgiliye sesleniyor. Divan edebiyatındaki sevgili imgesinden daha mistik, daha hayali bir sevgiliye. “bir gemi kalbimde arar ülkeni”, “dönersin yalnızca ellerin gelir”

“Gözlerinden Vurulan” adlı şiiri Kaya’nın şiirleri içinde en dikkate değer şiiridir. Yaşlı bir adamla/dedeyle çocuğu/torunu anlatıyor. Hayatın içinden bir dünyayı anlattığı için daha sıcak geliyor.

Çölle başlayan “Çekil Gideyim Hayat” kitabı masalla bitiyor. “az gittiğim kadar uz gittiğim kadar git.”

“Çekil Gideyim Hayat” kitabı bir yolculuk kitabıdır. Varlık ve varlık ötesiyle muhatap şairin yürürken konuşmalarıdır. Mukaddes çağrışımlarla başlayan yolculuk hikayelerle, türkülerle sürerken masal gibi bir dünyaya çıkıyor kafile. Bir ülke ki, son istasyonu yok. Hep yolculuk ve yol hali sürüyor.
Çekil Gideyim Hayat

Hüseyin Kaya

Lamure yayınları

İstanbul/2006

 

 

kaynak: şiiri özlüyorum dergisi


12 Temmuz 2020 Pazar

hüseyin kaya okumak zenginliktir

ihsan yıldırım

 

Şubat soğuğunun açtığı derin yaralar henüz sarılamamışken, İmam Hatip Lisesi hazırlık sınıfına başlıyordum. Öğrenci mevcudunun iki haneli rakamları geçmediği koca binalarda tutunmaya çalışıyorduk hayata.Karacabey İmam Hatip Lisesi de o dönem bu okullardan biriydi sadece. Neresinden bakarsanız bakın sıkıntılı yıllardı yaşananlar. Sıkı dostluklar kurup, derin muhabbetlere dalmanın yanında, okulun kocaman bahçesinde boş bulduğumuz her vakti top peşinde koşturarak değerlendirmekten başka yapacak tek şey kalıyordu geriye; kitaplar!

Dersteki ilgim dikkatini çekmiş olacak ki edebiyat hocamız, “ Yitik Düşler” Dergisini tutuşturdu elime. Çok sonraları sıkı bir okuyucusu olacağım yazarın ismine ilk defa o mütevazı dergide rastladım. Sonra bir arkadaşın “Çekil Gideyim Hayat” kitabından bir şiirini okuyup, hüzünlenmesiyle, dikkatimi çekmeye başlamıştı şair. İkindi ezanının hemen sonrasına denk gelen edebiyat derslerinde Hocamızın “Sühan’dan” okuduğu denemeleriyle, yaralı kalbimi, fethediyordu yazar. Serde gençlik, gönülde aşk dilimde onun şiirleri vardı. Kısa zamanda dilime dolanmıştı şiirleri. Gitmesem de görmesem de, Sivas, cümlelerinde canlanıyordu gözümde. Çocukluğumda dinlerken içimi ısıtan masallar, dinlediğim türkülerdi onun satırları adeta.

Yazdıklarını takip etmeye devam ederken, deneme kitabı için çalıştığını, kısa bir zaman da çıkacağını haber almıştım. İçimde bir heyecan belirmiş, sık sık kitapçılara kitabın yayımlanıp yayımlanmadığını soruyordum. Lakin aldığım cevap uzun bir süre olumsuz oldu. Ta ki bir gün şairi bana tanıtan edebiyat hocam kitabın çıktığını müjdeleyene dek. Yayımlandıktan yaklaşık bir ay sonra ancak ulaşabilmiştim kitaba. Bir an önce okumak için sabırsızlanıyordum. Bir çay molasında, insanı adeta hatıraların diyarında gezdiren kitabın adı “Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz”.

Popüler olmak gibi bir kaygısı olmayan, hatta tabiri caizse popüler olmamak için mücadele eden yazarın, gerek kitabı gerek başlığı gerekse anlattıkları kendisi gibi son derece mütevazı. İlk paragrafıyla adeta yüreğinize dokunuyor kitap. ”Bir öğle vakti, üzerimizde ince elbiselerle geziniyorken dışarıda, birdenbire yaz yağmuruna tutulmak ve bir yandan ıslanırken bir yandan evimizde açık bıraktığımız pencereleri hatırlamak gibidir yirmili yaşları geride bırakmak. Şaşırır kalırız, başımızda bir ikindi uykusu mahmurluğu. Yağmurun, şiirlerin, şarkıların ve hayallerin bittiği yerden adım atarız otuzlu yaşlara.” Bu satırlarla anıların ortasına yığılıyorsunuz, sere serpe. Zira en savunmasız tarafından vuruyor insana yazar. Başa dönüp tekrar tekrar okuduğunuz cümleler, siyah önlüklü günlerinize geri götürüyor sizi.

Hatıraların içinde, uzunca bir süre yolculuğa çıkıyorsunuz, farkında olmadan. Her cümlenin, dilinize ayrı bir tat verdiğini hissederek ilerliyorsunuz, sayfalar arasında. Babasıyla, baba oğul bağı kuramamış bütün Anadolu çocuklarına tercüman olmuş sanki Hüseyin KAYA. “Her çocuğun, kabuğunu ne zaman kavlatsanız kanayan ve asla iyileşmeyen yarasının adıdır baba.” diyen şair hayata dair her şeyi bohça misali kitabında toplamış. Yapraklar yavaş yavaş ilerledikçe ruhunuzun yorgunluğu artıyor. Ama ruhun yorgunluğuna, hayal kırıklıklarına, gönül incinmelerine ve özlemlere rağmen kendini, okutmaktan asla vazgeçmiyor kitap.

Sayfalar sola doğru düşerken birden karşınıza Refik Halid çıkıyor. “Ya Eskici Yazılmasaydı?” sorusuyla tekrar kayboluyorsunuz hatıralarda. Lise yıllarımda, derste bu hikâyeyi okurken sesi çatallaşmış Özlem adındaki arkadaşı anımsatan yazar “ Eskici’yi” sınıfta sesli okurken öykünün bitimiyle birlikte ağlayarak, sınıftan nasıl koşup çıktığını anlatıyor. O bunları anlatırken ben Refik Halid’in “Gurbet Hikâyeleri”ni ilk okuduğumda yüzümün nasıl şekilden şekle girdiğini anımsıyorum. “Yara, Zincir, Eskici, Testi,” gibi öykülerin içinde kayboluyorum uzun bir süre.

Hatıralardan bahsedilen bir yerde vedalar, ayrılıklar olmazsa olmazıdır yaşamın. Bu husustaki söyledikleriyle de yaralar insanı Hüseyin KAYA. “İki ayrılık arasına sıkıştırılmış bir dünyada, misafir olduğunu unutmadan dolaşmaktır adına hayat dediğimiz şey. Ayrılıkla başladığımız hayata ayrılıklarla veda ederiz. Bu yüzden ayrılığa yakılmış her türkü, ayrılık hüznüyle söylenmiş her şarkı ve yazılmış her şiir kaç yaşımızda ve nerde dinlersek dinleyelim titretir ruhumuzu. Uzun bir ayrılıktır insan, kalbi kendi yalnızlığına gömülü.” Bir şiirin mısraları gibi duygusal olan bu cümleler, derin kuyular açar gönülde. Bu satırlar, gözlerinin buğulanmasına neden olur insanın, . Şefkatle gözlerinizi siler, devam edersiniz sayfaları sola doğru çevirmeye.

Yüzünüzü tebessümün kaplayacağı, ancak hüznün ağırlığı altında kalacağınız “Ömrünüzün Rüyası” bölümüyle anılar treninde devam ettiriyor yolculuğa yazar. Henüz benliklerimizi yitirmediğimiz zamanlarda birçok anlam ve anı yüklediğimiz eşyalardan söz ediyor bu bölümde. Uzun kış geceleri hepimizin etrafında masallar dinleyerek ısındığımız sobayı, evin en güzel yerini işgal eden kitaplığı, annemizin özenle yıkayıp cebimize koyduğu beyaz mendilimizi, moderniteyle birlikte cebinizin yerini almaya çalışan el çantasını, arkasına ilk aşkımıza dair şiirler yazdığımız biricik defterimiz ve televizyonun evlerimizi henüz işgal etmediği zamanlarda mütevazılığıyla şarkılar, şiirler, haberler ve arkası yarınları dinlediğimiz radyolar.

Kendine has üslubuyla adeta insanı büyüleyen kitap, yazarın yaşadığı şehir ve istasyon yazılarıyla son buluyor. Sühan’dan alışık olduğumuz bu yazılarla, Hüseyin KAYA bizi bizden alıp doğduğumuz yerlere götürüyor sanki. Hayatını doğup büyüdüğü şehirden uzak, gurbette yaşayanlarımız için acının da ötesinde bir şey bu. Evet, Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz ya da hepimizin hatıraları…

 

 kaynak:

www.haberkultur.net

02-06-2013


ilk arkdaşım: dede

azime keskin

 

 ‘Dede’ sözcüğü bazen yeni konuşmayı öğrenen şirin bir bebeğin ilk sözleri, bazense hayatımızdaki hiç yıkılmayan bir çınara hitap şeklimizdir. Hani “dede” deyince aklımıza kır saçlı ve sakallı, siyah ya da lacivert mantolu ve ayağındaki mesleriyle şirin mi şirin dünyalar tatlısı bir adam gelir. Bu kitapta da dede profili yine aynıdır. Kitabın başında da yazarımız dedesini bir çınara benzetmektedir. Aslında hemen hemen hepimiz için bir çınar olan dedemiz benim için daha çok bir dut ağacıdır. Neden mi? Nedeni şudur: Evlendikten sonra dedem Laçin’e gelir, geldikten sonra bazı adamların kocaman bir dut ağacını kesmeye çalıştıklarını görür. Dedem durdurur onları, kestirmez ağacı, o ağaçta hâlâ o balta izi durur ama sapasağlam yerindedir. Tıpkı dedem gibi… O ağaç biz torunlarına her yaz salıncak kurar.

Yazar bize bu kitapta dedesinin çocukluğuna nakşettiği en güzel anılardan, çocukluğunun masumiyetinden bahsetmektedir. Kitabı okumaya başladığınız andan itibaren sanki sizin dedenizi anlatıyor gibi, sanki dedeniz bir başka torununu da güneş gibi aydınlatırken onları izliyor gibisiniz. Kitabın sayfalarını çevirdikçe bazen unutulmaya yüz tutmuş hatıralarınız canlanıyor gözünüzün önünde. Mesela dedemin saati geliyor aklıma, onun saati benim saatimden büyük ve tıpkı benimki gibi siyah ve plastikti. Biraz daha çeviriyorum sayfaları, söylediği türküleri duyar gibiyim. (Dedem bütün torunlarına hep aynı türküyü söylerdi ve nasıl yapıyordu bilmiyorum ama her seferinde de torununu bu türküyle oynatmayı becerirdi.) Biraz daha çevirelim sayfaları hepimizin hiçbir zaman unutamayacağı bayram sabahları geliyor gözümün önüne, her ne kadar şimdi onun burukluğu olsa da… Sayfaları çevirdikçe o günlere dönerek tekrar yaşıyorsunuz mutluluğunuzu, heyecanınızı, üzüntünüzü ve tabi sonra buruk bir özlem sarsa da her yanınızı. Sonra düşünmeye başlıyorsunuz, acaba bir gün ben de onun kadar iyi bir insan olabilir miyim diye, acaba ben de onun kadar sonsuz bir kalbe sahip olabilir miyim diye? İnşaallah! Kim ne derse desin, dedeler ve torunlar birbirlerine hiç görünmeyen ama dünyanın en kuvvetli bağıyla bağlıdırlar ve bence en güzel bağlardandır bu bağ. Mesela dedem yok şu an yanımda, ama ben ona öyle bir bağla bağlıyım ki sadece torunların anlayabileceği ve o ne kadar gidip bıraksa da beni bu âlemde hiç kopmayacak bir bağ ile… Eğer kopsaydı bu bağ ne dede dede olurdu ne de torun torun.

İlk Arkadaşım ‘Dede’ bize hiç kaybetmememiz gereken anılarımızı hatırlatıyor. ”Bu anılar sizin masumiyetiniz.” diyor ve “Onları bırakmayın.” diyor ta ki kalbinizin son tak sesini duyana ve son nefesinizi alana kadar. Dedenizi unuttuğunuz ayrıntılarıyla hatırlatmak için İlk Arkadaşım Dede kitabı sizi bekliyor.


hüzün bahçesi

recep şükrü güngör

 

Şiir serüvenini bildiğimiz şairlerin kitapları bana ayrı bir tat verir. Mısraları nasıl kurduğunu, nelerin tesiri ile yazdığını bilir ve şiiri ona göre anlarım, anlamaya çalışırım.

Hüseyin Kaya da o şairlerimden biridir. Şiir yolculuğu Ruzigar dergisi ile başladı. O zamanlar Sivas edebiyat fakültesinde öğrenci idik. Ben de ilk öykümü Ruzigar dergisinde yayınlamıştım.

Hüseyin Kaya ilk önce aruzla gazeller yazdı. Daha sonra aruzu bırakıp serbest tarzda ama aruzluymuş hissi veren beyitlerle gazel formunda şiirler yazdı. Üçüncü aşamada ise tamamen serbest ölçülü, beyit görünümünden sıyrılmış, dörtlük, yedilik, onluk formlarda şiirler kaleme aldı.

Kaya, biçimsel değişiklik yaşadı ama temel konu (duygu, ana duygu, ana düşünce, ana fikir, mesaj) dan ayrılmadı. Onun tutumu Mustafa Kutlu’yu hatırlatır. Mustafa Kutlu’nun değişmeyen konusu yoksulluktur. Hüseyin Kaya’nın konusu ise hüzündür. İlk şiir kitabının adı Çekil Gideyim Hayat. İkinci şiir kitabı ise Melal Bahçesi. Şiirleri zaten hüzünlüdür. Hep hüzünlü. Kitaplarının adları da öyle.

Neden hep hüzün anlatır şair?

Sanatçı neyi yaşar, neyi idrak ederse onu anlatır. Hüseyin Kaya, tanıdığım günden beri hüzünle yaşadı. Önceleri devletten, yönetimden, sistemden, devlet adamlarından, toplumsal dezenformasyondan, ahlaksızlıktan şikâyet ederdi. Sonraları gözlerinde başlayan ağrı onu başka bir hüzne döndürdü. Bu durum ona bir iç konuşmada kazandırdı.

Melal Bahçesi için şairin iç konuşmaları, hesaplaşmaları desek yeridir.

Hüseyin Kaya, yavaş yavaş gözlerini kaybediyor. Dünyaya kapanıyor. Şimdilerde yurt dışından getirttiği lensle hayata tutuyor. Lensi çıkardığında dünya ona kararıyor. Gözlerinin yavaş yavaş görme yetisini yitirdiği dönemde çıkardığı şiir kitabına verdiği ad manidardır: Çekil Gideyim Hayat. Hayatın gözlerinden uzaklaştığını gördükçe hastalığa hayıflanmadı, hayatla hesaplaştı. Hatta ölümü istediğini açıktan söylemese de imge ile hayattan çekilmek istediğini belirtti.

Melal Bahçesi, Yusuf suresinde geçen “ben hüznümü, kederimi ancak Allah’a şikayet ederim.” Ayeti ile açıyor kapağını.

Şair, kitabın ikinci şiiri “dünya”da “yine de bakıyorsun içine gözlerimin/bakar gibi perdeli bir camın arkasına/oysa çoktan kayboldum içinde bu gölgenin/ve karıştı ruhumun beyazı karasına” dizeleri gözlerinin halini ele veriyor. Hayatı ile şiiri arasında derin bir bağ kuruyor. Kitaba Yusuf suresinden bir ayetle başlaması şairin mümin duruşunu ortaya koyuyor. Melal Bahçesi kitabında ailenizle okuyamayacağınız bir dize yok. Bütün şiirleri eşinizle, anne babanızla okuyabilir, hüzünlenebilirsiniz. Sadece hüzün değil elbette. Çağ eleştirisi, nesil eleştirisi ve gelecekten ümit söze getirilmiştir.

Melal bahçesi kitabını iki sözcük özetliyor: İç, göz. Şair gözlerini kaybettikçe içe dönüyor. Gerçek hayatta da böyle. Buna ne diyorduk? Büyülü gerçekçilik değil mi? Hüseyin Kaya, büyülü gerçekçi olduğunu kabul etmez belki. Ama şiirlerinde o var. Epeyce var. “ben kaldım zaman geçti düştüm senin gözünden” dizelerinde büyüleyicilik yok mu? Şairin gözleri yok mu? Her ikisi de var. Üslup da var. Sözü süsleyerek söyleme yani sanatlı söyleme de var. şairden de bu beklenir zaten.

Dünyanın türlü halleri, kalleşlikleri olmaz Hüseyin Kaya’da. Çünkü o dürüst ve samimi adamdır. Sahtekârlıklara bulaşmamıştır. Onun için dizelerinde de hayatında ne varsa o var. Gördükleri, yaşadıkları, duydukları, hissettikleri… Hayat var kısacası. Şairin içinde yeşeren hayat yeni hayat var.

Şekil yönünden bakalım biraz da. Kitap iki bölüme ayrılmış. İkinci bölüm de Yusuf suresinden bir ayetle açılıyor: “Ve üzüntüsünden gözleri ağardı. Artık üzüntüsünü içinde saklıyordu.”

Kimi şiirleri dörtlüklerle ve ölçülü yazıyor, kimi şiirleri de ölçüsüz serbest nazım biçiminde yazıyor. Her ikisinde de başarılı. Her iki tarzda da usta.

Şairin en beğendiğim tavrı manayı şekle, şekli manaya feda etmemesi. Her ikisini de ahenkli bir şekilde dengelemesi. Bu her şaire nasip olmaz.

Hüseyin Kaya’nın Melal Bahçesi aynı zamanda sehli mümteni tarzının da  yeni şiirimizde temsilcisi sayılabilir. Yukarıda sözünü ettiğim gözleriyle ilgili mevzu daha iyi anlaşılsın diye kitabın son şiirini alıntılayarak noktalıyorum.

GÖZLERİNDEN VURULAN

Çocuklar parka gitti belki de hiç dönmezler
Dedeleri balkondan görse de baksa bari
Ah ben de bakabilsem koşup da peşlerinden
Kaldırım ortasında sessiz bir ağaç gibi

 

Ben yine kaldım burda onlar da öyle gitti
Penceremin önünde karardı tek güneşim
Daha hiçbir aynadan görmeyecekler beni
Solmuş iki gül şimdi gözlerim… ah gözlerim

 

kaynak: risale haber

 

http://www.risalehaber.com/huzun-bahcesi-183795h.htm

 


11 Temmuz 2020 Cumartesi

hüzünlü ve samimi bir şair: hüseyin kaya

ali sözer
kaynak: yoldüşleri dergisi, s. 2, muş, 2007.

Şiir her devirde yeninin temsilcisidir, adıdır. Her söylenen şiir bir yeniliği müjdeler. Bu yenilikler çeşit çeşittir. Şairin biri çıkar yeni bir hayal sunar âleme, bir diğeri mübalağada bir yenilik yapar, bir diğeri de kelimelerle yeni bir dünya kurar, yeni anlamlar kazandırır onlara. Şiir cephesinde bu hep böyle devam etmiştir. Asırlardır şairler bakir mazmunlar peşinde koşmuşlardır. Fakat baştan beri söylediğimiz “yenilik” gelenekten kopmuş, farklı olmak adına bütün kuralları yıkmış olan yenilik değildir. Nitekim Fuzuli bu konuyu “mazmun ne garip olmalı ne de bayağı olmalı” şeklinde yorumlanabilecek, özetlenebilecek ifadeleriyle Farsça Divanı’nın önsözünde belirtmiştir. Bu yüzden eskinin gölgesinde kalmadan ve köklerini de eskiden koparmadan söylenen şiir daima yenidir.

Hüseyin Kaya’nın ilk şiir kitabı olan Çekil Gideyim Hayat, kitaplığımıza dahil olan en yeni şiir kitabı. Yukarıda, girişte ifade ettiğimiz doğrultuda Kaya’nın kitabını değerlendirmeye çalışalım.

Kaya’nın kitabı iki bölümden oluşuyor: Hüzünler Evi ve Kervanlardan Saklanan. Kitapta toplam otuz şiir var. Kitabın her iki bölümü de Hz. Muhammed (sav)’in birer sözüyle başlıyor: İlki, Sen beni kime bırakıyorsun; ikincisi, Ağlama kızım baban bir daha hiç acı çekmeyecek, ifadesi. Bu iki söz sizi hassas mısralardan oluşan şiirlerin beklediğini müjdeliyor. Kitap ilk şiirinden son şiirine kadar kalbinize hitap ediyor. Bu yüzdendir ki şiirler birden fazla anlamlı denilebilir. Hangi ucundan tutmuşsanız o imgeyi veya mısraı o yolda ilerliyorsunuz.

Kaya’nın şiirini birkaç cümlede özetlemek çok zor. Çünkü onun şiiri birkaç yönlü ve şiirini sevimli kılan da bu sanırım. Bu yüzdendir ki örnekler sunarak ve çeşitli cihetlerden ele alarak Kaya’nın şiiri hakkında belirli bir tablo çizmeye çalışacağız.

Kitaptaki şiirlerde ilk göze çarpan unsur şiir dilinin güzelliği. Kaya günümüz şairlerinin aksine herkesin kullandığı, bildiği kelimeleri tercih ediyor. Kitapta baştan sona garipseyeceğiniz, “bu buraya yakışmamış” diyeceğiniz kelimeler yok. Oysa günümüz şairlerinin birçoğu yeni bir kelime bulmak, kullanmak adına şiiri kirletmeyi bile göze alıyor. Tılsım adlı şiirden örneklediğimiz aşağıdaki mısralar kitaptaki o güzelim mısralardan sadece birkaçı:

“bana da bir tılsım sun sırrı için hayatın
gözlerimin içinde raks eylesin yıldızlar
kuşlar omuzlarımdan şakısın sözlerini
anne gibi eğilsin toprağıma bulutlar”

 

Yukarıda da söylediğimiz gibi şair herkesin kelimelerini yine herkesin bildiği şekilde kullanıyor. Bu sebepten ötürü şiirler doğal bir dille yazılmış olmanın yanında lirikliği de elde etmiş oluyor. Aşağıya aldığımız mısralar oldukça akıcı bir özelliğe sahip:


“mızrağının ucunu çevirme yüreğimden
çevirme dönmem geri gidecek nerem kaldı
ne yanmayan bir gemim
ne tayfam
ne havarim
bir kez oğlum de bana
baba denizden geldim”

Şiirlerde göze ilk göze çarpan işlenilmiş, özenilmiş mısralar. Bütün mısralar, bütün şiirler için aynı hükmü versek yanılmış olmayız sanırım. Şiir dili olarak kitabın bir bütünlük içerdiğini söylerken Kaya’nın şiirlerinin artık belli bir mecrada ilerlediğini de söylemiş oluruz.

Şiirlerdeki dilin işlenilmişliğinden bahsetmiştik. Bu işlenilmişliği çeşitli cihetlerden ele alabiliriz ki, yukarıda ifade ettiğimiz temiz dil ve akıcılık bunların ikisidir. Bunlardan başka şiirlere ahenkli bir özellik sağlayan kelime tekrarları, Türkçeye has bir özellik olan ikilemeler şiirlerde şuurlu bir şekilde kullanılmış. Öyle ki Kaya’nın şiirlerinin başat özelliğini bu tekrarların oluşturduğunu söyleyebiliriz. Çöl adlı ilk şiirde:

“….
bir hicrana emanet yele düşmüş ömrüme
bundan sonra bir bahar gelse ne gelmese ne

 

olsa ne olmasa ne bu masalın sonrası
hep aynı çöl ruhumdan cennetime dökülen”

“çekil gideyim hayat çekil gideyim senden”
mısralarındaki gibi bizleri karşılayan tekrarlar sayfalar ilerledikçe değişerek ve çeşitlenerek karşımıza çıkıyor. İşte o tekrarlardan birkaç misal:


“geçer dedin
bekledim
önce çiğdemler açtı
sonra mor menekşeler
geçer dedin
bekledim
ilk değil di hüznünle sınayışın ilk değil
ilk değildi gölgemi bıraktığın sulara
hayatın mültecisi bir kalbi taşımaktan
ömrümü vatanına sürüyüşüm ilk değil”

“sana bir kere daha acılar adıyorum
bu sızılı
bu kanlı sunağında kalbimin
daha dönmeyesin yar
daha dönüp de beni
dağımda bulmayasın
daha dolayıp beni o yalan sürgününe
karanlık denizlerde
bahanem olmayasın”

 

“al
nereye istersen savur şimdiden geri
hem yolum hem yolcuyum
hem dağım hem dağlanan
hem tufanım hem gemi”

 

“aşkla ağuladın beni
aşkla
lal olayım yar dedim
lal olayım”

Misalleri çoğaltmak mümkün. Bütün şiirlerde tutarlı bir şekilde bu yol tutulmuş. Asırlardır unutulmamış şiirler noktasında bir inceleme yapıldığı takdirde o şiirlerin iyi bir dille yazıldığı fark edilecektir. Bu iyi dilin ölçüsü de dilin geniş imkânlarını doğru ve estetiğe uygun bir şekilde kullanmaktan geçmektedir.

Hüseyin Kaya’nın dil noktasında başvurduğu bir diğer yöntem de sesteş ve anlamdaş kelimeleri kullanmak. Bu usulle şair şiirinde değişik anlamlara yer açmış oluyor. Şiiri ilk okuduğunuz da değişik çağrışımlar beliriyor ve gittikçe belirginleşiyor anlamlar.

Yukarıda söylediklerimiz Kaya’nın şiirini çağdaşlarından ayıran bir taraf. Özellikle günümüz şairlerinden birçoğunun çağrışım maksadıyla kelimeyi “/” işaretiyle bölerek yaptıklarından oldukça farklı Kaya’nın şiirindeki çağrışım yöntemleri. Günümüzde “/” işaretiyle bölünen kelimelerin anlamı olsun veya olmasın ilk bölümün bir kelime olması yeterli oluyor. Oysa ikinci bölüm anlamsız bir şekilde mısrada mevcudiyeti sürdürmüş oluyor. Garip olan şu ki hiçbir eleştirmen çıkıp da bunu eleştirmiyor. Sükût ikrardan gelir ifadesi kabilinden diğer şairler de bunu yapmaya kalkışıyor.

Şair dil sarrafıdır derler. Herhalde bu sözden maksat şairlerin dil noktasındaki vukufiyetleri ve dili çeşitli imkânlarıyla birlikte kullanışlarıdır. Nitekim eski Arap dili gramercileri dil noktasında şairlerin söyleyişlerini kesin delil kabul etmekteydiler. Örneklerin çoğu şairlerin beyitlerinden oluşmaktaydı.

Çağrışımlı kelimeler konusunu bu kadar açtıktan sonra şimdi şairden birkaç örnek verelim:


“çözülmüyor kollarım acının bedeninden
surların önündeyim
suların arkasında”

 

“bitti işte ömrümü çelen çalan bu büyü”

“hem dağım hem dağlanan”

Bu örnekte dağ kelimesi iki anlamlıdır ve dağlanan kelimesi aracılığıyla asıl anlam belirginleşmektedir. Bir başka örnek olan:
            “tükendi tükendi tükendi bil fitilim”
mısraındaki bil fitil- kelimeleri ilk bakışta bil-fiil kelimesine benzetiliyor. Nitekim yaygın olan kelime bil-fiil’dir. Daha sonra şairin söz oyunu fark ediliyor.

Şimdiye kadar bahsettiklerimiz şairin şiir dili çerçevesindeydi. Oysa bu şiirde zengin bir anlam dünyası var ve okudukça derinleşiyor bu anlamlar. Bu derinleşen anlamlar da şairin gelenekten damıttığı mısralar sayesinde gerçekleşiyor. Kaya’nın şiiri geleneği yeniden canlandırıyor her mısrada. Asırların birikimi ve geniş bir coğrafyaya ait doğu kültürü onun şiirinde tekrar ekilip biçiliyor. Nihayetinde bizlere güzel şiirler sunulmuş oluyor.

İlk olarak kitabın bölümlerini oluşturan Hüzünler Evi külbe-i ahzan terkibinin sadeleştirilmiş hali. Fuzuli’yi hatırlatan bu isimlendirme bu bölümdeki şiirlerle birlikte daha geniş bir zaman ve mekânı ihata ediyor. Çöl, Hüzün Kıssası, Acı Dağı, Hicret, Tılsım, Dua, Küsuf, Fasl-ı Hazan gibi şiir adları daha baştan size bir fikir veriyor ve sizi o hassas âleme doğru yolculuğa çıkarıyor.

İkinci bölümün adı olan Kervanlardan Saklanan terkibinde de Yusuf (as)’ın kıssası akla geliyor. Fakat bunun dışında anlamlara da göz kırpıyor bu isimlendirme. Bu bölümdeki Yolcunun İlahisi, Sabırtaşı, Lal, Yetim Şiir ve Gözlerinden Vurulan gibi şiir isimleri de oldukça anlamlı. Bu yönüyle Kaya’nın kitabı kendine has bir bütünlük içinde fakat şiirler tek başına da oldukça manidar ve müstakilmiş gibi duruyor. Hem bütünün bir parçası hem de bütünden ayrı birer bölüm her şiir.

Şairin kelime dünyası da oldukça zengin ve her bir kelime okuru farklı âlemlere götürüyor. Çöl, hicran, hüzün, ağu, acı, ağrı, suskun menekşe, ateş, elem, tufan, kanayan yürek, yara, anasız kuzu, kan ırmağı, küsuf, külbe-i ahzan, beytü’l-hazan, sızı, göz yaşı ve daha nice kelime onun şiirlerindeki hüzün ırmağının birer aynası:


            “mor dağlara saldığın suskun menekşelerin
            ve dağımda patlayan kızıl güllerin için
            ve en çok senin için hep en çok senin için
            ben seni ağlayarak gideceğim ülkemden”

 

Şiirlerde hüzne dair kelimelerin çokluğunun yanında baharı müjdeleyen kelimeler de yok değil hani. Çiğdem, menekşe, gül, papatya, mor dağlar, iğde, akasya, yeşeren baharlar, nehir, deniz, Kafdağı gibi nice kelimeler var mısraları renkli kılan.

Şiirleri belirli bir mecraya götüren bu kelime yığınlarının yanında şairin o anki durumunu anlatıverdiği deyim ve atasözleri kullanılmış. Misal olarak:

“al
yazgıma boyadım
verdiğin
bu hayatı”

“kuş uçmaz kervan geçmez kuytusunda ömrümün”
mısralarını gösterebiliriz. Bunun yanına masal âlemini hatırlatan ifadeleri de eklemek gerek:


“ne öldüm vebadan
ne de üç elma düştü
bu hüzün kıssasının ortasındayım yine”

 

“bir bulut acıyı ağlar içimde
bir gemi kalbimde arar ülkeni
mecnun etme beni dağ var içimde
kaç Kafdağı canım sarar ülkeni
bir bulut acıyı ağlar içimde”

 

Bütün bunların yanında Kaya’nın şiiri bir kültür şiiri, onun şiirini anlamak için geçmiş asırları bilmek gerekiyor. Yapmış olduğu göndermeleri, telmihleri, irsal-i meselleri anlamak gerekiyor. Tabi bunların dışında günümüzü de iyi gözlemlemek gerektiğini eklemeliyiz. Zira onun şiiri ilk olarak günümüzü anlatıyor.

Yukarıda şairin kelimelerinden bahsetmiştik. O kelimelere birkaç ek daha yapalım: Cibril, nebi, ayet vs. Bu noktada şunu söyleyebiliriz ki Kaya’nın şiiri bütün olarak Kur’ani bir şiir. Onun:


“al
nereye istersen savur şimdiden geri
hem yolum hem yolcuyum
hem dağım hem dağlanan
hem tufanım hem gemi”

mısralarında Nuh (as) ve tufan kıssası vardır, az kelimeyle öz bir anlatıma başvurulmuştur. Yine:

“söyle Yahya
kum diliyle söyle bana
başı kesik bir bedevi neyi görür düşünde
hangi ismi sayıklar kan kokan dudakları
Yahya Allah aşkına
durdur içimde hüzün koşan atları”

mısralarında Yahya (as.)’ın kıssasından hareketle bizleri sorguluyor şair. Onun mısralarında geçenler sadece bunlar değil:

“çevirme dönmem geri gidecek nerem kaldı
ne yanmayan bir gemim
ne tayfam
ne havarim
bir kez oğlum de bana”

mısralarında hem Hz. İsa hem de Tarık bin Ziyat var. Bir başka mısrada:

“yaralı ve yamalı yüzümün şahidi ol
çöldeyim
Hüseyinim
ahım ulaşmaz sana”

derken bizi Kerbela’ya götürüyor ki o topraklar bu gün bile bir hüzün yumağını sarmağa devam ediyor. Şair devam ediyor:

“mavi göğün altını anlatma bana
karanlık kuyularda
yiten yusuf’u anlat”

diyerek meşhur kıssanın kuyu cephesini verirken bir diğer şiirde:
            “yakub’una kokmayan yusuf’um şimden geri”
diyerek kıssanın başka bir yönüne değinir. Tabi her şairin yaptığı gibi bu unsurları kendi süzgecinden geçirerek, farklı bir yönünü bularak yapıyor şair.

Kaya’nın şiirindeki kültür unsurları sadece bu kıssalar ve geçmişteki olaylar değil tabi ki. Divan şiirinden de büyük yansımalar var onun şiirine ki yukarıdaki her bir kıssa zaten divan şiirinin ana kaynaklarını oluşturmaktadır. Bu yönüyle şair geleneği devam ettirmiş oluyor.

Fuzuli asırları aşıp gelen ter u taze bir şairimiz. O her zaman sevildi ve sevilmeye devam ediyor. İşte bu sebepledir ki Kaya, Fuzuli’nin:

“Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su”

beytini hatırlatarak şu mısraları söylüyor:

“beni ayaklarına
akmayan şiirlere
sızılı bir dağ gibi
kanatıp
gitmeseydin”

Kaya’nın şiiri tek kaynaktan beslenen bir şiir değil. Yerel kültürden dini kültüre, divan edebiyatından halk edebiyatına kadar geniş bir saha onun kaynağını oluşturuyor. Özellikle şiir dilindeki duruluğu yaşamış olduğu yerin ağız özelliklerine ve bölgenin halk şiirinin merkez noktalarından biri olmasına bağlayabiliriz. O şiirlerinde Mecnun’a da yer vermiş Suna’ya da:

“bu ten sunak mı suna
bu aşkın korkusuna
hüznü azık mı verdin
kalbinin yolcusuna”

dörtlüğü bu halk kültürü etkisine sadece bir örnek.

Sonuç olarak Kaya’nın gizemli bir şiiri var. Bu gizem onun şiirini çeşitli kültür öğeleriyle süslemesinde ve kendi çevresinde gelişen olayları gizli bir dil ile aktarabilmesinde yatmaktadır. Onu yakından tanıyanlar şiirini anlamada bir merhale önde olacaklardır. Fakat bu onun şiirinin onu tanımayanlar tarafından anlaşılmayacağı anlamına gelmesin ki şiirin şahsileşmeden geniş anlamlar içermesi daha güzel bir olgudur. Onun Acı Dağı şiirindeki :

“solgun bir al gül gibi
bıraktım eşiğine
daha istemem geri
gözüm önüme aksın
….
yarım kalsın bu masal
kalsın omuzlarımda
kalsın bu acı dağı
daha istemem geri
gözüm önüme aksın”

ifadeler ve Masalın Bittiği Yer adlı şiirindeki:

“beni bilme
akıyor iki gözüm önüme”

ifadeleri kendi acısını samimi bir biçimde anlatan mısralar. Fakat bu mısralar daha çok farklı anlamlara gebe ve her okur kendinden bir unsur bulacaktır bu şiirlerde. Bu yönüyle Hüseyin Kaya samimi, içtenlikli bir şair. Onun şiirleri bazen bir ırmak gibi coşturuyor insanı bazen de bir çöl kadar sessiz sakin bir coğrafyaya götürüyor ve bütün bunlarla kalbimizi yıkıyor, temizliyor.

Sözü bu merhaleye getirene kadar çeşitli şiirlerden onlarca alıntı yaptık, bu örnekleri harmanlayıp sunduk. Ancak anlattıklarımız Kaya’nın şiirinin çok az bir bölümünü tarif edebilir ve anlatabilir. Zira onun şiiri okudukça derinleşen bir derya. Bu sebeple biz bu kadarıyla yetiniyoruz. Yazıyı bitirirken kitaptan sizler için kısa fakat güzel bir şiiri tam olarak verelim:

gözlerinden vurulan

 çocuklar parka gitti belki de hiç dönmezler

dedeleri balkondan dönse de baksa bari
ah ben de bakabilsem koşup da peşlerinden
kaldırım ortasında sessiz bir ağaç gibi


ben yine kaldım burda onlar da öyle gitti
penceremin önünde karardı tek güneşim
daha hiçbir aynadan görmeyecekler beni
solmuş iki gül şimdi; gözlerim…
âh gözlerim