hakkında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hakkında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ocak 2025 Perşembe

ırmak ve çöl şairi hüseyin kaya!

necdet karasevda


                   ortasındayım sana akmayan nehirlerin
                   daha kervanlar çekmez bu çölden acıyı

Bazen sonsuzluk hissiyle kanatlı binlerce mısra taşır çölün kumları, bazen de uzak ve sonsuz denizlere ulaşmak için çırpınır imgeler nehirlerde!
Ve şairler kelimeleri kuşandıklarında bir güz dönümünde, önce ırmaklar tutar onun elinden, sonra çöller. Ve başlar kızılca kıyamet. Başlar hıçkırık ve nedamet.
Bir şairin nabız atışlarını en çok onun anahtar kelimelerinde bulursunuz. Şairin ruh kilidini çözmenin en kesin ve keskin yolu onun anahtar kelimelerini bulmaktan geçer. Ve şairler zannedildiği gibi çok derinlere, uzak, kara gölgeli ormanlara gömmezler anahtar kelimelerini. Onlara göre en gizli yer; aşikâr olandır. Ve onun için şiirlerinin kalbine gömerler anahtar kelimelerini…
“Çekil Gideyim Hayat!” diyen Hüseyin Kaya da, kendi anahtar kelimelerini berrak bir Türkçe ile dile getirdiği ırmak ve çöl güzeli şiirlerinin içine gizlemiş.
Hüseyin Kaya’nın şiirleri, dingin bir ruhla okunduğunda, okuyucusunu şairinin varlığında gezdiren bir yapıya sahiptir. Onun mahrem hislerini, çatışma ve çelişkilerini, korkularını, erdemleri, kırılganlığını, munisliğini, yarım bir şiir gibi kalmış çocukluğunu, şikest aşklarını, hayatla halledemediği meselelerini, kristal bir şişe gibi olan hüznünü, inanmışlığını ve tabi ki bilgeliğini ele veren bir şiirdir bu şiir. 
Hüseyin Kaya, “Lamure Şiir”den çıkan ilk ve tek şiir kitabında bizi ruhunun zümrütten yamaçlarına davet ediyor. Belki de bizi avuçlarından, kendi öz masalını dinlemeye, ortak keder ve kaderlerimizi paylaşmaya çağırıyor. Ama onu anlamak için, metropollerin dağdağasından, kısır çekişme ve döngülerden,  egosantrik düşlerden ve düşüncelerden, katı maddeci ve kapitalist eğilimlerden uzaklaşmak gerekmektedir. Onun şiirinin ön şartı budur. Çünkü bu şiir biraz düşle yoğrulmuş, gizemli bir masal tadında ve sıcak meltemler kıvamında akmaktadır öz insanın içine. Ve bu şiire belki yirmi birinci asır zihniyetinden sıyrılarak girmek gerekmektedir.
Anahtar kelimeleri nedir Hüseyin Kaya’nın?
ortasındayım sana akmayan nehirlerin
daha kervanlar çekmez bu çölden acıyı
Bulunduğu zamana ve mekâna sığmayan bir şair için, akışkanlığın ifadesi olan ırmak ve sonsuzluğa sığınmanın (baki olmanın) sembolü olarak da çöl bulunabilecek en güzel imgelerin başında gelir.
 “Zaman ve hayat”la sorunları olan Şairde, Akıp giden zamanı durduramayan bir çocuğun, sonra bir gencin ve daha sonra da kendini oldukça yılgın, ölgün ve solgun hisseden bir yetişkinin umarsız ağlayışlarının tecessümüdür ırmak.
az gittiğin kadar git uz gittiğin kadar git
sen de tutul geçerken ağudan ırmaklara
Şairde mutlu ırmak yoktur. Bütün ırmaklar aynı dili konuşur. Yani bütün zamanlar. Şair ruhsal bir hamle gerçekleştirmek ister. Mutlu olan zamana, yani ebede, yani “öte”ye  ulaşma arzusudur bu. Belki de şairdeki, “öte” duygusunun dizelerdeki ayak sesleridir bu imgeler.
varsa yoksa elemdir varlığımdan sızan sır
varsa yoksa elemdir tüm ırmakların dili.
yer yer “hayat “kelimesine de doğrudan “zaman” anlamı katan şair, bir dizesinde kitaba verdiği ismi teyid edercesine şöyle haykırır:
hayat ellerimden uçar, kurtulur
Bu duruşta hem zamana hükmetme, hem de ona yenilme duygusu hakimdir. Kaya’nın şiirlerinde bu kaybediş, kendini yitiklik olarak gösterir. Yirmibirinci asırda zikredilmeyen evrensel erdem ve güzelliklerdir şairin kaybettikleri. Ve belki de yaşadığı zaman ve mekâna sığamamanın, hayatla savaşmasının temelinde bu duygu vardır. Ve şairi masalların, düşlerin, efsanelerin iklimine çeken gerçek de budur. Yorgun bir masal anasından, feleğin çemberinden geçmiş bir babadan dinlenilen masalların yerini, ne idüğü belirsiz çizgi filmlerin, animasyonların, bayağı modern öykülerin; tahtadan, emek ve sevgiyle yapılmış oyuncakların yerini fabrikasyon plastik oyuncakların; uzun dost sohbetlerinin yerini geyik muhabbetlerinin; içi doldurulmuş ve her biri başlı başına bir roman olan aşkların yerini, ten düşkünlüğü ve et tutkusunun aldığı bir zamanda yaşamak, şaire ağır gelmekte ve şair bu zamandan başka bir yerlere, belki de ait olduğu “öte” ye gitmek istemektedir. Onun için haykırmaktadır:
çekil gideyim hayat çekil gideyim senden
Masalın sonuna ya da varlıkla yokluğun kıyısına gediğinde yine çaresiz imgelere sığınır, masalını bitirmek ister şair:
kırkıncı odasında kırka bölünüyorum
sonu yok bir masalmış senin hayat dediğin
senin hayat dediğin ağuyu ağırlamak
senin hayat dediğin ağuyu ağlamakmış.
Çöl. Şairin ikinci anahtar kelimesi. Belki de hayat ve ırmak kelimelerine yüklediği anlamlardan sonra bir kurtuluş durağı. Bir barınak. Bir sığınak. Belki de bir liman.
Ve her an, içinde “çöl büyüyen”, “çöl yeşeren” bir şiirdir Kaya’nın şiiri.
yaşamak şimden geri
baktıkça genişleyen uzayan
bir çöl gibi
Şair, kitabına “çöl” şiiriyle başlar. Sonsuzluktan başlar başka bir deyişle. Fizikten, metafiziğe sıçramanın bir iç kanamasıdır bu şiir. Bu yönüyle “çekil gideyim hayat” diyen şair için ulaşılması gereken bir menzildir çöl.
Çölü çöl yapan, onu bütünleyen kelimeler dolaşır şairin dilinde. Ve şair bu kelimeleri okuyucusunu rahatsız etmeden dillendirir. Mecnun der mesela, kervan der, kum der, bedevi der, hicret der, bezirgânbaşı vs der. Ve bize açtığı gönül haritasının ayrıntılarını verir böylelikle.
Çöl, Şairin manevi dünyasının da anahtar kelimesidir aynı zamanda. Çölü, İslami bir duyarlılıkla algılamaktadır Kaya. Ona ister mekân, ister duygu anlamı biçsin, onda bu duyarlılığı hep görmek mümkündür. “düştü hüseyn atından sahra-yı kerbela’ya” diye alıntıladığı dizenin biraz ilerisinde şöyle inler.
hiç dinmiyor fırtına
hiç dinmiyor ki baba
şahidim ol rüzgâra nasıl saldım gideni
yaralı ve yamalı yüzümün şahidi ol
çöldeyim
hüseyninim
ahım ulaşmaz sana
şahid ol dilimi lerzan eyleyen ismin
Şair, hayatın bütün olumsuzlarına rağmen, bütün yanılgı ve yenilgilerine rağmen, çölünü asla ayırmaz yanından.
yine de yürürüm
çölümü ve yolumu taşıyarak içimde
bu hayatı acıyı mil çekip gözlerime
yine de yürürüm
Zaman zaman pişmanlık ve iç ağlama kapılarına dayandığında kelime kuşanır Şair yine.
ben çölü yağmaladım
çöle ben yağmalandım
“çöl içen gözlerin” Şairi, hemen hemen her şiirinde bize kalbinin haritasını “çöl” veya “ırmak” kelimeleriyle açar. Irmak ve çölle ilgili başka bir kelime de kuşkusuz “deniz”dir. 
gidersin yüreğim elimde kalır
kıyısız bir deniz yiter peşinde
Çöl, kumlarla dolu bir sonsuzluk denizi, deniz sularla dolu bir sonsuzluk çölünden başka bir şey değildir. Yani şairde deniz ve çöl neredeyse aynı çağrışımların anneliğini yaparlar. Mesela aşağıdaki şiirde deniz sonsuzluğun bir boyutu olan ezel olarak karşılamaktadır bizi.
mızrağının ucunu çevirme yüreğimden
çevirme dönmem geri gidecek nerem kaldı
ne yanmayan bir gemim
ne tayfam
ne havarim
bir kez oğlum de bana
baba denizden geldim.
Ve denizin, diğer ana anahtar kelimeyle de yani ırmakla da de ciddi ilintisi bulunmaktadır. Her ırmağın nihai hedefi bir denize ulaşmaktır. Onun için ne mutludur Fırat, Dicle ve nil! Çölde biten ırmaklar da vardır şairin dilinde.
hangi ırmak tükendi hangi çölde bilirsin.
Ve şair her şeye rağmen, sırlarını çözmeye çalışmaktadır akıp giden hayatın.
bana da bir tılsım sun sırrı için hayatın
çöz de yumruklarımı tufanlar yaşayayım
çöz de avuçlarımdan göreyim gökyüzünü
Türk Edebiyatı, kendisine yeni ve özgün şiirler kazandıran genç şairi tebessümlerle karşılamakta, Türkçe, bu aşığına bir maşuk gibi bağrını açmaktadır.  

kaynak:
ardıç dergisi

15 Kasım 2024 Cuma

Hüseyn Kaya’nın Sessiz Rüya’sında Bana Fısıldadıkları

Mehmet Durmaz 

Bana söylüyorsun biliyorum Hüseyn “hastasın sesinde kuş yorgunluğu / ellerin eylüle yürüyen yaprak” Evet, bu dizelerindeki durum tespiti beni işaretliyor, beni sobeliyor. Hangi beni? Şiir ormanında saklambaç oynayan bütün “ben”leri. 
Öyle değil mi Hüseyn? “Aşinayız melali anlayan nesle” ve uzağındayız içinde debelenip durduğumuz dünya denizinin. Ne de olsa şiir denen bir teknedeyiz. Dalgalar, fırtınalar, ayazlar; sancılar, sayrılar, kırıklar… Geçip gider yanımızdan. Şiir var… Şiir var… 
“Mermer şadırvanlarda şakırdayan su”ların gördüğü “sessiz rüya”larda şiir sayıklamaya devam et Ya Hüseyn. “Hâfız’ın kabri olan bahçede” yeniden güller açsın. Rintler ölmesin Hüseyn! Yoksa kim bahçıvan olur bu dikenli bahçeye?
 “Yorulduğun yerde bitmiyor dünya / değilmiş ilacı her şeyin zaman” demesen iyiydi Hüseyn, demesen iyiydi. Ne ki dedin, ne ki duydum… Şimdi “bir el çıkarmaya başladı bohçamızdan lavanta çiçeği kokan kederleri” Oysa ben onları yıkayıp, ütüleyip, katlayıp, aralarına da lavantalar serpip koymuştum kalbimin kilitli sandığına. “Unutuşun o tunç kapısını kırıp attın.” 
Ya Hüseyn! Sen de görüyorsun işte. Yapay zekânın doğal yürekleri, organik zihinleri yok ettiği bu çağda sözün belkemiği kırılmış, kelam ayağa düşmüşken eprimiş imgelerden, eskimiş kafiyelerden, yıpranmış rediflerden kaçıp kendi sesinle seslenmek ne kadar zor! Hadi seslendin diyelim, ya duyulmak? Boş ver sen bu ihtiyar kalem emeklisini. Arı, çiçek çiçek gezmekten vazgeçmez balın kıymeti bilinmiyor diye. Gez Hüseyn gez…
 Şimdi benim içimin ovalarında hüzün, yılkılığa bırakılmış safkan bir yarış atı gibi ılgarlanmaktadır; eyersiz, dizginsiz, semersiz, yularsız… Şiirin yeşerdiği her yerde durup koklamaktadır maziyi. Sonra tekrar koşmaktadır menzilsiz, hedefsiz, kaygısız… 
“Beni öyle hatırla bitmeyen bir hazanla” diyorsun ya! Hah işte ben de sana öyle sesleniyorum. Sen de bizi hatırla; bizim de acımız acı, bizim de kuytularımızda ezildikçe kokan menekşelerimiz, fesleğenlerimiz var aynen dediğin gibi “gölgesiyle konuşan sessiz bir menekşenin / rüyalarında kaldı gözlerimdeki acı.” 
Şiir şiir kanayan bir dille ben de sana adıyorum sesimi, sesin hep şiir koksun Ya Hüseyn, sen de seni anla ve sahip çık sesine “Sana bir kere daha acılar adıyorum / bu sızılı bu kanlı sunağında kalbimin”

on5kasım2024, hece taşları, sayı:117, sayfa: 15

16 Temmuz 2023 Pazar

hüseyn kaya'nın akşam ağrısı

ali bal

Hüseyn Kaya; şair ve yazar. Bu yeter mi, yetmez mi, bilemiyorum. Bildiğimi değil de hissettiğimi, gördüğümü, tecrübeyle sabit yaşadıklarımızı burada söylemek lüzumu hâsıl olursa iş uzar. Ancak lafzı uzatmak yerine manayı hissettirmek makbul olacağı için Hüseyn’deki manayı işârî vechiyle bahse almak isterim. Nedir o? Şudur: Kalbin lisanını bilen şairdir. Yeter sanırım. Elhak bir dostu anlatmanın hem kolaylığı hem de zorluğu vardır. Ben şimdi zor tarafın kapısını çalıyorum.

İçeride kimse var mı, demiyorum. İçerideki sese meyledip yola düşüyorum. Orada bir şair var: Hüseyn Kaya. Hüseyn; vakur, sakin ve selîm. “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler / ‘Yevme lâ-yenfau’da kalb-i selîm isterler” diyordu Rûhî-i Bağdâdî. Kalb-i selîm bir dostu kim istemez? Var olsun, Hüseyn de öyledir, değilse de onun için kalbî temennâmız öyledir. Öyle ya bir dostu, bir dost hangi makamda görmek ister? Biz de o niyetle söylemiş olalım. Aslında bu yazı bir eser tanıtımı olacaktı ama birkaç kelam etmeden asıl konuya gelemedim. Şimdi sadede geliyorum.

Hüseyn Kaya’nın Akşam Ağrısı 2023 yazında okuyucusunu selamladı. Eşik Yayınları arasında çıkan ve deneme türündeki eser dört bölümden ve 192 sayfadan oluşuyor: I. Dün Yorgunu, II. Yine Gam Yükünün Kervanı Geldi, III. Bizim Pencereler Yele Karşıdır, IV. Geldi Geçti Ömrüm Benim. İlk bölümde 16, ikinci bölümde 6, üçüncü bölümde 4, dördüncü bölümde 6 olmak üzere toplam 30 deneme bulunuyor.

Dün Yorgunu” isimli ilk bölüme Fasîh Dede’nin şu dizesi ile giriyorsunuz: “Rûzigârın önüne düşmeyen âdem yorulur.” Ve ilk deneme: Yorgunluk Kuşu. “Aslında dünyaya yorgun geliriz.” Diyor Hüseyn Kaya ve ekliyor: “Dünyaya ait olmadığımızı anladığımızda ve dünyada hiçbir şeye sahip olamayacağımızı bildiğimizde çalmaya başlar yorgunluğun hazin şarkısı ruhumuzun derinliklerinde.” Yazar, yorgunluğu öyle zarif ve anlamlı buluyor ki bakın ne diyor: “Dünyayı yadırgamanın, dünyada suskun bir yabancı olmanın ilk adımıdır; ömür defterine en güzel cümleleri yazmayı ümit ederken kalem elde uyuyakalmanın adıdır yorgunluk.”

Nesirde yer yer şiirlerden alıntılar yapmak hem gözü hem de ruhu dinlendiriyor. Hüseyn Kaya da böyle alıntılara sıkça yer veriyor. Hüseyin Akkaya’nın yorgunluğa dair şu ikiliği belki de Hüseyn Kaya’nın hâletirûhiyesini anlatan en veciz ifadelerdir: “Yorgunum ayna ayna bakınıp durmalardan/Dipsiz derin sularda boy vermekten yorgunum”

Hüseyn Kaya’yı yatağında akan durgun ırmak gibi gördüm. Akarken yorulan ve kendi yatağına çekilen, kendi toprağında kalan ırmak. Kendi kıyısına çekilen... Ahmet Hamdi Tanpınar yıllar evvelinden imdadına yetişiyor ve sesleniyor: “Ne yorgun inliyor sahilde sesin! / Ruhunun hicranı akşamla eş mi?”

Hüseyn Kaya, her denemede birkaç dize alıntı yaparak şiirin gücünden faydalanıyor. Çok şey söyleyebilir ama yorulan kalbini daha da yormak istemez gibi. “Dünlerin Götürdüğü” isimli denemede “Kardeştir yedi gün, benzemez hiçbiri diğerine. Kimi durgundur, kimi neşeli.” derken, ömür yolculuğundaki hâlini anlatır gibidir. “Hasret Türküsü”nde, “Dünya hasretliğin yurdu, bitmeyen özlemlerin diyarı ve kendisini hep bir sonrakine ulayan, ardı görünmeyen sıradağlar gibi ayrılıkların, hicranların, intizarların ırmağı.” diyor

Hüseyn Kaya. “Kaybetmek Risalesi” isimli denemede, “Kaybetmek, anayurdu dünyanın, mayası varlığımızın.” derken, Hz. Âdem’le başlayan kayıplarla insanoğlunun kendi yitiğini nasıl bulması gerektiğini hatırlatıyor.

Hüseyn Kaya, ömrün muhasebesini yapan ve hayatın eksilerini, artılarını ortaya döken bir yazar. Muhasebede icmal tablosu vardır. Ömrün icmalini yapmaktan bile korkarız. Ama Hüseyn Kaya ömrünün icmalini yapar ve korkularını bir bir sıralayarak şöyle der: “Yaşamak korkulacak şey ve dünya korkulması gereken bir âlem, anlıyorsun.” İnsan dünyadan nasıl geçer, neyi alır da götürür, neyi bırakır omuzlarından? İnsana gerçek âlemde lazım olmayan ne varsa yük değil midir? Yük, dert değil midir? Derdimizi kime, nereye bırakırız? Hüseyn Kaya’nın diliyle dert: “Dert kuyudur Yusuf’un kendi hakikatiyle baş başa kaldığı. Dert uzlettir Meryem’in sınandığı.” Böyle diyor “Anlatmam Derdimi Dertsiz İnsana” isimli denemede.

Hüseyn Kaya, “Dün Yorgunu” isimli ilk bölümün diğer denemelerinde bize kavramlarla ördüğü dünyayı tanıtıyor. Sabır’da: “Sabır bir kale, bir sığınak, bir giysi” der ve bizi sabra davet eder. Eski’de: “Faniliğin surette mührü, sonsuzluk özleminin şiiridir eski.” diyor ve zamanı bir bütünün kopmaz parçası olarak görüyor. Kalem’de: “Çoğu zaman unutsak da bir kalemin çizdiği yol üzere yürürüz ömrümüzü.” derken, her bir kavramın başka bir âlemin kapısı olduğunu, oradan girmek için bu çağrıyı anlamak gerektiğini hissettiriyor.

Eski fotoğraflara bakmaya kıyamayız, üzülürüz. Gözümüzü kaçırırız çünkü onlar “Hayatımızın Sessiz Şahitleri”dir. Hüseyn Kaya’nın deyimiyle. “Zamanla değil seyredildikçe sararır fotoğraflar, seyredildikçe birer ikişer azalır karelerdeki yüzler.” Diğer denemelerde de içimizi oya oya, dağları yara yara ilerler Hüseyn Kaya’nın sesi. Kalbin Kâğıda İşlediği Oya: “Kendine yazdığın ve okuduğun uzun bir mektuptu kalbin.” der ve kalbimize sığınmak gerektiğini hissettirir. Söz Bahçesi: “Bir ömür kelimeleri taşırız içimizde, bir ömür kelimelere taşırız içimizi.”  Sabah Kasidesi: “Sabaha ermek uzun bir yoldan dönmektir kendimize.” Akşam Ağrısı: “Günün vardığı son duraktır akşam, susma ve bekleme ve çokça tefekkür etme durağı.” Dağların Türküsü: “Dağ, dünyadır. Suyumuz onun bağrından süzülerek gelir avuçlarımıza, yiyeceğimiz onun duldasında yetişir.” Rüya: “Ölünün gördüğü dünya, yaşayanın gördüğü ölümdür rüya.”

Yine Gam Yükünün Kervanı Geldi” adıyla başlayan ikinci bölüm, Nev‘îzâde Atâî’den bir dize ile başlar: “Kande bir gam yârsız kalsa benimle yâr olur” Bu bölümdeki denemelerden aldığım özlü sözleri birer tohum gibi bırakıyorum kalbimize. Hüzün Bahsi: “Kalp aynasından dünyanın buğusunu sildiğimizde karşılaştığımız kendi yüzümüzdür hüzün.” Yürümek: “Kalpte hasret, damarda kan, yanakta gözyaşı yürür.” Gözyaşı: “Gözyaşı, varlığımızın ve hiçliğimizin kendisini asla unutturmayan yegâne telmihidir. Belki de bu yüzden; önce gözyaşı verilmiştir hepimize...” Yara: “Yarası olmayanın, yarasını bulmayanın ömrü yüktür kalbinde, omuzlarında.” Yalnızlık: “Yalnızlık ruhumuzun üşümesidir yeryüzünde.” Üşümek: “Üşüyenler kadar yalnızdır üşümenin de kendisi.”

Üçüncü bölümde bir türkünün sesi var: “Bizim Pencereler Yele Karşıdır” Sivas’ın taşına, toprağına; dağına, ırmağına bir türkünün sesi sinmiştir. Hüseyn Kaya’nın hem nesir hem de şiirlerinde bu türkülerin sesini, içli ve sevda dolu yönünü görürüz. Bu bölümdeki denemelerden seçtiğim cümlelerle Hüseyn Kaya’nın gönül evini tanıyoruz. Bu evi, bir usta gibi kendisi inşa ediyor. Zihnimizde canlandırdığımız bu ev kaybettiğimiz bir kültürün, mazinin hatırlanışıdır. Evin Ön Sözü: “Bahçeler evlerin ön sözü, bahçeler hayatın ve dünyanın minyatürüydü.” Pencereler: “Mahrem sırların en suskun şahididir pencereler ve bilinmesi, görünmesi istenmeyen cümle ahvalin örtüsü.” Kapılar: “Ekmek kapısı, gurbet kapısı, dünya evinin kapısı peş peşe alır bizi içine.” Oda: “Sessiz bir dost, dilsiz bir sırdaştır oda.”

Dördüncü ve son bölüm: “Geldi Geçti Ömrüm Benim” Bu bölüme Nef‘î ile başlıyoruz: “Bir düş gibidir hak bu ki ma‘nîde bu âlem./ Kim göz yumup açınca zamânı güzer eyler.” Kırk’a Dair: “Sükûnet limanının uzaktan göründüğü yaşlardır kırklı yaşlar.” Dünya: “Dünya kendisini sevdirmek isteyen çocuklar gibi dolaşır durur ayaklarımıza.” İmtihan Dünyası: “Her an önümüze kilitli bir sandık koyar dünya, her açtığımız kapının ardında yeni bir kapı bekler bizi.” Gönül Darlığı: “Daralan gönlümüze şiirler, şarkılar, sevdalar misafir olmuyor.” Hastane Önünde İncir Ağacı: “Hastalık acısı görmeyen kalp, gün görmeyen meyve çekirdeği gibi kurur kalır olduğu yerde.” Kafesten Kuş Uçmuş Gibi: “Ölüm gelir ve ödünç verilen nefesi alır ruhumuzdan, gölgemiz dahi terk eder peşimizi. Dünya kitabının son sayfasıdır ölüm, herkes için.” Ölüm, ömür, yalnızlık, yorgunluk, hüzün ve dünyanın aldatıcı yüzü. Akşam Ağrısı aslında bir yolculuğun, bir ömrün hikâyesidir. Hüseyn Kaya’nın dünyadan geçişini, duraklarını, dertlerini, sığınaklarını, gönül evini ve gideceği menzili okuyorsunuz. Türü deneme olsa da bilinçli bir kurgu ve kompozisyon ile bir ömrün serencamına şahit oluyorsunuz. Şiir değil ama şiir denizinden alınan mürekkeple yazılan denemeler okuyorsunuz. İçinde şiir, yanık türküler, hüznün dile gelmiş hâli ve yalnızlığın resmini değil kendisini buluyorsunuz. Akşam Ağrısı, sadece adında ağrı olan ama içinde her kalbe şifa olacak bir eser.


kaynak: sebilürreşad dergisi, haziran 2023, sayı:82

22 Ekim 2020 Perşembe

dünya

 

Hüseyin Kaya için

 

m. zahit

 

ardımız bize oyun

ne bilsek öyle eksik

levhun ve laibun

sonra biter gölgelik

 

bize her ömür kısa

yenilmek… sana meyil

göründük hep o ayna

yalan biziz sen değil

 

 

sade edebiyat dergisi

25 Temmuz 2020 Cumartesi

hüseynî makamı

tayyib atmaca

 

 

 

Devamlı yalnızlık devamlı keder

Müzmin bir hastalık senin çektiğin

Kendine küskünlük kaç yıl sürecek

Susarak ne kadar konuşacaksın

Her akşam kendine kabaran için

Ne zaman dövecek kıyılarımı.

 

Arasam sesini özledim desem

Soluduğun efkâr içime dolar

Aklıma gelmedik korkular gelir

Sensizliğin ortasında kalırım

İçimi dökemem kelimelerle

Yine sessizlikten donar telefon.

 

Nereye gidersin kimden gelirsin

Gönül gözüm görse tasalanmazdım

Gündüzü geceye nasıl eklersin

Karanlıkta rahatlar mı gözlerin

Düşlerinde bile elinde külünk

Yetmez mi taşlara gül işlediğin.

 

Desen de hayata bırak yakamı

Hayat seni parmağından yakalar

Toraşan çağına alır götürür

Horozlu aynaya baktırır seni

Kâkülünü yan tarafa tararsın

Burarsın terlemiş bıyıklarını.

 

 

Verdiğin çok sözü yiyorsun tamam

Usandım devamlı haklı olmaktan

Senden senin için her istediğim

Sahibine bırak umarsızlığı

Ben de artık incelmeye başladım

Aynı yere vuruyorsun Hüseyin.

 

 

türk dili dergisi

mart 2018

 


yanar gâye

ömer mücahit halis

Muhterem Hüseyin Kaya Hocama...

Işığı Doğu’dan, gölgesi Sivas’tan gelen Alperenler var

Bana burda leyali gurbet, ona üç Şems’in birisi uğrar

Bunca yaşımda âvare âvare yolları karıştırmışken

Kadim bozkırlarda gördüğüm, gümrah gümrah filizlenenler var

 

Tüccar da kim, onun gibi olasın, mebrur mahalde bir edip

Bunca yıldır bir hiçliğe koşar adım gittiğini fark edip

Heveskâr rahlelerin muştusunu suhuletle bir edip

Kocaman zarif yüreğine, muhabbetle alabilenler var

 

Kayadır dağ, bağdır koruk, bir kalem sillesiyle yanar gâye

Nökerlik zorda değil, hürmetle eğilerek alınan paye

Boşalttım bî-karar hararını, verdim şükür sabit bir karar

Varlık azap, his çile, Hüseyni makamlarda buldum sıhhati.

 

hece taşları, sayı: 65

15 temmuz 2020


23 Temmuz 2020 Perşembe

hüseyin kaya'nın derin hüznünün acı meyvası

selçuk karakılıç


Yahya Kemal, ne zaman yazdığını tespit edemediğimiz “Resimsizlik ve Nesirsizlik” başlıklı yazısında, “Milliyetimizi, kendime göre idrak ettiğimden beri dilimden düşmeyen bir cümle budur: Resimsizlik ve nesirsizlik… Bu iki feci noksanımız olmasaydı bizim milliyetimizi bugün olduğundan yüz kat daha kuvvetli olurdu.” diyerek resim ve yazıya olan kayıtsızlığımızdan bahseder.

Paris’te Louvre Müzesini gezen, Picasco’nun sergilerindeki hıncahınç kalabalık karşısında hayranlığını gizleyemeyen ve Madrid Büyükelçiliği sırasında davet edildiği şatolarda, ressam Velaskes ve Goya’nın tablolarının önünden dakikalarca ayrılmayan Yahya Kemal’in memlekete döndükten sonra resim aşkının günbegün arttığı görülüyor. Daha çok parnasyen şairlerin etkisiyle resme ilgi duyan Yahya Kemal, sözünü ettiğimiz “Resimsizlik ve Nesirsizlik” yazısına şöyle devam ediyor:

Eğer Türk milletinin resim bir, nesir iki, bu iki sanatı olsaydı bugün milliyetimizin kudreti, olduğundan yüz kat daha fazla olurdu. Muhayyileyi en fazla işleten bu iki sanatı talih bizden esirgedi. Cedlerimizin resimleri yok, onları hemen hemen bilmiyoruz. Minyatürlerden Avrupa’nın o asırlardaki ressamlarının levhalarından hayal meyal onları seziyoruz. Nesrimiz, resmimize göre vardı. Lakin yazık ki nesrimiz, üç kusurla maluldür. Çok az yazı yazmışız, çok kötü yazı yazmışız, çok kısa yazı yazmışız.”[1]

 

Bu ilginç yazıdan çıkaracağımız tabii sonuç, o yıllarda zengin ve seçkin şiir hayatının olması kadar, nesre ve resme yeteri kadar eğilim göstermediğimiz ve önemsemediğimizdir. Aslında Göl Saatleri’ni (Evkaf Matbaası, 1921, s. 63) yayımlayarak akşamın dinginliğini ruhlarımıza üfleyen Ahmet Haşim, önce “Örümcek Ağı” (1925) ile başlayan sonra “Kaldırımlar” (1928) ile devam eden Necip Fazıl şiirinin eksantrik ve mistik havası, Faruk Nafiz’in memleket kokan şiirlerinin yanında Refik Halit’in Memleket Hikâyeleri (1919) gibi, Yakup Kadri’nin Erenlerin Bağından (1922) gibi, Halide Edip’in Ateşten Gömlek (1923) gibi kuvvetli, özenli ve artistik nesir yazarlarının ve eserlerinin olması bile, bu resmi olmayan nesri kıymetlendirmiyor Yahya Kemal için...

Şairimizin, bu “seçkin nesir”lerin varlığına rağmen nesirsizlikten şikâyetini anlamlandıramıyoruz. Üstelik artistik nesrin fikir ve çığır açıcısı Falih Rıfkı, Suriye hatıralarını Ateş ve Güneş’te (1918) toplamış, 1930’lara doğru ise orijinal yazış ve duyuşa sahip fantezist nesrin yazıcısı Arif Nihat’ın ayak sesleri de duyulmaya başlamışken…

Fakat “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” gibi bir şahesere imza atan şairin seziş ve hissediş kabiliyeti burada daha da bir anlam kazanıyor: Mehmet Akif hariç kimsenin aklından geçirmediği yahut geçirdiyse bile dillendiremediği “resim” sanatının yokluğunu ilk fark eden sanatkâr olması ve bunu ifade edebilmesi önemli bir fark ediştir.

İşte bu, şairin çağrışımlarla dolu muhayyilesinin devamlı aksiyon içinde olduğunu gösteriyor. Onun şiirde olduğu kadar, nesirde olduğu kadar resim sanatının da farkında oluşu, sanatkâr sezgisinin kuvvetinden ileri gelmektedir.

Ne var ki, bugünlerde, Yahya Kemal’in eleştirdiği resimsiz ve nesirsiz edebiyat ırmağının yerine “şiirsiz bir edebiyat âlemi” karşımızda bulunuyor. Ancak bizim asıl şikâyetimiz, şairsiz ve şiirsiz oluşumuzdan ileri gelmiyor. Aksine şair bolluğunun olduğu bir ortamda, yeni ve farklı bir şiirin uzun zamandır sesini duymamamızdan kaynaklanıyor. Bizi, maddeci dünyanın demir pençesinden bir nebze kurtaracak, hislendirecek, sevindirecek “has şiire” ihtiyacımız çoğalarak artarken bu iştiyakımızı karşılayacak, hasretini çektiğimiz şiire ruh üfleyecek şairler arıyoruz.

İşte, şairlik kumaşı sağlam, gelenekten beslenerek yenilenmiş bir şiirle beslenen Hüseyin Kaya’nın mısraları bu şiirsizlik ortamında bizi alıp götürüyor âdeta. Son yirmi yılda, şiirimizin lirizme hapsolduğu bir dönemden sonra Kaya’nın şiirleriyle hüznü, acıyı, kederi yeniden hatırlamış olduk.

Hüseyin Kaya, 2006 yılında yayımladığı Çekil Gideyim Hayat isimli şiir kitabı ile beş yıl sonra neşrettiği Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz (Ötüken, 2012) ve Melâl Bahçesi (Sütun, 2013) isimli (ilki ve üçüncüsü şiir, ikincisi ise nesir) kitaplarıyla bizde bıraktığı ilk intiba romantik ve hüzünkâr bir şairin ele avuca sığmayan melali oldu.

Şairin melali gün geçtikçe artmış, kederi çoğalmış, hüzün evine bağdaş kurmuş oturmuştur. Ve en sonunda ise melal bahçesinde elem çiçekleri açmıştır… Aşırı hassas ruh hâlinin açtığı yaralar ise şairi, iç dünyasının dışına çıkarmıyor. Aksine içine kapattıkça kapatıyor, hüznün kalesine girdikçe giriyor…

Yalnız şair, Çekil Gideyim Hayat’ta (Kaya, 2006: 7), “Hüzünler evi” ismiyle bir bölüm açıyor. “Hüzünler evi”nde karamsar bir ruh hâline sahip şairin kimseye belli etmediği, ama fark edilen hüznünün tablo tablo resimleri de bulunuyor.

Yusuf suresinin 86. ayeti olan “Ben hüznümü, kederimi ancak Allah’a şikâyet ederim”i epigraf olarak seçen şairin tercihinin bize çok anlamlı geldiğini söyleyebiliriz. Bu gizlenmeye çalışılan hüznün, kederin sonu yok mu? Şair, daha önce Çekil Gideyim Hayat’ta kederini “Hüzünler evi”ne saklamışken Melâl Bahçesi’nde artık melâle dönüşmüş, evden bahçeye çıkmış, hayat karşısındaki yorgunluk artmış, bezgin ve bedbin bir ruha evrilmiş bulunuyor. Yani azalacağının, şairin peşini bırakacağının yerine hüzün çoğalmaya devam ediyor…

Onun şiirlerinde, dışa dönük, sosyal veya toplum merkezli bakış açısından ziyade sanatçının kendi “ben”i ön plandadır diyebiliriz. Kaya’nın iç dünyasının izlerini taşıyan hem nesri hem de şiirlerinin en belirgin özelliği “hüzün kuşatması” altında olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Bu hüzün ve karamsarlığın altyapısını oluşturan, şairi melankoli denizinde yüzdüren asıl duygu ise yaşanılan hayatın çekilmezliği olabilir mi? Şair mi bu dünyanın yükünü kaldıramıyor yahut dünya mı şairin yükünü çekemiyor?

Çekil Gideyim Hayat’ın (Lamure, 2006: s. 7) iç kapağına bilerek ve isteyerek “hüzünler evi” yazan şairin yaşadığı elemin arka planını şu kelimelerden yola çıkarak takip etmek ve Kaya’nın hüznünü daha da anlamlandırmak mümkündür: “Hep aynı çöl”, “bu hüzün kıssasının ortasındayım”, “hayatın mültecisi bir kalp”, “yağmalanmış ömrüm”, “kısadır geçer hayat dediğin”, “kavruk yüreğim”, “surların önündeyim”, “beni hayata değil kendine bağla”, “acıyla sarıyorum acıyan yerlerimi”, “içimde tek hüzün kaldı” gibi söz veya söz öbeklerine bakılırsa şairin hassas ruh hâli ve karamsarlığı görülecektir.

Elem ve kederi sevincin bir parçası gören Suarés, “elem birdir” diyerek aslında bütün kederlilerin bir mabette toplandığını söylerken hiç de haksız sayılmaz. Hüseyin Kaya’nın şiirleri aynı kederi ve ızdırabı paylaşanların aynı mabette toplandıklarını da gösteriyor: “Çöl”, “Hüzün Kıssası”, “Nehir”, “Elem Çiçeği”, “Ortada”, “Muğber”, “Masalın Bittiği Yer” başlıklı şiirler sanatçının hüznünü ele veren, kuşatılmışlık duygusunu gözler önüne seren parçalardır.

Hüzünler devşirip, onları bir bahçede toplayan Hüseyin Kaya’nın Melâl Bahçesi, şairin daha önce yayımladığı Çekil Gideyim Hayat isimli ilk şiir kitabından seçme şiirler ile birlikte yeni şiirlerden oluşmaktadır. Yani bir bakıma şair, kendince bir seçim yaparak eskilerle yenileri hüzün bahçesinde harmanlamayı denemiş…

Melâl Bahçesi’nin ilk şiiri ise “Rüya” ile başlıyor. Fakat bu, sevgilinin adını yazmak bir yana dursun, ismini dilinde gezdirmek yükünü bile taşıyamayan şairin korkulu hülyasıdır bu rüya… Uyanıkken görülen rüyanın sonunda yorgun ve kırgın, yalnız ve kederli bir şair görünür ufkumuzda:

“ah efendim sizin de yanar mı içinizde

unutulmuş bir sure gibi uzak her yıldız

yoruldum ah efendim bu dünya denizinde

aynı rüyada bile yalnızız hep yalnızız”

Melâl Bahçesi’nin “beytü’l ahzan” bölümüne kadar ölüm temasının arttığını görmekteyiz. “Gölgesi bile ağır bu hayatın altında” şairin kalbi kırıldıkça kırılıyor, teselliden ise nasibi azaldıkça azalıyor…

“gölgesi bile ağır bu hayatın altında

 kalmıyor teselliden sabırdan nasibimiz

hepimizin içinde gün görmeyen bir oda

yağmur bile dokunsa kırılıyor kalbimiz”

Şair, kitaba ismini veren ve böylece ön plana çıkıveren “Melâl Bahçesi”nde, Cahit Sıtkı’yı aratmayacak ölüm vurgusu ve yalnızlık korkusuyla bizi başbaşa bırakıyor:

“her çiçeği süsler ölüm korkusu

 güz ne kadar uzak durursa dursun

 perdelere sinmiş yağmur kokusu

 anneniz uyuyor çocuklar susun

….

ve kalp de yorulur hep titremekten

bir gülün üstüne gülden habersiz

göçüyorum parça parça gölgemden

ah çocuklar sararıyor bahçemiz”

“ah çocuklar sararıyor bahçemiz” diyerek etrafındaki dostlarının başka bir mekâna göç eylediğini söyleyen şair “Dünya Hâli”nde, sonsuzluk kervanının yaklaştığını belirterek uyku gibi gelen ayrılığı şöylece tarif etmektedir:

“uyku gibi gelir ayrılıklar da

ağırlaşır kollar saatler kanar

son sayfası eksik bir kitap dünya

şiirler şarkılar buraya kadar”

Melâl Bahçesi’nin ilk bölümünde Kaya, hayat karşısında yılgın bir görüntü vermektedir. “Rüya”, “Dünya”, “Kelebeklerin Ahı”, “Melâl Bahçesi”, “Kaza Namazı”, “Hatıra”, “Küstüm Çiçeği”, “Dünya Hâli” yalnız bir adamın kuşatılmışlığını en iyi ifade eden örneklerdir.

Melâl Bahçesi’nin (2013, s. 27) “beytü’l ahzan” bölümünün ilk şiiri olan “Çöl”de ise anlatılmaz bir karamsarlık havasının hâkim olduğu daha ilk mısralarında kendini ele veriyor. Kuşkusuz her sanatçı, yaşayıp gördüğünü terennüm etmekle görevini yapmış oluyor. Hayatın bir tarafı sevinç, öteki tarafı kederden ibaretse her ikisinin aynı ölçü içinde seyretmesi daha bir insanı kuşatıyor. Ama buradan bakıldığında şairdeki yeis ve karamsarlık alıp başını gitmişe benziyor:

“bir hicrana emanet yele düşmüş ömrüme

bundan sonra bin bahar gelse ne gelmese ne”

Burada şairin, ömrünün son baharını yaşayan bir kimse gibi ümitsizliğe kapılması bir kırgınlığın varlığını hissettiriyor. Şiirin kalan dörtlüğünde, asıl varmak istediği menzili haber veriyor. Yaşama hevesini kaybetmiş görünen, serazat ve boş vermişlik hissi uyandıran bu şiirde, Kaya’nın rest çeker gibi bir hâli vardır:

“olsa ne olmasa ne bu masalın sonrası

hep aynı çöl ruhumdan cennetime dökülen

yeniden yaşasaydım dediğim bir günüm yok

çekil gideyim hayat çekil gideyim senden”

Şairi hayattan bu kadar kopartan ve uzaklaşma isteğini doğuran ana sebep ne olabilir? Aşk vurgunu mu, baba özlemi mi, dost kahrı mı, hayatın çekilmezliği mi, yalnızlık mı? Bu saydıklarımızın belki sadece biri, belki de tamamı sebeplerden biri olabilir. Ama onun asıl melalini artıran, kalabalılar içinde yalnızlaştıran hatta hayattan uzaklaşma eğilimini günbegün artıran unsurun zaman ve mekân karşısında tutunamayışı gibi geliyor.

Zaman zaman bizler de yeis, ümitsizlik denizinde savrulmuyor muyuz? Tutunacak dalımızın olmadığı hissine kapılarak “hayattan çekilmeyi” düşünmüyor muyuz? İşte şair, belki de sadece kendi ben’ini merkeze alarak yazdığı “Çöl”de, hemen hemen herkesin başındaki elemi farkında olmaksızın dile getirdiğini söyleyebiliriz.

Türk şiirinde “baba”ya yazılmış şiirler belki bir elin parmaklarını geçmezken, “anne” şiirleri yahut “anne”den bahseden mısraların hacmi epey büyük bir yer teşkil eder. Aradaki bu orantısızlığın sebebi, “baba”larımızın çocuklarını kucaklarına almayışı, onları açıktan sevmeyişi veya çocukla arasına belirgin bir mesafe koyması olabilir. Baba-oğul arasındaki derin kırılmaların meydana getirdiği “baba kompleksi” ise şiirimize de yansıyor…

Bu itibarla birkaç örnek verecek olursak Mehmet Akif-Emin, Tevfik Fikret-Haluk, Nâzım Hikmet-Memet gibi şair babalar ile oğulları arasındaki yol ayrılıkları, çocukların babalarına olan sevgisini azaltmış, onları birbirinden uzaklaştırmıştır. Tabii, bütün toplumu çocukları görerek onların doğru yolu bulmaları için çırpınan şair babalar, esasında kendi öz çocuklarının acılarıyla, sevinçleriyle yeterince ilgilenememekte daha da ötesi onların duygularına hitap edecek sözler söyleyememektedirler. Bütün bunlar daha sonraları başlayacak kasırgaların, kırgınlıkların habercisi ve babaya olan soğuk bakışın işaretleridir. Yeniden şiir tarihimize dönelim ve asıl sorumuzu soralım: “Türk şiirinde babasına seslenen veya doğrudan baba özlemiyle şiir yazan kaç şair vardır?”

Necip Fazıl Kısakürek üç Ömer Bedrettin Uşaklı iki, Fazıl Hüsnü Dağlarca üç, Arif Nihat Asya bir, Yavuz Bülent Bakiler altı şiirini annelerine hasretmelerine rağmen, babalarına dair ya hiç şiir yazmamışlardır yahut temas edip geçmişlerdir.

Şiirimizde belki yukarıda işaret ettiğimiz sebeplerden ötürü babasına şiir yazan şair sayımız ne yazık ki çok azdır. Baba temalı yazılmış şiirlerde ise en belirgin özellik kuşatılmışlık hissi veren ve sitem yüklü mısraların ördüğü şiirler ön plandadır.

İşte baba kompleksi taşımadan, babasına doğrudan seslenen, onun yokluğundan doğan acılarını yine ona anlatan Hüseyin Kaya, “Geçerken” şiirinde yalnız, çaresiz, yaşama hevesini ve umudunu yitirmek üzere bir genç adamın hüznünü anlatır. “Sen baba sen bilirsin bu öykünün sonunu” diyen şair, yanında olmayan sevgili babasına şöyle sesleniyor:

“bana ne yaşamak de

ne de denizi anlat

hiçbir yerinde böyle

böylece bu hayatın

hiçbir yerinde aşkın

her yerinde acının

ben  burda

kaldım baba

ben

böyle yaşıyorum

yaşadığımı

böyle

ben böyle geçiyorum geçtiğim ateşlerden”

 “Elem Çiçeği”nde ise şair, babasının yokluğunu, çocuk yüreğinde bıraktığı kavruk yaranın acısını, ondan çok uzakta, belki hiç gelmeyecek babasına sitemkâr bir edayla sesleniyor:

“bir kez oğlum deseydin olmazdı acılarım

kıncıtmazdım dağımda yeşeren baharları

baba

sevgili babam

ben böyle yitiyorum

bir kez karanlığıma doğmadan bakışların”

Şair, babasının bir kez bakışına (bu bakış ister tebessüm eden ister sert bir baba bakışı olsun) karanlıktan çıkmak için ümit bağlamaktadır. Hüseyin Kaya, “Masalın Bittiği Yer” şiirinde ise aşk vurgunu bir kalbin hicranını çok sakin bir üslupla anlatıyor:

“beni bilme

akıyor iki gözüm önüme

unutulan yeminin bedeli böyle imiş.”

Hüseyin Kaya’nın masalı burada bitiyor. Yalnız bitmeyen, artan, çoğalan bir hisler yumağı var. Hüseyin Kaya, elem çiçeklerini, Melâl Bahçesi’nde büyütmeye, onlarla yaşamaya devam ediyor. Bakalım bu melal daha ne kadar sürecektir?


kaynak: Türk Dili Dergisi, Cilt: CV Sayı, 739, temmuz 2013



[1] Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Çemiyeti Yayınları, İstanbul 2012, s. 71.

20 Temmuz 2020 Pazartesi

türkü söyle kitap oku

cevat  akkanat

 

Âşık Veysel’in gönülleri göynüten bir türküsü var: “Çırpınıp içinde döndüğüm deniz...” diye başlayıp giden…

“Çırpınıp içinde döndüğüm deniz

Dalgalanır çoşar ürüzgârından

Mevce gelip cûş eden aşkımız

Ah çektikçe kaynar gelir derinden…”

Türkünün tamamını dinlemeyi, tabii ki Âşık Veysel’in sesinden, size bırakıyoruz. Biz, gönül tellerini birbirine çarpan bu dizelerin edebî âlemde nasıl ömür sürdüğüne bakacağız!

Sanatlar arası bir geçişkenlikten bahsediyoruz; müzikten edebiyata, türküden denemeye, daimi bir yolculuk…

Herhangi bir sanat eserini yeniden üretmek farklı bir sancıyı giyinmek anlamı taşır. Sancının birkaç sebebi vardır: Kaynak metin yahut kişiyle özdeşleşmek, onu yaşayıp aşmak, o kişi veya metinle bir şekilde hemhal olmuş kişilerin ezberiyle mücadele etmek vb…

Geleneği yenilemek, özgün bir kimlikle yeniden üretmek diyoruz biz buna…

Hüseyin Kaya, Âşık Veysel’in bir türküsünün ilk dizesini alıp, kitabına ad olarak seçeceğini söylediğinde, tamam demiştim, bu senin denemelerin için yüzde yüz isabetli bir seçim… Hüseyin Kaya’nın bizim görüşümüze de müracaat etmesi, bu tercihte bizi ne kadar pay sahibi kılar bilemeyiz, fakat eser yayınlandıktan sonra, sayfaları arasında göz gönül keyfini sürdükçe, şöyle diyoruz: Bereketlendi dünyamız. Halimiz vaktimiz, engin bir canlılıkla hem kederlendi hem şenlendi! Evet, şimdi bir kitabın adında yaşıyor Âşık Veysel’in türküsü: Hüseyin Kaya’nın deneme kitabında…

Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz (Ötüken Yayınları-2011) dört bölümlük bir deneme kitabı: “Hüseynim Geçiyor Gençlik Çağları!”, “Havada Kar Sesi Var”, “Ömrümüzün Rüyası” ve “Bir Şehirden Gidememek”…

Eseri okudukça bu bölümlerin hayatın farklı kompartımanlarına denk düştüğünü görmemeniz mümkün değil. Yani bir nevi otobiyografik sunumlar yapıyor Hüseyin Kaya… Bu sunumlarını sadece zaman üzerinden gerçekleştirmiyor, eşyayı ve mekânı da katıyor araya; pek tabii olarak kimi olaylarla birlikte duygu, düşünce ve hayalleriyle harmanlayarak…

Bu harmanlama içinden daha somut halleri seçmeli… Buyuralım, hep beraber bakalım, Hüseyin Kaya neleri yazmış: Çocukluk manzaralarını, kış güneşinin gönlü avutan yansısını, baba kokusuyla iç içe geçmiş oğul kokusunu, hayatın içine girilen yaşamaları, okul çağlarında kitaplık kolunda olunan kitap kurtluğunu, kırları şenlendiren nevruz kuzulatma oyununu, bozkırda kuruyan ırmağı, tiryakisi olunan yazarları, dedeyle akran yaşanan ömrün ilkbaharını, açılan ve kapanan dergilerin aziz hatıralarını, ayrılıkları, yolculukları, güzleri, kışları, çiçek dilini, bahar şarkısını, oyun bahçesini ve daha nice şeyleri yazmış…

Hüseyin Kaya’nın Çırpınıp İçinde Durduğum Deniz’de yaslandığı tek kültür adamı Âşık Veysel değil. Onunla birlikte onlarca tarihi kimlik eserin sayfaları içinde size el ediyor. Kimi zaman bir ara başlık içinde, kimileyin gizli bir iz şeklinde satır aralarında… Bunlardan bir kısmını saysak fena olmaz sanırım: Meselâ kitabın ilk bölümüne ad olan başlık bir Çorum Türküsü’dür. Bu çeşit kullanımları seviyor olmalı Hüseyin Kaya, zira Bâkî’den Fuzulî’ye, Turabî’den Yahya Bey’e, Ziya Osman Saba’dan Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya… Hayır, bu böyle geçiştirilmemeli, yazar kimlerden el aldıysa tek tek belirtilmeli.

İşte o şanlı ve şöhretliler kadrosu: Cengiz Aytmatov, James Cllarence Mangan, Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin, Kemal Sayar, Keçecizade İzzet Molla, Necati, Fasih, Şehriyar, Saint Exupery, Herman Hesse, Tolstoy, Bukovski, Nietzsche, Goethe, Tagore, Attar, Hafız, Andre Gide, Rilke, Eliot, Dostoyevski, Puşkin, Oscar Wilde, Kafka, Borges, Paul Auster, Balzac, Hölderlin, Nerval, Gorki, Hugo, Salome, Vasnocelos, Muhibbi, Nâbî, Cinâni, Mevlana İdris, Karacaoğlan, Usulî, Cemil Meriç, Arif Nihat Asya, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yahya Kemal, Vâsıf, Cahit Sıtkı Tarancı, Cenap Şehabettin, Attila İlhan, Turgut Uyar, Halil Cibran, Erdem Bayazıt, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sezai Karakoç, Sedat Umran, Asaf Halet Çelebi, Edip Cansever, Metin Altıok, Rıza Tevfik, Cafer Turaç, Tuğrul Tanyol, Can Yücel, Özdemir Asaf…

Hüseyin Kaya, Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz’in bir yerinde “Hayret eden, şaşırabilen çocuklardık. Gördüğümüz, duyduğumuz garip şeyleri dikkatle izler, dinler ve her şeyden kendimizce anlamlar çıkarmaya çalışırdık” diyor. Bu ifadelerden ben, yazarın türküsünü bitirmeyeceğini, yeni türkülere doğru yol alacağını çıkarıyor, Hüseyin Kaya’nın yeni denemelerini bekliyorum…

 milli gazete, 26 temmuz 2012

 


19 Temmuz 2020 Pazar

göç şiirleri

recep şükrü göngör

 

Hazret-i peygamber Tiaf’te ellerini açıp dua ediyor: “Sen beni kime bırakıyorsun.”

Hüseyin Kaya’nın şiir kitabı bu hadisle başlıyor.

Şiirimizin ana besin kaynağı geleneğimizdir, yani dini müktesebatlarımızdır. Dinimiz ve edebiyatımız birleşerek şiirimize, öykümüze, romanımıza ve diğer sanatlarımıza kaynaklık etmiştir. Asr-ı saadet dediğimiz altın nesil dönemi, Cumhuriyet dönemi şairlerimizin hemen çoğunu etkilemiştir. Asaf Halet’ten, Arif Nihat’a; Mehmet Çınarlı’dan, Hilmi Yavuz’a… Hüseyin Kaya bu halkanın sürdürücüsü şairlerdendir.

Masal dinleyerek büyüyen bir kıtanın çocuğu şair “bir varmış, bir yokmuş” girizgahına uyarak başlıyor söze. İnsan doğar, büyür: bir varmış. Ölür, kabre konur: bir yokmuş. Bu sözler bizi yol/yolcu kavramlarına çıkarıyor.

Hüzün Kıssası şiiri, Mustafa İslamoğlu’nun Yasin şiiriyle parelellik arzediyor. Kaya, edebiyat geleneğimize uyarak hz. Peygamberle başlıyor söze. Hamdele selvele üsulüne gönderme yapıyor.

Hicret bütün zamanlarda yaşanan en kutsal yolculuktur. Kaya şiirlerinde bu yolculuğa oldukça çok yer veriyor.

“Çekil Gideyim Hayat” şiirlerinde gidiş imgesi öne çıkıyor: hicret, nehir, kıyı, son, geçerken, yolcunun ilahisi… “nereye istersen savur şimdiden geri/ hem yolum hem yolcu”

Birkaç şiirinde babayı anlatıyor. Kaya’nın şiirinde baba önemli unsurlardan biridir.

“bittiğinde bu dua nasıl olsa biter gün” “ve şiir kanayan yüreği de bir dua” mısralarında görüldüğü gibi şair duayı yüce bir makam olarak ele alıyor.

Yer yer tekrar edilen mısralar yeni kuşağın önemli şairlerinden Cafer Keklikçi’yi anımsatıyor. “bittiğim yerde bitsin bitir bitsin bu sızı” “tükendi tükendi tükendi bil fitilim”

Yoğun/ ağır bir melankoli göze çarpıyor. Hayattan bıkkınlık, dünyayı terk etme isteği… “geldim işte sonuna ben bu kan ırmağının.”

Sezai Karakoç etkisi yoğun şekilde görülüyor: “ben senin aldatığın kadar aldandım aşka”, “ben sende gördüm suna/ bir yaralı tay için/ bir ömür ağlamayı”, “mecnun etme dağ var içimde”

Kaya’nın özgün mısralarının tadına doyulmazlığına bir örnek: “aşk ile bağlıyorum kanayan gözlerimi”, “bir yara taşır gibi/ taşıyarak ömrümü”, “kapına sürüdüğüm en son yüz yangınlardan/ kalbinin muhaciri/ yorgun bir nebi gibi/ al beni”, “ve bir ömür ağladım ağladım varlığımı”

Birinci bölüm gibi, ikinci bölüm de gelenek/ dinle ilgili alıntıyla başlıyor. İlk bölüm Taif duasıyla başlıyor, ikinci bölüm hazreti peygamberin ölümü beklediği sırada kızına söylediği “ağlama kızım baban bir daha hiç acı çekmeyecektir” sözüyle başlıyor.

“yüreğimi yarım bir ayet gibi bırakma”

Yakup peygamberi bir metafor olarak kullanıyor, çünkü Yakup hüznü temsil eder. “çölümü ve yolumu taşıyarak içimde/ bu hayatı acıyı mil çekip gözlerime/ yine de yürürüm”, “yakub’a kokmayan yusuf’um şimden geri”, “şimdi her şey ağlıyor inip inip kalbime”

İkinci bölüm şiirlerinde halk hikayelerine vurgu var: “incilini yakan bir keşiş gibi”, “bir tayın gözyaşları kalbime buharlaşır”, “bir beytülahzan gibi kapansam ellerine”

Kaya, hayali bir sevgiliye sesleniyor. Gerçek olamayacak bir sevgiliye sesleniyor. Divan edebiyatındaki sevgili imgesinden daha mistik, daha hayali bir sevgiliye. “bir gemi kalbimde arar ülkeni”, “dönersin yalnızca ellerin gelir”

“Gözlerinden Vurulan” adlı şiiri Kaya’nın şiirleri içinde en dikkate değer şiiridir. Yaşlı bir adamla/dedeyle çocuğu/torunu anlatıyor. Hayatın içinden bir dünyayı anlattığı için daha sıcak geliyor.

Çölle başlayan “Çekil Gideyim Hayat” kitabı masalla bitiyor. “az gittiğim kadar uz gittiğim kadar git.”

“Çekil Gideyim Hayat” kitabı bir yolculuk kitabıdır. Varlık ve varlık ötesiyle muhatap şairin yürürken konuşmalarıdır. Mukaddes çağrışımlarla başlayan yolculuk hikayelerle, türkülerle sürerken masal gibi bir dünyaya çıkıyor kafile. Bir ülke ki, son istasyonu yok. Hep yolculuk ve yol hali sürüyor.
Çekil Gideyim Hayat

Hüseyin Kaya

Lamure yayınları

İstanbul/2006

 

 

kaynak: şiiri özlüyorum dergisi


12 Temmuz 2020 Pazar

hüseyin kaya okumak zenginliktir

ihsan yıldırım

 

Şubat soğuğunun açtığı derin yaralar henüz sarılamamışken, İmam Hatip Lisesi hazırlık sınıfına başlıyordum. Öğrenci mevcudunun iki haneli rakamları geçmediği koca binalarda tutunmaya çalışıyorduk hayata.Karacabey İmam Hatip Lisesi de o dönem bu okullardan biriydi sadece. Neresinden bakarsanız bakın sıkıntılı yıllardı yaşananlar. Sıkı dostluklar kurup, derin muhabbetlere dalmanın yanında, okulun kocaman bahçesinde boş bulduğumuz her vakti top peşinde koşturarak değerlendirmekten başka yapacak tek şey kalıyordu geriye; kitaplar!

Dersteki ilgim dikkatini çekmiş olacak ki edebiyat hocamız, “ Yitik Düşler” Dergisini tutuşturdu elime. Çok sonraları sıkı bir okuyucusu olacağım yazarın ismine ilk defa o mütevazı dergide rastladım. Sonra bir arkadaşın “Çekil Gideyim Hayat” kitabından bir şiirini okuyup, hüzünlenmesiyle, dikkatimi çekmeye başlamıştı şair. İkindi ezanının hemen sonrasına denk gelen edebiyat derslerinde Hocamızın “Sühan’dan” okuduğu denemeleriyle, yaralı kalbimi, fethediyordu yazar. Serde gençlik, gönülde aşk dilimde onun şiirleri vardı. Kısa zamanda dilime dolanmıştı şiirleri. Gitmesem de görmesem de, Sivas, cümlelerinde canlanıyordu gözümde. Çocukluğumda dinlerken içimi ısıtan masallar, dinlediğim türkülerdi onun satırları adeta.

Yazdıklarını takip etmeye devam ederken, deneme kitabı için çalıştığını, kısa bir zaman da çıkacağını haber almıştım. İçimde bir heyecan belirmiş, sık sık kitapçılara kitabın yayımlanıp yayımlanmadığını soruyordum. Lakin aldığım cevap uzun bir süre olumsuz oldu. Ta ki bir gün şairi bana tanıtan edebiyat hocam kitabın çıktığını müjdeleyene dek. Yayımlandıktan yaklaşık bir ay sonra ancak ulaşabilmiştim kitaba. Bir an önce okumak için sabırsızlanıyordum. Bir çay molasında, insanı adeta hatıraların diyarında gezdiren kitabın adı “Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz”.

Popüler olmak gibi bir kaygısı olmayan, hatta tabiri caizse popüler olmamak için mücadele eden yazarın, gerek kitabı gerek başlığı gerekse anlattıkları kendisi gibi son derece mütevazı. İlk paragrafıyla adeta yüreğinize dokunuyor kitap. ”Bir öğle vakti, üzerimizde ince elbiselerle geziniyorken dışarıda, birdenbire yaz yağmuruna tutulmak ve bir yandan ıslanırken bir yandan evimizde açık bıraktığımız pencereleri hatırlamak gibidir yirmili yaşları geride bırakmak. Şaşırır kalırız, başımızda bir ikindi uykusu mahmurluğu. Yağmurun, şiirlerin, şarkıların ve hayallerin bittiği yerden adım atarız otuzlu yaşlara.” Bu satırlarla anıların ortasına yığılıyorsunuz, sere serpe. Zira en savunmasız tarafından vuruyor insana yazar. Başa dönüp tekrar tekrar okuduğunuz cümleler, siyah önlüklü günlerinize geri götürüyor sizi.

Hatıraların içinde, uzunca bir süre yolculuğa çıkıyorsunuz, farkında olmadan. Her cümlenin, dilinize ayrı bir tat verdiğini hissederek ilerliyorsunuz, sayfalar arasında. Babasıyla, baba oğul bağı kuramamış bütün Anadolu çocuklarına tercüman olmuş sanki Hüseyin KAYA. “Her çocuğun, kabuğunu ne zaman kavlatsanız kanayan ve asla iyileşmeyen yarasının adıdır baba.” diyen şair hayata dair her şeyi bohça misali kitabında toplamış. Yapraklar yavaş yavaş ilerledikçe ruhunuzun yorgunluğu artıyor. Ama ruhun yorgunluğuna, hayal kırıklıklarına, gönül incinmelerine ve özlemlere rağmen kendini, okutmaktan asla vazgeçmiyor kitap.

Sayfalar sola doğru düşerken birden karşınıza Refik Halid çıkıyor. “Ya Eskici Yazılmasaydı?” sorusuyla tekrar kayboluyorsunuz hatıralarda. Lise yıllarımda, derste bu hikâyeyi okurken sesi çatallaşmış Özlem adındaki arkadaşı anımsatan yazar “ Eskici’yi” sınıfta sesli okurken öykünün bitimiyle birlikte ağlayarak, sınıftan nasıl koşup çıktığını anlatıyor. O bunları anlatırken ben Refik Halid’in “Gurbet Hikâyeleri”ni ilk okuduğumda yüzümün nasıl şekilden şekle girdiğini anımsıyorum. “Yara, Zincir, Eskici, Testi,” gibi öykülerin içinde kayboluyorum uzun bir süre.

Hatıralardan bahsedilen bir yerde vedalar, ayrılıklar olmazsa olmazıdır yaşamın. Bu husustaki söyledikleriyle de yaralar insanı Hüseyin KAYA. “İki ayrılık arasına sıkıştırılmış bir dünyada, misafir olduğunu unutmadan dolaşmaktır adına hayat dediğimiz şey. Ayrılıkla başladığımız hayata ayrılıklarla veda ederiz. Bu yüzden ayrılığa yakılmış her türkü, ayrılık hüznüyle söylenmiş her şarkı ve yazılmış her şiir kaç yaşımızda ve nerde dinlersek dinleyelim titretir ruhumuzu. Uzun bir ayrılıktır insan, kalbi kendi yalnızlığına gömülü.” Bir şiirin mısraları gibi duygusal olan bu cümleler, derin kuyular açar gönülde. Bu satırlar, gözlerinin buğulanmasına neden olur insanın, . Şefkatle gözlerinizi siler, devam edersiniz sayfaları sola doğru çevirmeye.

Yüzünüzü tebessümün kaplayacağı, ancak hüznün ağırlığı altında kalacağınız “Ömrünüzün Rüyası” bölümüyle anılar treninde devam ettiriyor yolculuğa yazar. Henüz benliklerimizi yitirmediğimiz zamanlarda birçok anlam ve anı yüklediğimiz eşyalardan söz ediyor bu bölümde. Uzun kış geceleri hepimizin etrafında masallar dinleyerek ısındığımız sobayı, evin en güzel yerini işgal eden kitaplığı, annemizin özenle yıkayıp cebimize koyduğu beyaz mendilimizi, moderniteyle birlikte cebinizin yerini almaya çalışan el çantasını, arkasına ilk aşkımıza dair şiirler yazdığımız biricik defterimiz ve televizyonun evlerimizi henüz işgal etmediği zamanlarda mütevazılığıyla şarkılar, şiirler, haberler ve arkası yarınları dinlediğimiz radyolar.

Kendine has üslubuyla adeta insanı büyüleyen kitap, yazarın yaşadığı şehir ve istasyon yazılarıyla son buluyor. Sühan’dan alışık olduğumuz bu yazılarla, Hüseyin KAYA bizi bizden alıp doğduğumuz yerlere götürüyor sanki. Hayatını doğup büyüdüğü şehirden uzak, gurbette yaşayanlarımız için acının da ötesinde bir şey bu. Evet, Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz ya da hepimizin hatıraları…

 

 kaynak:

www.haberkultur.net

02-06-2013


ilk arkdaşım: dede

azime keskin

 

 ‘Dede’ sözcüğü bazen yeni konuşmayı öğrenen şirin bir bebeğin ilk sözleri, bazense hayatımızdaki hiç yıkılmayan bir çınara hitap şeklimizdir. Hani “dede” deyince aklımıza kır saçlı ve sakallı, siyah ya da lacivert mantolu ve ayağındaki mesleriyle şirin mi şirin dünyalar tatlısı bir adam gelir. Bu kitapta da dede profili yine aynıdır. Kitabın başında da yazarımız dedesini bir çınara benzetmektedir. Aslında hemen hemen hepimiz için bir çınar olan dedemiz benim için daha çok bir dut ağacıdır. Neden mi? Nedeni şudur: Evlendikten sonra dedem Laçin’e gelir, geldikten sonra bazı adamların kocaman bir dut ağacını kesmeye çalıştıklarını görür. Dedem durdurur onları, kestirmez ağacı, o ağaçta hâlâ o balta izi durur ama sapasağlam yerindedir. Tıpkı dedem gibi… O ağaç biz torunlarına her yaz salıncak kurar.

Yazar bize bu kitapta dedesinin çocukluğuna nakşettiği en güzel anılardan, çocukluğunun masumiyetinden bahsetmektedir. Kitabı okumaya başladığınız andan itibaren sanki sizin dedenizi anlatıyor gibi, sanki dedeniz bir başka torununu da güneş gibi aydınlatırken onları izliyor gibisiniz. Kitabın sayfalarını çevirdikçe bazen unutulmaya yüz tutmuş hatıralarınız canlanıyor gözünüzün önünde. Mesela dedemin saati geliyor aklıma, onun saati benim saatimden büyük ve tıpkı benimki gibi siyah ve plastikti. Biraz daha çeviriyorum sayfaları, söylediği türküleri duyar gibiyim. (Dedem bütün torunlarına hep aynı türküyü söylerdi ve nasıl yapıyordu bilmiyorum ama her seferinde de torununu bu türküyle oynatmayı becerirdi.) Biraz daha çevirelim sayfaları hepimizin hiçbir zaman unutamayacağı bayram sabahları geliyor gözümün önüne, her ne kadar şimdi onun burukluğu olsa da… Sayfaları çevirdikçe o günlere dönerek tekrar yaşıyorsunuz mutluluğunuzu, heyecanınızı, üzüntünüzü ve tabi sonra buruk bir özlem sarsa da her yanınızı. Sonra düşünmeye başlıyorsunuz, acaba bir gün ben de onun kadar iyi bir insan olabilir miyim diye, acaba ben de onun kadar sonsuz bir kalbe sahip olabilir miyim diye? İnşaallah! Kim ne derse desin, dedeler ve torunlar birbirlerine hiç görünmeyen ama dünyanın en kuvvetli bağıyla bağlıdırlar ve bence en güzel bağlardandır bu bağ. Mesela dedem yok şu an yanımda, ama ben ona öyle bir bağla bağlıyım ki sadece torunların anlayabileceği ve o ne kadar gidip bıraksa da beni bu âlemde hiç kopmayacak bir bağ ile… Eğer kopsaydı bu bağ ne dede dede olurdu ne de torun torun.

İlk Arkadaşım ‘Dede’ bize hiç kaybetmememiz gereken anılarımızı hatırlatıyor. ”Bu anılar sizin masumiyetiniz.” diyor ve “Onları bırakmayın.” diyor ta ki kalbinizin son tak sesini duyana ve son nefesinizi alana kadar. Dedenizi unuttuğunuz ayrıntılarıyla hatırlatmak için İlk Arkadaşım Dede kitabı sizi bekliyor.


hüzün bahçesi

recep şükrü güngör

 

Şiir serüvenini bildiğimiz şairlerin kitapları bana ayrı bir tat verir. Mısraları nasıl kurduğunu, nelerin tesiri ile yazdığını bilir ve şiiri ona göre anlarım, anlamaya çalışırım.

Hüseyin Kaya da o şairlerimden biridir. Şiir yolculuğu Ruzigar dergisi ile başladı. O zamanlar Sivas edebiyat fakültesinde öğrenci idik. Ben de ilk öykümü Ruzigar dergisinde yayınlamıştım.

Hüseyin Kaya ilk önce aruzla gazeller yazdı. Daha sonra aruzu bırakıp serbest tarzda ama aruzluymuş hissi veren beyitlerle gazel formunda şiirler yazdı. Üçüncü aşamada ise tamamen serbest ölçülü, beyit görünümünden sıyrılmış, dörtlük, yedilik, onluk formlarda şiirler kaleme aldı.

Kaya, biçimsel değişiklik yaşadı ama temel konu (duygu, ana duygu, ana düşünce, ana fikir, mesaj) dan ayrılmadı. Onun tutumu Mustafa Kutlu’yu hatırlatır. Mustafa Kutlu’nun değişmeyen konusu yoksulluktur. Hüseyin Kaya’nın konusu ise hüzündür. İlk şiir kitabının adı Çekil Gideyim Hayat. İkinci şiir kitabı ise Melal Bahçesi. Şiirleri zaten hüzünlüdür. Hep hüzünlü. Kitaplarının adları da öyle.

Neden hep hüzün anlatır şair?

Sanatçı neyi yaşar, neyi idrak ederse onu anlatır. Hüseyin Kaya, tanıdığım günden beri hüzünle yaşadı. Önceleri devletten, yönetimden, sistemden, devlet adamlarından, toplumsal dezenformasyondan, ahlaksızlıktan şikâyet ederdi. Sonraları gözlerinde başlayan ağrı onu başka bir hüzne döndürdü. Bu durum ona bir iç konuşmada kazandırdı.

Melal Bahçesi için şairin iç konuşmaları, hesaplaşmaları desek yeridir.

Hüseyin Kaya, yavaş yavaş gözlerini kaybediyor. Dünyaya kapanıyor. Şimdilerde yurt dışından getirttiği lensle hayata tutuyor. Lensi çıkardığında dünya ona kararıyor. Gözlerinin yavaş yavaş görme yetisini yitirdiği dönemde çıkardığı şiir kitabına verdiği ad manidardır: Çekil Gideyim Hayat. Hayatın gözlerinden uzaklaştığını gördükçe hastalığa hayıflanmadı, hayatla hesaplaştı. Hatta ölümü istediğini açıktan söylemese de imge ile hayattan çekilmek istediğini belirtti.

Melal Bahçesi, Yusuf suresinde geçen “ben hüznümü, kederimi ancak Allah’a şikayet ederim.” Ayeti ile açıyor kapağını.

Şair, kitabın ikinci şiiri “dünya”da “yine de bakıyorsun içine gözlerimin/bakar gibi perdeli bir camın arkasına/oysa çoktan kayboldum içinde bu gölgenin/ve karıştı ruhumun beyazı karasına” dizeleri gözlerinin halini ele veriyor. Hayatı ile şiiri arasında derin bir bağ kuruyor. Kitaba Yusuf suresinden bir ayetle başlaması şairin mümin duruşunu ortaya koyuyor. Melal Bahçesi kitabında ailenizle okuyamayacağınız bir dize yok. Bütün şiirleri eşinizle, anne babanızla okuyabilir, hüzünlenebilirsiniz. Sadece hüzün değil elbette. Çağ eleştirisi, nesil eleştirisi ve gelecekten ümit söze getirilmiştir.

Melal bahçesi kitabını iki sözcük özetliyor: İç, göz. Şair gözlerini kaybettikçe içe dönüyor. Gerçek hayatta da böyle. Buna ne diyorduk? Büyülü gerçekçilik değil mi? Hüseyin Kaya, büyülü gerçekçi olduğunu kabul etmez belki. Ama şiirlerinde o var. Epeyce var. “ben kaldım zaman geçti düştüm senin gözünden” dizelerinde büyüleyicilik yok mu? Şairin gözleri yok mu? Her ikisi de var. Üslup da var. Sözü süsleyerek söyleme yani sanatlı söyleme de var. şairden de bu beklenir zaten.

Dünyanın türlü halleri, kalleşlikleri olmaz Hüseyin Kaya’da. Çünkü o dürüst ve samimi adamdır. Sahtekârlıklara bulaşmamıştır. Onun için dizelerinde de hayatında ne varsa o var. Gördükleri, yaşadıkları, duydukları, hissettikleri… Hayat var kısacası. Şairin içinde yeşeren hayat yeni hayat var.

Şekil yönünden bakalım biraz da. Kitap iki bölüme ayrılmış. İkinci bölüm de Yusuf suresinden bir ayetle açılıyor: “Ve üzüntüsünden gözleri ağardı. Artık üzüntüsünü içinde saklıyordu.”

Kimi şiirleri dörtlüklerle ve ölçülü yazıyor, kimi şiirleri de ölçüsüz serbest nazım biçiminde yazıyor. Her ikisinde de başarılı. Her iki tarzda da usta.

Şairin en beğendiğim tavrı manayı şekle, şekli manaya feda etmemesi. Her ikisini de ahenkli bir şekilde dengelemesi. Bu her şaire nasip olmaz.

Hüseyin Kaya’nın Melal Bahçesi aynı zamanda sehli mümteni tarzının da  yeni şiirimizde temsilcisi sayılabilir. Yukarıda sözünü ettiğim gözleriyle ilgili mevzu daha iyi anlaşılsın diye kitabın son şiirini alıntılayarak noktalıyorum.

GÖZLERİNDEN VURULAN

Çocuklar parka gitti belki de hiç dönmezler
Dedeleri balkondan görse de baksa bari
Ah ben de bakabilsem koşup da peşlerinden
Kaldırım ortasında sessiz bir ağaç gibi

 

Ben yine kaldım burda onlar da öyle gitti
Penceremin önünde karardı tek güneşim
Daha hiçbir aynadan görmeyecekler beni
Solmuş iki gül şimdi gözlerim… ah gözlerim

 

kaynak: risale haber

 

http://www.risalehaber.com/huzun-bahcesi-183795h.htm