sühan dergisi arşivi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sühan dergisi arşivi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Temmuz 2023 Pazar

sühan'ın 'dede' özel sayısı

 



mustafa yiğit

siz hiç böyle bir “özel sayı” gördünüz mü?

Sivas’ta çıkan ve Türk edebiyatının yüz akı olmayı sürdüren Sühan, içimizi ısıtan, masalsı bir konukla 16. sayısıyla bizlerle buluştu.

Geçtiğimiz aylarda “yenge” özel sayısıyla adından çokça söz ettiren dergi bu sefer de, babalarımızın, analarımızın ataları, “dedelerimiz”i Sühan’ın başköşesine oturmuştu.

“Beyazdan çok griye çalan sakallarıyla, diz yapmış kadife pantolonlarıyla, yaz kış sırtlarından çıkarmadıkları ihtimal lacivert ceketleriyle dolaşır dururlar ağır ve ağırlaşan adımlarla hayatın kenar mahallelerinde ve hep birbirlerine benzerler aslında dedelerimiz.“ diyerek söze başlıyor “dede” özel sayısı.

Evet, Sühan yazarları derginin bu sayısında “dedelerini” anlattı.

Hepsinin dedeleri farklı farklıydı.

Kimi İttihatçı bıyıklı, kimi kaytan bıyıklı, kimi bembeyaz sakallı, nur yüzlü, kimi bey soylu, kimi alim, kimi eşkıya, kimi Çanakkale kahramanı.

Kiminin kösteği var, kimi tesbihiyle uyur, kimi bastonsuz evden adımını atmaz..

Ama pek çok ortak noktaları da vardı.

Bir kere bütün dedelerimiz tarihti.

Tarihin tozlu sayfalarında yol almışlar, çoğu da Osmanlı’yı görmüşlerdi.

Sona eren bir devrin son yolcularıydı onlar.

Bir kısmı Osmanlının sonu Cumhuriyetin başlangıcında yaşamış, milli şeften, Mustafa Kemal’e kadar pek çok devlet adamıyla bir şekilde maceraları olmuş, bazen “köylü milletin efendisidir” diye onore edilmişler, bazen de “softa-yobaz” yaftasıyla tarih dışı sayılmışlardı.

Bazıları İnönü’yü severdi, bazıları Atatürk’ü. Bazıları ise Abdülhamitçiydi. .

Pek çoğu günümüzde yaşamıyor olsa da, demokrat partiden 70’lerin siyah beyaz televizyon dönemlerine kadar hayat sürmüşler ve bazılarımızın kulağına ezan okuyan olmuşlardı. Sonra da göçüp gitmişlerdi.

Pek çoğu renkli fotoğrafları, dijital kameraları, cep telefonlarını görmemişlerdi.

Siyah beyaz karelerin içindeki dedelerimizdi onlar.

Onlar ya at sırtındadır, ya eşek. En babayiğidi faytona binmiştir. Taksiye binen ise bir elin parmağını geçmez.

Kredi kartıyla hiç tanışmamışlar ve torunlarının kredi kartlarıyla boğuştuklarını ise hiç mi hiç bilmeyeceklerdi.

Düğünde oynar, cenazede ağlarlardı.

Bayramlarda tatile çıkmazlar, evin büyüğü olarak başköşede otururlar, misafir ağırlarlardı.

Pek çoğu köyde yaşamıştı. Kısacası dedelerimiz kıtlığın, yokluğun içinde yaşamıştı.

Hikâyelerinde bulgur ve ayran baş aktördü.

Ancak onlar sanayi toplumunun değil, tarım toplumunun kendi kendine yeten, kanaatkar insanlarıydı.

O yüzden de pek çoğu “Allah devlete millete zeval vermesin” diyerek toplumsal huzurdan yana olmuşlar, biz torunları gibi yanlış bir heves içinde bulunmamışlar; anarşiye, devrimin yeşiline, kırmızısına hiç pirim vermemişlerdi.

Yani İslamcılık, liberallik, solculuk, sağcılık gibi melanetlerle hiç mi hiç bulaşmamışlardı.

Hepsinin atasözü niteliğinde sözleri vardı, biz torunlarının kulağına küpe olacak. Ama ağız dolusu küfürler eden dedelerimiz de vardı kızınca.

Dedelerimizdi onlar, kimi sert bakışlı kimi gözü yaşlı.

Kimi haşin, kimi çocuksu.

Lakapları farklı, hikayeleri farklı, anlattığı masallar farklı ama adları ortaktı: Onlar “Dede”ydi.

***

Derginin yazarları işte bütün bu özellikleriyle dedelerini kaleme almışlar.

Çok samimi, çok sıcak, okuyunca kimi zaman ağlayacağınız, kimi zamanda kahkahalarla güleceğiniz dede portreleriyle karşımıza çıkmışlar.

Sühan’ın bu sayısını, koca çınarların sürgünleri olan biz torunlar muhakkak okumalıyız. Geçmişle bağlarımızı koparmamak için, torunlarımız için arşivimizde bulundurmalıyız.

Büyüklerimizi bize hatırlatan, dedelerimize, ninelerimize yeniden yeniden dua etmemizi sağlayan bu sayıdan dolayı tüm Sühan ekibine şükranlarımı sunuyorum.

Ve son olarak dedelerini bizlerle paylaşan hayırlı torunlara sesleniyorum:

Teşekkürler; Berat Demirci, Nazım H. Polat, Metin Ö. Mengüşoğlu, Şaban Abak, İbrahim Tenekeci, Mehmet Konukçu, Turan Karataş, Mustafa Muharrem, Ertuğrul Aydın, Sadık Yalsızuçanlar, Kamil Yeşil, Mehmet Aycı, Hasan Akçay, Halim Şafak, Adem Turan, Nihat Dağlı, Metin Mert, İsmail Bingöl, Gökhan Akçiçek, Recep Ş. Güngör, Mustafa Oğuz, M. Said Türkoğlu, Abdurrahman Karakaş, Şeref Yılmaz, Şemseddin Yapar, Bahaeddin Özkişi, Nazım H. Polat, A. Turan Alkan, Sadi.




kaynak: memleket.com.tr 5 mart 2007

edebiyatın kılcal damarları: taşrada edebiyat dergiciliği/Sivas örneği: Sühan dergisi



Evren KARATAŞ ÜLGER Hoca’mıza ait çalışmanın tamamını aşağıdaki bağlantılardan okuyabilirsiniz.



https://doi.org/10.29000/rumelide.131623

dergisiz kaldım yastayım

 



Bir dönem çıkardığı dergilerle edebiyat dünyasında iz bırakanlar dergileri kapanınca ne yapar, ne hisseder? Derin bir boşluk, huzursuzluk ve sudan çıkmış balık hissi şıklardan sadece bazıları.
Eski dergicilere “Dergi çıkaran kişiler dergisiz kalınca ne yapar? Dergisiz kalmak bir boşluk oluşturur mu? Kendi dergisinde yazmakla başka dergilerde yazmanın farkları nelerdir, nasıl bir duygudur?” diye soran dunyabizim.com sitesinin yaptığı soruşturmaya şair ve yazarlardan ilginç cevaplar geldi. Güneysu, Kırağı ve Ardıç dergilerinin mutfağında bulunan Tayyip Atmaca, Rûzigâr ve Sühan dergilerinin mutfağında bulunan Hüseyin Kaya ile Kardelen ve Düş Çınarı dergilerinin mutfağında bulunan Nurettin Durman dergiciliğin bir tür bağımlılık ve tiryakilik olduğu konusunda hemfikir. Tayyip Atmaca’ya göre “Dergiler de İnsanlar gibi doğar, yaşar, büyür ve sonunda ömürlerini tamamlarlar.” Atmaca, “Önemli olan ömrün hitam bulduğu zamanın farkına varmaktır.

Eğer bir ya da birkaç dergi ile gönül bağınız varsa -ya da kendinizi o dergide misafir olarak görmüyorsanız- bu dergilerin kapanması ile birlikte siz de içinize kapanıyorsunuz. Bazı dergilerde yazsanız da kendinizi orada misafir olarak görürsünüz. Gönül bağınızın olduğu dergide yazmak insana heyecan veriyor” diye konuşuyor.

Ölenle ölünmez rahat ol!

Hüseyin Kaya’ya ise dergisiz kalan bir editörün durumunu şöyle özetliyor: “Eğer genç yaşta dergi çıkarmış ve tez vakit sonra dergisiz kalmışsanız, derhal ve daha büyük bir heyecanla yeni dergi planları yapmaya başlarsınız. Şayet orta yaşları geride bırakmışsanız derginiz kapandığında; eleğinizi duvara asar ve kıyıya çekilirsiniz. Okumak, yazmak ve yazdıklarınızı yayımlatmak için daha çok vaktiniz olur. Çocuklarınıza daha çok vakit ayırır, çarşı, pazar, postane, kargo gibi mekânlara daha az yol uğratırsınız. Beklenmedik yerlerde çalan telefonlar, kapıya gelen dergiler, kitaplar azalır. Dergisiz kalmak elbette önceleri büyük bir boşluk oluşturur ancak meşhur meseldir; ölenle ölünmez.” Dergiciliğin başka faaliyetlerle kıyaslanmayacak bir bereketi, güzelliği, zevki olduğunun altını çizen Kaya, başka bir dergide yazmanın daha rahat ama aidiyeti daha eksilten bir durum olduğuna dikkat çekiyor: “Başkalarının dergilerinde yazmak halk otobüsüyle eve gitmek gibi biraz. Zaruretler dışında kimseyle muhatap olmadan, orta ya da arka koltuklarda yalnızca dışarıyı seyrederek... Çok keyifli değil belki fakat kafanız rahat.”Kardelen ve Düş Çınarı dergilerinin mutfağında bulunan Nurettin Durman dergi çıkaranların dergisiz kalınca sudan çıkmış balığa döndüğünü söylüyor: “Bir müddet kıvranır, sağına soluna bakar acaba kimseler onun dergisiz kaldığının farkındalar mı yoksa dünya devridaimini çaktırmadan devam ettiriyor mu? Çünkü artık alışılmış bir tiryakilik gibi bu dergi meselesi hep onunla birlikte yaşamıştır. Evinde, çocuklarının yanında, sofrada... Yapışık, bitişik, yoksa psikolojik mi demeliydim” diyen Durman, bağımlılığa dönüşen bu ilişkinin vahametini şair-yazar yönü de bulunan psikiyatr Dr. Kemal Sayar’a danışmak gerektiğini hatırlatıyor. “Dergi özlemi fena bir şeydir. Zaman geçer, ‘eski bir dergici’ diye anılmaya başlar. Gene zaman geçer, ha falan yıllarda şöyle bir dergi çıkarmıştı diye anılmaya başlar” diyen Durman’a göre dergisiz kalmak fena bir huzursuzluk sebebidir.

Kaynak: Star gazetesi 1 Kasım 2012 Perşembe 07:00

kapanan dergiler


          

özcan ünlü


İlk gençlik dönemimin hırçınlığına, küçücük sayfalarında açtığı farklı dünyalarla gem vurmuştu dergiler. Bazen, birkaç mısra, bazen bir kitap tanıtımı, bazen bir öykü, çoğunda içine girmeye çalıştığım dünyanın pencere önünde duran dergilerden çoğu, bir bir kaybolmaya başladığında, hayatımın en acı dönemlerini yaşamıştım. Dergiler neden 'çıkamaz' olur ki diye içli bir sitemde bulunurdum sahiplerine ve hatta kızardım... Çok sonraları, dergilerin de insanlar gibi yaşayan birer organizma olduğunu anlayacaktım ve fakat yine de kayıp gidenlerin ardından üzülecektim; hatta bazılarına içim öyle burkulacaktı ki, aklıma her düştüklerinde derin bir keder kaplayacaktı kalbimi... Onları 'hür tefekkürün kaleleri' olarak öğretmişlerdi ya bana, sanki sohbetlerde, konferanslarda, kitaplarda, radyo mikrofonlarında, televizyon ekranlarında söylenmeyenler gizliydi satır aralarında. Öyle ki, yolumuzu aydınlatan bir çok insan, sanki kelime halılarının altına saklamıştı bütün sırlarını da, halının ucunu kaldırıp onları görmemizi isterdi. "Hitab-ı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim" diyerek yeni sayısını yayımlayan Sühan, bir önceki sayısında önemli -hatta çok önemli- dosya konusuyla, hüznümün bulvarlarında dolaşan dergileri yeniden hatırlatmayı sürdürüyor. 100. sayı dolayısıyla, geçen ay, Türkiye'de dergiciliği masaya yatıran Ankara merkezli Hece'yi okurken, kültür hayatımızdan kayıp giden dergileri yeniden hatırlamıştım. Fakat, sevgili Hüseyin Kaya dostumuzun Sivas'ta hazırladığı Sühan'ın sayfalarında iki sayıdır devam eden dergi yolculuğu unuttuğum diğer dergileri de hatırlamama vesile oldu. Kimi fotokopi, kimi fanzin, kimi naif, kimi rock, kimi folklorik bir tarzda çıkan fakat yayımlandıkları dönemde ciddi ilgiler gören bu dergilerin günümüz edebiyatına kazandırdığı isimlere baktığımda, ne kadar önemli fonksiyonlar üstlendiğini bir kere daha teslim ettim. Kahramanmaraş'ta çıkan "Andırın Postası"ndan Ordu'da yayımlanan "Kum Yazıları"na, Adana/ Osmaniye merkezli "Güneysu" ve "Kırağı"dan Tokat'taki "Kızılırmak"a, Trabzon'daki "Gelecek"ten Burdur'daki "Burak"a, Erzurum'daki "Palandöken"den, Kayseri'deki "Eşik"e, İstanbul'daki "Kardelen", "Bürde" "Kayıtlar"dan İzmir'deki "Kırkikindi"ye, Bursa'daki "İpek Dili"nden Çorum'daki "Seviye"ye kadar, daha birçok derginin, edebiyat ve sanat hafızamıza önemli işler ve isimler bıraktıklarını bir kere daha anladım. Sühan, özellikle kapanan dergilerin hafızamdaki külünü biraz daha eşelemiş oldu. "Keşke" dedirtti; "Keşke bu dergiler yaşayabilseydi..." Çünkü, her dergi 'yeni şeyler' söylemek isteyenlerin bir harman yeridir. Kendini istediği gibi ifade edebileceği bir fırsatlar/ imkanlar tarlasıdır. 94. yılını kutlayan Türk Yurdu dergisi de, benzer bir özel sayıyla okurlarını selamladı. Merkezdeki dev aynasına bakıp kendinden küçükleri adam yerine koymayan dükalara karşı iki sayı çıkaran Sühan gibi, Türk Yurdu da, özellikle fikir dergiciliği konusunda isim yapmış ve fakat artık kapısına kilit vurmuş dergileri hatırlatıyor okurlarına. Türk Ocakları Genel Merkezi'nin yayını olarak yaklaşık bir asırdır okurlarıyla buluşan Türk Yurdu hakkında günümüzün önemli fikir ve sanat adamlarının kaleme aldığı yazıların yanı sıra bir de soruşturmaya yer verilen dergide "Türk Edebiyatı", "Tarih ve Toplum", "Hareket", "Türk Düşüncesi", "Boğu-Batı", "Milli Folklor", "Toplum ve Bilim", "Ocak", "Töre", "Emel", "Hayat", "Dergah", "Çınaraltı", "Türklük", "Birikim" vb. gibi dergilerin maceraları, bizzat dergi yöneticileri ve sahipleri tarafından kaleme alınıyor, yorumlanıyor, hatırlatılıyor. Hayalin ve umudun tükendiği yerde sarılırız edebiyata ve sanata... Ve onları bulabilmek için dergilerin kapılarını aşındırırız. Fakat bilmeyiz ki, bu dergiler sırf biz kendimizi "rahat", "huzurlu" ve "mutlu" hissedelim diye çıkmazlar. Sevdiğimiz, bizden bildiğimiz ve gördüğümüz dergileri yaşatamazsak eğer, söz biter; başlar vakti sükûtun... Sonra kiminle söyleşiriz?..



kaynak: türkiye gazetesi 2005-05-16 01:00:00

sühan'dan "yenge"ye özel...

kaynak: milli gazete 16 şubat 2016

Şair kardeşim Hüseyin Kaya şimdiye kadar örneğine rastlamadığımız bir projeyle bizi haberdar ettiğinde, heyecanlanmıştık. Sühan dergisinin 13. sayısını "Yenge Özel" olarak düşünmüştü. Bir yazıyla bu sayıda yer alma düşüncemiz ne yazık ki gerçekleşmedi.

Dergi yayımlandı, her ilgili gibi, bizim de elimize ulaştı. Bazılarını daha önceden görüp inceleme imkanı bulduğumuz halde, baştan sona bütün yazıları tekrar okuduk. Genel olarak iki kategori karşımıza çıkıyordu: "Yenge"lerimize olumlu ve güzel duygularla yaklaşan şair ve yazarların yazıları bir yanda? Diğer tarafta ise, marazlı tutumlarıyla bizi şaşırtanların harap halleri?

"Yenge"lerimize örnek bir tavırla yaklaşanların başında Berat Demirci, Metin Önal Mengüşoğlu, M. Said Türkoğlu geliyordu. Bu sahici ve samimi iki yazar, beslendikleri medeniyet kaynağının merkezinden doğan duygularla okuyucuyu sarıp sarmalıyordu. Sözgelimi Berat Demirci "Aile, medeniyetin Hakk katında hakikatidir." şeklindeki ilk cümlesiyle  kendi konumunu ortaya seriyordu. Çağın hâkim global dünyasınca işgal edilmek istenen aile kurumunun aslî değerlere bağlı olarak korunması konusundaki görüşleri de burada özellikle öne çıkarılmalıdır. Mengüşoğlu ise, "Emsalsiz Sevda" başlığını taşıyan yazısında, Müslüman ve şair ? yazar bir "eş"in nasıl olması gerektiğini bütün yönleriyle bizlere aktarıyordu. O, "Emsalsiz Sevda"sını çocukluktan gençliğe, öğrencilikten esnaflığa, yokluktan varlığa, hayatın çeşitli dönemlerinde yaşadığı olaylar ve yoğun duygular eşliğinde anlatıyordu. "Saadet yuvasının türbedarı" olarak görür "yenge"mizi. Bu arada, hatalar - doğrular, acılar ? sevinçler, hasretler ? vuslatlar? Hemen her insanın başına gelebilecek bu durumlar, herhangi bir söz oyununa gerek duyulmadan dikkatlere sunulur?

"Edebiyat adamının nazik durumu"nu "Edebiyat adamı, dikkatli bir seçimle kurduğu aile ortamında sanatçı duyuşun gereklerine göre değil, hayatın gereklerine göre beklentiler içine girmelidir." ikazıyla tamamlayan M. Said Türkoğlu nu da okuyucuya işaret ettikten sonra, geçelim öte tarafa?

Adları lazım mı bilmem; eşya, eşhas ve kâinat karşısındaki tutum ve duruşları tahribata uğramış izlenimi veren bir grup şair-yazar ise içinde bulundukları karmaşa hâlini "Yenge"ye yönelik tutumlarında da sergilemişler. Onların bu marazîlikleri "şairlik" (yahut "öykücülük") apoletine olan "müptelalık"tan kaynaklanıyor olabilir. Fakat bu, "bağlılık" iddiasında bulunulan temel atlasın dışına çıkmanın bir başka tezahürü değil midir? Medeniyet algımız, hayatı ve unsurlarını, sözgelimi "şairlik"le "yenge"yi ayrı tutum ve davranışlarla mı değerlendirmeye  almamızı öngörüyor? Yoksa hepsi, tek ahlâk anlayışıyla mı yaşatılıp yürütülmelidir?

Sorumuz boşuna; şairane bir artistliğin peşine düşme sevdası elbette bir bilinçli bir tercihin sonucudur.  Bu olumsuz tercihin sahipleri, kendilerine benzer olumsuzluklarla donanmış karşı cinsten bazılarının dikkatini -haliyle-  çekmiş olacak ki, şamar yemekte geç kalmadılar. Günlük bir gazetede, feministçe duyuşun yüksek bir gösterisi olarak patlatılan şamar, piyasaya karşı "caka" satma şanını tepe tepe kullanan "sabıkalı" şair ve yazarların "havalılık" derecelerini bir miktar daha artırmış olabilir. Fakat işin öte yüzleri de yok değil mi? Çünkü onlar kesinlikle hak gaspı yapmışlardır. Hak gaspı yaptıkları "yenge"lerin (şimdilik) itirazî yazı yazma imkân ve ihtimalleri olmadığından (ki gâsıplardan kimisi bunu açıkça belirtiyor), bu gaspın derecesini bilmiyoruz. İşin diğer bir yüzü, "temsilcisi" olarak gösterildikleri (çünkü haklarında yazı kaleme alan bayan yazarlar onlar için ?İslamcı sıfatını kullanıyor) kesime sıçrattıkları kötülüktür, bu ne olacak?

Sühan ın "Yenge" sayısında kalem oynatma riskini içinden geldikleri dünya bakımından alanlar ise, farklı bir değerlendirme birimine bağlı olmakla birlikte, üçüncü grubu oluştururlar. Halim Şafak ve Fuat Çiftçi bu grubun üyeleridir. Geçmişten beri yaza geldikleri bir ortamın dışına (bildiğim kadarıyla) ilk kez çıkma cesaretini gösteren bu isimleri tebrîk etmek bize düşmez. Onlar ortam dışına çıkma eylemlerine çıkarken kendilerine gelebilecek "yoldaş kurbağalar"ın "vak vak"larını elbette kestirmişlerdi. Dolayısıyla, kendileri hakkında belli bir çevrede yapılan "efe"lenmelere, yazılıp çizilenlere pek aldırış etmemelerini tavsiye edebilirim.

*

Sühan Sivas ta, Anadolu nun bağrında samimi bir şair tarafından yayımlanıyor. Hüseyin Kaya, "çete" ağlarıyla örülmüş ve "kişiliksizlik" batağına saplanmış "merkezî" edebiyat ortamına aldırış etmeden, el değmemiş konular ediniyor kendisine. Derginin "Yenge" sayısı bu konulardan birisiydi. Şimdi sırada diğerleri var: Oyuncak, istasyon ve diğerleri?

(Sühan a ulaşmak için: 0 505 351 54 11 ? Çiçekli Cad. No: 73, Sivas (huseynkaya@gmail.com)

27 Haziran 2023 Salı

sühan dergisi arşivi

merhum sühan dergisinin pdf mumyaları ve sühan'a dair her şey yakında buralarda...