hüseyn kaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hüseyn kaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Kasım 2024 Cuma

Hüseyn Kaya’nın Sessiz Rüya’sında Bana Fısıldadıkları

Mehmet Durmaz 

Bana söylüyorsun biliyorum Hüseyn “hastasın sesinde kuş yorgunluğu / ellerin eylüle yürüyen yaprak” Evet, bu dizelerindeki durum tespiti beni işaretliyor, beni sobeliyor. Hangi beni? Şiir ormanında saklambaç oynayan bütün “ben”leri. 
Öyle değil mi Hüseyn? “Aşinayız melali anlayan nesle” ve uzağındayız içinde debelenip durduğumuz dünya denizinin. Ne de olsa şiir denen bir teknedeyiz. Dalgalar, fırtınalar, ayazlar; sancılar, sayrılar, kırıklar… Geçip gider yanımızdan. Şiir var… Şiir var… 
“Mermer şadırvanlarda şakırdayan su”ların gördüğü “sessiz rüya”larda şiir sayıklamaya devam et Ya Hüseyn. “Hâfız’ın kabri olan bahçede” yeniden güller açsın. Rintler ölmesin Hüseyn! Yoksa kim bahçıvan olur bu dikenli bahçeye?
 “Yorulduğun yerde bitmiyor dünya / değilmiş ilacı her şeyin zaman” demesen iyiydi Hüseyn, demesen iyiydi. Ne ki dedin, ne ki duydum… Şimdi “bir el çıkarmaya başladı bohçamızdan lavanta çiçeği kokan kederleri” Oysa ben onları yıkayıp, ütüleyip, katlayıp, aralarına da lavantalar serpip koymuştum kalbimin kilitli sandığına. “Unutuşun o tunç kapısını kırıp attın.” 
Ya Hüseyn! Sen de görüyorsun işte. Yapay zekânın doğal yürekleri, organik zihinleri yok ettiği bu çağda sözün belkemiği kırılmış, kelam ayağa düşmüşken eprimiş imgelerden, eskimiş kafiyelerden, yıpranmış rediflerden kaçıp kendi sesinle seslenmek ne kadar zor! Hadi seslendin diyelim, ya duyulmak? Boş ver sen bu ihtiyar kalem emeklisini. Arı, çiçek çiçek gezmekten vazgeçmez balın kıymeti bilinmiyor diye. Gez Hüseyn gez…
 Şimdi benim içimin ovalarında hüzün, yılkılığa bırakılmış safkan bir yarış atı gibi ılgarlanmaktadır; eyersiz, dizginsiz, semersiz, yularsız… Şiirin yeşerdiği her yerde durup koklamaktadır maziyi. Sonra tekrar koşmaktadır menzilsiz, hedefsiz, kaygısız… 
“Beni öyle hatırla bitmeyen bir hazanla” diyorsun ya! Hah işte ben de sana öyle sesleniyorum. Sen de bizi hatırla; bizim de acımız acı, bizim de kuytularımızda ezildikçe kokan menekşelerimiz, fesleğenlerimiz var aynen dediğin gibi “gölgesiyle konuşan sessiz bir menekşenin / rüyalarında kaldı gözlerimdeki acı.” 
Şiir şiir kanayan bir dille ben de sana adıyorum sesimi, sesin hep şiir koksun Ya Hüseyn, sen de seni anla ve sahip çık sesine “Sana bir kere daha acılar adıyorum / bu sızılı bu kanlı sunağında kalbimin”

on5kasım2024, hece taşları, sayı:117, sayfa: 15

6 Kasım 2024 Çarşamba

nazar

Hüseyn Kaya

Gökyüzü olabildiğince maviydi ve söğütlerde, iğdelerde yaprak kımıldamıyordu. Yalnızca bostanın gölge taraflarındaki böceklerden arada cılız sesler çıkıyor, sonra yeniden derin bir sükûnet başlıyordu. Karıncalar bile bunaltıcı sıcaktan yuvalarına saklanmış gibiydiler. Telaşlı üç beş iri kara sineğin ya da şaşkın şaşkın dolaşan birkaç eşek arısının sessizliği ihlal etme çabası da uzun sürmüyordu.
Sabahın erken saatleri ve güneşin batmaya döndüğü zamanlar hariç, bu mevsimde, bu saatlerde hep böyleydi köy.  Kimi zaman azalıp çoğalsa da kaç yıldır aktığı bilinmeyen acı pınarın kurnaya dökülürken çıkardığı ses bile duyuluyordu, sessizliğin iyice derinleştiği anlarda. Köy, ikindi vakti üzerindeki durgunluğu atacak ve zaman kımıldayacaktı. 
Dedem her zamanki yerinde, evin kanatlı dış kapısının üzerindeki örtmenin gölgesine oturmuş, bir yandan uzaklara dalmıştı. Uyumuyordu ancak bu dünyada değildi ve bizimle aynı zamanda olduğu da söylenemezdi.  Bütün bu durgunluğun, sessizliğin ortasına birdenbire bir çığlık düştü:
-Yılaaan!
Aniden duyulan bu sesle bir fotoğraf karesi gibi hareketsiz duran köy, canlanmaya başlamıştı. Yılan, düşman demekti, sinsilik demekti. Adı da kendisi de soğuktu bu düşmanın. Adının boşlukta yankılanması bile temmuz sıcağını unutturmuş, insanları üçer beşer dışarıya çıkarmaya yetmişti. Evimizin biraz ilerisinde, bostanın bulunduğu yerde ürkek ama gergin küçük bir kalabalık oluşmuştu. Ortada bir çocuk kendine peş peşe yöneltilen “nerede gördün, boyu ne kadardı?” gibi sorulara cevap vermeye çalışıyordu.
Çocuk; bostanın duvarıyla bitişik, akşamları ahır hayvanlarının altına serilen kırılmış, ezilmiş tezeklerin muhafaza edildiği eğreti depoyu, kuruluğu işaret parmağıyla gösteriyor; kollarını iki yana açarak yılanın boyunu tarif ediyordu. Kalabalıktan biri ısrarla yılanın rengini soruyordu. Çocuğun telaşında ve korkusunda azalma yoktu:
-Maviydi ya da yeşildi. Birden bostan duvarındaki büyük taşların üstünden kuruluğa doğru aktı.
-Göğgele olabilir, dedi onu dinleyenlerden biri. 
Göğgele, lafını duyan büyüklerin yüzlerindeki endişe biraz daha artmış ve bütün sorular bir anda bitmişti. Göğgele neydi, bilmiyordum. Etraftaki çocuklar kuruluktan uzak durması için ikaz edildi. Büyükler birer ikişer ortadan kayboluyor, sonra ellerinde kürek, bel, tırmık gibi malzemelerle yeniden geliyorlardı. Dedem, yalnızca bayıra giderken yanına aldığı ince demirden yapılmış uzun bastonuyla gelmişti kalabalığın yanına. Ucu mızrak gibi sivri, parmak kalınlığında bir demir çubuktu bu. Hemen herkesin evinde farklı boylarda bulunan bu demir çubuğa tille, derdik. Yarım bir daire oluşturuldu kuruluğun önünde. Büyükler önde, biz birkaç adım geride bir süre bekledik. Elinde kürek olanlardan biri kuruluğu uzaktan, küreğin ucu ile karıştırmaya başladı. Ondan cesaret alan bir başkası elindeki uzun odun parçasıyla aynı yeri yoklamaya başladı. Büyükler, küçük adımlarla kuruluğa yaklaşıyorlardı ki kadınlardan biri çığlık attı:
-Göğgele bu. Uzak durun. 
Nasıl olmuşsa olmuş, yılan kuruluktan çıkmış ve bostan duvarının köşesine sıkışmıştı. Kalabalık yalnızca yılana odaklanmış, bazıları öfkeden terlemişti. Bir türlü tam olarak yaklaşamıyorlardı yılana. Bir ara iyice yaklaşarak görmek istedim dakikalardır süren korkunun kahramanını. Taş duvarlar arasında bir yılan, tıpkı filmlerde gördüğüm gibi vücudunun yarısı daire biçiminde kıvrılmış, boynu ve gövdesiyle sağa sola salınıyordu. Taşların, yerdeki toprağın arasında parlak rengiyle uzaktan bile fark edilebiliyordu. Ara ara dilini çıkardığını gören kadınlardan biri:
-Yalvarma adi hayvan! Acımayın, yalvarıyor, acımayın, diye homurdandı. 
Bir başkası:
-Eniklerim var, diyor. Sanki bizim çoluk çocuğumuz yok, uzak durun üstünüze sıçrar, dedi. 
Yılan konuşuyor muydu kısık bir sesle? İnsanlar nasıl anlıyordu onun söylediklerini?
Yılan, düşman demekti, sinsilik demekti. Adı da kendisi de soğuktu bu düşmanın. Yanımdaki çocuklardan birine kısık sesle sordum:
-Göğgele ne?
Benden birkaç yaş büyük olan çocuklardan biri yine fısıltıyla cevap verdi:
-Çok zehirli, hatta öteki yılanlar zehri bundan alırmış. Bunun soyu öteki yılanlardan başka.
-Uçar mı peki, diye devam ettim. 
-Uçamaz, kanatları yok ki, aniden sıçrar, beline bacağına, boynuna dolanırmış insanın. 
Korkmaya başlamıştım ki kalabalık daha da hareketlendi. Dedem, tillesini yılanın gövdesinin tam ortasına saplamış, kendinden uzak tutmaya bir yandan da zapt etmeye çalışıyordu. Yılan, bu demir çubuğa kalın bir halat gibi gövdesini doluyor, çözüyor yeniden sarıyor, acı içinde kıvranıyor, başını sağa sola uzatıp dilini çıkarıyordu. Tam tepemizdeki güneşin altında rengi daha canlı ve güzel duruyordu göğgelenin. Dedem tillesini havada güçlükle tutmaya çalışıyordu. Tillesini yere doğru yaklaştırınca kürek, bel, değnek, tırmık darbeleri peş peşe indi hayvanın sırtına. 
-Kafasını ezin, diyordu biri. Kafasını ezmezseniz gebermez kâfir! 
Zaten arada bir görebildiğim yılana bakmayı bırakmış, insanların yüzlerine, çabalarına bakıyordum. Binlerce yıllık bir hınç akıyordu yüzlerden, bakışlardan. 
Âdem’in, Havva’nın intikamını alır gibiydi bu küçücük köyün yaşlıları ve kadınları. Havva anamızı kandırarak Âdem’le birlikte cennetten kovulmalarına sebep olan ve sonra sürünmekle cezalandırılan yılan değil miydi? Dünyaya atılmamızın en büyük suçlusu oydu. Üstelik bütün yılanlara zehri veren yılan soyundandı şimdi yerde acıyla kıvranan. Yılan kıvrılmaya, toparlanmaya çalıştı kısa bir süre. Her darbeden sonra tepkisi azalıyordu. Nihayet hareketsiz kalmıştı. Hırpalanan, toza toprağa belenen rengi hâlen soğuk güzelliğini koruyordu. Can çekişmeleri sona ermişti hayvanın. Kenara çekilenlerin kimi yılanın olduğu yere doğru tükürüyor, kimi kızgın yüzünden akan terini siliyordu. Dedemin tillesinin vazifesi çoktan bitmişti. Yılan, düşman demekti, sinsilik demekti. Adı da kendisi de soğuktu bu düşmanın. Yılan kâfirdi. Yılan, ezelî bir hikâyenin öldürülmesi gereken kahramanıydı.
Kalabalık usul usul dağılmaya başladı. Dedem, yerdeki yılanı bir küreğe dengeli biçimde aldı. Kuyruğu ve başı sallanan göğgelenin aniden hareketleneceğine dair korkunç hayaller zihnimden geçiyordu. Oysa hırpalanmış gövdesinde can belirtisi kalmamıştı. Önde dedem, ardında ben evin ilerisindeki iğdelerin yanına gittik. Yılanı gömeceğimizi umuyordum fakat dedem:
-Yengene söyle gaz yağı göndersin, dedi. 
Koşarak gittim ve gazyağı istedim yengemden. Yengem, gazyağını uzattı ancak kendi de benimle geldi. Yılanı urgan kelebi şeklinde toplamıştı dedem. Gazyağını elimden aldı ve o kelebin üzerine yavaş yavaş gezdirerek döktü. Anlamadığım şeyler oluyordu. Yeleğinin ön cebinden eksik etmediği muhtar çakmağını birkaç denemeden sonra yakan dedem, yılanı tutuşturdu. Hayret, korku ve bilinmezlik çocuk ruhumu perişan etmişti. 
-Daha ölmedi mi, niye yakıyorsunuz? Niye gömmedik, dedim. 
Dedem konuşmuyordu. Koyu, siyah bir dumana eşlik eden gazyağı kokusu, yılanın derisi, eti yandıkça, yağı eridikçe daha da tuhaf bir hâl alıyordu. O görkemli mavimsi renk, yavaş yavaş kayboldu cızırtılar, dumanlar arasında.  
-Ölmemiş miydi, dedim şaşkınlıkla. 
Bir yandan yanan yılanı izleyen dedem suskunluğunu bozdu:
-Yılan yakılınca yağmur yağar, etraf ferahlar, bereket olur, dedi. 
Onca tuhaf şeyden sonra çocuk zihnim hemen bu cümlenin büyüsüne kapıldı ve başımı göğe kaldırdım. Dağların ardından gelecek siyah bulutları beklemeye başladım, yalnızca kemikleri kalan yılan cesedinin başında. Gördüğüm küçük küçük bulutların büyüyeceğini umdum bir süre. Beklediğim bulutlar gelmeyince belki bulut olmadan da yağmur yağar, diye düşündüm. Nafileydi. Yağmurun tek damlası bile yoktu. Zaten yine eski sakinliğine kavuşmuştu köy ve güneş kavuruyordu toprağı.
 Hiç değilse kemikleri gömülmeliydi yılanın. Nereye, nasıl gömmem gerektiğini düşünüyordum ki yengem, hiçbir şey söylemeden bir iğde dalıyla yılanın külleri arasından küçücük kemiklerini seçmeye başladı. Seçtiği kemikleri toprak yardımıyla temizledi ve avucuna alarak gitti. Yeni bir soru soracak gücüm kalmamıştı. Aldığım cevapları anlamıyordum zaten.
Birkaç gün bostanın, kuruluğun yanından geçerken içimde hep aynı ürpertiyi duydum. Ya enikleri varsa göğgelenin buralarda? Yılanların kin beslediklerini duymuştum. Ya annelerinin öcünü almaya gelirlerse? Köşede, taşların arasında sıkıştırılan yılanın görüntüsü, zihnimde bir süre dolaştı durdu. İnsanların yılana saldırırken takındıkları tavır, ara sıra bir film sahnesi gibi gözlerimin önüne geliyordu. Nasıl da değişmişti insanlar bir anda?
 Kaç gün geride kaldı bilmiyorum, tam her şey normalleşiyordu ki yengemin bir yaşını doldurmamış çocuğunun başlığında salınan bir şeyler gördüm. Dikkatle baktım; mavi boncuk, tazı boncuğu, boncuk şeklinde kesilmiş ince iğde dalı arasına dizilmiş yılan kemikleri de vardı. Şaşkın şaşkın başlığa baktığımı gören yengem:
-Anladın mı kemikleri niye seçtiğimi, dedi. Nazardan korur, güç kuvvet verir. 

aralık 24
sivas


22 Haziran 2024 Cumartesi

herkesin aynasında başka bir resme, hakikate dönüşür kelimeler

 konuşturan: eslemsena yol, melis hazal demir, nursima kayıran

1) "Aldığımız nefesten, sesimizin renginden, kalbimizin ritminden, yüzümüzün tebessümünden, bakışlarımızın dilinden bize ait bir şeyler siner yaşadığımız odaya.“ diyerek oda kavramını yaşama alanından çıkarıp bu kavrama derinlik kattığınızı fark ediyoruz. Odalarımıza bu derinliği katacak neyin ya da nelerin olmasını tavsiye edersiniz?
Oda, hem sığınak hem barınak bizler için. Tek başımıza kaldığımız, dünyayı dışarıda bıraktığımız yer. Uyuduğumuz, hayale daldığımız, okuduğumuz, yazdığımız, türkü söylediğimiz, ağladığımız, güldüğümüz yer. Tüm bu eylemleri illaki başka mekanlarda sergiliyoruz ama odamız bizim mahremimiz ve kendimiz. Özel bir çaba gerektirmez aslında bir odaya düzen vermek. Odamız bize göre şekil alır. Günler, haftalar sürse de farkında olmadan zihnimizin şeklini alır. Kitaplar varsa odanızda bir süre sonra en sevdiğiniz kitaplar biraz daha kolay ulaşılabilir bir yerlere taşınır. Sevdiğiniz nesneler, eşyalar yine gözünüzün önünde olacak şekilde yerini alır. Bu, doğal bir süreç ve müdahale ile de olacak şey değil sanırım. Yalnızca oda için de geçerli değil aslında bunlar. Oda sadece bir bölümü her şeyin ancak daha bize özel bir bölüm. 

2) Kitabınızda şairin ilhamının yara olduğunu ifade etmişsiniz. Sizin şiirlerinizi yazdıran yara nedir?
Doğrudan doğruya tek bir yaradan bahsetmek mümkün değil aslında ancak “dünya yarası” ya da “yaşamak yarası” gibi kelimelerle genellemek mümkün bunu. Yarayı bilmek, acısını duymak canlı olduğunuzun bir belirtisi ve canlı iseniz, dünyada iseniz illaki kimi iyileşmeye yüz tutan kimi iyileşmeyen kimi giderek büyüyen yaralarınız mutlaka olacaktır. İnsan, tek yönlü bir yaratık değil. Bu yüzden tek yaradan bahsetmek de mümkün değil.

3) "Herkesin aynasından başka bir resme hakikate dönüşür kelimeler." Bu cümle kelimenin anlam alanını kişiselleştiren bir özgürlük gibi geldi bana. Size bazı kelimeleri söylesem imge dünyanızda hangi resme dönüştüğünü söyler misiniz?
Kelimeler şunlar: Şiir, Gazze, anne, kalem, ayrılık
Bir önceki sorunuzla ilginç bir bağlantısı da var bu sorunuzun. “Kelime”nin anlamsal olarak kökeninin “yara” ile bağlantısı olduğunu söyler köken bilimciler. Bu bağlamda verdiğiniz her kelimenin yara ile bağlantısı da beraber geldi aklıma. 
Şiir: Her zaman söylediğim gibi: Gündelik hayatta gururu incinen kelimelerin gönlünü alma çabası.
Gazze: Sloganlardan, meydanlardan çok daha öte ve büyük bir yara.
Anne: Hayatın şiiri.
Kalem: Sırdaş, parmak, iz.
Ayrılık: İnsan.

4) Sivas soğuk havası ile tanınan şehirlerimizden biridir malumunuz. Kitabınızda "Mevsim ne olursa olsun üşüye üşüye büyürüz, üşüye üşüye yaş alırız yeryüzünde." diyerek mevsimlere ve üşümeye farklı bir bakış açısı getirmişsiniz. Sizce yüzyılımız hangi mevsimde ve niçin üşüyoruz?
Kendimizi ait hissetmediğimiz mekanlar üşütür bizi. Dünyayı sıcak bulanlar da vardır illaki. Yaşadığı çağdan memnun olan, yaşadığı çağın bahar olduğunu düşünen aklıselim kimse var mıdır geçmişte bilemiyorum. Evet, kışı yaşıyoruz bu çağda ancak yüz sene önce yaşamış olsaydık daha mı az üşürdük bilemiyorum. Söz konusu üşümenin çağdan öte yeryüzü ile bağı var. Dünya soğuk bir yer, en azından benim için. 

5) Aktif olarak eğitim camiasının içinde olduğunuzu biliyoruz, öğretmenliğin şiirlerinize bir katkısı oldu mu?
Olmadı, demek zor, ne kadar olduğunu söylemek de imkânsız. “Kurtarma Yazılısı” adında bir şiirim vardı mesela. Öğretmen olmasam şiirin adı bu olmazdı sanırım. Mezun ettiğim öğrencilerim hatırlatıyor bazen zamanın ne kadar çabuk geçtiğini ve bu da bir şekilde dünyaya bakışıma yansıyor, oradan düşünceye ve belki şiire de ulaşıyor ama bunu tek etken olarak somutlamak çok da doğru olmaz kanaatindeyim. 

6) Şiirinizde geçen aşk imgeleri ve aşk çağrışımları bizleri çok etkiledi. Ve anlıyoruz ki günümüzdeki aşk anlayışı ile sizin aşk anlayışınız arasında farklılıklar var. Sizce bu farklılıklar nelerdir? Bu kavramı bizlere açıklar mısınız?
Aşk; önemli, derin ve uzun bir konu. Üstelik çok fazla hırpalanmış, yorulmuş, üzerine astar atılmış sonra yeniden boyanmış, şekilden şekle sokulmuş bir kelime. Üzerine konuşulabilir, felsefesi yapılabilir. Romanlar, şiirler, mesneviler, filmler, şarkılar için ana damar çoğunlukla. Bu durum da bize gösteriyor ki aşk; kişilere, çağlara, yaşa hatta topluma göre de farklı anlamlar kazanan bir his. Elbette bu kelimenin bütün dillerde ve çağlarda insan gönlüne çizdiği bir resim vardır ancak o resmin ötesinde bir his olduğu aşikâr. 
Aşk; çok da anlatılabilecek, konuşulabilecek, anlamlandırılabilecek bir şey değil. Aşka çok benzeyen başka bir şey var mı diye sorarsanız, ölüm derim. İkisi de insanı dünyadan uzaklaştırır bir bakıma. İkisiyle de dünyada tanışırsınız ama ikisi de dünyaya ait şeyler değildir. Her ikisine de yakalanmanın, tutulmanın yaşı herkes için farklıdır. Aşk da ölüm de bir dünyada öldürürken sizi başka bir dünyada hayata yollar. 
Yalnızca aşk değil bütün kavramların içi yaşanılan çağa ve insanların zihnine göre dolar ya da boşalır. Aşk, onur, ev, evlat… Yani aşka, aşkın anlamına özel bir değişkenlik değil günümüzdeki farklılık. 

kaynak:
hasbihal edebiyat seçkisi, yıl:1, sayı:1, mayıs 2024

21 Nisan 2024 Pazar

son sayfa


yağmura tutunarak uyuyan bir gecenin
rüyası şimdi kalbim kimsenin görmediği
bakışınla yeşerip sararan ümitlerin
ister çöz ister çözme boynundaki ilmeği

adım hiç yazılmış yüzündeki aynaya
yaşadığım her şeyin en son sayfası yırtık
beni burda bırakıp dönebilirsin dünya
yanında yürüyecek gücüm kalmadı artık


bahar, 2024

kuyu

kendine kapanmış gül kadar yorgun
bir aynaya döndü yüzünü kalbim
yıkık köprülerin altında durgun
yönünü unutmuş nehir gibiyim

mazi kör kuyuda suyun yankısı
melale dolanan suskun sarmaşık 
mahzun serçelerin yitik şarkısı 
bütün sabahlardan silindi artık 

anlattığım bütün yağmurlar bitti
beni bıraktığım sessiz kıyıya
elimde kanıyor her kuşluk vakti 
yanlış ezberlenmiş o mahcup dua


bahar, 2024

duvar



bir düşe uzanıp kayarken yana
sensizliğe değdi ruhumun eli
ne kadar dursak da yağmur altında 
değiliz biz artık eskisi gibi

belki kanatları kırık kapının 
sözcüklerden kaçan hikayesiyiz
ayrı defterlerde yarım ve dargın 
dilsiz şiirlerin anısıyız biz

kuytusunda kaldık birden zamansız
umuduna küskün ayrılıkların
iki yana düşmüş iki taşıyız
rüzgarın yıktığı yorgun duvarın

bahar, 2024

13 Mart 2024 Çarşamba

gölge

az önce yanındaydım sessizce ağlıyordu
üzerine eğilmiş sisli hatırların
eşiğine galiba bir şeyler yazıyordu
ayağına bağlanmış o karanlık zamanın

az önce yanındaydım dua eder gibiydi
sözcüklerin üstüne basmadan yürüyordu
yüzünden yeryüzüne dökülen sözcükleri
toplarken ellerinde ölüm görünüyordu

çağırmadı ben gittim yanındaydım az önce
üzmemek istiyordu tutunduğu duvarı
söylemedim gölgeme belki incinir diye
bulutların yağmurdan sakladığı duayı

güz, 2023

30 Ocak 2024 Salı

yabancı


    Son günlerde aksilikler peşini bırakmıyordu. Elinin değdiği, gözünün gördüğü şeyler birer birer bozuluyor, kırılıyor, işlevini yitiriyordu. Sıradandı belki de yaşadığı olumsuzluklar, herkesin başına sayısız kez gelen şeylerdi ama böyle peş peşe olunca artık canını sıkmaya başladı.
    Kapatmaya çalıştığı bir musluktan önce küçük bir kırılma sesi gelmiş sonra musluk kapanmaz olmuştu. Her şey aslında tam orada, o anda başlamıştı. Bir yandan bozuk musluk için çare aramış bir yandan da çocukluğunda kullandığı muslukları düşünmüştü. Sarı renkte ve tek tip musluklar her yerdeydi eskiden ve kolay kolay bozulmazlardı, bir contaya bakardı tamiratı. Şimdi öyle miydi ya? Onlarca çeşit musluk vardı ve parçaları birbirine uymuyordu bile. Bunları düşünürken musluğu tamir etmişti. 
    Bu olayın üzerinden birkaç saat geçmemişti ki lambayı yakmak istediğinde yeni bir sorunla karşılaştı, lamba yanmıyordu. Ayaklarının altına sandalye almadan tavanda asılı lambaya uzanabiliyordu. Parmak uçlarında yükselerek lambayı evirdi çevirdi düğmeye basarak yeniden açmayı denedi, lamba yanmıyordu. Eskiden sarı lambaların içinde incecik bir tel olurdu, lambanın geçip geçmediğini o tele bakarak hemen anlayabilirdi. Yeni lambaların sorununun ne olduğu bile belli olmuyordu. Lambayı değiştirmekten başka çaresi yoktu. Lambayı yenisiyle değiştirdi ve sorun çözüldü. Buraya kadar henüz bir takıntı halini almamıştı yaşadıkları ancak çay koyduğu bardağın gözünün önünde ortadan yarılması birdenbire karanlık ve korkulu bir dünyanın ortasına bırakıverdi onu. Başka zamanlarda da bardağının çatladığı, elinden düşüp kırıldığı olmuştu. “Dökülen mey kırılan şişe-i rindan olsun” derdi kendisinin ya da başkasının bardağı kırıldığında.  Zaten bardak kırılmasının iyi olduğunu söylerdi annesi. Hatta bir bardak ya da tabak yere düşer fakat kırılmazsa yeniden yere attığına da şahit olmuştu annesinin. Bardak kırılmasıyla geçip giderdi nazar ya da büyük belalar. Besmelesiz güne, işe başlamazdı ama işte, bardak kırılmıştı hem de tam ortadan ikiye. İkiye ayrılan bardak değil de kalbinde bir yerdi sanki. Yeni bir bardağa uzanacak, çay içecek iştahı kalmamıştı. Birilerini üzdüm mü, diye geçirdi içinden. Birinin âhı mı vardı üzerinde? Nazara mı gelmişti? Nazar değecek bir hayatı yoktu ki. Nazarsa da geçip gitmiştir artık, diye düşündü. Masayı sildi, kırılan bardağı çöpe bıraktı. 
    Geç uyudu o gün. Etrafını kuşatan, kendisini tedirgin eden, adını koyamadığı bir şey vardı. Üzerine bir gölge çökmüş gibiydi. Ya bu uğursuzluk devam eder giderse, nasıl yaşanırdı ki böyle? 
    Ertesi sabah yeni bir güne başlamanın huzuruyla uyandı. Yorgundu, uykusunu alamamıştı ama dün, geride kalmıştı. Dert değildi bunlar, dertten sayılmazdı. Binlerce insanın yaşadığı sıradan şeylerdi hepsi. Bir an önce işe gitmeliydi ama önce tıraş olmalıydı. Aynanın önüne geçti, yüzüne bakmadan gözü tıraş bıçağına ilişti, paslanmıştı. Son tıraşını iki gün önce olmuştu. Daha önce kullanılmış tıraş bıçağının paslandığını hiç hatırlamıyordu. Tıraş bıçağını aldı, sağına soluna baktı. Yeni bir bıçak açtı ve tıraşını oldu. Kötü şeyler düşünmek istemiyordu. Eşyalar, nesneler eskirdi, paslanırdı, bozulurdu… Ötesine geçmek anlamsızdı bu düşüncelerin. Çay hazırlamaya, bir şeyler yemeye cesareti de yoktu vakti de. Tıraşın ardından işe gitmek üzere evinden ayrıldı.  
    Yol boyu aklına olumsuz bir şey gelecek olsa bardağın kırılışını hatırlıyor ve kendisini rahatlatmaya çalışıyordu. Göğe baktı, birkaç gündür hava kapalıydı. Kar gecikmişti ve yağmur ihtimali vardı. İklim bile bozuldu, dedi içinden. Eskiden bu havalarda yerde bir karış kar olurdu. Kaşkol, eldiven olmadan bu aylarda evden çıkılmazdı sekiz on sene önce bu aylarda. Şimdi önünü bile kapatmadığı paltosuyla iş yolundaydı. Tabi bunun bir de temmuzu, ağustosu vardı. Kış böyle ise yaz daha da sıcak olurdu. Belki de olmazdı. Son yıllarda baharın yaşanmadığını hatırladı. Kışlar baharların yerini almıştı belki de. Aslında mevsim şeritlerinden düşen yalnızca kış mevsimiydi. 
    Yolda kimseye rastlamadı ya da görmedi kimseyi. İş yerine ulaştığında yürümenin de etkisiyle rahatlamıştı biraz. Paltosunu çıkardı, astı. Masasına geçti. Masa takviminden iki sayfayı çevirdi. Hemen takvimin yanında duran masa saatine takıldı gözü. Saat çalışmıyordu. Eline aldı, kurcaladı, pilinin bitmiş olacağını düşündü ve biraz uğraştıktan sonra saatin pilini çıkararak masaya bıraktı. Sonra akrep ve yelkovanı on ikinin üzerine getirerek yerine koydu saati. Gözü yeniden takvime takıldı. Günler geçiyordu üstelik günlerin geçtiğini takvim saylarını çevirirken bile fark etmiyordu. 
    Morali bozuluyordu düşündükçe, kendi kendine konuştukça. Hayat her zamanki gibi devam ediyordu ve görünürde değişen hiçbir şey yoktu. İnsanlar gündelik işlerine devam ediyordu. Bozulan, kırılan her şey yenisiyle değiştiriliyordu. Bu kadar büyütmeye, abartmaya gerek yoktu olanları. Düşündüklerini, yaşadıklarını birilerine anlatsa kesinlikle alay konusu olurdu. Sabah çay içmediğini hatırladı. İş yerinin çay ocağına giderek bir bardak çay aldı. Bardağının çatlamamış olması onu mutlu etmedi. Tekrar masasına döndüğünde yine saate gözü ilişti. Kenardaki pili yeniden saate yerleştirdi. Saat çalışmaya başlamıştı. Kolundaki saate bakarak masa saatini ayarladı. Çayından bir yudum almıştı ki karşısındaki gri metal dolabın camında kendisini gördü. Birkaç dakika bir yabancıya bakar gibi izledi kendisini. Çayından bir yudum daha aldı. Evet, bir yabancıya aitti karşısındaki dolabın camından yansıyan görüntü. Masasındaki saatin yeniden durduğunu fark etti ama bu kez pili çıkarmak için takati yoktu. 

ocak, 2024

5 Ocak 2024 Cuma

kırağı dergisi üzerine bir soruşturma - hüseyn kaya

 


konuşturan: turgay yıldırım


1. Kırağı dergisi niçin yayımlandı? Dönemi içerisinde hedefleri, iddiaları ve rolü neydi? Ve sizce bunların ne kadarını gerçekleştirebildi?

İlk sorunun cevabı yani derginin niçin yayımlandığı, benden ziyade derginin emekçisi isimlerde bilhassa Tayyip Atmaca'dadır diye düşünüyorum. Ben Kırağı dergisinin çıktığı yıllarda üniversite öğrencisiydim ve Tayyip Atmaca ile tanışmak seneler sonra nasip oldu. Bu soruda benim cevap verebileceğim derginin rolü ve gerçekleştirebildikleriyle sınırlı. Kırağı dergisi günümüz şiirinin bilhassa muhafazakar çevre içinde kurulu şiirin temel taşlarından biri diyebilirim. Dergide şiiri yahut şiire dair yazısı bulunan isimlere dikkatle bakıldığında günümüz şairlerinin ve hatta akademisyenlerinin, günümüz dergicilerinin çoğuna rastlamak mümkün olacaktır. Bu yönüyle Kırağı bu camiaya atılmış bir edebiyat tohumuydu diye düşünüyorum. Dergicilik ve yayıncılık anlayışıyla özgün bir duruşu vardı. Para ile satılmayan, okuruna posta pulu karşılığı gönderilen ve dönemin genç isimlerini mütevazı sayfalarında ağırlayan bir dergiydi Kırağı, köşe başını tutmuş büyük dergilere ürün gönderemeyen, gönderse de dönüş alamayan pek çok gencin ilk göz ağrısı, yolunu beklediği biricik dergisiydi. Yalnız dergi yayıncılığı değil kitap yayıncılığı da yaptı ve yine zamanın dar imkanlarıyla özgün kitaplar yayımladı.

Hedeflerinin ne kadarını gerçekleştirebildiği sorunuza gelecek olursak: Edebiyat dergileri çoğunlukla o dönemde bir mektep olabilmek amacını mutlaka taşırdı. İllaki Kırağı'nın da bu tarz bir niyeti vardır diye düşünüyorum ve bu mektepte ders gören çok isim oldu ancak son sınıfta açık liseye geçen günümüz lise öğrencileri gibi dergide yazan çoğu isim bu okuldan diploma almak yerine başka yerlerden diploma almaya yöneldiler. Belki bir süre daha devam etseydi Kırağı bu mektebin adı konulmuş olacaktı ama nasip olmadı. Bahsettiğim gibi o dönemde ücretsiz dergi yayımlamak ve okuruna bu dergiyi ulaştırmak bile büyük bir başarıydı.

2. Bir şiir dergisi olarak Kırağı’nın dayandığı ortak bir poetik tutum var mıydı yoksa dergi, şiire gönül veren her sanatçıya kapısı açık, çoğulcu bir sanat mahfili olmaya mı çalıştı?

Ortak poetik tutum ahlak ve gelenek boyutunda vardı. Hatta dergide, ismini mealen hatırlıyorum, Günümüz İslamcı Şairlerde Yenilik Adına Sapmalar başlıklı bir yazı da mevcuttu. Bu poetik olduğu kadar düşünsel bir tavırdı da aynı zamanda. Bunun dışında insanı, insani değerleri önceleyen bir tavrının olduğunu da biliyorum. Şiire gönül veren her sanatçıya, şiir üzerine sözü olan her kaleme sayfaları açıktı derginin ancak muhafazakar düşünceyi benimseyen kalemler daha yoğun olarak okuyor, ürün gönderiyordu diye düşünüyorum.

3. Edebiyatımızda taşra-merkez ilişkileri düşünüldüğünde Kırağı’nın yerini nasıl değerlendirirsiniz? Şiirin sözcülüğünü taşradan sürdürmek iddiası ve gayreti, o dönemin koşulları içerisinde nasıl bir anlam taşıyordu?

Edebiyatımızda "taşra" kendilerini "merkez" olarak nitelendiren grubun ortaya koyduğu yapay bir anlayış aslında. Yıllarca yayımlanmış yahut halen yayımlanmaya devam eden, kendisini "merkez"e koyan dergilere baktığımızda bu dergilere omuz veren isimlerin öncelikle "taşra" denilen bölgede var olduklarını görürüz. İkindi Yazıları, Kırağı, Sühan ve daha onlarca dergiyi, bu dergilerden filizlenen isimleri düşünelim, bir de büyük şehirlerde yayımlanan dergilerden tasını dolduran isimleri düşünelim...

Kırağı'nın yayımlandığı dönemde şiirin nabzı, edebiyatın nabzı büyük şehirlerdeki kurumsal dergiler kadar hatta daha canlı ve samimi Kırağı'da atıyordu. Elbette başka dergiler de vardı ama en kapsamlı olanı Kırağı idi.

Şu detay önemli idi: Bazen adresime başka şehirlerde yeni yayımlanmaya başlayan edebiyat dergileri gelirdi. Adresime nereden ulaştıklarını sorduğumda, Kırağı dergisinden, cevabını alırdım. Anadolu'da dergi ağabeyiydi de bu yönüyle Kırağı.

Kırağı, bir çılgınlık veya aşırı cesaret örneği değildi. Anadolu'da yayımlanan her dergi zaten özünde şiirin, denemenin, öykünün hülasa edebiyatın sözcülüğünü üstlenme düşüncesini de barındırır. Anadolu, diyerek daraltmayalım. Her edebiyat dergisi az çok "sözcülük" bilinciyle yayımlanmaya başlar.

4. Dergi kapatıldığında rolünü tamamlamış mıydı yoksa zorunlu sebeplerden ötürü erken bir veda mıydı yaşanan?

Derginin rolünü tamamladığını düşünmüyorum. Rolünü tamamlayarak kapanan dergiler çoğunlukla sayı bakımından üç haneli rakamlara ulaşmış dergilerdir. Zorunlu sebepler ve editör yorgunlukları bu tür dergilerin yayın hayatını bitirir. Zira derginin yükü dizgiden tashihe, poşetlenmesinden postaya verilmesine, bir en fazla birkaç kişi üzerinden yürür.

Kırağı'nın aslında yayına ara verip sonra bir süre daha yola devam etmesi sonraki dönemde yaşanacak vedanın zorunlu sebepler yüzünden olduğunun göstergesi diye düşünüyorum.

5. Sizce Kırağı dergisinden günümüz edebiyatına ve özellikle Türk şiirine kalanlar (isimler ve eserler) nelerdir? Bu yönüyle dergi sizin için ne ifade ediyor?

Hayli isim ve eser var aslında ancak bu isimlerin çoğu özgeçmişlerine Kırağı'yı dahil etmiyorlar günümüzde. Hatta Kırağı'nın bastığı şiir kitaplarını dahi zikretmeyen isimler biliyorum. Bu tavrı anlamak çok da mümkün değil.

Kırağı o zaman da önemli bir dergiydi benim için şimdi de çok önemli bir dergi. Zaman zaman açıp bakıyorum sayfalara. Samimiyet ve özgünlük, aradan geçen senelere rağmen yayımlandığı dönemki kadar canlı. Kırağı'dan sonra Kırağı'ya benzer dergiler çıktı ama hiçbirinde Kırağı'nın samimiyetini göremedim desem yeridir. Kendi yayımladığımız dergiler dışında "benim de dergimdi" diyebildiğim ender dergilerden Kırağı. Yine kendi dergilerimden sonra peş peşe şiirim yayımlanan ilk dergi. Her dergi ile duygusal bağ kurmak mümkün değil, belki gerek de yok buna ama benim için önemli bu bağ.


Turgay Yıldırım, Kırağı Dergisinin Sistematik Tahlili / Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı / Yüksek Lisans Tezi 2022

3 Aralık 2023 Pazar


bahçe

kendinin duldasına sığınan serçelerden
ben bir yanlış nakıştım işlenmiş yastığına
varlığımın bahtına çizdiği acı desen
bu kırık pencerede hatıra kalsın sana

neydim bu hikâyede yakup mu yusuf muydum
dağ mıydım ferhat mıydım neydim bu hikâyede
intizarın elinde titreyen her umudum
şimdi ıssız bir mezar bu çiçeksiz bahçede

ağaçları çürümüş karanlık ormanlardan
yalnız korku taşıdım açılmayan kapıya
uykusunda ağlayan bir ağaca sarılan
rüzgâr neyi bilir ki ıslaklığından başka

güz, 2023

1 Aralık 2023 Cuma

kayıp söyleşi

Tarihi ve soran kişisi kayıtsız bu söyleşi ihtimal Sühan dergisinin son sayılarına doğru yapılmış. Nerede yayımlandığına, yayımlanacağına dair bir bilgi de yok. Dosyalar arasında bulunca buraya dahil etmek istedim.

Farklı açılardan sorular yöneltmeden önce üstümde “farz-ı kifaye” gibi duran şu malum soruyu sorayım da siz de rahatlayın ben de:

İlk sayılarında değişik edebi türde eserler yayınlayan Sühan; altıncı sayısından sonra çağdaş şiire kapılarını kapattı. Neden kapattı? 

Sühan’ın şiir türüyle bir problemi yoktur olamaz da. Zaten yayın kadrosuna baktığımızda hemen hepsinin şiirle de uğraştığını görürüz. Şiir yayımlamayı bırakmak ile şiire karşı olmak farklı şeylerdir. Yedinci sayımızda ifade etmeye çalıştığımız kirli şiir, şair, kokusu yüzünden şiirden Sühan olarak uzak durmayı yeğledik; ama şiire hiçbir zaman sırtımızı dönmedik. Bizim dergide nesir yayımlayan arkadaşlar başka dergilerde şiir neşretmeye devam ettiler. 

Bir insan neden dergi çıkarma ihtiyacı duyar? Sühan ne tür sancılar çekildikten sonra okuyucuya merhaba dedi?

On ve on birinci sayılarımızı kapanmış edebiyat dergilerinin birinci ağızdan anlatılan hikayelerine ayırmıştık. İki sayı boyunca farklı zamanlarda yurdumuzun farklı yerlerinde yayımlanan ve kapanmak zorunda kalan edebiyat dergilerinin hikâyeleri anlatıldı. Her birinin

hikayesi, heyecanı farklı ama özde hepsinin kaderi aynı. Dergiler dost muhabbetlerinde doğar, bazen dostlukları bitirir. Ama gerçekte bir hayat belirtisi verme gayesi taşır dışarıya karşı. İster istemez bir iz de kalır ardımızda. Para kazanmayan ya da kazanamayan ama boşta da kalmak istemeyen okuryazar insanların yapabileceği en keyifli iştir dergicilik. Öteden beri söylenegelen dergiciliğin sıkıntıları, sancıları aslında yapılan işi başkaları nazarında kıymete bindirmek için abartılan küçük ve tatlı sıkıntılardır. Bir dergi çıkaranına külfet oluyorsa sancı çektiriyorsa onu kapatmasına kim mani olabilir ki. Kapatırsınız ve tüm sıkıntılar biter. Eğer şikâyetçiyseniz tabii.

Sühan elbette huzur içinde günlük güneşlik mekânlarda çıkarılan bir dergi değil. Yayın öncesi sancılar, sıkıntılardan çok dost muhabbetleri oldu ve muhabbetten Sühan hasıl oldu. Zaman zaman kırgınlıklar, sıkıntılar elbette yaşanıyor. Ancak bunun tabii olduğunu hepimiz biliyoruz ve aldırmıyoruz.

Sühan “şiir yayımlamayan dergi” diye tanımlanırken, son zamanlarda bu özelliğine “özel sayılar yapan edebiyat dergisi” niteliğini de ekledi. Ve bu özel sayıların konularından bazıları bana çok ilginç gelmiştir. Mesela yenge özel sayısı ve gâvur dostlarımız özel sayısı… Bunu neye göre seçiyorsunuz?

Müteahhitlerin gördükleri boş arsalara bakıp ne tür ev yapılabileceğini düşünüp hesap kitap etmesi gibi, bizlerde boş sohbetlerden dolu özel sayı konuları çıkarıyoruz. Sohbeti özel sayılarda tamamlıyoruz. Herkesin tamam demediği bir sayıya başlamıyoruz. Hayatın içinden seçtiğimiz küçük ayrıntıların aslında ne kadar mühim olduğunu tespite çalışıyoruz.  Edebiyatı hayatın uzağında aramıyoruz. Biz fildişi kulelerden değil, apartman dairelerimizden, bahçeli evlerimizden yazıyoruz. Taklit etmeye çalışanlar da olmuyor değil tabii böyle bir ilk üslubu. Ama uyanık okuyucu durumun farkında.

Sühan Sivas’ta yayınlanan ve Türkiye geneline ulaşan bir dergi. “taşralı dergi” tanımlamasının zihninizi kurcalayıp, içinizi sıktığı oluyor mu? Daha doğrusu İstanbul’dan uzakta bir şehirde dergi çıkarmanın dezavantajı var mıdır?

Taşra kelimesi Sühan’ın lügatinde farklı çağrışımlarla doludur. Biz edebiyatın taşrasında olduğumuzu düşünmedik hiç, şayet merkez edebiyatsa. Taşra sizin merkezden ne anladığınıza bağlıdır. Bize batmayan, zihnimize hiçbir rahatsızlık vermeyen bir kelimedir taşra. İstanbul’da olmamak her açıdan güzel bir avantaj. Bunu orda çıkan dergilere ve bu dergilerin kadrolarına bakarak düşünüyoruz. Biz şehirleri değil, edebiyatı merkeze alıyoruz ve merkezde olduğumuza inanıyoruz.  

Şiire yeni başlayanlara neler tavsiye edersiniz?

Henüz yolun başındayken ve adı kötüye çıkmamışken şiiri bırakıp daha cıvımamış türlere yönelmelerini tavsiye ederim. Eğer ısrarcı olan varsa da, türkü söyleyip gazel okumalarını, siyasete dalmalarını, mitinglere katılmalarını, panel, sempozyum ve benzeri etkinliklerle enerjilerini dizginlemelerini, blog hazırlamalarını, fanzin çıkarmalarını eğer çete kuramıyorlarsa bir çeteye üye olmalarını tavsiye ederim.

Sühan’a tekrar dönersek Sühan’ın dört yıl ve on altı sayıdır okurlarıyla uzun soluklu bir yürüyüşü var. Dört yıl yayınlanmak başarı mıdır kültür sanat dergileri için?

Dergicilikte önemli olan derginin yaşından çok, edebiyat dünyasında bıraktığı izdir. Onlarca yıldır türlü kaynaklarla yayımına devam eden ancak yenilik namına zerre miktar ilerleyemeyen birçok dergi var edebiyat dünyasında. Hal böyle olunca bu dergilerin niçin çıktığı da ciddi bir problem aslında. Sühan ilk yılından sonra sesini ve rengini bulmuş edebiyat dünyasında apayrı bir yere oturmuş çoğu Türk Edebiyatı’nda ilkler arasında yer alması gereken özel dosyalar hazırlamış reklama asla tenezzül etmemiş farklı bir dergi. Sühan’ın asıl başarısı bu saydığımız özel vasıflarıdır.

Edebiyat dünyasında şiir ve ardından hikâye dergileri çıkmaya başladı. Bir deneme dergisi halen yayımlanmadı. Sühan’ın memleketimizin ilk deneme dergisi vasfına da layık olduğuna inanıyoruz.

Elbette temennimiz bu yürüyüşün ağır usul da olsa devam etmesi, bitmemesidir.

Sivas halkı dergisinden haberdar mı?

Haberdar olması gerekiyor mu? Önce bu soruya cevap bulmak lazım. Sühan her şeyden önce bir edebiyat dergisi. Eğer bir şehir kültürü dergisi olsaydı, Sivas’ın dergimizi tanımasını ister ve dergimize destek vermesini umardık. Ancak bir edebiyat dergisi olarak buna hakkımız olduğunu düşünmüyoruz.

Son olarak Sühan’da kimler yazıyor?

Her sayı yeni isimler yazar kadromuza dahil oluyor. Ancak, Recai Güllaptan, Berat Demirci, A.Turan Alkan, Adem Turan, Metin Önal Mengüşoğlu, Halim Şafak, Şaban Abak, Nazım H. Polat, Mustafa Muharrem, Mehmet Aycı, Sühan’a devamlı emek veren, Sühan’ı dergisi bilen her zaman kendilerine müteşekkir olduğumuz isimlerdir.

1 Ekim 2023 Pazar

bulutlar

 

Her adımda arkalarına küçük taşları, kesek parçalarını yuvarlayarak adam ve çocuk nefes nefese dağın zirvesine ulaştılar. Yaramaz bir kedi gibi rüzgâr birkaç kez dolandı ikisinin de bacaklarının etrafında, birkaç gelincik ve kara çıtlık sessizce selamladı suskun yolcuları. Geriye dönüp geldikleri çığıra baktılar, uzaklarda kalan kutu gibi evlere, yılan gibi kıvrılan yollara. Bulutlara daha yakındılar, insanlara uzak.

Rüzgârdan, yağmurdan, güneşten ve daha kim bilir hangi sebeplerden üzeri aşınmış kocaman düz bir kaya parçası vardı birkaç adım ötede. Bir çekirge sıçradı, bir kertenkele meçhule aktı hızlıca ayak çıtırtılarından. Bir bunelek önce hücum etti gürültülü kanatlarıyla bu iki yolcuya sonra uzaklaştı yakınlarından. Odasındaki halıya uzanır gibi çocuk uzandı kayalara sırt üstü, sonra adam uzandı yanına. İkisi de ellerini başlarının ardından bağlayarak yastık yaptı kendine. Arada bir kollarını, paçalarını, saçlarını okşayan rüzgârda uzak okyanusların, ırmakların, ovaların, tarlaların, bahçelerin, ormanların ve her çiçeğin, her mevsimin kokusu var gibiydi.

İkisinin de kalp atışları yavaşladı, kuş ve böcek sesleri çoğaldı.

Adam, epeydir unutmuştu göğe bakmayı, unutmuştu bulutların süzülüşünü. Bulutları bir şeylere benzetmeyi unutmuştu. Bir süre izledikten sonra başını yana çevirmeden, ne kadar hızlı hareket ediyor bulutlar değil mi, dedi.  Çocuk kısa bir süre sustu. Hayır, dedi onlar aslında hareket etmiyor. Dünya döndüğü için biz onları hareket ediyor gibi görüyoruz.

O günden sonra bulutlar hep yerinde kaldı, dünya döndü adam için.

 

Özel Eğitim Çocuk, Sonbahar 2023, Sayı: 10

16 Temmuz 2023 Pazar

hüseyn kaya'nın akşam ağrısı

ali bal

Hüseyn Kaya; şair ve yazar. Bu yeter mi, yetmez mi, bilemiyorum. Bildiğimi değil de hissettiğimi, gördüğümü, tecrübeyle sabit yaşadıklarımızı burada söylemek lüzumu hâsıl olursa iş uzar. Ancak lafzı uzatmak yerine manayı hissettirmek makbul olacağı için Hüseyn’deki manayı işârî vechiyle bahse almak isterim. Nedir o? Şudur: Kalbin lisanını bilen şairdir. Yeter sanırım. Elhak bir dostu anlatmanın hem kolaylığı hem de zorluğu vardır. Ben şimdi zor tarafın kapısını çalıyorum.

İçeride kimse var mı, demiyorum. İçerideki sese meyledip yola düşüyorum. Orada bir şair var: Hüseyn Kaya. Hüseyn; vakur, sakin ve selîm. “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler / ‘Yevme lâ-yenfau’da kalb-i selîm isterler” diyordu Rûhî-i Bağdâdî. Kalb-i selîm bir dostu kim istemez? Var olsun, Hüseyn de öyledir, değilse de onun için kalbî temennâmız öyledir. Öyle ya bir dostu, bir dost hangi makamda görmek ister? Biz de o niyetle söylemiş olalım. Aslında bu yazı bir eser tanıtımı olacaktı ama birkaç kelam etmeden asıl konuya gelemedim. Şimdi sadede geliyorum.

Hüseyn Kaya’nın Akşam Ağrısı 2023 yazında okuyucusunu selamladı. Eşik Yayınları arasında çıkan ve deneme türündeki eser dört bölümden ve 192 sayfadan oluşuyor: I. Dün Yorgunu, II. Yine Gam Yükünün Kervanı Geldi, III. Bizim Pencereler Yele Karşıdır, IV. Geldi Geçti Ömrüm Benim. İlk bölümde 16, ikinci bölümde 6, üçüncü bölümde 4, dördüncü bölümde 6 olmak üzere toplam 30 deneme bulunuyor.

Dün Yorgunu” isimli ilk bölüme Fasîh Dede’nin şu dizesi ile giriyorsunuz: “Rûzigârın önüne düşmeyen âdem yorulur.” Ve ilk deneme: Yorgunluk Kuşu. “Aslında dünyaya yorgun geliriz.” Diyor Hüseyn Kaya ve ekliyor: “Dünyaya ait olmadığımızı anladığımızda ve dünyada hiçbir şeye sahip olamayacağımızı bildiğimizde çalmaya başlar yorgunluğun hazin şarkısı ruhumuzun derinliklerinde.” Yazar, yorgunluğu öyle zarif ve anlamlı buluyor ki bakın ne diyor: “Dünyayı yadırgamanın, dünyada suskun bir yabancı olmanın ilk adımıdır; ömür defterine en güzel cümleleri yazmayı ümit ederken kalem elde uyuyakalmanın adıdır yorgunluk.”

Nesirde yer yer şiirlerden alıntılar yapmak hem gözü hem de ruhu dinlendiriyor. Hüseyn Kaya da böyle alıntılara sıkça yer veriyor. Hüseyin Akkaya’nın yorgunluğa dair şu ikiliği belki de Hüseyn Kaya’nın hâletirûhiyesini anlatan en veciz ifadelerdir: “Yorgunum ayna ayna bakınıp durmalardan/Dipsiz derin sularda boy vermekten yorgunum”

Hüseyn Kaya’yı yatağında akan durgun ırmak gibi gördüm. Akarken yorulan ve kendi yatağına çekilen, kendi toprağında kalan ırmak. Kendi kıyısına çekilen... Ahmet Hamdi Tanpınar yıllar evvelinden imdadına yetişiyor ve sesleniyor: “Ne yorgun inliyor sahilde sesin! / Ruhunun hicranı akşamla eş mi?”

Hüseyn Kaya, her denemede birkaç dize alıntı yaparak şiirin gücünden faydalanıyor. Çok şey söyleyebilir ama yorulan kalbini daha da yormak istemez gibi. “Dünlerin Götürdüğü” isimli denemede “Kardeştir yedi gün, benzemez hiçbiri diğerine. Kimi durgundur, kimi neşeli.” derken, ömür yolculuğundaki hâlini anlatır gibidir. “Hasret Türküsü”nde, “Dünya hasretliğin yurdu, bitmeyen özlemlerin diyarı ve kendisini hep bir sonrakine ulayan, ardı görünmeyen sıradağlar gibi ayrılıkların, hicranların, intizarların ırmağı.” diyor

Hüseyn Kaya. “Kaybetmek Risalesi” isimli denemede, “Kaybetmek, anayurdu dünyanın, mayası varlığımızın.” derken, Hz. Âdem’le başlayan kayıplarla insanoğlunun kendi yitiğini nasıl bulması gerektiğini hatırlatıyor.

Hüseyn Kaya, ömrün muhasebesini yapan ve hayatın eksilerini, artılarını ortaya döken bir yazar. Muhasebede icmal tablosu vardır. Ömrün icmalini yapmaktan bile korkarız. Ama Hüseyn Kaya ömrünün icmalini yapar ve korkularını bir bir sıralayarak şöyle der: “Yaşamak korkulacak şey ve dünya korkulması gereken bir âlem, anlıyorsun.” İnsan dünyadan nasıl geçer, neyi alır da götürür, neyi bırakır omuzlarından? İnsana gerçek âlemde lazım olmayan ne varsa yük değil midir? Yük, dert değil midir? Derdimizi kime, nereye bırakırız? Hüseyn Kaya’nın diliyle dert: “Dert kuyudur Yusuf’un kendi hakikatiyle baş başa kaldığı. Dert uzlettir Meryem’in sınandığı.” Böyle diyor “Anlatmam Derdimi Dertsiz İnsana” isimli denemede.

Hüseyn Kaya, “Dün Yorgunu” isimli ilk bölümün diğer denemelerinde bize kavramlarla ördüğü dünyayı tanıtıyor. Sabır’da: “Sabır bir kale, bir sığınak, bir giysi” der ve bizi sabra davet eder. Eski’de: “Faniliğin surette mührü, sonsuzluk özleminin şiiridir eski.” diyor ve zamanı bir bütünün kopmaz parçası olarak görüyor. Kalem’de: “Çoğu zaman unutsak da bir kalemin çizdiği yol üzere yürürüz ömrümüzü.” derken, her bir kavramın başka bir âlemin kapısı olduğunu, oradan girmek için bu çağrıyı anlamak gerektiğini hissettiriyor.

Eski fotoğraflara bakmaya kıyamayız, üzülürüz. Gözümüzü kaçırırız çünkü onlar “Hayatımızın Sessiz Şahitleri”dir. Hüseyn Kaya’nın deyimiyle. “Zamanla değil seyredildikçe sararır fotoğraflar, seyredildikçe birer ikişer azalır karelerdeki yüzler.” Diğer denemelerde de içimizi oya oya, dağları yara yara ilerler Hüseyn Kaya’nın sesi. Kalbin Kâğıda İşlediği Oya: “Kendine yazdığın ve okuduğun uzun bir mektuptu kalbin.” der ve kalbimize sığınmak gerektiğini hissettirir. Söz Bahçesi: “Bir ömür kelimeleri taşırız içimizde, bir ömür kelimelere taşırız içimizi.”  Sabah Kasidesi: “Sabaha ermek uzun bir yoldan dönmektir kendimize.” Akşam Ağrısı: “Günün vardığı son duraktır akşam, susma ve bekleme ve çokça tefekkür etme durağı.” Dağların Türküsü: “Dağ, dünyadır. Suyumuz onun bağrından süzülerek gelir avuçlarımıza, yiyeceğimiz onun duldasında yetişir.” Rüya: “Ölünün gördüğü dünya, yaşayanın gördüğü ölümdür rüya.”

Yine Gam Yükünün Kervanı Geldi” adıyla başlayan ikinci bölüm, Nev‘îzâde Atâî’den bir dize ile başlar: “Kande bir gam yârsız kalsa benimle yâr olur” Bu bölümdeki denemelerden aldığım özlü sözleri birer tohum gibi bırakıyorum kalbimize. Hüzün Bahsi: “Kalp aynasından dünyanın buğusunu sildiğimizde karşılaştığımız kendi yüzümüzdür hüzün.” Yürümek: “Kalpte hasret, damarda kan, yanakta gözyaşı yürür.” Gözyaşı: “Gözyaşı, varlığımızın ve hiçliğimizin kendisini asla unutturmayan yegâne telmihidir. Belki de bu yüzden; önce gözyaşı verilmiştir hepimize...” Yara: “Yarası olmayanın, yarasını bulmayanın ömrü yüktür kalbinde, omuzlarında.” Yalnızlık: “Yalnızlık ruhumuzun üşümesidir yeryüzünde.” Üşümek: “Üşüyenler kadar yalnızdır üşümenin de kendisi.”

Üçüncü bölümde bir türkünün sesi var: “Bizim Pencereler Yele Karşıdır” Sivas’ın taşına, toprağına; dağına, ırmağına bir türkünün sesi sinmiştir. Hüseyn Kaya’nın hem nesir hem de şiirlerinde bu türkülerin sesini, içli ve sevda dolu yönünü görürüz. Bu bölümdeki denemelerden seçtiğim cümlelerle Hüseyn Kaya’nın gönül evini tanıyoruz. Bu evi, bir usta gibi kendisi inşa ediyor. Zihnimizde canlandırdığımız bu ev kaybettiğimiz bir kültürün, mazinin hatırlanışıdır. Evin Ön Sözü: “Bahçeler evlerin ön sözü, bahçeler hayatın ve dünyanın minyatürüydü.” Pencereler: “Mahrem sırların en suskun şahididir pencereler ve bilinmesi, görünmesi istenmeyen cümle ahvalin örtüsü.” Kapılar: “Ekmek kapısı, gurbet kapısı, dünya evinin kapısı peş peşe alır bizi içine.” Oda: “Sessiz bir dost, dilsiz bir sırdaştır oda.”

Dördüncü ve son bölüm: “Geldi Geçti Ömrüm Benim” Bu bölüme Nef‘î ile başlıyoruz: “Bir düş gibidir hak bu ki ma‘nîde bu âlem./ Kim göz yumup açınca zamânı güzer eyler.” Kırk’a Dair: “Sükûnet limanının uzaktan göründüğü yaşlardır kırklı yaşlar.” Dünya: “Dünya kendisini sevdirmek isteyen çocuklar gibi dolaşır durur ayaklarımıza.” İmtihan Dünyası: “Her an önümüze kilitli bir sandık koyar dünya, her açtığımız kapının ardında yeni bir kapı bekler bizi.” Gönül Darlığı: “Daralan gönlümüze şiirler, şarkılar, sevdalar misafir olmuyor.” Hastane Önünde İncir Ağacı: “Hastalık acısı görmeyen kalp, gün görmeyen meyve çekirdeği gibi kurur kalır olduğu yerde.” Kafesten Kuş Uçmuş Gibi: “Ölüm gelir ve ödünç verilen nefesi alır ruhumuzdan, gölgemiz dahi terk eder peşimizi. Dünya kitabının son sayfasıdır ölüm, herkes için.” Ölüm, ömür, yalnızlık, yorgunluk, hüzün ve dünyanın aldatıcı yüzü. Akşam Ağrısı aslında bir yolculuğun, bir ömrün hikâyesidir. Hüseyn Kaya’nın dünyadan geçişini, duraklarını, dertlerini, sığınaklarını, gönül evini ve gideceği menzili okuyorsunuz. Türü deneme olsa da bilinçli bir kurgu ve kompozisyon ile bir ömrün serencamına şahit oluyorsunuz. Şiir değil ama şiir denizinden alınan mürekkeple yazılan denemeler okuyorsunuz. İçinde şiir, yanık türküler, hüznün dile gelmiş hâli ve yalnızlığın resmini değil kendisini buluyorsunuz. Akşam Ağrısı, sadece adında ağrı olan ama içinde her kalbe şifa olacak bir eser.


kaynak: sebilürreşad dergisi, haziran 2023, sayı:82

mesnevi yazabilmeyi isterdim



konuşturan: cevat akkanat

Yaşadığımız dönemin şairleri ne düşünüyor acaba Divan şiiri hakkında diye şairlerimize Divan şiirini soracağız…İlkin Hüseyin Kaya’ya sorduk..

Köklü bir edebî birikimin üzerinde hayat sürüyoruz. Şairlerimiz için klasik şiirimiz bir hazine. Peki, bu hazinenin farkında mıyız? Yeterince istifade edebiliyor muyuz yoksa böyle bir derdin sahibi değil miyiz?

Edebiyat geleneğimizin temellerinden birisi olan Divan şiiri ile alakalı, bugünün şairlerine dünün şiirini soralım istedik. Yaşadığımız dönemin şairleri ne düşünüyor acaba Divan şiiri hakkında… İlkin Hüseyin Kaya’ya soruyoruz sorularımızı...


Divan şiiri sizin için ne anlam ifade ediyor?


Ana damar, okyanusa akan büyük ırmak, roman, hikâye, felsefe, sanat, din, iman, hayat, şiir…

Sizce Divan şiiri bugün sürdürülebilir mi? Niçin? Nasıl?

Şiir de diğer bütün sanatlar gibi hayatın içinden alır rengini. Tanzimat’tan beri kalbimiz, yüzümüz Batı’ya dönük; fakat yine de divan şiirinin coşkulu, lirik ve derin düşünce iklimi kısmî yeniliklerle devam ettirilebilir ve ettirilmelidir düşüncesindeyim. Bahsettiğim yeniliklerle şiir yazan onlarca büyük şairimiz var. Divan şiiri her şeyden önce Türk şiirinin ana damarlarından birini oluşturur. Divan şiirinden, halk şiirinden yani gelenekten beslenmeyen şiir köksüzdür ya da aşılamadır, gövdesiyle meyvesi benzemez birbirine.

Şiirinizde Divan şiirine mahsus hangi unsurlara yer verdiniz, yer vermek istersiniz?

Şiir, kasıt kabul etmeyen bir türdür. En azından benim yazdıklarım için bu durum böyle. Dolayısıyla, illa şu unsuru şiirime taşıyacağım, şeklinde bir kaygım olmadı fakat Divan şiiriyle bilhassa öğrencilik yıllarımda ilgilendim ve bu ilgi yazdıklarıma da sirayet etti. Gazeller, rubailer, kıtalar yazdım yirmi yaşımın ilk yarısına kadar.

Divan şiirimize ait mazmunları, konuları, edebî sanatları hatta nazım biçimlerini kullandım, kullanmaya da devam ediyorum. Mesnevi yazabilmeyi ya da bir divan tertip edebilmeyi isterdim mesela.

En son ne zaman Divan şiiri okudunuz?

Bir hafta olmamıştır. Kitaplığımda divanlar ve mesneviler daima ulaşabileceğim bir rafta durur, bazı gazeller kendisine mutlaka çağırır bir süre okumasam. Farkında olmadan ezberlediğim onlarca beyit, gazel vardır bu şekilde.

Kendinize yakın hissettiğiniz Divan şairi/şairleri var mı? Neden? Nasıl?

Fuzûlî ve Niyaz-i Mısrî’yi kendime daha yakın hissederim. Fuzuli’deki lirizm, Niyaz-i Mısri’deki dünya ve hayat anlayışı, coşkunluk kendimi onlara yakın hissetmem için gerekli sebepler galiba. Nesimi, Eşrefoğlu Rumi, Şeyh Galib, Esrar Dede, Nef'i, Naili, Neşati, Necati gibi isimlerle listeyi uzatmak mümkün.



Cevat Akkanat sordu

2012

Kaynak: https://www.dunyabizim.com/mercek-alti/mesnevi-yazabilmeyi-isterdim-h10361.html

17 Haziran 2023 Cumartesi

soğan

 

Soğan olsun mu dedi, dürüm saran çocuk. 

Olmasın, dedim. Olmasın… Ne olduysa işte o anda o anda oldu. Kalabalığın ve gürültünün arasında zaman önce durdu, sonra yıllar öncesine döndü. 

Kar diz boyu yağardı o vakitler. Sabahları elimizi attığımız dış kapının kolu elimize yapışırdı çoğu zaman soğuktan. Bahçe kapılarını kürek yardımı olmadan açmak zor olurdu bazen. Donan su boruları, tüten soba boruları, ayaklarımızda kara lastik ayakkabılar ve sırtlarımızda ağabeyimizden hatta ablamızdan kalan gocuklarla, siyah beyaz albümlerde ve yaşadığımız şehirlerin hafızasında kaldı çocukluğumuz, ilk gençliğimiz. 

O sabahlardan biriydi yine. Cumartesi pazarı evimize en yakın mahalle pazarıydı ve meyve sebze ihtiyacımız dahil pek çok ev ihtiyacımızı buradan temin ediyorduk. Manavın adını hayat bilgisi kitaplarında duyardık ancak canlı bir manav görmemişti çoğumuz. 

Annem çizgili pijamaya benzeyen pazar çantasını bir elime, alınacakların listesiyle beraber ucu ucuna yetebilecek parayı da diğer elime tutuşturdu, yeşil gocuğumu giydirdi, akşamdan sobanın yanına koyduğu ayakkabılarımı da dış kapıya kadar kendisi getirdi. Uğurlar olsun, dedi.  

Gece kar yağmış hava biraz yumuşamıştı. Soğuk, kış, kar kimsenin umurunda değildi. Herkes işinde gücündeydi. Yol boyu soba borusu temizleyenlere, dün akşamın külünü küçük çöp kovalarıyla kapılarının önlerine çıkaranlara, bahçesindeki karı kürekle yollara atanlara baka baka pazara ulaştım. Bir elim sımsıkı pazar parasını tutuyordu cebimin içinde. Böyle havalarda birkaç saat pazara geç gelecek olsam buzlanmış meyveleri ve sebzeleri eve götürme ihtimalim vardı. Ne sabah ne öğlen… Pazar alışverişi için en güzel vakitti. 

Her zaman olduğu gibi önce baştan aşağı dolaştım pazarı. Meyvenin sebzenin iyi ve uygun olduğu tezgâhları tespit ettim daha sonra oyalanmadan listedekileri birer ikişer almaya başladım. Önce ezilmeyecek meyve ve sebzeleri almam gerekiyordu. Ezilme ihtimali olanları en sona alıp çantanın en üstüne yerleştiriyordum. Kısa bir süre sonra pazar çantasını doldurdum. Annemin verdiği paradan bir miktar da artırmıştım. Ağır usul pazardan çıkacağım köşeye doğru ilerlemeye başladım. Gâh sağ elime alıyordum çantayı gâh sol elime. Çanta tutmayan elimi hem cebimde ısıtıyor hem de dinlendiriyordum. Evin en büyük oğlu olmak böyle bir şey olsa gerek diye düşünmeden alamıyordum kendimi böyle durumlarda ancak şikayetçi değildim. 

Tam pazardan çıkacağım köşede benden biraz daha yaşı büyük, ağabey, diyebileceğim bir delikanlı düştü önüme. İki elinde boğazlarından tutulmuş kirli iki telis torba ile bata çıka ilerliyordu erimeye durmuş karlı yolda. Zayıftı ve uzun boyluydu. Şapka takmamıştı, epeyidir dışarıda olduğu kulaklarından ve boynundan belli oluyordu. O önde, ben arkada iki yüz metre kadar ilerledik. Pazarın biraz kıyısında ara sokaklardan birindeydik ve o anda oldu olan.  Birdenbire delikanlı elindeki torbaları aniden savurarak yol kenarında bir kar yığını üzerine sırt üstü kendini attı. Şaşırmıştım. Öylece kalakaldım. Ellerini ayaklarını çırpıyor hırıltıya benzer sesler çıkarıyordu. Pazardan aldığı ne varsa savrulmuştu iki yana. O çırpındıkça kara gömülüyor ben ise ne yapacağımı bilemeden öylece bekliyordum. Elimdeki çantayı bir kenara koydum ve gence doğru ilerledim. O sırada yoldan geçen yaşlı bir adam yetişti yanımıza geldi. Gencin kollarını iki yana ayırdı, güçlükle zapt ediyordu. Bir yandan da kasılıp tekrar gevşeyen ayaklarına dizleriyle bastırıyordu. İhtiyar, sağ kolunu iyice tuttu yerde yatan delikanlının sol kolunu bana uzattı. Genç yumruklarını demir gibi sımsıkı kapamıştı. Yaşlı adam bana bakarak, yumruklarını çöz, dedi. Bunu derken kendisi de elindeki sağ elin yumruğunu çözmeye çalışıyordu fakat nafile bir çaba gibiydi bu. 

İçim daralmıştı. Birdenbire mekan, zaman değişmiş kendimi bambaşka bir dünyada buluvermiştim sanki. Dediğini yapmaya çalıştım adamın. Gencin parmaklarını biraz gevşetiyor ancak canını yakmaktan da korkuyordum. Avucunda bir şey saklıyormuşçasına sıkıyordu parmaklarını.  Geriye doğru dönmüş gözlerinin akına birkaç kez bakabildim sadece. Bağından kurtulmaya çalışan bir kurban gibi öylece çırpınıyor, çırpınıyordu. Bir süre sonra ağzından köpükler de gelmeye başladı. Ben ne olduğunu ne yapmam gerektiğini anlamaya çalışırken birkaç kişi daha geldi yanımıza. Yakındaki evlerden birinden bir kadın limon kolonyası getirdi. Bir başkası su getirdi. Başucumuzdaki sesler çoğalmıştı ancak kimsenin benim vazifemi üstlenmeye niyeti yoktu.  Kadınlardan biri su içirmeye çalıştı delikanlıya lakin gencin kilitlenmiş dişleri arasında su gitmiyordu. Limon kolonyasının da bir etkisi olmamıştı. 

Üç beş dakika sonra yaşlı adam başımızda toplananlara; soğan getirin, dedi. Kuru soğan getirin çabuk olun. Çok sürmedi iki tane iri kuru soğan getirdiler ve uzattılar adama. Genç biraz yorulmuş gibiydi, ağzındaki köpük git gide çoğalıyordu. İhtiyar bana bakarak, sen bırakma oğlum, dedi. Tutmaya devam et. Tamam anlamında başımı salladım. Adam gencin ayaklarını bıraktı ve sağ kolunu dizlerinin arasına aldı. Soğanı iki elinin arasında limon gibi sıkmaya ve suyunu gencin ağzına burnuna dökmeye başladı. Ne gencin durumundan bir şey anlıyordum ne de yaşlı adamın yaptığından. İhtiyar yaptığı işten gayet emindi, soğanın suyunun bittiğine kanaat getirince ikinci soğanı sıkmaya başladı gencin yüzüne. Bu defa genç öksürmeye, aksırmaya başladı. Bir iki aksırıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi doğruldu. Bir uykudan uyanmış gibiydi. Ürktüm, elini bırakıp kenara çekildim. Önce parmaklarını ovuşturdu sonra yattığı yerden doğruldu ve yerden aldığı birkaç avuç karla yüzünü, ağzını temizledi. Hiç kimsenin yüzüne bakmadı. Sebepsiz bir mahcubiyet vardı yüzünde. Kimseye teşekkür etmedi, edemedi belki de. Kalabalıktan birkaç kişinin yardımıyla dağılan meyveleri sebzeleri telis torbaya doldurdu. İyi misin yavrum, dedi bir teyze. Teyzenin yüzüne bakmadan başını salladı. Yarı ıslak haldeki kirli torbalarının tekrar boynundan tuttu ve ardına bile bakmadan yoluna devam etti. 

Kalabalık dağılınca yalnızca ihtiyar adam ve ben kaldık sokakta. Evimizin yakın olup olmadığını sordu, yakın, dedim. Üşüme, sen de ıslandın biraz, dedi. Kanım donmuş gibiydi. Yorulmuştum, ter içindeydim. Çantamı duvar dibinden getirdi ve elime tutuşturdu. Sara, dedi. Aklında olsun, soğan daima iyi gelir sara nöbetine. Çocuk aklımla hemen inanıverdim ve aklımın bir kenarına yazdım zira her şey gözlerimin önünde cereyan etmişti.

İlk defa duyduğum bu hastalığın adını tekrar ede ede eve ulaştım. Annem bahçede kar kürüyordu dış kapıyı açtığımda ama aslında beni bekliyordu. Halimi görünce birden tedirgin oldu. 

Yollar hem kar hem su hem de buz, dedim. 

Düştüm, demek istedim, dudaklarım titredi gözlerim doldu, diyemedim. 

Annem elimdeki çantayı aldı, diğer eliyle bana sarıldı. Hayat boyu bir daha hiç karşılaşmadığım o genç için, bütün hastalar için, yoksullar için, ıslanan elbiselerim için, Hıçkıra hıçkıra, titreye titreye ağlamak istedim. 

Dürüm hazır, dedi çocuk. Parasını uzattım, dürüm kalsın, dedim.

2014

21 Ocak 2023 Cumartesi

anahtar

Evden çıkmaya hazırdı artık. Çayının yarısını bardakta bırakmış, çantasını akşam bıraktığı yerden almış, her zamanki sabahlardan birine doğru yürümeye başlamak üzereydi. Pek de uzun sürmeyecek bir yolculuktan sonra iş yerine ulaşacak, sözden çok işaretle verilen selamlara yorgun ve uykulu gözlerle karşılık verecek, kendine geldiğinde gün çoktan yarılanmış olacaktı. Sanki her şeyiyle ezberlenmiş bir hayatın kendine ait olmayan cümlelerini tekrar edip duran oyuncusuydu. Yalnız hayat değil elbette rüyalarının, epeydir unuttuğu hayallerinin dahi kendisine ait olup olmadığı hakkında fikri yoktu. Aynı yollar, aynı yüzler, aynı gürültü içerisinde her gün aynı rüyaya düşüyor gibiydi uyandığı andan itibaren. Bu düşünceler içinde her akşam evine gelir gelmez anahtarlığını bıraktığı askılığın yanına geldi ve gözlerini aşağı indirmeye ihtiyaç hissetmeden anahtarına uzandı ancak anahtarı her zamanki yerinde değildi. Dikkatini toplayarak bu kez gözleriyle bulmaya çalıştı anahtarını ancak anahtar yerinde yoktu. Sağı solu, ceplerini yokladı gittikçe büyüyen bir telaşla fakat halen anahtarını bulamamıştı. Vakit kaybetmemesi gerekiyordu zira beş dakika geç çıkması evden, her şeyi alt üst edebilirdi. Hızla odasındaki çalışma masasına doğru ilerledi; çekmeceleri açtı, yokladı; masanın üzerini, rafları taradı gözleriyle.  Önceki akşam elleri dolu olduğu için doğrudan mutfağa geçtiğini hatırladı ve telaşla mutfağa geçti. Masanın, sandalyelerin ve tezgâhın üzerine baktı, nafile. Yanından hiç ayırmadığı küçük el çantasının gözlerinde kalmıştı son umudu. Çantayı açmadan birkaç kez salladı, ters çevirdi anahtar şıkırtısına benzer bir ses duyabilmek maksadıyla. Metal sürtünmesine benzeyen sesler duyunca çantasının fermuarlarını hızla açtı birer birer ancak birkaç metal para, yanından ayırmadığı küçük çakı ve dolap anahtarlarından başka bir şey bulamadı. Diğer elinden hiç bırakmadığı telefonundan saate baktı beş dakika geçmişti bile. 

Bir an kapıyı çekip çıkmayı düşündü. Akşam iş dönüşü nasıl olsa bir şekilde kapıyı açmanın yolunu bulurdu.  Yedek bir anahtarım olsaydı, dedi kendi kendine. Zihninde binbir düşünce ile hareketsiz öylece kalakaldı. Bir yandan hayıflanıyor, bir yandan anahtarı bırakma ihtimali olan yerleri düşünüyor, bir yandan ceplerini yoklamaya çalışıyordu. Çantasını tamamen boşalttı, ceplerinin astarını dışına çıkardı. Daha önce dolaştığı her yeri bir kez daha ve detaylı süzerek dolaştı: yoktu. Bu, sıkıntılı bir rüya mıydı, halen uyanamamış mıydı? Yeniden saate baktı. On beş senelik memuriyet hayatında bir kez olsun işine geç kalmadığını hatırladı ve hiç değilse bir kez buna hakkım olsun, diye içinden geçirdi. Hatta hiç gitmese bugün işe kim ne diyebilirdi ki? Hem onca yıl koştura koştura gitmenin, vazifelerini aksatmamanın karşılığını görebilmiş miydi? On beş yılda ancak bir kez, iki gün mazeret izni kullanmıştı, rapor almışlığı bile yoktu. Hepsi hepsi bir gün işe geç kalmanın yahut hiç gitmemenin kendisi için bir sıkıntı doğurmayacağını düşündü. 

İyi de nereye koymuştu anahtarını. Artık onu evde bulamayacağına kendini ikna etmeye başlamıştı içten içe. Bu saatte ne yapabilirdi ki kapıyı çekip çıkmaktan başka. Kapıyı çekip çıksa akşam dönüşte bir çilingire haber verse ve kilidi değiştirse aslında sorun kalmayacak gibiydi. Gün boyu zihninde kayıp bir anahtarla dolaşmak ve kilitli kapıyı düşünmek de pek akıl kârı bir iş değildi. Düşünceler ve evhamlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir git gel yaşıyordu. 

Kısa süren çırpınışların, telaşın yerini yılların yorgunluğu almaya başlamıştı bile. Birkaç gece gördüğü rüya geldi birdenbire aklına. Cuma ya da bayram namazı sonrası cami çıkışında ayakkabılarını bulmaya çalışmış ancak bulamamıştı rüyasında. Önce kalabalığın çekilmesini beklemiş, sonra ayakkabılıktaki tüm bölümlere bakmış ama ayakkabılarını görememişti. Terlikle olsun evine dönmek için epey çaba sarf etmişti caminin son cemaat yerinde ancak ne terlik ne de eski bir çift ayakkabı kalmıştı kendisine. Dışarda kar vardı üstelik. Yorgunluğa bezenmiş bir sıkıntıyla uyanmış, gün boyu birkaç kez bu rüyayı hatırlamıştı. Gerçi annesi: Kış düşü, boş düşü, derdi ve içinde kar olan rüyaları yorumlamazdı. Sığınmıştı o zaman bu söze: Kış düşü, boş düşü… Şimdi içinde bulunduğu halin de bir rüya olmasını ne çok isterdi. 

Zihni durmadan çalışıyor, bütün uzak ihtimallerin karmaşık yumağını önüne bırakıyordu. Gece hırsız girmiş olabilir miydi evine? Öyle bir durum olsa duyardı, uyanırdı ihtimal. Zaten en küçük çıtırtıya bile uyanır, tam dalamazdı ki… Bu ihtimale kendisi de inanmadı ancak yine de eşyaları süzerek sağa sola hızlıca bakmaktan kendini alıkoyamadı. Her şey yerli yerindeydi. Evet, her şey yerli yerindeydi ama ya hırsız gelip anahtarı aldıysa ve sokağın bir köşesinde kendisinin evden çıkmasını bekliyorsa… Son zamanlarda bu türden bir olayın ne mahallede ne şehirde yaşandığını düşünerek bu karanlık endişelerden kendisini uzaklaştırmaya çalıştı. 

Birazdan iş yerinden arayan birileri illaki olur, diye düşündü. Göz ucuyla yeniden saate baktı, dakikalar her zamankinden daha hızlı ilerliyordu. Anahtarımı kaybettim de o yüzden henüz evden çıkamadım, böyle bir mazeret ne kadar sahici yahut geçerli olurdu arkadaşlarının, müdürünün nazarında. Kaybetmeyen bilemezdi ki bu sıkıntıyı. Anahtar başka şeye benzemezdi; kimlik, banka kartı kaybetmek kadar hatta daha da riskli bir durumdu. Bu anahtar sadece kapı açmaya yarayan küçük bir metal değildi. Kendisine ait bir dünyanın, ülkenin mecazıydı. Anahtarı neden ceplerimizde, elimizin hemen altında saklıyorduk ki önemsiz olsa. Neden herkesin kilidi başka, anahtarı başka oluyordu önemsiz olsa. Anahtardı bu, başka şeye benzemezdi. Dolap anahtarı, çekmece anahtarı da değil kocaman bir dünyanın, mahreminin, evinin anahtarıydı kaybettiği. Daha önce hiç ev anahtarı kaybetmemişti. Çocukluğunda, gençliğinde evin anahtarını yanında bile taşımamıştı. Aslında babası da anahtar taşımazdı çünkü annesi hep evde olurdu. Evde hep biri olur ve gidenleri uğurlar, gelenlere kapıyı açardı. 

Düşünmekten ve oraya buraya bakmaktan iyice yorgun düşmüştü kısacık sürede. Oysa bambaşka dertleri vardı her gün kendisini yoran, kıvrandıran. Küçücük bir anahtar tüm sorunları başka bir mekana kilitlemiş, kendisini de her akşam bir an önce gelmek için can attığı evine hapsetmiş gibiydi. Artık anahtar arayacak takati kalmamıştı. Zaten aklı almıyordu evde anahtarın nasıl kaybolduğunu, kaybolacağını. Koridordan odaya doğru sürüklenircesine yürüdü, en yakın çekyatın kenarına oturdu. Yine istemsizce gözleri saate takıldı. Sağ eli çekyatın kenar boşluklarında geziniyordu. Kendisi aramayı bırakmış olsa da eli anahtarı aramaya devam ediyordu. Böylesi durumlarda okunan dualar, sureler olduğunu hatırladı. Nerede, hangi kitaptaydı? Dünya, her şey bir anda nasıl da gerisine düşmüştü bir anahtarın? Bildiği duaları okumaya çalıştı. Yapacak başka bir şey de yoktu zaten. İş yerinden ararlarsa telefonu açmamaya karar verdi. 

Pencereden dışarıya baktı göz ucuyla. Her zamankinden daha hızlı ilerleyen saate baktı. Çantasını toparladı, kıyafetini düzeltti. Kapıyı çekip çıkmaya, akşam bir çilingirle kapıyı açıp yedek anahtarı da bulunan bir kilit taktırmaya karar verdi. Telaş ve gerginlik yerini kendiliğinden sükunete ve kabullenişe bırakmıştı. Hepsi hepsi bir anahtardı. Kapıyı açarak dışarı çıktı ve ayakkabılarını giydi. Kapıyı çekeceği anda kapı kolunun altında anahtarını ve salınan anahtarlığını gördü. Rüya mıydı, şaka mıydı? Elleri dolu olduğu için anahtarı sonradan almak üzere kapının üzerinde bırakmış olmalıydı. Kapıyı kilitledi, anahtarı avcuna alarak yakından baktı. Tebessüm etti. Birden yeniden telaşlandı, geç de olsa iş yerine ulaşmalıydı artık. Koşar adım merdivenlerden indi. Başka bir sabaha, başka bir dünyaya uyanmıştı sanki. Hızlı adımlarla iş yerine doğru ilerlerken günlerden pazar olduğunun farkında değildi. 

2022 aralık


25 Kasım 2022 Cuma

ruhumuzun kayıp kıtası

Ne atlaslarda, ansiklopedilerde  yeri var  ne kartpostallarda, posterlerde resmi. Sınırları nereden başlar, nerede biter, belli değil. Bayrağı, tarihi var mı; bilemeyiz. Hayal mi, rüya mı, gerçek mi? Bu soruların cevabı bile belirsiz zihnimizde. Yaşarken kıymetini çok anlayamadığımız, sınırlarının ardına düşer düşmez özlediğimiz, aradığımız ülke; çocukluk ülkesi. 

Yasalardan, öğretilmişlerden uzak; gözün gördüğünden aklın aldığından azade sonsuzluk alemi…  Çocukluğunun ülkesinden hepten uzaklaşanın, o ülkenin lisanını tümüyle unutanın, oraya dair anılarını diri tutmayanın, o ülkenin şarkılarını kalbinden çıkaranın  hatırlayacak neyi kalır ki dünyada? 

***

Nereliyim ben? Çocukluğumdanım. Falanca ülkeden olduğum gibi çocukluk ülkesindenim ben.

Exupery

Bir yaz yağmurudur çocukluk; hangi zamanda, nerede yaşanmış olursa olsun. Fark ettirmeden ıslatır da bizi ömür boyu kurumaz elbisemiz, saçlarımız, kalbimiz. Bir kuşluk düşüdür çocukluk; biter ve bir ömür hatırlatır kendi gerçekliğini. Bir ömür izini sürer, hayra yorarız çocukluk düşünü; yürüdüğümüz yollarda, hayatın her evresinde yeniden tabir eder, yorumlatırız. Zamanla anlarız ki herkesin gördüğü bir rüyadır bu ve aynı düşü gören başka çocukların, çocuklarımızın gözlerinde ararız kendi rüyamızı, buluruz da… Gün gelir yalnız kendi çocukluğumuzu değil, çocuklarımızın dahi çocukluğunu özleriz. Neyi özler ki özlemeyen çocukluk günlerini, neyi arar ki aramayan çocukluk masumiyetini?

Kimileri kendisinin hâlâ büyümediğine inanır, inanmak ister; kimileri ara sıra da olsa çocukça düşünebildiğini, yaşayabildiğini zanneder. Kimileri için  zaman zaman uğranıp gezilen temiz anılar müzesidir çocukluk diyarı; kimileri için tozlanmaya bırakılmış suskun, acı fotoğraflar albümü. 

***

Zaman atının sırtına binip hızla yanımızdan uzaklaşan, bizi faniliğin ortasına terk edip giden, ayrılmak zorunda kaldığımız şeylerin ilki ve en değerlisidir çocukluk. Onun uzaklaşmasıyla uzaklaşır renkli kalemlerimizden, ağız göz çizdiğimiz güneşler, bulutlar, çiçekler. Onun uzaklaşmasıyla kurumaya yüz tutar bahçemizdeki iğde, saksımızdaki çiçek. Onun bizi terk etmesiyle kapı önlerinde kalır kediler. Onun uzaklaşmasıyla ellerimiz, yüzümüz büyür, kanatlarımız önce küçülür, sonra kaybolur. Giderken çocukluğumuz; çiçekten bir iz bırakır zihnimizde, kalbimizde bakıp bakıp kendisini hatırlayacağımız, yeniden çocuk olmayı arzulayacağımız. Biz onda kalsak da onunla kalsak da bende yaşıyorsun, bende yaşayacaksın, desek de takvimlerin, aynaların, dünyanın yüzümüze çarptığı gerçekler, masalların gerçekliğinin önüne geçer çoğu kez. 

Bazen bir koku, bir tat, bir yerlerde rastladığımız eski bir çalar saat; bazen eski bir kitap, bir şarkı, cıvıltısı caddeye taşan bir okul bahçesi, sabahın erken vakitlerinde duyduğumuz bir kuşun sesi çocukluğumuzla aramızdaki mesafeyi hatırlatmaya yeter. Bir de eski resimler vardır, ansızın bir kitabın arasından karşımıza çıkan, bir akraba ziyaretinde önümüze konulan. Çocukluk günlerinden kalma her eşya, her fotoğraf bir sihirli kapıdır bizi geçmiş zamanlar yurduna, çocukluğumuzun huzurlu adasına götüren. 

***

Çocuk kalbimdeki kuş

Benim çocukluğumsun

(Mustafa Ruhi Şirin)

Ne yalanlığı, faniliği vardır dünyanın çocukluğumuzda ne de zamanın baş döndüren hızı. Dünü ve yarını olmadan, arkaya bakmadan, yarını düşünmeden, bulunduğu vakti kabullenmek, elinde ve kalbinde olanla yetinerek yaşamaktır çocukluk, sonsuz bir âlemde. Güneşin tebessümüne inanırız, yıldızların sayılabileceğine, meleklerin biz uykudayken yüzümüze tebessümler çizeceğine. Kuşların dilini anlayıp ağaçlarla konuşabileceğimize inanırız bu demlerde. 

Gün dolanır, ay dolanır. Heyecanla beklenen bayramlar, mevsimler bir bir geçer içimizden, yanımızdan. Uçuşur yapraklar takvimlerden. Hiçbir yere uzanamayan kollarımız, minicik boyumuz uzar; sesimizin ve gökyüzünün rengi değişir. Eskimeye başlar tenimiz de dünyadaki her şey gibi. Daha evvel hep aynı yuvarlakta dönen, sonsuzluğu kovalayan akrep ve yelkovan artık sayılarla ilerler. Zamansızlıktan zamana, sonsuzluktan dünyaya atılır kalbimiz bir kum saatinden usul usul dökülen taneler gibi. Dünlerle avunur, yarınların endişesiyle titrer kalbimiz. Telaffuz edemediğimiz, anlamını bilemediğimiz kelime kalmaz sözlüklerde.  Öğreniriz dünyanın dilini, unutarak çocukluk ülkesinin lisanını.

                                                                    ***

Hayatımızın hangi döneminde olursak olalım; hepimizin içinde kısık sesle söylenen bir ninni, hepimizin kalbinde fısıldanarak tekrar edilen masal tekerlemesidir çocukluk.

Esasında yaşamaktan yorulduğumuzu hissettiğimiz an başlarız çocukluk cennetinden uzaklaşmaya. Tanımaktan, anlamaktan, anlatmaya çalışmaktan usandığımızda, heyecanı bittiğinde yeni başlayacak günün, bayramlar yitirdiğinde neşesini, yağmura tutulmaktan korkmaya başladığımızda çoktan dünyasına adım atmışızdır büyüklerin. Heyecan biter, keşif biter, bütün kainatla olan aşinalık kendisini yabancılığa bırakır. Yeni bir dil öğrenir dilimiz, yeni bir lügat konulur önümüze sayfaları ince. Tatlı bir rüyadan hüzünlü bir rüyaya düşer yolumuz. Büyür ve akıllanırız. Taburcu olmuş bir hastanın, geride kalmış bir yolculuğun, çoktan geçilmiş bir yaz mevsiminin yorgunluğudur gözlerimizden okunan. Acemisi olduğumuz bir dünyada yürür ayaklarımız, bakar gözlerimiz, dokunur ellerimiz heyecansız ve sevgisiz. 

Yetiştirilecek işler, verilecek sınavlar, beklenen tatiller arasında çoktan unutmuşuzdur çocukluğumuzu da farkına bile varmayız çoğu zaman bu hakikatin. Sorulmadan konuşmayan, her şeyi bilen, hiç bir şeyi merak etmeyen, sebepsiz ağlayamayan, sevinemeyen bir canlıya dönüşürüz kalabalık dünyada, telaşlı ve yorgun. 

Kapı pervazlarına kurşun kalemlerle aldığımız boy ölçülerimiz, yağmurlu günlerde beklerken babanın, ağabeyin, ablanın dönüşünü eve pencereye yansıyan siluetimiz gibi silinir, kaybolur. Artık masallara, rüyalara, yalanlara değil de bir yalana kanarız: dünyaya.  Ne sevebiliriz çocukluğumuzda sevdiğimiz kadar bir kimseyi ne de kimseler sever bizi çocukluğumuzda sevildiğimiz gibi. 

***

Nerdesin çocukluğum,

Küçüklüğüm nerdesin?

(Cevdet Kudret)

Onlarca yıl yaşarız, onlarca mevsimi geride bırakırız yeniden çocukluğumuza, çocukluğumuzun ülkesine erişebilmek adına. Yaşadıkça anlarız, çocukluğumuzdur dünyadaki cennetimiz ve anlarız  önce çocuklar adım atar cennetin kapısından. Çocuk geldiğimiz dünyaya, çocuk gibi veda edebilmek için terleriz yokuşlarda, uçurum kıyılarında, sarp kayalıklarda. Koşa koşa içine daldığımız dertler, tasalar, gamlar, kasavetler yaraladığında kalbimizi dünya çölünde, en çok çocukluk adasındaki aydınlık mevsimleri özler, o günlerin hatırasına tutunuruz. 

Çocukluk; kimimizin en kısa ve en güzel rüyası, kimimizin ömür boyu süren gerçeği,  kimilerimizin ise çoktan geride kalmış hüzünlü hikayesi... Ruhumuzun, kalbimizin kayıp kıtası çocukluk; hepimizin yaşadığı, hepimizin içinde bir parçası yaşayan görkemli ülke. 

ekim 22





en çok ağaca benzer insan


Neresinde olursak olalım dünyanın, hangi mevsime, hangi iklime adım atarsak atalım; gittiğimiz her yerde onları, onlardan birini görmek arzusu var kalbimizde hep. Onlarsız dünya ıssız, onlarsız eksik bir şeyler yeryüzünde. Çorak bir dağ başında, bir akarsu kenarında, yükselen binalar arasında, metropollerde yahut köylerde, istasyonlarda, terminallerde, yol kenarlarında hep onları arar gözlerimiz ve gördüğümüzde onlardan birini; kalbimiz şenlenir, ruhumuz huzura teslim olur. Bulunduğumuz yeri onlar benimsetir ve onlar alıştırır bizi yeni mekanlarımıza ağır usul. Hayatta olduğumuzun sağlamasını onların varlığıyla yaparız farkında olmadan.  Bir mecaz var dünyadaki hikayemizde onların hikayesi ile kesişen. Ezelî bir aşinalık var onları bize yakın kılan. Bir şey var bizlere ağaçları sevdiren, onlarla hemhal eden.

Yılın dört mevsimi gözümüz üzerlerinde aslında ağaçların. Mevsimleri onları izleyerek takip ederiz, yılların çabucak geçtiğini ya aynaya ya onlara bakarak hatırlarız en çok. Kışın sert geçeceğini, baharın erken geleceğini onları seyrederek anlarız. Parkta yahut dağ başında onların gölgesinde huzur buluruz en çok, bunaltıcı yaz sıcaklarında. Bir dostu, arkadaşı sabırla saatlerce ayakta beklemeyi de onlardan öğrenmişizdir, yağmurda ıslanmayı, rüzgârda cezbe ile salınmayı, ırmaklara doğru ellerimizi, ayaklarımızı uzatıp kapılmayı da…

Kalem tutan küçücük ellerimizle önce ağaç çizmeyi öğreniriz. Çocukluğa ait bütün resim defterlerinin bir sayfasında mutlaka yer alır yeşil, şen yahut sararmış yapraklarıyla hüzünlü ağaçlar.  Anneden, babadan, kardeşten, yardan, yârandan başka en çok onlara sarıldığımızda dolar kollarımız, çarpar kalbimiz. Çocukluk ülkesinin başkentidir ağaç dipleri, ağaç dalları. Çocukluk ülkesinin tahtıdır, ağaç dallarına kurulmuş salıncaklar. Bu yüzden olsa gerek ağaç görünce ona dokunmak istemeyen, mutlu olmayan çocuk yok gibidir yeryüzünde.

En çok ağaca benzer insan da hüznüyle, neşesiyle, yalnızlığıyla, kalabalığıyla, gençliğiyle yahut ihtiyarlığıyla. Tıpkı bizler gibi onların da isimleri var: elma, söğüt, ardıç, gürgen, meşe… Onların da her iklimde yaşayamayanı, her toprağa kök salamayanı var, soğuğa dayanamayanı yahut sıcağa tahammül edemeyeni var. Tıpkı bizler gibi onlar da benzer yaşadıkları memleketlere, onların da ruhuna karışır kök saldıkları derinlerin, el açtıkları göğün rengi. En çok ağaca benzer insan zira onların da meyve vereni, vermeyeni var; çiçek açanı, açmayanı var. Onların da en küçük bir rüzgârda savrulanı, en deli fırtınalara meydan okuyanı, kendisine sığınanlara sahip çıkanları var. Bizler gibi içi dertten oyulmuş olanı da var kısacık güneşli günlere kapılarak yapraklarını gün ışığına uzatanları da.

Kaldırım ortasında yürümeyi unutmuş ve öylece kalakalmış bir insan gibidir şehirlerde bir kısmı ağaçların, yanından geçenlerden bir selam beklerler, hatırı sorulsun isterler. Parklarda suskun bilgeler gibi köklerini derinlere salarken bir kısmı, konuşurlar, dertleşirler belki de kendi aralarında ve derdine ortak olurlar parklarda maziyi yad eden, namaz vakti bekleyen, evine sığamayan ihtiyarların. Dağ başlarında yahut sakinleri çoktan göçmüş köylerde, ırmak kenarlarında yahut unutulmuş mezarlarda kuşların mihmandarı, bulutların kardeşi, gövdesini kemiren kurdun dahi dostudur ağaçlar.

İnsanlara benzer ağaçlar da. Mesela iri dallarıyla etrafı kuşatmış kocaman bir ağaç yanında bodur kalan, boy atmayan cılız bir ağaç varsa büyük ağaçtan korktuğuna, o yüzden büyüyemediğine inanılır. Kendi kendine sebepsiz kurumaya başlayan, içten çürüyen bir meyve ağacı varsa, küstüğü düşünülür hayata, etrafına. Gövdesinde şayet yara varsa ağacın, çamurla sıvanır, sarılır tıpkı insan gövdesi sarılır gibi. Öleceğini anlayan ağaçların vakitsiz çiçek açtığı söylenir bir de. Dilekler onlara fısıldanır, yalnızlıklar onlara anlatılır ve meyvesi varsa taşlanır yoksa korkutulur meyve vermesi için. Korkar da…

Evet ağaçlar da korkar; kol kavuşmaz kocaman gövdelerine, her şeye, herkese verdikleri güvene rağmen. En çok insandan, kendisine en çok benzeyenden korkar da yine de sakınmaz gövdesini, esirgemez dallarını, meyvesini, gölgesini insanlardan.

Ressamlar, şairler, bestekarlar, bilgeler, dervişler harf harf okur ağacın dallarındaki, yapraklarındaki, gövdesindeki hakikati.

Her ağaç bir başka bir bilgeliğin hocası. Kimi sabrı fısıldıyor benliğimize kimi nahifliği, kimi sükuneti fısıldıyor bize kimi cesareti, gücü, kuvveti, görkemi. Işığa, aydınlığa doğru başımızı çevirmeyi, bir yere ait olmayı, bir mekânı yurt edinmeyi, oraya kök salmayı, orada bir dünya kurmayı, cömertliği, sükuneti, derinliği ağaçlardan öğreniyoruz gayriihtiyari. Belki de bu yüzden yeni her evin önüne birkaç fidan dikiyoruz, yeni her binanın etrafını önce fidanlarla süslüyoruz.

Ağaçlar gibiyiz bizler de yeryüzünde. Korkuyu, acıyı, sevgiyi hissettikçe yaşadıkça kök salıyoruz toprağımıza, yapraklarımız çiçek açıyor. Dallarımızda kuşlar, gölgemizde çocuklar hayal gibi, rüya gibi, varla yok arası.


gün gelir insan anlayıverir

tek başına yaşlanan bir ağaç olduğunu

(Ayten Mutlu)

Ağaçlarla başlıyor hikayemiz, ağaçların hikayesi bizden çok önce başlamış olsa da. Ağaç; yoldaşımız, yazısı yazımızla yazılanımız. Ağaç; faniliğimizin aynası, hayat yolculuğumuzun sessiz hatırlatıcısı. Yalnız bahçelerde, parklarda, ormanlarda yaşamıyor ağaçlar. Ninnilere, türkülere, ağıtlara, masallara kadar dalları uzanıyor ağaçların; sözlerimize, hayallerimize, rüyalarımıza düşüyor yaprakları.

Ağaçlarla başlıyor ve sürüyor hikayemiz. Ağaçtan bir beşiğe konuyoruz dünyaya gelir gelmez, ağaçtan tavanları olan bir evde. Yeni yeni yürümeye başladığımızda ağaçtan bir çıkrığa tutunuyoruz minicik ellerimizle. Ağaçtan bir kaşıkla içiyoruz çorbamızı ağaç yer masalarına uzanarak. Evlerimiz ağaçtan, merdivenlerimiz, mescitlerimiz ağaçtan, sandalyemiz, masamız ağaçtan. Ocakta aşımız ağaçla pişiyor, ağaçla kaynıyor suyumuz. Yazın gölgesinde serinlediğimiz ağaç, kışın yanarak ısıtıyor yuvalarımızı. Ağaçtan kalemlerle, defterlerle geçiyor çocukluğumuz ağaç sıralarda, masalarda, karatahta önlerinde. Ağaçtan sazımız, sözümüze can katıyor, ahenk veriyor. Yolun sonuna gelip de tutmaz olduğunda dizlerimiz, yine ağaç yoldaşımız oluyor bir baston olup titreyen ellerimizde. Dünyadaki son yolculuğumuza uğurlanırken ağaçtan yapılmış daracık bir kutuya konuluyoruz. Bahçemize, bostanımıza, yol kenarlarına diktiğimiz ağaçlar diziliyor üzerimize, sonsuz uykuya uğurlanırken bedenimiz ve mezarımızın üzerine dikilen bir kuru tahtaya yazılıyor ismimiz.

Ağaçlarla bitiyor hikayemiz. Dikili bir ağacımız olsun için arşınladığımız yeryüzünde hepimizin dikili bir ağacı oluyor sonunda hikayemizin. Bir mecaz var dünyadaki hikayemizde onların hikayesi ile kesişen. Ezelî bir aşinalık var onları bize yakın kılan. Bir şey var bizlere ağaçları sevdiren, onlarla hemhal eden.

kasım, 22