hikâye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikâye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Kasım 2024 Çarşamba

nazar

Hüseyn Kaya

Gökyüzü olabildiğince maviydi ve söğütlerde, iğdelerde yaprak kımıldamıyordu. Yalnızca bostanın gölge taraflarındaki böceklerden arada cılız sesler çıkıyor, sonra yeniden derin bir sükûnet başlıyordu. Karıncalar bile bunaltıcı sıcaktan yuvalarına saklanmış gibiydiler. Telaşlı üç beş iri kara sineğin ya da şaşkın şaşkın dolaşan birkaç eşek arısının sessizliği ihlal etme çabası da uzun sürmüyordu.
Sabahın erken saatleri ve güneşin batmaya döndüğü zamanlar hariç, bu mevsimde, bu saatlerde hep böyleydi köy.  Kimi zaman azalıp çoğalsa da kaç yıldır aktığı bilinmeyen acı pınarın kurnaya dökülürken çıkardığı ses bile duyuluyordu, sessizliğin iyice derinleştiği anlarda. Köy, ikindi vakti üzerindeki durgunluğu atacak ve zaman kımıldayacaktı. 
Dedem her zamanki yerinde, evin kanatlı dış kapısının üzerindeki örtmenin gölgesine oturmuş, bir yandan uzaklara dalmıştı. Uyumuyordu ancak bu dünyada değildi ve bizimle aynı zamanda olduğu da söylenemezdi.  Bütün bu durgunluğun, sessizliğin ortasına birdenbire bir çığlık düştü:
-Yılaaan!
Aniden duyulan bu sesle bir fotoğraf karesi gibi hareketsiz duran köy, canlanmaya başlamıştı. Yılan, düşman demekti, sinsilik demekti. Adı da kendisi de soğuktu bu düşmanın. Adının boşlukta yankılanması bile temmuz sıcağını unutturmuş, insanları üçer beşer dışarıya çıkarmaya yetmişti. Evimizin biraz ilerisinde, bostanın bulunduğu yerde ürkek ama gergin küçük bir kalabalık oluşmuştu. Ortada bir çocuk kendine peş peşe yöneltilen “nerede gördün, boyu ne kadardı?” gibi sorulara cevap vermeye çalışıyordu.
Çocuk; bostanın duvarıyla bitişik, akşamları ahır hayvanlarının altına serilen kırılmış, ezilmiş tezeklerin muhafaza edildiği eğreti depoyu, kuruluğu işaret parmağıyla gösteriyor; kollarını iki yana açarak yılanın boyunu tarif ediyordu. Kalabalıktan biri ısrarla yılanın rengini soruyordu. Çocuğun telaşında ve korkusunda azalma yoktu:
-Maviydi ya da yeşildi. Birden bostan duvarındaki büyük taşların üstünden kuruluğa doğru aktı.
-Göğgele olabilir, dedi onu dinleyenlerden biri. 
Göğgele, lafını duyan büyüklerin yüzlerindeki endişe biraz daha artmış ve bütün sorular bir anda bitmişti. Göğgele neydi, bilmiyordum. Etraftaki çocuklar kuruluktan uzak durması için ikaz edildi. Büyükler birer ikişer ortadan kayboluyor, sonra ellerinde kürek, bel, tırmık gibi malzemelerle yeniden geliyorlardı. Dedem, yalnızca bayıra giderken yanına aldığı ince demirden yapılmış uzun bastonuyla gelmişti kalabalığın yanına. Ucu mızrak gibi sivri, parmak kalınlığında bir demir çubuktu bu. Hemen herkesin evinde farklı boylarda bulunan bu demir çubuğa tille, derdik. Yarım bir daire oluşturuldu kuruluğun önünde. Büyükler önde, biz birkaç adım geride bir süre bekledik. Elinde kürek olanlardan biri kuruluğu uzaktan, küreğin ucu ile karıştırmaya başladı. Ondan cesaret alan bir başkası elindeki uzun odun parçasıyla aynı yeri yoklamaya başladı. Büyükler, küçük adımlarla kuruluğa yaklaşıyorlardı ki kadınlardan biri çığlık attı:
-Göğgele bu. Uzak durun. 
Nasıl olmuşsa olmuş, yılan kuruluktan çıkmış ve bostan duvarının köşesine sıkışmıştı. Kalabalık yalnızca yılana odaklanmış, bazıları öfkeden terlemişti. Bir türlü tam olarak yaklaşamıyorlardı yılana. Bir ara iyice yaklaşarak görmek istedim dakikalardır süren korkunun kahramanını. Taş duvarlar arasında bir yılan, tıpkı filmlerde gördüğüm gibi vücudunun yarısı daire biçiminde kıvrılmış, boynu ve gövdesiyle sağa sola salınıyordu. Taşların, yerdeki toprağın arasında parlak rengiyle uzaktan bile fark edilebiliyordu. Ara ara dilini çıkardığını gören kadınlardan biri:
-Yalvarma adi hayvan! Acımayın, yalvarıyor, acımayın, diye homurdandı. 
Bir başkası:
-Eniklerim var, diyor. Sanki bizim çoluk çocuğumuz yok, uzak durun üstünüze sıçrar, dedi. 
Yılan konuşuyor muydu kısık bir sesle? İnsanlar nasıl anlıyordu onun söylediklerini?
Yılan, düşman demekti, sinsilik demekti. Adı da kendisi de soğuktu bu düşmanın. Yanımdaki çocuklardan birine kısık sesle sordum:
-Göğgele ne?
Benden birkaç yaş büyük olan çocuklardan biri yine fısıltıyla cevap verdi:
-Çok zehirli, hatta öteki yılanlar zehri bundan alırmış. Bunun soyu öteki yılanlardan başka.
-Uçar mı peki, diye devam ettim. 
-Uçamaz, kanatları yok ki, aniden sıçrar, beline bacağına, boynuna dolanırmış insanın. 
Korkmaya başlamıştım ki kalabalık daha da hareketlendi. Dedem, tillesini yılanın gövdesinin tam ortasına saplamış, kendinden uzak tutmaya bir yandan da zapt etmeye çalışıyordu. Yılan, bu demir çubuğa kalın bir halat gibi gövdesini doluyor, çözüyor yeniden sarıyor, acı içinde kıvranıyor, başını sağa sola uzatıp dilini çıkarıyordu. Tam tepemizdeki güneşin altında rengi daha canlı ve güzel duruyordu göğgelenin. Dedem tillesini havada güçlükle tutmaya çalışıyordu. Tillesini yere doğru yaklaştırınca kürek, bel, değnek, tırmık darbeleri peş peşe indi hayvanın sırtına. 
-Kafasını ezin, diyordu biri. Kafasını ezmezseniz gebermez kâfir! 
Zaten arada bir görebildiğim yılana bakmayı bırakmış, insanların yüzlerine, çabalarına bakıyordum. Binlerce yıllık bir hınç akıyordu yüzlerden, bakışlardan. 
Âdem’in, Havva’nın intikamını alır gibiydi bu küçücük köyün yaşlıları ve kadınları. Havva anamızı kandırarak Âdem’le birlikte cennetten kovulmalarına sebep olan ve sonra sürünmekle cezalandırılan yılan değil miydi? Dünyaya atılmamızın en büyük suçlusu oydu. Üstelik bütün yılanlara zehri veren yılan soyundandı şimdi yerde acıyla kıvranan. Yılan kıvrılmaya, toparlanmaya çalıştı kısa bir süre. Her darbeden sonra tepkisi azalıyordu. Nihayet hareketsiz kalmıştı. Hırpalanan, toza toprağa belenen rengi hâlen soğuk güzelliğini koruyordu. Can çekişmeleri sona ermişti hayvanın. Kenara çekilenlerin kimi yılanın olduğu yere doğru tükürüyor, kimi kızgın yüzünden akan terini siliyordu. Dedemin tillesinin vazifesi çoktan bitmişti. Yılan, düşman demekti, sinsilik demekti. Adı da kendisi de soğuktu bu düşmanın. Yılan kâfirdi. Yılan, ezelî bir hikâyenin öldürülmesi gereken kahramanıydı.
Kalabalık usul usul dağılmaya başladı. Dedem, yerdeki yılanı bir küreğe dengeli biçimde aldı. Kuyruğu ve başı sallanan göğgelenin aniden hareketleneceğine dair korkunç hayaller zihnimden geçiyordu. Oysa hırpalanmış gövdesinde can belirtisi kalmamıştı. Önde dedem, ardında ben evin ilerisindeki iğdelerin yanına gittik. Yılanı gömeceğimizi umuyordum fakat dedem:
-Yengene söyle gaz yağı göndersin, dedi. 
Koşarak gittim ve gazyağı istedim yengemden. Yengem, gazyağını uzattı ancak kendi de benimle geldi. Yılanı urgan kelebi şeklinde toplamıştı dedem. Gazyağını elimden aldı ve o kelebin üzerine yavaş yavaş gezdirerek döktü. Anlamadığım şeyler oluyordu. Yeleğinin ön cebinden eksik etmediği muhtar çakmağını birkaç denemeden sonra yakan dedem, yılanı tutuşturdu. Hayret, korku ve bilinmezlik çocuk ruhumu perişan etmişti. 
-Daha ölmedi mi, niye yakıyorsunuz? Niye gömmedik, dedim. 
Dedem konuşmuyordu. Koyu, siyah bir dumana eşlik eden gazyağı kokusu, yılanın derisi, eti yandıkça, yağı eridikçe daha da tuhaf bir hâl alıyordu. O görkemli mavimsi renk, yavaş yavaş kayboldu cızırtılar, dumanlar arasında.  
-Ölmemiş miydi, dedim şaşkınlıkla. 
Bir yandan yanan yılanı izleyen dedem suskunluğunu bozdu:
-Yılan yakılınca yağmur yağar, etraf ferahlar, bereket olur, dedi. 
Onca tuhaf şeyden sonra çocuk zihnim hemen bu cümlenin büyüsüne kapıldı ve başımı göğe kaldırdım. Dağların ardından gelecek siyah bulutları beklemeye başladım, yalnızca kemikleri kalan yılan cesedinin başında. Gördüğüm küçük küçük bulutların büyüyeceğini umdum bir süre. Beklediğim bulutlar gelmeyince belki bulut olmadan da yağmur yağar, diye düşündüm. Nafileydi. Yağmurun tek damlası bile yoktu. Zaten yine eski sakinliğine kavuşmuştu köy ve güneş kavuruyordu toprağı.
 Hiç değilse kemikleri gömülmeliydi yılanın. Nereye, nasıl gömmem gerektiğini düşünüyordum ki yengem, hiçbir şey söylemeden bir iğde dalıyla yılanın külleri arasından küçücük kemiklerini seçmeye başladı. Seçtiği kemikleri toprak yardımıyla temizledi ve avucuna alarak gitti. Yeni bir soru soracak gücüm kalmamıştı. Aldığım cevapları anlamıyordum zaten.
Birkaç gün bostanın, kuruluğun yanından geçerken içimde hep aynı ürpertiyi duydum. Ya enikleri varsa göğgelenin buralarda? Yılanların kin beslediklerini duymuştum. Ya annelerinin öcünü almaya gelirlerse? Köşede, taşların arasında sıkıştırılan yılanın görüntüsü, zihnimde bir süre dolaştı durdu. İnsanların yılana saldırırken takındıkları tavır, ara sıra bir film sahnesi gibi gözlerimin önüne geliyordu. Nasıl da değişmişti insanlar bir anda?
 Kaç gün geride kaldı bilmiyorum, tam her şey normalleşiyordu ki yengemin bir yaşını doldurmamış çocuğunun başlığında salınan bir şeyler gördüm. Dikkatle baktım; mavi boncuk, tazı boncuğu, boncuk şeklinde kesilmiş ince iğde dalı arasına dizilmiş yılan kemikleri de vardı. Şaşkın şaşkın başlığa baktığımı gören yengem:
-Anladın mı kemikleri niye seçtiğimi, dedi. Nazardan korur, güç kuvvet verir. 

aralık 24
sivas


30 Ocak 2024 Salı

yabancı


    Son günlerde aksilikler peşini bırakmıyordu. Elinin değdiği, gözünün gördüğü şeyler birer birer bozuluyor, kırılıyor, işlevini yitiriyordu. Sıradandı belki de yaşadığı olumsuzluklar, herkesin başına sayısız kez gelen şeylerdi ama böyle peş peşe olunca artık canını sıkmaya başladı.
    Kapatmaya çalıştığı bir musluktan önce küçük bir kırılma sesi gelmiş sonra musluk kapanmaz olmuştu. Her şey aslında tam orada, o anda başlamıştı. Bir yandan bozuk musluk için çare aramış bir yandan da çocukluğunda kullandığı muslukları düşünmüştü. Sarı renkte ve tek tip musluklar her yerdeydi eskiden ve kolay kolay bozulmazlardı, bir contaya bakardı tamiratı. Şimdi öyle miydi ya? Onlarca çeşit musluk vardı ve parçaları birbirine uymuyordu bile. Bunları düşünürken musluğu tamir etmişti. 
    Bu olayın üzerinden birkaç saat geçmemişti ki lambayı yakmak istediğinde yeni bir sorunla karşılaştı, lamba yanmıyordu. Ayaklarının altına sandalye almadan tavanda asılı lambaya uzanabiliyordu. Parmak uçlarında yükselerek lambayı evirdi çevirdi düğmeye basarak yeniden açmayı denedi, lamba yanmıyordu. Eskiden sarı lambaların içinde incecik bir tel olurdu, lambanın geçip geçmediğini o tele bakarak hemen anlayabilirdi. Yeni lambaların sorununun ne olduğu bile belli olmuyordu. Lambayı değiştirmekten başka çaresi yoktu. Lambayı yenisiyle değiştirdi ve sorun çözüldü. Buraya kadar henüz bir takıntı halini almamıştı yaşadıkları ancak çay koyduğu bardağın gözünün önünde ortadan yarılması birdenbire karanlık ve korkulu bir dünyanın ortasına bırakıverdi onu. Başka zamanlarda da bardağının çatladığı, elinden düşüp kırıldığı olmuştu. “Dökülen mey kırılan şişe-i rindan olsun” derdi kendisinin ya da başkasının bardağı kırıldığında.  Zaten bardak kırılmasının iyi olduğunu söylerdi annesi. Hatta bir bardak ya da tabak yere düşer fakat kırılmazsa yeniden yere attığına da şahit olmuştu annesinin. Bardak kırılmasıyla geçip giderdi nazar ya da büyük belalar. Besmelesiz güne, işe başlamazdı ama işte, bardak kırılmıştı hem de tam ortadan ikiye. İkiye ayrılan bardak değil de kalbinde bir yerdi sanki. Yeni bir bardağa uzanacak, çay içecek iştahı kalmamıştı. Birilerini üzdüm mü, diye geçirdi içinden. Birinin âhı mı vardı üzerinde? Nazara mı gelmişti? Nazar değecek bir hayatı yoktu ki. Nazarsa da geçip gitmiştir artık, diye düşündü. Masayı sildi, kırılan bardağı çöpe bıraktı. 
    Geç uyudu o gün. Etrafını kuşatan, kendisini tedirgin eden, adını koyamadığı bir şey vardı. Üzerine bir gölge çökmüş gibiydi. Ya bu uğursuzluk devam eder giderse, nasıl yaşanırdı ki böyle? 
    Ertesi sabah yeni bir güne başlamanın huzuruyla uyandı. Yorgundu, uykusunu alamamıştı ama dün, geride kalmıştı. Dert değildi bunlar, dertten sayılmazdı. Binlerce insanın yaşadığı sıradan şeylerdi hepsi. Bir an önce işe gitmeliydi ama önce tıraş olmalıydı. Aynanın önüne geçti, yüzüne bakmadan gözü tıraş bıçağına ilişti, paslanmıştı. Son tıraşını iki gün önce olmuştu. Daha önce kullanılmış tıraş bıçağının paslandığını hiç hatırlamıyordu. Tıraş bıçağını aldı, sağına soluna baktı. Yeni bir bıçak açtı ve tıraşını oldu. Kötü şeyler düşünmek istemiyordu. Eşyalar, nesneler eskirdi, paslanırdı, bozulurdu… Ötesine geçmek anlamsızdı bu düşüncelerin. Çay hazırlamaya, bir şeyler yemeye cesareti de yoktu vakti de. Tıraşın ardından işe gitmek üzere evinden ayrıldı.  
    Yol boyu aklına olumsuz bir şey gelecek olsa bardağın kırılışını hatırlıyor ve kendisini rahatlatmaya çalışıyordu. Göğe baktı, birkaç gündür hava kapalıydı. Kar gecikmişti ve yağmur ihtimali vardı. İklim bile bozuldu, dedi içinden. Eskiden bu havalarda yerde bir karış kar olurdu. Kaşkol, eldiven olmadan bu aylarda evden çıkılmazdı sekiz on sene önce bu aylarda. Şimdi önünü bile kapatmadığı paltosuyla iş yolundaydı. Tabi bunun bir de temmuzu, ağustosu vardı. Kış böyle ise yaz daha da sıcak olurdu. Belki de olmazdı. Son yıllarda baharın yaşanmadığını hatırladı. Kışlar baharların yerini almıştı belki de. Aslında mevsim şeritlerinden düşen yalnızca kış mevsimiydi. 
    Yolda kimseye rastlamadı ya da görmedi kimseyi. İş yerine ulaştığında yürümenin de etkisiyle rahatlamıştı biraz. Paltosunu çıkardı, astı. Masasına geçti. Masa takviminden iki sayfayı çevirdi. Hemen takvimin yanında duran masa saatine takıldı gözü. Saat çalışmıyordu. Eline aldı, kurcaladı, pilinin bitmiş olacağını düşündü ve biraz uğraştıktan sonra saatin pilini çıkararak masaya bıraktı. Sonra akrep ve yelkovanı on ikinin üzerine getirerek yerine koydu saati. Gözü yeniden takvime takıldı. Günler geçiyordu üstelik günlerin geçtiğini takvim saylarını çevirirken bile fark etmiyordu. 
    Morali bozuluyordu düşündükçe, kendi kendine konuştukça. Hayat her zamanki gibi devam ediyordu ve görünürde değişen hiçbir şey yoktu. İnsanlar gündelik işlerine devam ediyordu. Bozulan, kırılan her şey yenisiyle değiştiriliyordu. Bu kadar büyütmeye, abartmaya gerek yoktu olanları. Düşündüklerini, yaşadıklarını birilerine anlatsa kesinlikle alay konusu olurdu. Sabah çay içmediğini hatırladı. İş yerinin çay ocağına giderek bir bardak çay aldı. Bardağının çatlamamış olması onu mutlu etmedi. Tekrar masasına döndüğünde yine saate gözü ilişti. Kenardaki pili yeniden saate yerleştirdi. Saat çalışmaya başlamıştı. Kolundaki saate bakarak masa saatini ayarladı. Çayından bir yudum almıştı ki karşısındaki gri metal dolabın camında kendisini gördü. Birkaç dakika bir yabancıya bakar gibi izledi kendisini. Çayından bir yudum daha aldı. Evet, bir yabancıya aitti karşısındaki dolabın camından yansıyan görüntü. Masasındaki saatin yeniden durduğunu fark etti ama bu kez pili çıkarmak için takati yoktu. 

ocak, 2024

1 Ekim 2023 Pazar

bulutlar

 

Her adımda arkalarına küçük taşları, kesek parçalarını yuvarlayarak adam ve çocuk nefes nefese dağın zirvesine ulaştılar. Yaramaz bir kedi gibi rüzgâr birkaç kez dolandı ikisinin de bacaklarının etrafında, birkaç gelincik ve kara çıtlık sessizce selamladı suskun yolcuları. Geriye dönüp geldikleri çığıra baktılar, uzaklarda kalan kutu gibi evlere, yılan gibi kıvrılan yollara. Bulutlara daha yakındılar, insanlara uzak.

Rüzgârdan, yağmurdan, güneşten ve daha kim bilir hangi sebeplerden üzeri aşınmış kocaman düz bir kaya parçası vardı birkaç adım ötede. Bir çekirge sıçradı, bir kertenkele meçhule aktı hızlıca ayak çıtırtılarından. Bir bunelek önce hücum etti gürültülü kanatlarıyla bu iki yolcuya sonra uzaklaştı yakınlarından. Odasındaki halıya uzanır gibi çocuk uzandı kayalara sırt üstü, sonra adam uzandı yanına. İkisi de ellerini başlarının ardından bağlayarak yastık yaptı kendine. Arada bir kollarını, paçalarını, saçlarını okşayan rüzgârda uzak okyanusların, ırmakların, ovaların, tarlaların, bahçelerin, ormanların ve her çiçeğin, her mevsimin kokusu var gibiydi.

İkisinin de kalp atışları yavaşladı, kuş ve böcek sesleri çoğaldı.

Adam, epeydir unutmuştu göğe bakmayı, unutmuştu bulutların süzülüşünü. Bulutları bir şeylere benzetmeyi unutmuştu. Bir süre izledikten sonra başını yana çevirmeden, ne kadar hızlı hareket ediyor bulutlar değil mi, dedi.  Çocuk kısa bir süre sustu. Hayır, dedi onlar aslında hareket etmiyor. Dünya döndüğü için biz onları hareket ediyor gibi görüyoruz.

O günden sonra bulutlar hep yerinde kaldı, dünya döndü adam için.

 

Özel Eğitim Çocuk, Sonbahar 2023, Sayı: 10

17 Haziran 2023 Cumartesi

soğan

 

Soğan olsun mu dedi, dürüm saran çocuk. 

Olmasın, dedim. Olmasın… Ne olduysa işte o anda o anda oldu. Kalabalığın ve gürültünün arasında zaman önce durdu, sonra yıllar öncesine döndü. 

Kar diz boyu yağardı o vakitler. Sabahları elimizi attığımız dış kapının kolu elimize yapışırdı çoğu zaman soğuktan. Bahçe kapılarını kürek yardımı olmadan açmak zor olurdu bazen. Donan su boruları, tüten soba boruları, ayaklarımızda kara lastik ayakkabılar ve sırtlarımızda ağabeyimizden hatta ablamızdan kalan gocuklarla, siyah beyaz albümlerde ve yaşadığımız şehirlerin hafızasında kaldı çocukluğumuz, ilk gençliğimiz. 

O sabahlardan biriydi yine. Cumartesi pazarı evimize en yakın mahalle pazarıydı ve meyve sebze ihtiyacımız dahil pek çok ev ihtiyacımızı buradan temin ediyorduk. Manavın adını hayat bilgisi kitaplarında duyardık ancak canlı bir manav görmemişti çoğumuz. 

Annem çizgili pijamaya benzeyen pazar çantasını bir elime, alınacakların listesiyle beraber ucu ucuna yetebilecek parayı da diğer elime tutuşturdu, yeşil gocuğumu giydirdi, akşamdan sobanın yanına koyduğu ayakkabılarımı da dış kapıya kadar kendisi getirdi. Uğurlar olsun, dedi.  

Gece kar yağmış hava biraz yumuşamıştı. Soğuk, kış, kar kimsenin umurunda değildi. Herkes işinde gücündeydi. Yol boyu soba borusu temizleyenlere, dün akşamın külünü küçük çöp kovalarıyla kapılarının önlerine çıkaranlara, bahçesindeki karı kürekle yollara atanlara baka baka pazara ulaştım. Bir elim sımsıkı pazar parasını tutuyordu cebimin içinde. Böyle havalarda birkaç saat pazara geç gelecek olsam buzlanmış meyveleri ve sebzeleri eve götürme ihtimalim vardı. Ne sabah ne öğlen… Pazar alışverişi için en güzel vakitti. 

Her zaman olduğu gibi önce baştan aşağı dolaştım pazarı. Meyvenin sebzenin iyi ve uygun olduğu tezgâhları tespit ettim daha sonra oyalanmadan listedekileri birer ikişer almaya başladım. Önce ezilmeyecek meyve ve sebzeleri almam gerekiyordu. Ezilme ihtimali olanları en sona alıp çantanın en üstüne yerleştiriyordum. Kısa bir süre sonra pazar çantasını doldurdum. Annemin verdiği paradan bir miktar da artırmıştım. Ağır usul pazardan çıkacağım köşeye doğru ilerlemeye başladım. Gâh sağ elime alıyordum çantayı gâh sol elime. Çanta tutmayan elimi hem cebimde ısıtıyor hem de dinlendiriyordum. Evin en büyük oğlu olmak böyle bir şey olsa gerek diye düşünmeden alamıyordum kendimi böyle durumlarda ancak şikayetçi değildim. 

Tam pazardan çıkacağım köşede benden biraz daha yaşı büyük, ağabey, diyebileceğim bir delikanlı düştü önüme. İki elinde boğazlarından tutulmuş kirli iki telis torba ile bata çıka ilerliyordu erimeye durmuş karlı yolda. Zayıftı ve uzun boyluydu. Şapka takmamıştı, epeyidir dışarıda olduğu kulaklarından ve boynundan belli oluyordu. O önde, ben arkada iki yüz metre kadar ilerledik. Pazarın biraz kıyısında ara sokaklardan birindeydik ve o anda oldu olan.  Birdenbire delikanlı elindeki torbaları aniden savurarak yol kenarında bir kar yığını üzerine sırt üstü kendini attı. Şaşırmıştım. Öylece kalakaldım. Ellerini ayaklarını çırpıyor hırıltıya benzer sesler çıkarıyordu. Pazardan aldığı ne varsa savrulmuştu iki yana. O çırpındıkça kara gömülüyor ben ise ne yapacağımı bilemeden öylece bekliyordum. Elimdeki çantayı bir kenara koydum ve gence doğru ilerledim. O sırada yoldan geçen yaşlı bir adam yetişti yanımıza geldi. Gencin kollarını iki yana ayırdı, güçlükle zapt ediyordu. Bir yandan da kasılıp tekrar gevşeyen ayaklarına dizleriyle bastırıyordu. İhtiyar, sağ kolunu iyice tuttu yerde yatan delikanlının sol kolunu bana uzattı. Genç yumruklarını demir gibi sımsıkı kapamıştı. Yaşlı adam bana bakarak, yumruklarını çöz, dedi. Bunu derken kendisi de elindeki sağ elin yumruğunu çözmeye çalışıyordu fakat nafile bir çaba gibiydi bu. 

İçim daralmıştı. Birdenbire mekan, zaman değişmiş kendimi bambaşka bir dünyada buluvermiştim sanki. Dediğini yapmaya çalıştım adamın. Gencin parmaklarını biraz gevşetiyor ancak canını yakmaktan da korkuyordum. Avucunda bir şey saklıyormuşçasına sıkıyordu parmaklarını.  Geriye doğru dönmüş gözlerinin akına birkaç kez bakabildim sadece. Bağından kurtulmaya çalışan bir kurban gibi öylece çırpınıyor, çırpınıyordu. Bir süre sonra ağzından köpükler de gelmeye başladı. Ben ne olduğunu ne yapmam gerektiğini anlamaya çalışırken birkaç kişi daha geldi yanımıza. Yakındaki evlerden birinden bir kadın limon kolonyası getirdi. Bir başkası su getirdi. Başucumuzdaki sesler çoğalmıştı ancak kimsenin benim vazifemi üstlenmeye niyeti yoktu.  Kadınlardan biri su içirmeye çalıştı delikanlıya lakin gencin kilitlenmiş dişleri arasında su gitmiyordu. Limon kolonyasının da bir etkisi olmamıştı. 

Üç beş dakika sonra yaşlı adam başımızda toplananlara; soğan getirin, dedi. Kuru soğan getirin çabuk olun. Çok sürmedi iki tane iri kuru soğan getirdiler ve uzattılar adama. Genç biraz yorulmuş gibiydi, ağzındaki köpük git gide çoğalıyordu. İhtiyar bana bakarak, sen bırakma oğlum, dedi. Tutmaya devam et. Tamam anlamında başımı salladım. Adam gencin ayaklarını bıraktı ve sağ kolunu dizlerinin arasına aldı. Soğanı iki elinin arasında limon gibi sıkmaya ve suyunu gencin ağzına burnuna dökmeye başladı. Ne gencin durumundan bir şey anlıyordum ne de yaşlı adamın yaptığından. İhtiyar yaptığı işten gayet emindi, soğanın suyunun bittiğine kanaat getirince ikinci soğanı sıkmaya başladı gencin yüzüne. Bu defa genç öksürmeye, aksırmaya başladı. Bir iki aksırıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi doğruldu. Bir uykudan uyanmış gibiydi. Ürktüm, elini bırakıp kenara çekildim. Önce parmaklarını ovuşturdu sonra yattığı yerden doğruldu ve yerden aldığı birkaç avuç karla yüzünü, ağzını temizledi. Hiç kimsenin yüzüne bakmadı. Sebepsiz bir mahcubiyet vardı yüzünde. Kimseye teşekkür etmedi, edemedi belki de. Kalabalıktan birkaç kişinin yardımıyla dağılan meyveleri sebzeleri telis torbaya doldurdu. İyi misin yavrum, dedi bir teyze. Teyzenin yüzüne bakmadan başını salladı. Yarı ıslak haldeki kirli torbalarının tekrar boynundan tuttu ve ardına bile bakmadan yoluna devam etti. 

Kalabalık dağılınca yalnızca ihtiyar adam ve ben kaldık sokakta. Evimizin yakın olup olmadığını sordu, yakın, dedim. Üşüme, sen de ıslandın biraz, dedi. Kanım donmuş gibiydi. Yorulmuştum, ter içindeydim. Çantamı duvar dibinden getirdi ve elime tutuşturdu. Sara, dedi. Aklında olsun, soğan daima iyi gelir sara nöbetine. Çocuk aklımla hemen inanıverdim ve aklımın bir kenarına yazdım zira her şey gözlerimin önünde cereyan etmişti.

İlk defa duyduğum bu hastalığın adını tekrar ede ede eve ulaştım. Annem bahçede kar kürüyordu dış kapıyı açtığımda ama aslında beni bekliyordu. Halimi görünce birden tedirgin oldu. 

Yollar hem kar hem su hem de buz, dedim. 

Düştüm, demek istedim, dudaklarım titredi gözlerim doldu, diyemedim. 

Annem elimdeki çantayı aldı, diğer eliyle bana sarıldı. Hayat boyu bir daha hiç karşılaşmadığım o genç için, bütün hastalar için, yoksullar için, ıslanan elbiselerim için, Hıçkıra hıçkıra, titreye titreye ağlamak istedim. 

Dürüm hazır, dedi çocuk. Parasını uzattım, dürüm kalsın, dedim.

2014

21 Ocak 2023 Cumartesi

anahtar

Evden çıkmaya hazırdı artık. Çayının yarısını bardakta bırakmış, çantasını akşam bıraktığı yerden almış, her zamanki sabahlardan birine doğru yürümeye başlamak üzereydi. Pek de uzun sürmeyecek bir yolculuktan sonra iş yerine ulaşacak, sözden çok işaretle verilen selamlara yorgun ve uykulu gözlerle karşılık verecek, kendine geldiğinde gün çoktan yarılanmış olacaktı. Sanki her şeyiyle ezberlenmiş bir hayatın kendine ait olmayan cümlelerini tekrar edip duran oyuncusuydu. Yalnız hayat değil elbette rüyalarının, epeydir unuttuğu hayallerinin dahi kendisine ait olup olmadığı hakkında fikri yoktu. Aynı yollar, aynı yüzler, aynı gürültü içerisinde her gün aynı rüyaya düşüyor gibiydi uyandığı andan itibaren. Bu düşünceler içinde her akşam evine gelir gelmez anahtarlığını bıraktığı askılığın yanına geldi ve gözlerini aşağı indirmeye ihtiyaç hissetmeden anahtarına uzandı ancak anahtarı her zamanki yerinde değildi. Dikkatini toplayarak bu kez gözleriyle bulmaya çalıştı anahtarını ancak anahtar yerinde yoktu. Sağı solu, ceplerini yokladı gittikçe büyüyen bir telaşla fakat halen anahtarını bulamamıştı. Vakit kaybetmemesi gerekiyordu zira beş dakika geç çıkması evden, her şeyi alt üst edebilirdi. Hızla odasındaki çalışma masasına doğru ilerledi; çekmeceleri açtı, yokladı; masanın üzerini, rafları taradı gözleriyle.  Önceki akşam elleri dolu olduğu için doğrudan mutfağa geçtiğini hatırladı ve telaşla mutfağa geçti. Masanın, sandalyelerin ve tezgâhın üzerine baktı, nafile. Yanından hiç ayırmadığı küçük el çantasının gözlerinde kalmıştı son umudu. Çantayı açmadan birkaç kez salladı, ters çevirdi anahtar şıkırtısına benzer bir ses duyabilmek maksadıyla. Metal sürtünmesine benzeyen sesler duyunca çantasının fermuarlarını hızla açtı birer birer ancak birkaç metal para, yanından ayırmadığı küçük çakı ve dolap anahtarlarından başka bir şey bulamadı. Diğer elinden hiç bırakmadığı telefonundan saate baktı beş dakika geçmişti bile. 

Bir an kapıyı çekip çıkmayı düşündü. Akşam iş dönüşü nasıl olsa bir şekilde kapıyı açmanın yolunu bulurdu.  Yedek bir anahtarım olsaydı, dedi kendi kendine. Zihninde binbir düşünce ile hareketsiz öylece kalakaldı. Bir yandan hayıflanıyor, bir yandan anahtarı bırakma ihtimali olan yerleri düşünüyor, bir yandan ceplerini yoklamaya çalışıyordu. Çantasını tamamen boşalttı, ceplerinin astarını dışına çıkardı. Daha önce dolaştığı her yeri bir kez daha ve detaylı süzerek dolaştı: yoktu. Bu, sıkıntılı bir rüya mıydı, halen uyanamamış mıydı? Yeniden saate baktı. On beş senelik memuriyet hayatında bir kez olsun işine geç kalmadığını hatırladı ve hiç değilse bir kez buna hakkım olsun, diye içinden geçirdi. Hatta hiç gitmese bugün işe kim ne diyebilirdi ki? Hem onca yıl koştura koştura gitmenin, vazifelerini aksatmamanın karşılığını görebilmiş miydi? On beş yılda ancak bir kez, iki gün mazeret izni kullanmıştı, rapor almışlığı bile yoktu. Hepsi hepsi bir gün işe geç kalmanın yahut hiç gitmemenin kendisi için bir sıkıntı doğurmayacağını düşündü. 

İyi de nereye koymuştu anahtarını. Artık onu evde bulamayacağına kendini ikna etmeye başlamıştı içten içe. Bu saatte ne yapabilirdi ki kapıyı çekip çıkmaktan başka. Kapıyı çekip çıksa akşam dönüşte bir çilingire haber verse ve kilidi değiştirse aslında sorun kalmayacak gibiydi. Gün boyu zihninde kayıp bir anahtarla dolaşmak ve kilitli kapıyı düşünmek de pek akıl kârı bir iş değildi. Düşünceler ve evhamlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir git gel yaşıyordu. 

Kısa süren çırpınışların, telaşın yerini yılların yorgunluğu almaya başlamıştı bile. Birkaç gece gördüğü rüya geldi birdenbire aklına. Cuma ya da bayram namazı sonrası cami çıkışında ayakkabılarını bulmaya çalışmış ancak bulamamıştı rüyasında. Önce kalabalığın çekilmesini beklemiş, sonra ayakkabılıktaki tüm bölümlere bakmış ama ayakkabılarını görememişti. Terlikle olsun evine dönmek için epey çaba sarf etmişti caminin son cemaat yerinde ancak ne terlik ne de eski bir çift ayakkabı kalmıştı kendisine. Dışarda kar vardı üstelik. Yorgunluğa bezenmiş bir sıkıntıyla uyanmış, gün boyu birkaç kez bu rüyayı hatırlamıştı. Gerçi annesi: Kış düşü, boş düşü, derdi ve içinde kar olan rüyaları yorumlamazdı. Sığınmıştı o zaman bu söze: Kış düşü, boş düşü… Şimdi içinde bulunduğu halin de bir rüya olmasını ne çok isterdi. 

Zihni durmadan çalışıyor, bütün uzak ihtimallerin karmaşık yumağını önüne bırakıyordu. Gece hırsız girmiş olabilir miydi evine? Öyle bir durum olsa duyardı, uyanırdı ihtimal. Zaten en küçük çıtırtıya bile uyanır, tam dalamazdı ki… Bu ihtimale kendisi de inanmadı ancak yine de eşyaları süzerek sağa sola hızlıca bakmaktan kendini alıkoyamadı. Her şey yerli yerindeydi. Evet, her şey yerli yerindeydi ama ya hırsız gelip anahtarı aldıysa ve sokağın bir köşesinde kendisinin evden çıkmasını bekliyorsa… Son zamanlarda bu türden bir olayın ne mahallede ne şehirde yaşandığını düşünerek bu karanlık endişelerden kendisini uzaklaştırmaya çalıştı. 

Birazdan iş yerinden arayan birileri illaki olur, diye düşündü. Göz ucuyla yeniden saate baktı, dakikalar her zamankinden daha hızlı ilerliyordu. Anahtarımı kaybettim de o yüzden henüz evden çıkamadım, böyle bir mazeret ne kadar sahici yahut geçerli olurdu arkadaşlarının, müdürünün nazarında. Kaybetmeyen bilemezdi ki bu sıkıntıyı. Anahtar başka şeye benzemezdi; kimlik, banka kartı kaybetmek kadar hatta daha da riskli bir durumdu. Bu anahtar sadece kapı açmaya yarayan küçük bir metal değildi. Kendisine ait bir dünyanın, ülkenin mecazıydı. Anahtarı neden ceplerimizde, elimizin hemen altında saklıyorduk ki önemsiz olsa. Neden herkesin kilidi başka, anahtarı başka oluyordu önemsiz olsa. Anahtardı bu, başka şeye benzemezdi. Dolap anahtarı, çekmece anahtarı da değil kocaman bir dünyanın, mahreminin, evinin anahtarıydı kaybettiği. Daha önce hiç ev anahtarı kaybetmemişti. Çocukluğunda, gençliğinde evin anahtarını yanında bile taşımamıştı. Aslında babası da anahtar taşımazdı çünkü annesi hep evde olurdu. Evde hep biri olur ve gidenleri uğurlar, gelenlere kapıyı açardı. 

Düşünmekten ve oraya buraya bakmaktan iyice yorgun düşmüştü kısacık sürede. Oysa bambaşka dertleri vardı her gün kendisini yoran, kıvrandıran. Küçücük bir anahtar tüm sorunları başka bir mekana kilitlemiş, kendisini de her akşam bir an önce gelmek için can attığı evine hapsetmiş gibiydi. Artık anahtar arayacak takati kalmamıştı. Zaten aklı almıyordu evde anahtarın nasıl kaybolduğunu, kaybolacağını. Koridordan odaya doğru sürüklenircesine yürüdü, en yakın çekyatın kenarına oturdu. Yine istemsizce gözleri saate takıldı. Sağ eli çekyatın kenar boşluklarında geziniyordu. Kendisi aramayı bırakmış olsa da eli anahtarı aramaya devam ediyordu. Böylesi durumlarda okunan dualar, sureler olduğunu hatırladı. Nerede, hangi kitaptaydı? Dünya, her şey bir anda nasıl da gerisine düşmüştü bir anahtarın? Bildiği duaları okumaya çalıştı. Yapacak başka bir şey de yoktu zaten. İş yerinden ararlarsa telefonu açmamaya karar verdi. 

Pencereden dışarıya baktı göz ucuyla. Her zamankinden daha hızlı ilerleyen saate baktı. Çantasını toparladı, kıyafetini düzeltti. Kapıyı çekip çıkmaya, akşam bir çilingirle kapıyı açıp yedek anahtarı da bulunan bir kilit taktırmaya karar verdi. Telaş ve gerginlik yerini kendiliğinden sükunete ve kabullenişe bırakmıştı. Hepsi hepsi bir anahtardı. Kapıyı açarak dışarı çıktı ve ayakkabılarını giydi. Kapıyı çekeceği anda kapı kolunun altında anahtarını ve salınan anahtarlığını gördü. Rüya mıydı, şaka mıydı? Elleri dolu olduğu için anahtarı sonradan almak üzere kapının üzerinde bırakmış olmalıydı. Kapıyı kilitledi, anahtarı avcuna alarak yakından baktı. Tebessüm etti. Birden yeniden telaşlandı, geç de olsa iş yerine ulaşmalıydı artık. Koşar adım merdivenlerden indi. Başka bir sabaha, başka bir dünyaya uyanmıştı sanki. Hızlı adımlarla iş yerine doğru ilerlerken günlerden pazar olduğunun farkında değildi. 

2022 aralık


19 Temmuz 2020 Pazar

hayal defteri

hüseyn kaya

Uzak bir dağ başında, bilmediği bir zamanda küçücük bir kalbin karanlığını terk ederek, ılık bir bahar günü merhaba demişti dünyaya küçük ve cılız gövdesiyle. Evveliyatını hatırlamıyordu. Ne kendisine ne de gözlerini açtığı dünyaya dair bir şeyler biliyordu. Telaşlı ve ürkek bakışlarla, dokunuşlarla günlerce kendini, etrafını tanımaya çalıştı. Hayatla yeni kucaklaşan küçücük bir meşe palamuduydu. Önce güneşi bildi, sonra geceyi ve gündüzü… İlk selamı ürkerek tutunduğu toprağa verdi, sonra damarlarında dolaşan suya… Rüzgârla, yağmurla ve doluyla tanıştı kısa zaman içinde. Dünyaya gözlerini üzerinde açtığı toprağı tanıdıkça daha güvenle uzattı ayaklarını yere. Yaşamanın sevinciyle gelişti boy attı kısa zamanda. Üstünden geçen bulutları gördü, ayaklarının altında toprağın, böceklerin hışırtısını duydu. Sevdi dünyayı, bulutları, sabahlara kadar seyrettiği yıldızları ve hayata, dünyaya verdi kendini.

Her gün güneşi aynı heyecanla bekledi, her yağmur yağdığında aynı mutlulukla uzattı yapraklarını su damlacıklarına, her rüzgarı incecik bedeninde hissetti. Dünya ve etrafındaki her şey yalnızca kendisi için var edilmiş gibiydi.

                                                                ***

Bir güz sabahı üşüyerek uyandı gecenin koynundan. Büyüyen kalbi yavaşlamış gibiydi. Güneşi hissetmek için vücudunda, günlerce çırpındı; fakat ne kadar güneşe uzattıysa da başını ısınamadı bir türlü. Bahar boyunca sevinçle yapraklarını uzattığı yağmur taneleri hızını artırmıştı ve rüzgar tüm gövdesini titretmeye yetiyordu bilhassa akşam üstleri. Uzun bir uyku sarıp sarmaladı palamudun incecik gövdesini. Birkaç hafta yalnızca üzerindeki çiğ tanelerinin güzelliğin görmek için uyandıysa da sabahları, lapa lapa gökten inen ilk karla kendini uykunun kollarına bıraktı. Beyaz bir yorgan gibi dört yanını kapladı kar bahara kadar.
            Uzun ve güzel rüyalar gördü kış boyu küçük palamut kardan yorganının altında. Uzaklarda, başka topraklarda kendisine benzeyen kardeşlerini gördü, kuş seslerini andıran çocuk çığlıklarını ilk kez rüyasında duydu.
            Kışın nasıl geride kaldığının farkına bile varmadı bahar geldiğinde. Uzun bir uykunun mahmurluğuyla açtı gözlerini dünyaya. Kendisi dâhil her şeyi başkalaşmış gördü. Sanki dağlar biraz alçalmış kayalar ufalmış gibiydi. Usulca ayaklarına baktı bayağı yukarda kalmıştı başı. Üstelik etrafında sürekli kelebekler, kuşlar uçuşuyor; kuşların bir kısmı kollarına konmaya çalışıyor fakat hemen uçup gidiyorlardı. Zira incecik kolları kırılacak gibi oluyordu kocaman kuşların ağırlığından. Yine de bir kuşun koluna konması garip bir mutluluk verdi ona.

Artık acemisi değildi dünyanın ve hayatın. Baharın güzelliğini tüm bedeninde hissediyor, yaprak yaprak gövdesini yeşile büründürüyor, hep daha yukarılara uzanmak, bulutlara yaklaşmak istiyordu küçücük gövdesiyle. Yağmurun nerden geldiğini, karın nasıl yeryüzüne indiğini, bulutların nasıl sürüklendiğini, kuşların nasıl uçtuğun merak ediyordu. Biraz da yalnızlık çekiyordu kimseyle konuşamamaktan. Arada bir dalları arasından geçen rüzgar da olmasa iyice yapayalnız hissedecekti kendisini kocaman dünyada çünkü etrafındaki küçük bitkiler, çiçekler gün geçtikçe daha da aşağıda kalıyordu ve ancak bağırarak seslerini duyurabiliyorlardı ona. Çabucak büyümenin en büyük sıkıntısı bu olmalıydı; yalnızlık…
            Güz o yıl çabuk geldi. Önce otlar sarardı sonra çiçekler… Her sabah gövdesinden yere dökülen yaprakları saydı bir süre. Son yaprak da kendisini terk ettiğinde ne kadar yorucu bir baharı ve yazı geride bıraktığını düşünerek esnedi ve yine daldı aylar sürecek uykusuna.
Güneş doğdu, battı; mevsimler döndü, yıllar birbirinin peşinde sürüklendi. Artık saymaz oldu geride bıraktığı mevsimleri çünkü iyiden iyiye alışmıştı dünyaya. Üstelik son birkaç yıldır yapraklar arasından başlarını uzatan küçücük yemişleri, şapkalı çocuklar gibi savruluyorlardı sağa sola. Boyu uzadığı için artık etrafını çok daha iyi görebiliyor, dallarında sayısız kuşları da misafir edebiliyordu. Onca uzaklığına rağmen şehirlere, bazı vakitler gölgesi altına gelip piknik yapan insanlar bile oluyordu. Uzun kış mevsimlerinde gördüğü rüyaları yaşıyor başında dönen kuşların şarkıları, zaman zaman duyduğu çocuk kahkahaları onun da başını döndürüyordu.

                                                                ***

Yıllar yılları kovaladı. Boyu uzadıkça uzadı ve gövdesi kalınlaştıkça kalınlaştı. Ayakları yerde başı bulutlarda kocaman bir palamut ağacı olmuştu artık. Yazın sıcağını tüm gövdesinde hissetti yıllarca, kışın soğuğuna bıraktı kendini uzun kışlar boyunca. Dallarındaki kuş yuvalarına başka bir özen gösterdi, altında dinlenen yolculara hışırdayan yapraklarla şarkılar söyledi. Dallarına salıncak kuran çocukların çığlıklarıyla içi göçtü ve daha derinlerine uzattı köklerini toprağın. Etrafına saçıldı, uzaklara dağıldı küçücük yemişleri. Etrafında onlarca küçük palamudun hayat dolu renklerini gördü, içinde bir annenin sevincini duydu. Küçük fidanların heyecanlarını telaşlarını görmek onun için bambaşka bir duyguydu.

***

Kaç yıl geride bıraktı bilemedi, kaç kez kar kapladı koca gövdesini sayamadı. Yıllar geride kaldıkça baharlarda uyanmak daha bir zahmetli ve zor gelir oldu ona. Kocaman bir gövdeyi uyandırmaya yetmez oldu güneşin, rüzgarın tesiri. Küçük bir palamut ormanına dönmüştü etrafı. Gözünün görebildiği her yerde kendisinden bir parça, bir renk görüyordu.
Dallarından bir kısmı son birkaç bahardır yeşermemişti ve içindeki garip sızı da bir türlü terk etmiyordu gövdesini. Kuruyan dallarına bakıp üzülüyor ve artık uyanamayacak olmanın endişesiyle uzun uzun bakıyordu etrafına, dağlara, gökyüzüne, yıldızlara, bulutlara. Yağmuru son kez tutar gibi tutuyordu yapraklarıyla, rüzgarı aynı endişeyle kucaklıyordu uzun uzun… Toprak usul usul kayıyordu ayaklarının altından sanki.
O güz onun son kez uyuyuşu oldu gerçekten de. Bir daha asla dönmemek üzere, kendisinden yüzlerce parçayı bırakarak o yere, ayrıldı bu çok sevdiği dünyadan.

                                                            ***

Uzun bir aradan sonra, bilmediği bir zamanda, küçücük bir kalbin hızla çarpan hafif sesiyle açtı gözlerini başka bir âleme. Güzel bir defter olduğunun farkında değildi ilk zamanlar. Her şeyin acemisiydi, anlayamadı bir süre nerede olduğunu. Üzerine eğilmiş masum bir çift göz gördü ilkin, sonra kalemle tanıştı, kalemi bir yerlerden hatırlıyor gibiydi. Harfleri, kelimeleri paylaşmayı ve sır tutmayı öğrendi tez zamanda. Dallarında kuşları misafir etmiyordu artık; ancak bazen ılık bir gözyaşı düşüyordu yaprakları arasına bazen sevinç dolu cümleler yazılıyordu. Ona her derdini anlatan ve onu gözü gibi saklayan bir dosta sahip olmanın huzurunu her gün hissetti sayfalarında. Yılları, haftaları günleri ezberledi. Haftalar, aylar sonra tüm sayfaları mutluluğun, kederin, yalnızlığın ümidin bin bir rengi ile süslenip de bir kitaplığın tenhasında saklandığında küçük bir hüzün duydu önce. Yalnız kalacağını düşündü bir an. Kederi çok kısa sürdü çünkü hiçbir sayfası boş değildi ve her sayfasında koca bir gün saklıyordu, üstelik yanı başında kendisi gibi birkaç defter daha vardı. Eski defterlerin kardeşi olduğunu anladığında kitaplarla da çoktan dost olmuştu. Defter, ne kadar çabalasa da önceki hayatına dair hiçbir şey hatırlamıyordu fakat kitaplardan biri uzun uzun anlattı ona kendi hikâyesini ve bütün kitapların, defterlerin hikâyesini.
            Bazen kardeşlerine,  dostlarına hissettirmeden uzak dağ başlarını özlese de, rüyalarında meşe palamutlarıyla dolu uzak dağlarda gezinse de kalbi kelimelerle dolu eski bir defterdi o artık.

az edebiyat, kış 2010 (masal özel sayısı)

 


16 Temmuz 2020 Perşembe

sela

Onunla ilk kez bir cuma günü karşılaştık. Kasaba camiine giden yokuş yolun hemen ucunda durmuş pürdikkat cuma selasını dinliyordu. Yanından geçmek üzereydim ki bana döndü; yeğenimin selası lo, dedi. Biraz önce öldü Ali, araba çarptı… Daha dokuz yaşındaydı.

Başınız sağ olsun, Allah sizlere sabır versin, dedim. Allah senden razı olsun, Allah seni cennetine koysun lo, dedi. Ağır usul cuma namazı için camiye yürüyen ihtiyarlardan biri; Mehmet hep böyledir hocam, aldırma sen ona cenaze filan yok, dedi. Tebessüm ederek Mehmet’e döndü, bu cuma selası haydi abdestini al da namaza gel, dedi. Gayri ihtiyari Mehmet’le göz göze geldik. Selanın, cuma selası olmadığına inanmamı ister gibi bakıyordu. Birdenbire yüzünün şeklini ve bakışlarını değiştirdi. Sanki kendisine bir şeyler söylememi bekledi. Hiçbir şey diyemedim, ne o gün ne de sonraki günlerde…

***

Kasabanın avareleri için orta yaşlarda ve orta boylu bir eğlencenin adı Mehmet… Dik duramıyor hep bir tarafa doğru eğiyor vücudunu.

Kimse deli, diyemiyor Mehmet’e çünkü ne taşkınlığını gören var ne dengesizliğini… Kimseye bir zararı dokunmamış şimdiye kadar. Çocuklardan dahi kaçıyor bazen, kadınları gördüğü yerde yüzünü çeviriyor. Hatta önüne çıkan tavuk, kedi ürkmesin diye hareketsiz bekliyor onlar savuşuncaya kadar. İhtiyarlar tebessüm etseler de onunla konuşurken garip bir burukluk sızıyor her seferinde sözlerinden, bakışlarından. Bize dua etmeyecek misin Mehmet, diyorlar… Allah sizi cennetine koysun, Allah sizden razı olsun lo, diyor. İhtiyarların yüzündeki seslerindeki burukluk az da olsa siliniyor. Yüz hareketleri, ses tonu sürekli değişse de Mehmet’in yüzü ezeli bir muamma…

Bilhassa gençler, Mehmet’in kendilerine yaklaştığını görünce hemen içlerinden biri sağ ellini kulağına götürüp ağlamaklı bir eda ile sela okumaya başlıyor: Esselatü vesselamü aleyk… Sela sesini duyan Mehmet aniden irkiliyor, adımlarını hızlandırarak sela okunan yere geliyor: Yeğenim öldü lo, diyor. Az önce anayolda araba çarptı, bisikleti bir yana kendisi bir yana savruldu.

Ağlayacak gibi oluyor. Yüzü ve sesi çiçekleniyor sanki. Onun yüzündeki sesindeki bu hali gören gençler tebessüm ederek birbirlerine bakıyorlar. Mehmet devam ediyor: Abimin oğlunun selası bu, Ali’nin selası, daha dokuz yaşındaydı… Birkaç saniye başını önüne eğiyor, toprağa bakıyor… Öğleye kaldırılacak cenaze lo…

Bir başka genç elini Mehmet’in omzuna koyuyor ve senin selan bu aslanım, diyor. Sen öldün aslında. Mehmet bocalıyor sağa sola bakıyor, yüzünü buruşturuyor, gözlerini kısıyor, öğleye kaldırılacak cenaze lo, diyor… Yeğenim benim, Ali… dokuz yaşında. Kimi Mehmet’in boynuna kadar düğmeli gömleğinin yakasını düzeltiyor, kimi ceketinin dışarı çıkmış cebinin astarını içine veriyor. Bir başkası iyice Mehmet’e yaklaşıyor ve diğerlerine sırıtkan bir eda ile bağırıyor: Bakın bunun kulağının arkası helva kokuyor, ölecek yakında… Mehmet ilgilenmiyor hiç biriyle. Allah razı olsun, ben gidiyorum lo, diyor ve acıyla kasılmış yüzünü muzip gözlere dönüp ağır usul uzaklaşıyor.

***

Siyah beyaz kasabanın siyah ve beyaz dışındaki tek rengi Mehmet… Ağabeyinin evinin hemen yanında tek gözlü bir evde annesiyle beraber yaşıyor.

Mehmet, henüz on beş, on altı yaşlarındayken ağabeyinin oğlu gözlerinin önünde bir trafik kazasında can vermiş. Öyle üzülmüş, öyle üzülmüş ki yeğeninin ölümüne, aradan yıllar geçmesine rağmen her sela sesinde yeniden o günü hatırlıyor, hatırlamıyor tekrar tekrar yaşıyor esasında. Seladan, yeğeninden ve etrafına karşı yaptığı hayır dualarından başka bir şey yok hayatında. Kim ne sorarsa ne söylerse söylesin Allah razı olsun, diyor, Allah seni cennetine koysun, diyor… Bir de her cümlesinin sonuna bazen hitap bazen nokta niyetine “lo” kelimesini ekliyor. Kaymakam, belediye başkanı hatta milletvekili dahi olsa karşısındaki o “lo” kelimesinden vaz geçmiyor ve “o” harfini hep aynı şekilde uzatarak ekliyor cümlelerinin sonuna: loo…

Kahveci her gün yalnızca bir bardak çay veriyor Mehmet’e ancak Mehmet’in çok da umurunda olmuyor çay. Aslında kahvecinin niyeti yalnızca mekânını birazcık şenlendirmek. Mehmet, kendisine soru soran, bir şeyler söyleyen herkesi dinliyor gibi yapıyor ama kimseyi dinlemiyor. Yüzündeki iki çukurdan dünyaya bakan sanki Mehmet değil de başkası. Kendisine hissettirmeden gözlerinin arkasına bakmaya çalışıyorum bazen, karanlık bir uçurum gözlerinin arkası.

Kasabanın berberi muhakkak haftada bir gün sakal tıraşını yapıyor Mehmet’in ve birazcık uzayan saçlarını da üç numaraya vurmayı ihmal etmiyor. Berber koltuğundan her kalktığında: Allah seni cennetine koysun, diyor Mehmet kendisini tıraş eden çırağa yahut ustaya. Berber çay söylüyor; fakat o, içmem, diyor…

Fırından da her gün bir ekmek istihkakı Mehmet’in lakin onu da çoğu zaman almıyor Mehmet. Fırın kalabalık ve ısrarlar fazlaca olursa alıyor ekmeği ama yemiyor, eline alıp uzaklaşıyor. Bazen kuşlara ufaladığını söylüyorlar fırıncının verdiği ekmeği bazen başıboş köpeklere verdiğini.

Kimi giymediği ceketini veriyor ona kimi ayakkabısını.

Kasabadaki insanlar ona bir şeyler verdikleri, ikram ettikleri kadar hafifliyorlar aslında ve onunla alay ettikleri zaman bir ağırlık çöküyor içlerine farkındalar. O ise en ağır şakaların altında dahi ezilmiyor, canını sıkmıyor, moralini bozmuyor.

***

Görevim gereği bir yıl kaldığım kasabadan ayrılırken çay ocağına uğruyorum oradakilerle vedalaşmaya. Mehmet de orada. Herkesle helalleşiyorum kimileriyle sarılıyoruz, yaşlıların elini öpüyorum. Mehmet sıranın en sonunda… Göz göze geliyoruz: Mehmet bana bir şey demeyecek misin, gidiyorum, diyorum. Mehmet suskun, çekingen sağ eli elimde. Tam o sırada gençlerden biri muzip ve ağlamaklı bir ses tonuyla sela okumaya niyetleniyor, esselatü vesselamü, dediği anda ihtiyarlar homurdanıyor. Abimin oğlu, diyor Mehmet, onun selası.

Çantamı yerden alıp kalabalığa sırtımı dönüyorum ve çay ocağından çıkıyorum. Mehmet arkamdan bağırıyor, Allah seni cennetine koysun lo…


9 Temmuz 2020 Perşembe

emekli

 

Aslında emekli olmayı hiç istememişti fakat kendisiyle emsal arkadaşları birer ikişer emekli olmuş artık iş yerinde dostu, arkadaşı kalmamıştı. Otuz beş yıl dile kolaydı. Her gün sabah altı buçukta fabrikanın sireniyle yola düşüp akşam beşte yine fabrika sireniyle evinin yolunu tutmuştu yıllar yılı. Atelye borusu derlerdi fabrikanın sabah akşam aynı saatte çalan sirenine. Sabah ezanı, iftar topu kadar aşikârdı bu ses demiryollarında çalışanlar için.

 Şimdilerde ya sesi azalmıştı bu sirenin ya da duyulmaz olmuştu şehrin gürültüsünden. Siren sesi olmasa da her gün sabah ezanıyla uyanmak ve ezanların ruhunda yankılandığını bilmek yetiyordu ona. Bir de ne vakit sâlâ okunsa pencereleri açıyor pür dikkat dinliyordu sonuna kadar. Çoğunu tanıyordu sâlâ sonrası ismi okunan merhum kişilerin. Tanımasa bile salasını duyduğu her cenaze namazına iştirak etmeye çalışıyordu.

 Tıpkı okul arkadaşlıkları gibiydi iş arkadaşlıkları da. Mezun olur olmaz koparılıp atılan dostluklar gibi emekli olanların da birbirlerini arayıp sorduğu nadirdi. Ömür geçse de meşakkat bitmiyordu. Kimi torununa bakıyor kimi halen bir baltaya sap olamamış kızını oğlunu bir yerlere yerleştirme endişesiyle sağa sola koşturuyordu. Hiçbir derdi kalmayan ve emekliliğin tadını çıkarma endişesinde olanlar ise ya köylerine geri dönüyor ya da şehrin kıyısında bir arazi alıp toprakla uğraşıyorlardı. Aslında onun da böyle bir hayali vardı yıllar önce. Emekli olduğunda köyüne dönecek ve harman yerine küçük bir ev yapacaktı. Çocukluğunda gençliğinde dolaştığı dağlarda yeniden dolaşacak, berrak gözelerden su içecek, yemlik madımak toplayacaktı bahar zamanı bayırdan, dağdan… Olmadı, olamadı…

 Emekliydi ve yıllar yılı baş başa kalamadığı eşiyle bir apartman dairesinin üçüncü katında ömrünün kalan günlerini tamamlıyordu. Nasılsın, diyenlere; eksik günleri tamamlıyoruz, derdi. Köyünde geçen çocukluk, gençlik yıllarından sonra demiryollarında işe girmiş, çoluk çocuğa karışmış, annesini babasını ahrete uğurlamış, dört evlat yetiştirmiş, iyi ya da kötü tüm günleri geride bırakmış şimdilerde batmaya duran ömür güneşini seyrediyordu ufukta. Tüm hayatının özeti bu kadardı işte. Gün geldi, tepeye dikildi, derdi, hayattan ömürden mevzu açıldığında.

 

Sabah küçük bir bidonla evinin yakınındaki mahalle çeşmesinden tatlı su getiriyor, ardından belediye büfesinden ekmek alıyor, karı koca bir Köroğlu bir Ayvaz yaptıkları kahvaltıdan sonra çarşının yolunu tutuyordu. Eşi, bu durumdan şikâyetçi değildi. Kocasının dışarıda geçirdiği vakti o da evin içinde kendince uğraşlar bularak geçiriyordu. Otobüs durağı hemen kapısının önündeydi ancak yetmişe yaklaşan yaşına rağmen onun otobüse bindiği vakitler sayılıydı. Otobüs duraklarında bekleşen çocukları, gençleri anlamıyordu. Belki iş arkadaşlarından köylülerinden birine rastlayabilme ümidi ile yolları arşınlıyor gah maziyi konuşacak birilerini bulabiliyor gah bulamıyordu. Asıl amacı öğlen namazını ve ikindi namazını hiç değilse iki vakit namazı ulu camide kılmaktı. Öğlen vakti inmişse çarşıya öğleyi ve ikindiyi Ulu camide kılarak dönüyordu evine şayet ikindi vakti inmişse çarşıya akşam namazını da kılarak dönüyordu. Camii etrafında kendisi gibi vakit geçirmek için gelmiş ihtiyarların hepsinin simasını tanıyordu hemen hemen. Kimi gelininden, kimi damadından, kimi oğlundan kimi eşinden şikayetçiydi yaşlıların. O yüzden fazlaca dahil olmazdı onların sohbetlerine.

 Bazen minaresini seyrediyordu camiinin bazen duvar taşlarıyla konuşuyordu. Bazen kapısına selam veriyordu bazen minberiyle mihrabıyla içten içe konuşuyordu. Yaklaşık bin yıldır burada böylece duran bu yapının kim bilir içinde kimler namaza durmuş, kimler hangi dualarla, ümitlerle avuçlarını açmışlardı sonsuzluğa.

Muhakkak namaz vaktinden bir süre önce girmeliydi camiye. Camiinin kocaman taş sütunlarından yeşile boyanmış olan sütunun yanında durmalı ve hiç değilse bir vakti orada eda etmeliydi.

 O gün de öyle yaptı. Camiden en son o çıktı. İkindiye kadar oyalandı sağda solda. Camii avlusundaki mezarların başında bekledi, Fatiha okudu bir süre. Kıyıdaki köşedeki çiçekleri seyretti, kuşların zikrini dinledi. Kuş sesleri önce çocukluğunun kıyısına götürdü onu sonra gençliğinin. Hayat kısa, derlerdi de inanmazdı. Ne zaman kocamıştı, ne zaman çoluk çocuğa kavuşmuş ne vakit torun torba sahibi olmuştu. Tarlada, bostanda geçen vakitlerini düşündü. Çocuklarını hatırladı, sonra torunlarını… Doluktu, tanıdık birileriyle karşılaşmak istemedi bu haliyle. Şadırvana yöneldi, ikindi namazı için abdestini tazeledi. Henüz vakit vardı ancak yine de camiye girdi. Kuytuda bir köşede üzerinde Kur’an bulunan rahlenin önüne oturdu. Bir süre Kur’an okudu. Kur’an okumayı kendi kendine emekli olduktan sonra öğrenmişti. Bu yüzden yüksek sesle okumaya çekinir ya sessiz sessiz okurdu ya da yüksek sesle okuyanları takip ederdi.

 

Hangi sureyi okuduğunu, kaç sayfa okuduğunu fark etmedi bile. Camii kalabalıklaşmaya başlayınca Kur’an’ı kapadı ve her zamanki gibi yeşil sütunun yanına namazını kılmak üzre gitti ancak her zaman namaz kıldığı yerde bir başkası oturuyordu. Bir an göz göze geldi ve tebessümle göz kırptı kendi yerinde oturan ihtiyara. Bu bakışma iki namaz arasındaki bütün gamını dağıtmıştı. Namaz bitti, tesbihatını yaptı, duasını etti. Şükrün verdiği huzurla ışıdı kalbi. Farzın hemen ardından camii tenhalaşmaya başladı ancak o her zaman olduğu gibi camiden en son çıkanlar arasındaydı. Artık eve dönmeliydi. Bahçeye çıktığında içerde göz göze geldiği yanında namaz kılan adam bitiverdi birden önünde. Adamın heybetinden biraz irkilse de tebessümle kendisine doğru uzanan elinde bir aşinalık, huzur hissetti. Belki kendisiyle aynı yaştaydı ancak garip bir dirilik vardı bu adamın duruşunda, bakışlarında. Adamın, Allah kabul etsin, duasına aynı samimiyetle karşılık verdi. Elini geri çekmek istiyor, çekemiyordu, sanki konuşacağı söyleyeceği bir şeyler varmış gibi adam bırakmıyordu ihtiyarın elini. Tuttuğu elde bir ırmağın huzuru, uzak iklimlerin dinginliği vardı. Adam, yine samimi ve sevecen bir sesle; kusura bakma, dedi, hakkını helal et, galiba namaz yerini ben kaptım. Adamın cevap beklemediği belliydi bu sözleri ederken. Devam etti konuşmaya; dikkat ediyorum hep aynı yerde kılıyorsun namazını, bir sebebi var mı bunun?

 İhtiyar, başını öne eğdi, göz göze gelmek istemedi nedense, elinin içindeki ele baktı… Mahcubiyetle Hızır Aleyhisselam, dedi… O sütunun adı, Hızır direğidir ve Hızır Aleyhisselam günde bir vakti bu sütunun yanında kılar muhakkak. Bize böyle söyledi büyüklerimiz, bu sebeple hiç değilse günde bir iki vakti o direğin yanında kılmaya çalışıyorum.

 Adam tekrardan Allah kabul etsin, dedi. Elini usulca elinden ayırdı ihtiyarın. İhtiyar adam arkasını döndü ve evine doğru yürümek için camii bahçesinin kapısına doğru ilerledi. Camiinin dışına çıkınca geri döndü az evvel konuştuğu adamı aradı gözleri. Camide kimse kalmamıştı. Sağ elinden kalbine doğru ilerleyen bir üşüme hissiyle evinin yolunu tuttu.

 

sade edebiyat dergisi, sayı:3, yaz 2015