kişiler-dergiler-kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kişiler-dergiler-kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Temmuz 2022 Cumartesi

bir yerlerde buluşuncaya kadar hoşça kal mevlana idris

On beş yılı biraz aşan dostluğumuz oldu bu dünyada Mevlana İdris'le. Başlangıçta ben ona ağabey dedim ancak yaşı benden büyük olsa da o, kardeşim yerine dostum dedi. Başkalarına benzemediğinin farkındaydı ve etrafında dönen edebiyat dünyasının fertlerine benzemekten kaçındı. Nevi şahsına münhasır bir duruşun, duyuşun sahibi oldu hep. O, bu şehre uğradığında Sivas güzelleşirdi. O hangi şehirde, hangi programda ise o mekanın anlamı genişlerdi. Onun yanında olmak, uzaktan sesini duymak, bir yerlerden selamını almak sonsuz bir huzur esintisi sunardı.

Size karanlığın içinden değil kendi içimden sesleniyorum, demişti. Kendi içi aydınlık, rengarenk bir bahçeydi; o aydınlıktan gelen sesi çocuklar duydu, çocuk kalanlar işitti en fazla.

İster gürültülü bir caddede ister yalnızca kuş sesleriyle örülü bir parkta ister bir şiir programında sahnede, sesinin tonunu hiç değiştirmezdi. Kalabalıklarda sükutu daha da artardı. Çünkü bazen sesimi kendime bile duyuramadığım anlar oluyor, demişti. Sessiz konuşurdu, fıkra anlatırken bile. Hitabı yalnızca muhatabınaydı. Telaşlı olduğuna hiç şahit olmadım. Hızlı konuştuğuna da.

Bana uzun süredir içtenlikle nasılsın diyen biri yok. Belki de hiç olmayacak. Bu yüzden iyi olsam bile bunu birisine söyleme imkanı bulamadan aylar geçebilir, demişti. Son görüşmemizde günün her saati kendisini çok yorgun hissettiğini, hiçbir şey yapmak istemediğini söylemişti. Biraz konuşunca gerçekten iyiyim, demişti.

Hepimiz yeryüzünü farklı algılıyoruz ve hepimiz farklıyız. Bazıları biraz daha farklı! demişti. Farklı olanı severdi, farklı olana zaman ayırırdı. Farklı hikayeler, fıkralar, dostluklar biriktirirdi.

Benim korktuğum ve reddettiğim ne biliyor musun? Üstümüzün çizilmesi! Buna tahammül edemiyorum dostum, demişti. Edebiyat aleminde yahut toplumda üstü çizilenlere sahip çıkmak onun en güzel yaptığı işlerdendi. Şahidim.

Her yerde bulunan bazı işaretler senin için bir şey ifade etmiyor ama ben her şeyi anlıyorum, demişti. Anlardı çoğu şeyi anlatmadan. Sezerdi. Küçük işaretlerden büyük hakikatler çıkarırdı. Hasbelkader söylenen bir cümlenin, anlatılan küçük bir olayın kendisinde büyük izler bıraktığını fark ettirirdi.

Kalabalıklardan, dünyadan uzak durmanın ustasıydı. İçindeki büyük bahçelere, büyük müziklere sığınırdı.

Bazı insanlar ve bazı durumlar neden saygı ve ilgi çemberinin dışında bırakılıyor bunu anlamaya çalışıyorum, demişti. Bu yüzden belki de bazı insanlara ve bazı durumlara ilgisi, saygısı herkesten farklı idi.

Ben olmasam sağlıklı olduğunuzu nereden anlayacaksınız? demişti. Biliyordu kendisindeki biricikliğin çoğu insan nazarında normal karşılanmadığını.

İyilikten, iyilerden yanaydı hep. Her zaman kendi dünyasında, kendi bahçesinde değildi. Zaman zaman herkesin dünyasına indiği de olurdu. Beni iyiliğiyle şaşırtan insanlar ya da hayvanlar olmuyor mu? Tabii ki oluyor. Nadiren onlara rastladığımda bir ömür şapka çıkarıyorum.Bazen bir hastanede müşfik, beni dinleyen bir hekim gördüğümde yavaşlıyor, duruyor ve kendime geliyorum; dünyaya, sizin dünyanıza, demişti.

Gülten Akın'ın Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya, dizelerinin dışında kalan kimselerdendi. İnceliğin hayranıydı. Küçük cümlelerden, olaylardan büyük sohbetlere kapı aralardı. Çok konuşmayı sevmediği yönünde yaygın bir kanaat vardı oysa konuşmayı severdi. Bazen bir çocuk, bazen köpek, bazen de bir ağaçla konuşuyorum. Sorsanıza niçin? Niçin sizle konuşmuyorum, sormayacak mısınız? Çünkü vaktiniz yok sizin durup kendinizi dinlemeye bile, demişti. Elbette suskunluğu anlaşılmayanın konuşması da anlaşılmazdı kimilerince. Ve kimse beni dinlemediği için, kendimi dinlemek  için bazen saatlerce konuşuyorum, demişti. Konuşmayı severdi ama dinlemeyi daha çok. Beni dinlediyseniz teşekkür ederim. dinlemediyseniz bu zaten iyi bildiğim bir şey, demişti.

Defineye malik viraneler var, dizesinin hikmetince: Bir tuhaflık varsa bu bende mi? Bunu hiç bilemeyiz. Kim gül, kim bahçe? Nereden bilebiliriz ki bunu, demişti. Hem güldü, hem bahçe.

Dünyadaki yalnızlığının mimarı kendisi değildi. Birlikte olduğum insanlardan yalnızlığı öğrendim. demişti.

Aramak değil bulunmak istemiştim, demişti ama arardı da zaman zaman. Aradığımda bulurdum da kendisini içindeki dünyada. Görüşecektik yüz yüze. Bir yerlerde buluşuncaya/bulununcaya kadar, hoşçakal, demişti. Görüşemedik, ayrıldı bu dünyadan ama görüşmek için dünya tek mekan değil.  Biliyorum bir yerlerde buluşmak mümkün.

Sağol dostum. Sağol.

Bir yerlerde buluşuncaya kadar hoşça kal.

                                                                     sebilürreşat dergisi, temmuz 2022.



1 Temmuz 2022 Cuma

öteye kalan görüşme

 

2006 yılıydı ilk kitabım yayımlandığında. Hayli sıcak bir ikindi vakti okul önünde telefonum çaldı. Telefonu açtığımda karşıdan gelen ilk cümle "iyi geceler bayım"dı, vakit ikindiydi ama olsundu. Mevlana ağabey, dedim şaşkın ve telaşlı. Okulun ve trafiğin gürültüsü o anda kesildi, bir sükûnet yayıldı içime o konuştukça. Orada başladı her şey. Kitabınız elimde, dedi. Sesinizi sesime yakın buldum, dedi. Telefon numaranızı bir dostumdan rica ettim, dedi. Orada başladı dostluk, kardeşlik. Orada yeşerdi sonsuz bir muhabbet.

Sonrasında sık sık görüşmeye başladık kendisiyle yüz yüze değilse de. Sivas'ta düzenlenecek bir şiir programı için isim listesi yapan bir grup arkadaş, davet edecekleri şair listesi için yardım istediğinde Mevlana İdris’e sordum katılıp katılamayacağını. Kırmadı, geldi Sivas'a; daha da pekişti yakınlığımız. Sivas'tan ayrıldıktan sonra burada kalabalık bir mecliste çekilmiş fotoğrafı bana gönderdi: "Bir ucunda siz, bir ucunda ben" yazmıştı fotoğrafın altına. Gerçekten de otuza yakın kişinin oluşturduğu fotoğraf karesinin bir ucunda o vardı, bir ucunda ben. Muhabbetimiz sonraki dönemlerde katlanarak devam etti ve hep bir ucunda kendi ifadesi ile hazret vardı, bir ucunda ben; aramızdaki mesafelere, dünyaya rağmen.

Şiir, edebiyat programlarında görüştük, telefonla görüştük, Sivas'tan geçerken görüştük. Her fırsatta görüşmeye çalıştık hep. Bir gece yarısı Sivas'tayım, dediği de oldu, bir bayram dönüşü yarım saate Sivas'tan geçeceğim, dediği de.

Canım sıkkın, moralim bozuk olduğunda arardım, ilk cümlelerinden itibaren tüm karmaşa biterdi zihnimde, kalbimde olan. Mutlaka anlatacak bir fıkrası, kendinden yaşça ya çok büyük ya da çok çok küçük dostları arasında geçen hikmetli veya latif tespitleri, konuşmaları peş peşe anlatırdı. O, ne anlatsa dinlenirdi zira sesiyle değil, kalbiyle konuşurdu, hissederdim. Kalabalıklarda ya hep susar ya da mekan değiştirirdi.

Sohbetlerimiz arasında geçen küçük cümleler, daha evvel farkına varamadığım incelikleri anında yakalardı. Küçücük bir cümle, bir bilgi onun işareti ile birden büyürdü benim dünyamda da. Hayret eder, şaşırır ve bunu tavrını gizlemezdi. “Bunu yazmalısınız” derdi. Hikmet ve hakikat burcundaydı daima.

Şaşırdığı kadar şaşırtırdı da çoğu zaman. Gecenin bir yarısı Çerkezin Kahve’deyim, diye aradığı da oldu, sabahın ilk saatlerinde yarım saate Sivas’tayım hazret, dediği de. Bazen arkadaşlarıyla yol uğrattığı da olurdu Sivas’a. Biraz hava alalım diye çıktık, buraya kadar geldik, demişti son yüz yüze görüşmemizde. Dostlarını tanıştırmayı severdi.

Hiç beklemediğim anlarda ya bir mesaj ya bir telefon yahut uzaktan bir selam gelirdi kendisinden. Seneler evvel katılmadığım bir şiir programında, Hazreti Hüseyin ve Hüseyn Kaya’ya selam olsun, diyerek şiir okumaya başladığını mecliste bulunanlardan duyunca ne kadar mahcup olmuş, ne kadar sevinmiştim. Mustafa Kutlu ağabey bir şiirinizi okumuş; sizi sordu, dedi geçen Kurban Bayramı’nda. Bir dergiye şiir göndermeyeli çok oldu ağabey dedim, yanlışlık olmasın. Ben vermiştim bir şiirinizi bir dergiye dedi. Sohbetin detaylarını anlattı, her zamanki gibi mahcubiyet, hüzün, sevinç peş peşe işgal etti içimde bir yerleri.

Çağın hatta dünyanın çok ötesinde bir inceliği vardı ve belki de bana, bizlere farklı gelen bu incelik etrafında şekillenmiş düşünce tarzıydı. On beş seneyi aşan dostluk, kardeşlik sürecimizde bir defa “acil” kelimesini duydum kendisinden. Hazret, acil kargo adresi gönder, diyordu. Kitap yahut dergidir illaki diye düşündüm. Birkaç gün sonra kargodan gelen paketin kitap olmadığını elime alır almaz fark ettim. Ayakkabılarımdan bahsettiğim “Kırk Yedi” başlıklı yazımı okumuş, bir çift kırk yedi numara ayakkabı göndermiş, içine küçük bir not ve iki de kitap ilave etmiş. Ne denir, ne söylenir?.. Yaklaşık altı ay sonra yine adres istedi. Sezdim, yine ayakkabı gönderecek. Ağabey, mahcup oluyorum, dedim. Ben kullanamam sizden gelen bu ayakkabıları, saklarım. İstanbul’a getirir belki sizi bu ayakkabılar, dedi. Sustum. Bu son, dedi. Ayakkabıcı bir arkadaşımla okuduk yazıyı yeniden ve kendisi hediye göndermek istiyor. Ayakkabı geldi ancak iki numara büyüktü ve içine üç de çorap ilave edilmiş. Büyük gelirse ayakkabı çift çorapla giyersiniz diye düşündük, dedi. Ne çorapları kullandım, ne ayakkabıları. Kullanır mıyım, onu da bilmiyorum artık.

Yazılacak, anlatılacak çok şey var kendi ifadesi ile Hazret hakkında lakin hepsi anlatılmalı mı, bilemiyorum. O, biricik ve mahrem dünyasını herkese açmadı, açmak istemedi. O yüzden onu yazmak, onunla ilgili yazmak da hayli zor bir durum. Uzun cümlelerden, uzun şiirlerden, sahnede uzun süre kalmaktan hep kaçındı. Şiir, yazı onun için sadece bir sonuçtu. Dar bakışlar, basit tartışmalar, edebiyat camiasındaki küçücük çeteleşmeler ve ucuz hesaplar; onun dünyasının yanından bile geçmedi, şahidim. Ortam kalabalıklaştığında, meclisteki sohbetin rengi değiştiğinde ya susardı ya yürüyelim, derdi. Allah'ın bana lütfuydu benimle olan dostluğu. Şiire, İstanbul'a, dünyaya, çocuklara Allah'ın bir lütfuydu. Ağabeydi, dosttu, dervişti, sahih şairdi, candı. "Üstat, Hazret, Selam ve Hû" kelimeleri çiçeklenirdi dilinde, yazdığı satırlarda.

Ramazan Bayramında görüşmüştük en son. Uzun bir telefon görüşmesiydi. Sesindeki sükûnet her zamankinden fazla idi. Kendini hep yorgun hissettiğinden bahsediyordu. Sağlık meselesini çabucak geçiştirdi, beş on dakika sonra sohbet derinleşti. Fıkralar anlattı, İstanbul’daki dostları arasında geçen latif konuşmalar, hikâyecikler anlattı. Biraz içinin ferahladığını hissediyordum o anlattıkça. Bir saate yakın konuştuk ve Ramazan Bayramı’nda olmadı Kurban Bayramı’nda görüşelim dedik. O da nasip olmazsa bu yaz Ya Maraş ya Sivas ya İstanbul’da görüşmek üzere sözleştik. Sonrası kendisini seven herkesin bildiği süreç, sonrası hepimizin üzerine çöken hüzün.

Görüşmek üzere sözleşmiştik, öte tarafa kaldı görüşmemiz.  

mostar, temmuz 2022 

sağdan itibaren: ahmet tezcan, mevlana idris, hüseyn kaya, mehmet küpeli

sağdan itibaren ahmet tezcan, mevlana idris, hüseyn kaya, mehmet küpeli

5 Nisan 2022 Salı

sezai karakoç’a dair

 

On beş yaşımdaydım. Sivas’tan Hatay’a kadar sürecek otobüs yolculuğum henüz başlamıştı ki yanıma oturan temiz giyimli genç, elimdeki birkaç kitabı görünce galiba ilgilenmek, sohbet etmek ihtiyacı hissetti yanında oturan çocukla. Kitaplara, yazarlara dair bana yönelttiği sorularla başladı sohbetimiz. Necip Fazıl’dan, Abdurrahim Karakoç’tan Cahit Sıtkı’dan haberdar olduğumu öğrenince Sezai Karakoç’u sorudu bana. Küçük bir antolojide birkaç şiirini okumuştum üstadın ancak ne kitaplarını biliyor ne kendisini tanıyordum. Yol boyu Sezai Karakoç’u dinledim daha sonradan hâkim adayı olduğunu öğrendiğim yol arkadaşımdan. O yaşlarda biriyle edebiyata, düşünce hayatına dair bir şeyler konuşmak, birilerinin tecrübelerini dinlemek hayli hoşuma gitmişti doğrusu. Yolculuk bitip de ayrılık vakti gelince bana adresini verdi, bulamadığım kitap olursa yazmamı istedi kendisine.

Hep böyle değil midir dünya? Küçücük anlar, karşılaşmalar ilerde aralanacak yeni kapıların önüne bırakır bizleri.

Bir hafta kadar Hatay’da kaldıktan sonra döndüğüm Sivas’ta ilk işim Sezai Karakoç kitaplarını aramak oldu. Kitaba ulaşmanın şimdiki kadar kolay olmadığı yıllardı. Yine de birer ikişer bulmaya, okumaya başladım Karakoç’un kitaplarını. Onun kitaplarını aramak, bulmak yeni yeni tanışıklıklara vesile oldu ve onu tanıyanlarda, okuyanlarda tarifi çok da mümkün olmayan bir samimiyet, yakınlık her zaman mevcuttu. Yitik Cennet’i fotokopi yaptırırken tanıştığım kırtasiyeci, Edebiyat Yazıları’nı sipariş verirken tanıştığım kitapçı, Leyla ile Mecnun’u elimde görüp de yolda durduran İsmail…

Şimdilerde insanlar yalnızca Monna Rosa efsanesi ile Sezai Karakoç’u kıyısından köşesinden biliyorsa da Monna Rosa, benim belki de en son varlığından haberim olan şiiriydi üstadın. Monna Rosa ile Karakoç artık zihnimde değil ruhumda, kalbimde bir yerleri kendine mekan etmişti. Kitaplarını temin edip okuma süreci bitince Diriliş dergisinin sayılarını temin etmeye çalıştım birkaç yıl boyunca. Büyük şehirlere giden, sahaflarla tanışıklığı olan arkadaşlar sayesinde derginin sayılarını tamamlamak nasip oldu.

İlk gençlik yıllarımda çok istedim kendisiyle tanışmayı, sohbet etmeyi ancak o yıllarda münzevi bir hayat yaşadığı ve kimseyle görüşmediği anlatılırdı. Görüşmeye gidenlerin kapıdan döndüğü rivayetleri anlatılır dururdu. Hatta kendisinden habersiz çekilmiş fotoğraflarını yayımlayan bir dergi bile oldu doksanlı yılların ortasına doğru. İlerleyen yıllarda Sezai Karakoç’u ziyaret eden, onun sohbetinde bulunan insanlar haber getirmeye başladılar uzaklardan. Hatta parti bürosu açılırsa Sivas’a gelebileceğini bile söylemişti bir arkadaşımıza. Gençliğin, öğrenciliğin verdiği heyecanla birkaç hafta bu tarz bir mekan ayarlayabilir miyiz, telaşına düştüğümüz dahi oldu. Ne parti bürosu açabildik ne de ziyarete gidebildim. Hem gitsem ne konuşacaktım ki? Ne sorabilirdim kendisine?

Oradaydı ve orada olduğunu bilmek kâfiydi Sezai Karakoç’un. Yine de hiç değilse bir kez, sadece birkaç dakika yanında susmak isterdim, nasip olmadı.

Sezai Karakoç’la aynı çağda yaşamak, aynı ülkede bulunmak ve aynı dili konuşmak büyük bir lütuftu bizler için ancak o bizimle aynı çağda, ülkede ve dünyada yaşadı mı, kelimelerimiz aynı olsa da bizimle aynı dili konuştu mu, muamma.

İlerleyen senelerde Sezai Karakoç herkesin yanına uğrayabildiği ve sohbetini dinleyebildiği biri oldu. Artık şiirine ve düşüncelerine aşina olan ve İstanbul’a yolu düşen herkes uğrayabiliyordu üstadın yanına.  Ziyaretinden dönenler coşkuyla anlatıyordu ona dair her detayı. Artık kitapları da neredeyse her şehirde hatta il, okul kütüphanelerinde bile ulaşılabilir hale gelmişti. Sezai Karakoç adına dergiler özel sayılar, dosyalar hazırlamaya başladı hızla, akademik çalışmalar yapılmaya başlandı.

Onun anlatmaya çalıştığı şey bambaşkaydı, onu tanıyanların, tanıdığını zannedenlerin anladıkları şey çoğunlukla bambaşka. Sezai Karakoç, Tanzimat’tan beri yönümüzü döndüğümüz Batı önünde, Batı’yı inkâr etmeden, küçümsemeden ve Doğulu olduğumuzu unutmadan nasıl yaşayabileceğimizin iksirini sunmaya çalıştı Doğunun Yedinci Oğlu olarak. Şair olma, şair kalma gibi bir endişesi olmadı onun. İnsan olunmadan, ölüp de dirilmeden dünyada kazanılan sıfatların hiçbirine talip değildi. İsmini dergilerde görmek için çaba sarf etmedi, kitaplarım çok okunsun gibi bir derdi de olmadı hiçbir zaman. Ne şiir gecelerine katıldı ne edebiyat festivallerine. Gazetelere mülakat vermedi; boynuna fular bağlayıp televizyonlarda edebiyat, sanat, fikir, siyaset konularında boy göstermedi. Adını yaşatmak, yüceltmek derdinde değildi bilakis kendi adını dahi Diriliş düşüncesinin içinde eritmeye, silmeye adadı ömrünü. Gençlik yıllarında yayımladıkları hariç kendi yayımladığı dergi dışında başka dergilerde yazdıklarını yayımlamadı. Yazarken yazarlığı, çevirirken çevirmenliği, şiirleriyle şairliği, düşünceleriyle fikir adamlığı duruşunu ima etti hâl diliyle ancak bu dili anlamak, düşünmek yerine onu yüceltirken dahi sömürme ve kendisine bir paye edinme yolunu tercih etti hem bizim hem bizden sonra gelen neslin çoğunluğu.

Şiirin şahidi şairin hayatıdır, gerçekliğini ve geçerliliğini ancak şairin hayatıyla kazanır şiir. Ezelden beri aynı kelimelerle aynı şeyleri anlatan şairler arasından bazılarına kalıcılığı bahşeden en büyük unsur şairin ömründen şiirine yansıyan sahiciliktir. O sahici bir şairdi ancak yalnızca şair değildi. Kimine göre yalnızca İkinci Yeni şairlerinden biri, kimine göre Monna Rosa’nın şairi. Kimileri için Diriliş eri, fikir adamı. Kimilerine göre derviş, kimilerine göre siyasi parti önderi. Kimileri için âlim, üstat. Kimileri için dünyada bulunmuş ama yaşamamış bir öteli. Sezai Karakoç üzerine çok şey yazıldı, konuşuldu ve daha da yazılacak birçok şey. Yeni akademik çalışmalar yapılacak belki ve yeni özel sayılar çıkarılacak. Onun, fikirlerinin ve şiirlerinin buna hiçbir zaman ihtiyacı olmadı ancak bizim onu gerçekten tanımaya çok ihtiyacımız var.

 “Ve Monna Rosa”

Gizli bir cemiyetin mensubu olmak gibiydi bizim nesil için Monna Rosa’yı ve kulaktan kulağa aktarılırken efsaneleşmiş hikâyesini bilmek. Şayet biri bu şiiri ve hikâyesini biliyorsa adını dahi sormadan onunla arkadaş, dost olabilirdiniz, ona güvenebilir, onunla saatlerce sohbet edebilirdiniz. Bir define haritası gibi saklardık ceketimizin iç cebinde yahut kitaplığımızın en kuytu köşesinde bu şiirin değişik nüshalarını. Bizim için bir gün kabul olunacak duanın metniydi Monna Rosa, kırılmış kalplerimiz her sancıdığında sürdüğümüz efsunlu merhem. Herkesin bu şiiri bilmesi, herkeste bu şiirin bulunması üzerdi bizi, yalnız hâl ehlinin elinde, dilinde ve üç kişiyi geçmeyen ortamlarda konuşulmalıydı hikâyesi ve okunmalıydı şiiri Monna Rosa’nın. Yeni bir nüsha bulduğumuzda elimizde olanla karşılaştırır, eksiklikleri tamamlar, daktilo ile yahut kesik uçlu kalemlerle yazar, ehli ile paylaşırdık bu gizemli şiiri. Bizim nesil Monna Rosa’yı okuyarak değil yazarak ezberledi en çok. Zamanla her şeyin olduğu gibi Mona Roza’nın da büyüsü bozuldu. Şüphesiz üstadın şiiri küçük değişikliklerle yayımlamasında da bu durumun etkisi var ancak asıl mesele bizce ehil olmayan insanların da şiirin hikâyesini iyice efsaneye dönüştürmesi ve efsanenin şiiri geride bırakmasıydı. Monna Rosa, dile düşmesin diye fısıltıyla kalbimize okuduğumuz, her dizesinde içimizde fırtınalar koparan şiir, herkesin yerini bildiği ve saygısızca kazdığı bir define alanına, herkese açık bir müzeye dönüştü sonraları.

kasım 2022

16 Mart 2022 Çarşamba

şiirle konuşan adam: tayyib atmaca

 

Tayyib Atmaca ismine ilk kez yirmili yaşlarımda rastladım Kırağı dergisi sayesinde. 1995 senesiydi ve edebiyat fakültesi öğrencisiydim. Kırağı, posta pulu karşılığında okuruna gönderilen bir dergiydi ve ben de arkadaşlarım sayesinde haberdar olmuştum bu dergiden. Dergiyi birkaç sayı takip ettikten sonra künyede yer alan adrese bir mektup gönderdim ve dergi adına cevap, Tayyib Atmaca’dan geldi. Böyle başladı aşinalığımız uzaktan uzağa da olsa. Edebiyat dünyasında aşinalıklar hep önce dergiyle, kalemle, mektupla başlardı o yıllarda.  Ardından programlarda yüz yüze tanışılır, kırk yıllık dost, ağabey kardeş münasebetleri boy verirdi. Ben şiir gönderdim Tayyib Atmaca yayımladı. O kitaplar, dergiler gönderdi ben okudum. Aynı yıllarda bizim yayımladığımız Rûzigâr adlı dergiye de ricamızı kırmayarak şiir gönderdi. Aylar, yıllar sonra yüz yüze tanışmak, sohbet etmek de nasip oldu kendisiyle edebiyat programlarında.  Yeni yeni eli kalem tutan birisi için şüphesiz ilk aşinalıklar, ilk tecrübeler unutulmaz izler taşır. Tayyib Atmaca, benim için samimi ve mütevazı duruşuyla “iyi ki tanıdım” dediğim bu mümtaz yüzlerden biri.

Tayyib Atmaca’yı benim gibi eminim pek çok insan Kırağı dergisi ile tanıdı ilk kez ve yeni yazmaya başlayan pek çok kişi için bir mektep oldu o dönemde Kırağı dergisi. Bu gün merkezî dergilerde kalem oynatan, büyük yayınevlerinden kitap yayımlayan yahut üniversitelerin edebiyat fakültelerinde görev yapan isimler arasında yolu Kırağı’ya düşmemiş olanı yok denecek kadar az. Kırağı dergisi ikinci yayın döneminde kitap yayıncılığına da başlayarak dergide ürün yayımlayan isimlerin kitap sahibi olmasını da sağladı ki bu faaliyet dahi dönem şartları içerisinde düşünüldüğünde şiir adına büyük bir teşebbüs aslında.

Tayyib Atmaca’nın şiiriyle tanıştığım dönem yani doksanlı yıllar; tıpkı hayata bakış, yaşantı tarzı ekseninde olduğu gibi sanatta ve edebiyatta da Türkiye’de birtakım değişimlerin yaşandığı bir döneme denk gelir. Söz konusu yıllarda bilhassa muhafazakâr camianın sanat ve edebiyat çevrelerinde yoğun bir faaliyet içerisinde olduğunu söylemek mümkün lakin bu faaliyetler “yenilik” adına bazı kopuşların, savruluşların da temelini oluşturur. Seksen sonrası başlayan muhafazakâr şiirdeki gelenekten kopuşun doksanlı yıllarda artık bir “çığır”a dönüştüğü aşikârdır. Bu durum yalnızca şiirin teknik yapısıyla sınırlı kalmayıp, dil ve söyleyiş farklılıklarına da sirayet eder. Hece ölçüsünün tüm imkânlarını tükettiği anlayışının neredeyse tamamen benimsendiği bir dönemde Tayyib Atmaca şiirinin “hece” imkânları içerisindeki arayışları dönem şairlerinden kendisini ayırır. Her ne kadar Tayyib Atmaca’nın yanı sıra birkaç isimde daha aynı hassasiyeti ve aynı çabayı görmek mümkünse de Atmaca,  tavrı ve söyleyişi ile çağdaşı diğer şairlerden kolaylıkla ayırt edilebilir.

Tayyib Atmaca şiiri her şeyden evvel duygusal bir mahiyet arz eder.  Suni dil ve söyleyişten uzak bir gönül lisanıdır onun şiirinde kullandığı dil. Mısraları gözden, kulaktan evvel kalbe ulaşır çoğu zaman. Her şiirinde bir yaşanmışlık hissi mutlaka okuyanını sarar. Ölçüyü yahut kafiyeyi tutturmak için çaba sarf etmez ancak yine de ahenkten uzak değildir dizeleri. Sehli mümteni diyebileceğimiz bir üslup onun tüm şiirlerinde hâkimdir. Geleneği terk etmez ancak geleneği “var olanı taklit” algısından da uzaklaştırır söyleyişiyle, kelimeleriyle. Yeri geldiğinde bir halk şairi kadar duru ifadeleri şiirine taşırken kimi zaman çağının sesini, imge dünyasını dizelere nakşetmeyi başarır.

Eskilerin “Üslubu beyan ayniyle insan” sözüyle tespit ettikleri hakikat, Atmaca’nın şiirini, kalemini tam anlamıyla karşılar zira o; şiiri bir amaç olarak görmez dünya yolculuğunda. Şiir onun için bir kendisiyle söyleşme, yara deşme, içlenme halidir. “Kendi efkarı” ile okur ve yazar, kaygılardan azade. Ömrünün türküsüdür her şiirinde terennüm ettiği; kimi zaman hasret, kimi zaman sitem, kimi zaman sevda, bazen yalnızlık türküsü. Ne birilerinin dergilerinde ismi görünsün, derdindedir, ne bir yerlerde ismi yüceltilsin… Sümmanî’nin, Yunus’un su içtiği pınarlardan içer suyunu. Erzurumlu Emrah’ın, Seyrani’nin, Karacaoğlan’ın arşınladığı topraklarda eskitir çarıklarını ama kimseye benzemez sesi, avazı. Mütevazı bir ırmağın kendi halinde akarken kenarında açan çiçekler, yeşeren söğütler gibidir onun kaleme aldığı şiirler. Doğal, duru ve gösterişten uzak ve rengarenk.

Tayyib Atmaca şiiri, geleneğin izinde ancak çağla barışık, yenilikçi bir eda taşır bünyesinde. Bu şüphesiz şuurlu bir tavırdır ve onun şiirini; tek düzelikten, yığılmaktan, yorulmaktan ve kendini tekrardan uzaklaştırır. Geleneğin izinden yürüse de zaman zaman kafiyeyi önemsemeyen ancak heceden kopmayan rahat söyleyişler, dörtlüklerle kendisini sınırlamayan farklı sayıda bentler onun şiirinde biçimsel bir hareketlilik olarak göze çarpar.  Kimi zaman konuşma diline ait söyleyişler hece nizamı içerisinde ancak nesir halinde çıkar okur karşısına. Düzyazı görünümünde ancak hece ölçüsü bütünlüğüne sahip cümlelerden oluşan metinler, mensur şiir geleneğinde bir yenilik olarak değerlendirilebilir. Şairin bu tür metinlerine dikkatle bakıldığında gündelik dili heceye vurmaktaki ustalığı net bir şekilde sezilir. Şair; atışmayı da bilir, ölçü imkanları içerisinde deneysel arayışlar yapmayı da.

Günümüzde “Yeni Hece” adlandırmasıyla bazı edebiyat çevrelerince süslenerek gündeme getirilen hece şiirindeki yenilik çalışmaları aslında Tayyib Atmaca’nın otuz seneden beri icra ettiği şiirin uzaktan keşfi görünümündedir, demek abartılı olmaz sanırım.

Tayyib Atmaca, yalnızca şair yönüyle değil; denemeci, yayıncı ve hatta öykücü yönleriyle de edebiyatımızda nevişahsına münhasır bir kalem erbabı.  Şairin uzun süre önce yayımlamaya başladığı ve halen devam eden Hece Taşları adlı dergisi aslında; savrulan, dağılan, kekeleyen, karanlığa doğru ilerleyen günümüz şiir anlayışına karşı bir tavır ve duruşun simgesi.

Şiir gibi konuşan, konuşur gibi rahat dizeler kuran bir şair Tayyib Atmaca. Şiiri yanına bir yoldaş olarak almış bir isim değil, şiirle yürüyen, yaşayan, sevinen, kederlenen bir şair. Şiir, onun hayatının süsü değil, şiir onun için bir uğraş değil hayatın ta kendisi. Türk şiirinde uzun süredir esen fırtınalar durulduğunda, şiir ve edebiyat birtakım suni imkanların elinden kendisini kurtarıp, düze çıktığında Tayyib Atmaca isminin Türk edebiyatındaki resmini daha net görmek mümkün olacaktır düşüncesindeyim.

Edebi Köprü-Aylıq Edebi Dergi

28 Kasım 2021 Pazar

"yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez"

 Her şeyin bir tanımı, her şeyin bir izahı varsa da bazı şeyler sığmaz söze, gelmez dile. Yaşarız, hissederiz lakin anlatamayız.  Burada başlar şiire, edebiyata olan ihtiyacımız. Onlarca yazarın, şairin kapısına düşer yolumuz; yüzlerce kitabın, binlerce sayfanın eşiğine. Hâlimizi anlatacak bir çift söz, karanlığımızı aydınlatacak küçücük bir ışık, bizi felaha götürecek bir patika ararız. Çantamızın bir kenarında romanlar, hikâyeler, denemeler bizimle arşınlar durur yaşadığımız mekânları. Şiirler düşer dilimize, şarkılar, türküler, ilahiler. Uzadıkça dünyadaki yolumuz; bırakırız yol kenarlarına bize ağır gelen her şeyi. Yoruldukça ayaklarımız sözü, sözden ayırırız; gerçeği, yalandan. Uçuşur biriktirdiğimiz kitapların sayfaları zamanın rüzgârıyla sağımızdan solumuzdan, uçuşur zihnimizi kuşatan cümleler, şiirler, türküler lakin kalır Yunus. Ayırır kendini, kalır ve daha da pekiştirir içimizdeki yerini. 

Henüz dünyaya yabancı, beşikte salınan küçücük melekleri uykuya yollayan anneler de Yunus’un sözlerine koşar, hayatın bütün köşelerini arşınlamış ecel atını bekleyen dedeler de. Yunus’la başlar küçücük hikâyemiz ve Yunus’la biter nihayetinde.

Çocukluk ve gençlik yıllarımızın arasında, ya ansızın çevirdiğimiz bir ders kitabı sayfasında yahut ramazan, kandil gecelerinde bir ilahinin sonunda duyarız Yunus’un adını önceleri. Kenarları kıvrılmış sarı sayfalı eski defterlerden, katlanarak cebe konulmuş bir takvim yaprağından, kapağı yıpranmış ilahi kitaplarından ezberlenmeye çalışılan kalbe şifa Yunus şiirleriyle geçer teravihler, kandiller, sohbetler ve çocukluğumuz ve ilk gençlik yıllarımız.

Gün gelip gençlik rüzgarı başımızda deli deli estiğinde Âşık Kerem, Emrah, Sümmani, Karacaoğlan dolansa da dilimize,  bir mevsim yağan yağmur gibi uzaklaşır gider başımız üzerinden hepsi. Yunus, aydan arı yüzlü, güzel sözlü mümin bir şair olarak her dem hayatdar kalır zihimizde gönlümüzde. İrfan, ilim meclislerinde; dost, akraba buluşmalarında Yunus’tan bir ilahi okumak yahut bir beyit söylemek, yüceltir değerini okuyanın, ışıtır meclisi. Yunus, ne bir dönemlik misafiridir dilimizin ne bir mevsimlik yolcusudur kalbimizin.  

***

Yıllardır koşarım izinde pîrim

Ağlamak isterim dizinde pîrim

(Halide Nusret)

Yunus’un dili ayrı bir dil, sözü ayrı bir söz. Gönül, aşk, dünya, gurbet harflerini; çiçeğin, gülün, çiğdemin yazısını; derdin, dostun şiirini Yunus’un alfabesiyle heceleriz sınıflarda okumayı öğrenmeden önce. Karlı dağların başında salkım salkım olan bulutu onun sesiyle okuruz. Gökyüzünü, yeryüzünü ve yıldızları Yunus’un gözleriyle seyrederiz. Erik dalındaki üzümü Yunus’un rahlesinde misafir olanlar tanır ve tadar. Dertli dolabın iniltisini, saçın çözüp ağlayan bulutun sesini yalnızca Yunus’un lisanını bilenler duyar. Elif onunla bilinir, aşk onunla, sevmek onunla… Şol cennetin ırmaklarının huzur veren sesi onun kelimeleriyle ulaşır kurak dünyalarımıza.

Sevmeyi ve istemeyi onun alfabesiyle öğrenenler; gülü değil, gülü vereni; cenneti değil cennetin sahibini arzular. Onun dizeleriyle kâinata anlam vermeye çalışan herkesin ruhuna bir ışık düşer muhakkak onun söz aydınlığından. Gül onun anlattığı kadar güzeldir ve bülbül ondan öğrendiğimiz kadar dertli, sevgi onun bahsettiği kadar değerli. Onunla bilinir kadri kıymeti dostun, dostların; derdin, kederin. Dört kitabın biricik manasını o şerh eder dünyanın kararttığı, kalabalıklaştırdığı dağınık zihinlerimize, paslanmış gönüllerimize. Tekkeler, dergâhlar, meclisler, camiler, sınıflar onun sedasıyla dönüşür cennet bahçesine. Kalbimizin, ruhumuzun kılavuzudur Yunus, onun her dizesi gah Kaf Dağı’nın ardına gah sırlı bir kapının önüne gah perdelerin ardında bir âleme götürür bırakır bizi. 

***

Geldin ateş gibi geçtin âb gibi

(Halide Nusret)

Niyedir bilinmez yaşarken hep başkalarının hikâyelerini merak ederiz. Belki de bu yüzden kadim kitaplar bize hep başkalarınınmış gibi dinlediğimiz kıssalar anlatır. Kendi kıssamızdır aslında anlatılan bütün kitaplarda, mecmualarda. Merak eder, tekrar tekrar dinler sonra kendi hikâyemizi ararız duyduğumuz, okuduğumuz hikâyelerde. Kendimizden bir şeyler bulamadığımız hikâyelere kendimizden bir şeyler katarız ve bu yüzden birbirine benzer bütün hikâyeler, hikâyelerimiz. 

Yunus’un hikâyesi de sözü de kendimizden bir şeyler bulduğumuz ve yıllar yılı kendimizden de bir şeyler katarak kemale ermiş bir hikâye aslında. Kimine göre derviş, kimine göre şair, kimine göre bilge, kimine göre âşık…  Herkesin bir Yunus’u var.  Köydeki çiftçinin de dilinde onun dizeleri, şehirdeki memurun da. Gurbetteki öğrencinin de kalbinde onun şiirleri, evindeki öğretmenin de. Okuma yazma bilmeyenlerin de zihninde, gönlünde muhakkak bir yeri var onun şiirlerinin: mektep, medrese görenin de. Onu yüzyıllar boyu yaşatan, eskitmeyen ve yaşatacak olan da şüphesiz bu vasfı. Oysa onun muradı ne yaşamak asırlarca ne şair olmak ne tanınmak ne bilinmek.

“Yunus”, deriz, “Yunus Emre” deriz, bir dizesinin, bir beytinin ardından yürür gideriz, lakin onun kim olduğunu, ailesini, nerede ne zaman yaşadığını düşünmeyiz. Onun sözü, kendisiyle aynı dili konuşan, aynı mana ile kainata bakan her mekanda, her diyarda dört mevsim çiçekle bezeli bir bahçe. Menkıbelerini anlatır, içlenir, kendimize bir hakikat çıkarırız yaşadıklarından ancak düşerken onun kelimelerinin ardına, amacımız şiir okumak değildir çoğu zaman ve dinlerken menkıbelerini maksadımız değildir dinlemek bir hikâyeyi. Onun söz bahçesinde gezinirken o bahçede kendimizden bir şeyler ararız, buluruz, kendimizde olanı onda olana benzetmeye çalışırız. 

Sayıları az olsa da kendisiyle aynı yolda olan diğer isimler gibi asıl hikâyesi çoktan sır olmuş bir Türkmen kocası o. Şair değil şiirin kendisi, âşık değil aşk, insancıl değil insan.

Yunus zahitlerin yoluna yolu düşmeyen, hakikat ormanında kalbinin nuru ile kendi yolunu bulan ve yürürken yalnızca kendisiyle söyleşen bir mümin. 

***

Ah mirim, aşk elinden gideli

Odunlar eğri, od sönük, ocak kül

(İsmail Karakurt)

Adını koyamadığımız garipliğimizin, dilimizin dönmediği yangınların, ayrılıkların gözyaşlarının, dünyaya sürgünlüğümüzün tercümanıdır onun sözleri. Tıpkı dua okur gibi terennüm ederiz onun şiirlerini ve bir inşirah yayılır dünyadan bunalan ruhumuza onun kelimelerinden gelen nefesle.

Menkıbeleri, şiirleri unutulsun istemeyiz, ismi unutulsun istemeyiz ve bu yüzden çocuklarımızın isimlerinde yaşatırız onun ismini, nefesiyle süsleriz sözümüzü. 

Yunus yüzümüzün eksik yanını tamamlayan ayna, kalbimizin temiz kalmış köşesinin en suskun sahibidir biraz da. Ne vakit kendimize, kalbimize dönsek en çok orada rastlayıveririz Yunus’a. Çocukluğumuzda gönlümüze, ruhumuza, dilimize asılan duadır Yunus, bir ömür okuruz onu kalbimizin, ruhumuzun, dilimizin duvarında.  

eylül 2021 / mostar

22 Ekim 2020 Perşembe

göğ ekini biçmiş gibi

hüseyn kaya

                                                                                                                  asım gültekin için…

Gündelik işlerin yoğunluğu arasında, yorgun argın vaziyette bir sonraki gün yapılacak işlerin çokluğunu düşünürken aniden çalan bir telefon, birden bire verilen acı haberle zihnimiz sıyrılır içinde boğulduğumuz dünyadan. Bir hastalık, kaza yahut ölüm haberi; bir dakika öncesine kadar bizi boğan telaşın anlamsızlığını yüzümüze vurur.  Bir dakika önceki hayatınızın aslından ne kadar da yaşanabilir olduğunu düşünürüz ancak artık o zamana dönmek imkânsızdır.

Şüphesiz ölümdür, ölüm haberidir bizleri en çok sarsan kapılmış gidiyorken dünya hayatına zira her ölüm büyük bir sarsıntı, bir büyük ayrılıktır dengeleri bozan, planları alt üst eden. Ölüm, ne kadar yakına düşerse o kadar solar dünyamızdaki renkler, siyah beyaza dönüşür. Değerli olan şeylerin sayısı azalır kalbimizde.

Giden mi üzgündür, kalan mı? Şüphesiz kalan… Gidenler kurtulur dünyanın yükünden, telaşından. Kalan içindir ayrılıklar hüzünler. Bitmemiş bir yolun ağırlığı biner hassas kalplerin üzerine her ölüm haberinde. Eksilen kalandır, yarım olan kalan.

Bunda hep gelenler gider

Hergiz gelmez yola gider

(Yunus Emre)

Dünya ne kadar yorucu, hayat ne kadar zor düşünceleri ile serzeniş halinde iken kendi kendimle bir akşamüzeri aldım Asım’ın ölüm haberini. Kendisiyle çok sık görüşen biri değildim ancak ne kadar yakınımda olduğunu bu haberle hissettim. Daha birkaç gün evvel bir sohbette anmıştık adını. Yanımdan, yöremden birinin daha eksildiğini hissettim, dünyamdan birinin daha eksildiğini. “Nasıl, neden” soruları aklıma gelmedi. Bir süre zihnimdeki fotoğraflarını sıraladım peş peşe. Mütebessim yüzünü, sakin tavırlarını tekrar tekrar hatırladım.

İlk şiir kitabım çıktığında bana ulaşan o idi, Sühan’ın ilk sayısı yayımlandığında da ulaşan o.

Kendisiyle ilk kez yüz yüze Dursunbey şiir programında yüz yüze tanışmak nasip oldu. Elinde fotoğraf makinesi, önünde bebek arabası ile çıkıp gelmişti programa. Hep öyle olur ya sanki yıllardır tanışan iki dost gibi saatlerce ve samimiyetle konuştuk birkaç gün boyunca. Durgun, sakin bir çehre; yumuşak, alçalıp yükselmeyen bir ses tonu ile konuşuyordu her masada, her sohbette. Zihnin hep dolu olduğu davranışlarına da yansıyordu. Gereksiz konuşmalardan kaçınır, konuştuğunda mutlaka ya bir dergiden yahut bir projeden bahsederdi. Yüz yüze tanıştığımız yılın konusu “dünyabizim” adlı sayfaydı. Baş başa kaldığımızda zihninde olanları paylaştı uzun uzun. Destek beklediğini söyledi. Bu tür programlarda çok kişiyle tanışılır, çok şey konuşulur ancak program biter, meclis dağılır ve unutulur konuşulanlar çoğunlukla.

Programdan birkaç gün sonra telefon trafiğimiz sıklaştı ve söz konusu sayfa için metin desteği isteğinde bulundu. Elimden geldiği kadar ilk zamanlar katkıda bulunmaya çalıştım projeye. Bu esnada o da Sühan dergisini ihmal etmedi, bizlere yazı gönderdi zaman zaman. Sonraki zamanlarda karşılaştığımız programlarda da Asım aynı Asım’dı. Hep ağırbaşlı, hep yalnızca gerektiğinde konuşan… Birebir sohbetlerde biraz daha konuşkandı. O yüzden ya uzaklaşarak kalabalık yerlerden yürüyüşlerde yahut kenarda bir masada anlattım, dinledi; anlattı dinledim.

Dostluğun, muhabbetin, sohbetin şüphesiz hususi olanı kıymetlidir. Onunla aramızdaki yakınlığın da hususi olduğunu biliyorum lakin şunu da biliyorum, Asım’ın dünyasında tanıdığı herkesin farklı ve mühim bir yeri vardı.  

Ehli kalem arasında sık sık şahit olduğumuz kırgınlıklara, dargınlıklara, alınganlıklara onun ayıracağı vakit hiç olmadı. Herkesle dosttu, herkesin derdini dinler, hatta derdi olduğunu bildiği biri varsa arar, derman bulmaya çalışırdı lakin kimseye demezdi derdini. Kimse sormadı belki de.

Ufku sınırsızdı ve tekrarı, sıradanlığı sevmezdi. Mesela “dünyabizim” sayfasının adını içeriğini de düşünerek önceleri “bizimdünya” olarak düşünmüştü. Kısa süre sonra “bizim dünya” sınırlayıcı bir ifade dedi, dünya bizim diyelim. Sanırım “Yedi Hilal” derneğini isimlendirirken de aynı şeyler düşündü.

Bir eylem adamı idi Asım Gültekin ancak kendisini tanıdığımdan beri hep ağırbaşlı, durgun tavırların sahibiydi. Hatta bir süre ilgilendiği mizah ve karikatür yayıncılığı bile bu olgunluk içerisinde vücut bulmuş gibiydi.

Aşsıza aş bulurdu, işsize iş. Gençler için her müşkülü halledebilecek “Asım Ağabey”di, Anadolu’da dergi çıkaranların büyük şehirdeki en samimi destekçisi, gür sesi. Sanırım herkese yakındı, herkese candan davranırdı. Paylaşmayı severdi, tanımadığı insanlarla bile. Halledemeyeceği bir mesele için söz vermezdi ama edebiyat, sanat alanında halledemeyeceği mesele de yok gibiydi. Onu bilen, tanıyan kim olursa olsun, ricasını geri çevirmezdi.

Asım Gültekin aramışsa mutlaka ya bir “beyaz haber” verirdi yahut bir projeden bahsederdi halim selim ses tonuyla. Aynı yaştaydık ama “abi” hitabını kullanırdı. Son iki görüşmemiz Sivas’ta oldu. Aynı şehirde yaşadığımız halde tanımadığım gençlerle tanıştırdı her seferinde. Yardımcı olmak, birilerinin önünü açmak ona huzur veren bir meşgale idi. Basılacak dosyam olup olmadığını sordu ilk görüşmemizde ve bir yayınevini arayarak söz aldı lakin ben biraz tembellikten biraz da heyecansızlıktan yayınevini tekrar aramadım.

Bize didar gerek dünya gerekmez

(Yunus Emre)

Son görüşmelerimizde etimolojiye ilgi duymaya başladığını söyleyince kendisiyle irtibatımız, görüşmelerimiz biraz bu yönde devam etmeye başladı. Geceler boyu uzayan kelime tahlilleri, manaları, kullanımlarına dair yazışmalarımız oldu zaman zaman. Eski eylem adamı yönü, yine gençlere yardımcı olmak manasında devam ediyordu ancak Asım’ın iç dünyasında birtakım değişiklikler yaşadığını da hissediyordum. Sürekli kelimeler dolaşıyordu zihninde ve yazıyordu da bunları uzaktan takip edebildiğim kadarıyla. Bir süre sonra beyaz camda kendisini derviş hırkası ile gördüğümde garip bir huzur kapladı içimi. Yakışmıştı sırtına ve kalbine. Açılmış bir kapıdan yeni ama yabancısı olmadığı bir yola düştüğü anlaşılıyordu. Sanırım iç dünyasında yaşadığı değişimler önce ilgi alanlarına sonra dış görünüşüne kadar sirayet etmişti. Tasavvuf klasiklerinin dünyasında iz sürüyor, Yunus’la yürüyordu artık.

Onda dinginlik, durgunluk hiçbir zaman yorgunluğa dönüşmedi. Bir kez olsun “dinleneceğim, yorgunum” kelimelerini kendisinden duymak mümkün değildi. Sabırla, azimle ve inançla yürüdüğü yolu tamamlayarak mütebessim bir fotoğraf bıraktı zihinlerde, gönüllerde ve aniden bir akşamüzeri ayrıldı aramızdan. Sıradanlıktan, tekrar etmekten hazzetmezdi, dedim ya. Sıradan bir gidiş olmadı onun dünya ile vedalaşması da. O, ani de olsa bir kervanın ucunda sessizce göçtü bu dünyadan, biz yine dağlar başında…

 eylül 2020

18 Ağustos 2020 Salı

duru bir ırmağın şarkısı: mehmet aycı'nın denemeciliği

hüseyn kaya

Bütün edebi türler kendilerine çizilen sınırları zorluyor günümüzde ancak bir edebi tür var ki Türk edebiyatında hiçbir zaman tam olarak sınırları belirlenemedi. Deneme türünden bahsediyorum kuşkusuz. Şairin doğmamış şiirlerini gömdüğü derin kuyu, öykücünün peşinden gidemediği cümleleri biriktirerek okura sunduğu define haritası. Ressamın renklere sığdıramadığı hakikat… Deneme, yazarına öylesine geniş bir hareket alanı sunuyor ki bütün ehli kalemin yolu az ya da çok uğruyor bu semte. Felsefeciler de deneme yazıyor, ressamlar da. Politikacılar da deneme yazıyor ses sanatçıları da. Zira yazdığı denemenin kurallarını, sınırlarını yine yazan kişi belirliyor çoğu zaman.

Kim tarafından ne amaçla kaleme alınmış olursa olsun yazarını doğrudan doğruya ele veren bir tür deneme. Bu tür saklamaya ve saklanmaya müsait değil sözcüklerin ardına. Neredeyse her yazarın parmak izini denemelerinden tespit etmek, kapısı kilitli kırkıncı odasına denemelerinin penceresinden girmek mümkün. Anılar, hayaller, ümitler, pişmanlıklar, inancın ve hayatın rengi, yazarın yazdığı diğer bütün türlerin ipuçları; denemelerde libas giyer, ete kemiğe, sözcüğe, cümleye bürünür. Herkes deneme yazabilir elbette lakin deneme en çok şuaranın kalemine yakışır.

Mehmet Aycı son dönem edebiyatımızda önce şiirleriyle sonra denemeleriyle dikkatleri üzerine çekmeyi başarabilmiş bir isim. Şimdilik yirmiye yakın şiir kitabı ve on da deneme kitabı var. İnceleme, derleme, portre ve antoloji çalışmaları kitapları da mevcut kendisinin. Ülkenin tüm dergilerine yetecek kadar söz hazinesi taşıyor kalbinin, zihninin heybesinde.

Aycı’nın üretkenliğini yadırgamamak gerek zira o yaşamın kenarına edebiyatı, yazmayı iliştiren birisi değil aksine yazmanın kenarına yaşamayı iliştiriyor. Bilhassa denemelerinde işlediği konular yazarın iç dünyasının en net çekilmiş fotoğrafları aslında.

Serkisof Ahbabım Olur adlı kitabı, onun deneme türündeki ilk eseri. Tamamı tren temalı yazılardan oluşan kitap aslında içeriği yönüyle edebiyatımızda belki de dünya edebiyatında ilkler arasında sayılmayı hak ediyor. Tematik bir deneme kitabı oluşturmak aslında hayli zor bir uğraş. Denemenin sınırsızlığı içine yazarın bile isteye girdiği dar bir çember ve bu çemberde aynı sözcüklere, cümlelere basmadan yürüme çabası.  Aslında yazarın kendisini “deneme” ile denemesi bu tavır.  

Ya birikimle yazılır deneme ya da biriktire biriktire, usul usul. Serkisof Ahbabım Olur; hani evinin bir köşesini obje müzesi yapıp misafir geldiğinde onlara bu birikimle ilgili sunum yapanlar gibi yazarın; zihninin, hayatının bir köşesinde trene, demiryoluna dair biriktirdiklerinin bir kısmını sunması bizlere ve cimrilik etmeden paylaşması bizlerle. Okurken, yazarken, dolaşırken, dinlerken, izlerken hülasa yaşarken trene dair ne varsa yazarın dünyasında biriken, bu kitaptan izini sürmek mümkün. Sunum yapandan, anlatıcıdan dinleyene bulaşan bir heyecan, küçük tebessümler saklı cümlelerde. Tren gibi küçücük odalardan oluşan bir dünyada keşfedilen zenginlikler, istasyon gibi sınırlı bir mekandan raylara tutunup uzaklara giden, uzaklardan gelen çağrışımlarla yüklü bir anlatımın türküsü yazarın ilk deneme kitabı.

Mürekkep Ten adlı kitabında Aycı,  kitabın adından başlayarak sözcük seçimlerinden ifade tarzına kadar titiz bir söyleyişe yöneliyor. Kitabın  ilk yazısı aslında biraz dibace niteliğinde. “Bundan Bir Yazı Çıkar” başlığı, yazarın gündelik hayatında zihninin hep yazıyla meşgul olduğunun göstergesi. Kitapta türkü, şarkı isimlerinin yer yer metinlere başlık olması, yazarın;  dilin işleyen ve ışıldayan tarafında bulunduğunun da iması gibi. Trenlerden ve tren çağrışımlarından büsbütün kopması biraz da mesleğinin gereği mümkün değil Aycı’nın. Şehirleri, kitapları, kedileri, oyuncakları anlatırken “Rayların En İçli Şarkısını” nakşetmeyi unutmuyor satırlara ve istasyonları asla geçmiyor. Kitabın sonunda yer alan kaynakça bölümü ise denemelerde pek alışık olmadığımız bir hassasiyetin göstergesi.  

Okuyanlar bilmese de yazanlar bilir, yazar bir metni keyif alarak yazmışsa, yazıya biraz oyun katmışsa mutlaka bu his okura da geçer ve keyifle heyecanla yazılan yazılar, benzer bir heyecanla, keyifle okunur. Aycı’nın denemelerinde böyle bir dil kullanımının ve anlayışın izlerini görmek mümkün.

Tıpkı Mürekkep Ten adlı kitabında “Bundan Bir Yazı Çıkar” başlıklı yazısında olduğu gibi yazarın Zehirli Ağaçlar Albümü adlı deneme kitabında yer alan “Yazıya Dair” başlıklı denemesinde de Aycı yazı kavramını; günlük dildeki, kültürdeki kullanımlarından hareketle kendi zihninden okur dünyasına taşımayı başarıyor. Rakamlar, mevsimler, günler, gökyüzü gibi kendisini yazdıran konularla denemenin kendisi için bir heves olmadığını okura hissettiriyor.

İlk üç deneme kitabıyla Mehmet Aycı, “deneme”nin kendisi için serazat kalem oynatılan bir türden ziyade, dünyasından dünyaya açılan bir pencere olduğunu işaret ediyor ve sonraki deneme kitaplarında tema evrenini uçsuz bucaksız bir gökyüzüne açıyor. Peş peşe yayımladığı Kahvede Kürt Var mı?Bunların Hepsini Okudun mu?Şirazlı Bir Türk Dilber,   BibloSonrası ŞimendiferÇarşaftan Kol Atmak,Şehir Mektupları adlarını taşıyan kitaplarında, dokunduğu her konuyu muğlaklaştırmadan, anlamsızlığa ve konuşkanlığa sürüklenmeden ince bir işçilikle taşıyor satırlara; yaşamı yazılarıyla, yazılarını yaşamıyla yola diziyor ancak bunu yaparken okura malumat sunmaktan ve onu çağrışımlarla anlatımını süslemekten de uzak durmuyor.

Yaşamı ve yazdıkları arasında mesafeler yok Mehmet Aycı’nın. Belki de bu yüzden akla gelebilecek her konuda yazabilecek bir üslubu çoktan yakalamış görünüyor. Ne görse, ne okusa, ne işitse siniyor bahsettiği mevzuya. Bütün kestirme yolları, çıkmaz sokaklarını bilir gibi bir şehrin, Türkçenin ana caddelerinde, ara sokaklarında, tali yollarında kaybolmadan dolaşan bir kalem onunki. Kelimeler elinde bir oyun hamuru. Türkçe, kaleminin ucuyla desenlediği renkli bir Anadolu kilimi. Anlaşılır olmaktan çekinmiyor, bilakis anlaşılmak için yazıyor. Duru bir ırmak şırıltısı cümleleri. Nefesi tükenmiyor konuşurken, sesi kısılmıyor anlatırken. Tok sesli ancak bağırmıyor. Başladığı gibi bitiyor denemeleri, yığılmadan, ışığı azalmadan.

Aycı’nın denemelerini çağdaşı diğer deneme yazarlarının ürünlerinden ayıran şeylerin başında kuşkusuz içtenlik ve dildeki ustalığı geliyor. İçtenliğini mizacıyla dil hususundaki başarısını şair yanıyla açıklamak mümkün. Yalnızca şiire, denemeye katkı değil onun yazdıkları Türk diline, edebiyatına da katkı esasında.

Deneme aslında biraz da tanımlama; bir nesneyi, bir kavramı, olayı derinlemesine anlamlandırma çabasından ortaya çıkmış bir tür olarak düşünülebilir. Bu da deneme türüne biraz “yazarken bulunan” olma vasfını kazandırır. Yazar bir niyetle çıkar yola ve yolun kendisini nereye taşıyacağından habersiz keşfetmeye başlar, derlemeye, toplamaya, sıraya koymaya. Okurun daha evvel yanından geçtiği, hayatının bir döneminde mutlaka göz ucuyla baktığı veya her gün rastladığı nesneler, duygular deneme yazarının rehberliğinde ya hatırlanır ya fark edilerek değerli bir hale gelir. Aycı da  çoğumuzun farkına varmadığı yaşamın sıradan süslerinden, detaylarından yahut üzerine konuşulması, yazılması gereksizmiş gibi görünen nesnelerden bahsederken her şeyin her şeyle ilgisini kuruyor. Yer yer cümleler arasında hatta başlıklarda bizi selamlayan ironi ve mizah unsurları ise çoğu kez uzak okuru dahi kendisine çeken işaret taşları. Yazdığı konulara ve anlatım tarzına bakarak Mehmet Aycı’nın eserlerini denemenin sehli mümteni örnekleri olarak değerlendirmek uygun düşer kanaatindeyim. 

Kökleri Ahmet Haşim’e, Ahmet Rasim’e kadar uzanan, Ataç’la, Suut Kemal’le yeşeren bir bahçenin canlı renklerini taşıyor Aycı’nın cümleleri. Bu bakımdan onun kimi yazılarının; sohbet, fıkra türüne de meylettiği söylenebilir. Bu durum aslında günümüz deneme yazarlarının ve hatta yayınevlerinin çok da dikkate almadığı bir mesele.

Şiir yazamadığı için denemeye meyleden kalemlerden değil Aycı yahut şiiri kendine küstürerek, öyküden uzaklaşarak denemenin kapısında durmuş da değil. Şiirini azaltmadan yazıyor denemelerini, şiirden uzaklaşmadan, şiirini küstürmeden.

Onun denemeleri, dünyadaki yolculuğunu kayda geçirirken kaleme alınmış notlar gibi biraz da. Dünyaya, yaşama, eşyaya dair ferdi bir sözlük yazma gayreti belki de bütün çabası.  

hece dergisi, deneme özel sayısı

temmuz 2020

 

 


26 Temmuz 2020 Pazar

seyranî'de aşkın türlü halleri

hüseyn kaya

 

Seyrânî’yi henüz lise yıllarımda iken:

“Ey tabib elden gelirse yaremi gel emleme

Yar elinden gelmedir bu yareyi merhemleme” beyiti ile tanıdım. Biraz da Fuzûlî’yi anımsatan bu âşıkane söyleyiş ilerleyen yıllarda filizlenecek Seyranî muhabbetinin ilk çekirdeği idi yeni yeni çocukluk ülkesinden uzaklaşan ruhumun. Zannetmiştim ki yalnızca sevdaya dair şiirler kaleme alan durgun, dingin bir şair Seyrânî. Mezkur şiirin tamamına ulaştığımda anladım Seyranî’nin diğer halk şairlerinden farklı bir ses ve tavır sahibi olduğunu. Seyranî hem sevda hem kavga hem hikmet şairiydi ve her mısrası canlı, hareketli hayattan damıtılmıştı. Tıpkı Sümmani, Erzurumlu Emrah, Dertli gibi nevi şahsına münhasır, mantık ve akıl dairesinde değerlendirilemeyecek  bir hayat hikayesi vardı. Her büyük halk şairi gibi “pirler elinden dolu içmiş”, aşkın, yoksulluğun ve tok sözlü olmanın her cefasına katlanmıştı.

Belki de Seyrânî’nin hayatının, şiirlerinin zenginliği nedeniyle, türlü türlü Seyrânî’den bahseder onu sevenler, okuyanlar. Kimine göre mücadelenin şairidir Seyrânî, kimine göre hikmetin, hakikatin... Onun için yoksulluğun, talihsizliğin şairi diyenler de haklı elbet. Seyranî büyük bir hiciv şairidir diyenleri de unutmamak gerek. Benim zihnimde ise belki de o ilk intibaın izi durur yıllar yılı. Seyranî aşk şairi değildir ama aşkın şairidir.

Karakteri, duruşu, ideolojisi ne olursa olsun hangi çağda yaşamış olursa olsun neredeyse her şairin bir ya da birkaç aşk şiiri mutlaka vardır zira aşk, insanoğluna hediye edilmiş iksirlerin en değerlisidir. Çoğunlukla birbirbine karıştırılsa da aşk ile yazmak ayrı aşk için yazmak ayrıdır esasında.

Seyranî tıpkı yoksulluğa, kadere, ezilmişliğe isyan etmek yerine bu ahvali tanımak, tanımlandırmak derdinde olduğu gibi, aşka karşı da daima aynı tavırdadır. O sevgiliye sitem etmek, ayrılıktan duyduğu acıyı mısralarına taşımak yerine aşkın ne olduğunu, insan ömründeki yerini anlamaya, anlamlandırmaya çalışır. Seyrânînin kavgası da şiiri de hayatı anlama ekseninde gelişir esasında ve bu hal şairin ezelî kaderi yalnızlığı ona da yoldaş kılar:

“Halk içinde hiç şerikim bulmadım

Bu lisanım kaldı zarın içinde”

 

Helal Sevdaların Şairi

 

Her ne kadar çoğu şair “gönül kocamaz” dese de “aşk”ı kemale ermede bir vesile yahut kısa bir süre konulup göçülecek hâl ehli şairler temkinlidir bu hissin tuzaklarına karşı. Kimi şairler için “aşk” şiir söylemeye, söyletmeye yegâne vesile iken kimi şairler aşkın bağına uğrasa da o bağı yurt edinmez. Seyrânî de her şair kadar sevda durağında eğlenir, zaman zaman âşıkâne şiirler dolanır diline ancak bu şiirler âşığı yalnızca “sevda şairi” olarak değerlendirmeye yetecek çoğunlukta değildir.

Tıpkı “Maksudun yar iste bir tane yeter” diyen Turabî gibi Seyrânî de göklerde dolaşan sevda kuşunu her güzelin çatısına kondurmaktan kaçınır:

“Gerçi layık değil iki yar sevmek

Seversen sıdk ile bir yari sına”

Seyrânî “âşık” bir şairdir ve aşkın elemlerine düçardır ancak onun aşkı belki de kişiliği gereği çılgınlığa aşkınlığa meyyal değildir. Yaşadığı hayat, başından geçen acı tecrübeler, sevgili vefalı olsa dahi şairi bahtından endişe duymaya yönlendirir:

Sahte bir cilveyle gülme yüzüme

Candan muhabbetin var değil bana

Gelüb görünsen de gahi gözüme

Gönlün bahtım gibi yar değil bana

“Güzel sevmek zarar değil dinime” anlayışıyla helal sevmeye işaret eden şairin sevdası zaman zaman halk şiirindeki aşk anlayışının sınırlarını zorlar. Seyrânî sevgiliden medet ummak, vefa beklemek yerine güzelliğin asıl sahibinden diler sevgiliye kavuşmayı. Gönül çelen sevgilinin yurdu şair için koca dünya üzerinde gezinirken uğranılacak bir mekandır belki de:

Niyaz etti Sübhanıma bu dilim

Görmesem didemden akıyor selim

Gezerken cihanda uğradı yolum

Dilberin yurdunda kaldım yenile.

Seyrânî her ne kadar farklı izleklerde şiirler kaleme almışsa da dünyadan, hayattan nasibinin “aşk” olduğunun şuurundadır. Yunus, Fuzuli, Galib Dede gibi o da sebeb-i hayatını “aşk” olarak görür, dünyaya o gözle bakar. Aynı kaynaktan su için diğer büyük şairler gibi Seyrânî de aşkın kendisine ruhlar aleminde verildiğine iman eder:

“Ervahda her kısmet verilir iken

Aşk nasip eyledi sübhan bizlere

Ruhlar bir arayaderilir iken

Aşık olundedi canan bizlere”

Zaman zaman şûhâne şiirler de söyleyen Seyrânî’nin bu şiirlerinde bazen bir halk şairi bazen de bir divan şairi gibi tavır sergilemesi ilginçtir. Seyrânî sevgiliye hitab ederken dahi onun karşısında nadiren eğilir bükülür, acziyete bürünür.

“Hüsnüne mağrur olma ey yüzü mahım

Niceler inişten yokuştan geçti”

Sevgili karşısında ona iltifat edip gönlünü almak yerine şair sevgiliye “ölüm”ü yahut kendisinin de aslının “bir avuç toprak” olduğu hakikatini hatırlatır ve bu hakikatler adına onu merhamete çağırır:

“Mevtimden sakınıp eyle merhamet

İncelip canımı üzme sevdiğim

Çatma kaşlarını gel eyle rahat

Zülfünü gerdana düzme sevdiğim.”

“Sevgili” ile şairin kast ettiği kişinin bazı şiirlerinde zaman zaman bir mürşid-i kamili karşıladığı çıkarımı yapılabilir lakin Seyrânî’nin bazen beşeri aşk ile ilahi aşk arasında bocaladığını de söylemek mümkündür. Âşık, sevdanın verdiği halet ile endişe içindedir:

“Güzel sevmek için ehl-i dillere

Danışmak mı yeğdir danışmamak mı”

Benzer endişe Seyrânî’nin başka şiirlerinde de sezilir. Aşkın bir hakikat olmadığını bilen şair sevdanın “hayal mi zan mı”, beşerî bir his mi olduğunu seçemez:

“Aşk ü sevda hayal midir zan mıdr

Mekanları can mı bilmem ten midir”

Çoğunlukla inanç zeminine bağlı, ayakları yerden kesmeyen ancak yanıp kül olmaktan da geri durmayan bir kalptir şairin nasibi. Seyrânî diğer mutasavvıf şairler gibi “Enelhak” mertebesine ulaşmak yerine “Entelhak” durağında kalmayı ve “Ben Hakk’ım” demek yerine “Hak’tanım” demeyi tercih eder.  Ferhat’ın, Mecnun’un sevdası Seyrânî’ye göre ham ve aşkın vasıflar barındırır bünyesinde. Seyrânî’nin irdelediği esasında cezbe halidir:

“Ferhad gibi dağ bağrını delmedim

Mecnun gibi leyla deyip yelmedim

Ben destime su doldurup gelmedim

Erenler çeşmesi suludur diye”

 

Yar Değil Sevda Derdi

Hayatının her halinden  olduğu gibi aşk halinden de zaman zaman sitem taşır Seyrânî’nin şiiri. Vuslatı olmayan yahut geçen sevdalar şairi yorar, tüketir ve sevda onun için elem sebebidir. Bazen şikayete dönüştüğü de olur bu elemin, çilenin:

“Ben bu aşkın çilesini

Yanar çektim, tüter çektim

Yedim gonca sillesini

Bülbül gibi öter çektim”

Âşığı yoran, tüketen şey “yar” değil de “sevda” yüküdür:

 “Takatim kalmadı aşkın yayının

Çekip kirişinden kuramıyorum”

Seyrânî’nin aşka yüklediği kudsiyet halk yahut divan şairlerinde emsali olmayan bir yaklaşım içerir ancak bu kudisyet bile sevdayı çekilebilir bir dert kılmaz çoğu zaman:

“Bu aşkı farz vacip sünnet olsa da

Çekilecek sefil başta hal değil...”

Hikemî söyleyişi “aşk” şiirlerine dahi sirayet eden Seyrânî’nin kimi mısralarındaki buluşlar ne halk ne divan ne de çağdaş şiirimizde görülür. Geleneksel bir söyleyişle ancak kendine has bir bağdaştırma metodu ile kurulmuş bağdaştırmalar Seyrânî’yi “büyük” kılan unsurlardır.

“Kemiğimi yapsam tarak

Yar zülfünün tellerine”

 “Yar zülfünün tellerinde kemiğinin tarak olması” temennisi halk şiirimizde “ince belde kemer olma” isteğinin çok ötesinde ve üstünde bir söyleyiştir. Seyrânî’nin neredeyse her şiirinde olduğu gibi “aşk” izleği şiirlerinde de “berceste” niteliği taşımayan mısralara rastlamak mümkündür.

“Aşkın iğnesiyle dikilen dikiş

Kıyamete kadar sökülmez imiş” yahut

“Muhabbet küpünün olsam şarabı

Yar beni doldurup içer mi bilmem”

“Eski libas gibi âşığın gönlü

Söküldükten geri dikilmez imiş” gibi söyleyişlere Seyrânî’nin şiirlerinde sıkça rastlanır.

 Her halk şairi gibi evvela bir aşk şairidir Seyrânî lakin kişiliği ve hayat hikayesi onun bu yönünü gölgede bırakır.  O, maşuğa değil aşka taliptir. Hem aşkı anlamaya hem anlamlandırmaya çalışır yazarken ve yaşarken. Sevdanın pişmanlıkları, acıları ve ulviliği Seyranî’ni şiirlerinde farklı bir ruha ve sese bürünüyorsa bunun en büyük sebebi şairin kişiliği ve duruşudur. 

Bazı şairler çocuklukta sevilir, bazıları gençlikte... Bazı şairleri orta yaşlarda anlarız, bazılarını daha ilerleyen yaşlarda. Seyrânî, benim ilkgençlik yıllarımda tanıdığım ve hayatımın her döneminde değerini kaybetmeyen şiirlerin sahibi.