hüseyin kaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hüseyin kaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Haziran 2025 Cuma

KARANLIK

hüseyn kaya

Gün boyu kavuran, bunaltan güneş henüz batmaya durmuştu. Rüzgâr yoktu, bulut yoktu. Akşam olmadan evine dönme çabasındaki yorgun ve aceleci insanların telaşına gökyüzünde kuşlar eşlik ediyordu. Benim de etrafımdaki insanlardan farkım yoktu ve hızlı adımlarla yolun karşısına geçmeye niyetlenmiştim ki onu gördüm. Ucunda durduğum kaldırımın biraz daha aşağısında ayağının birini yola atıyor, diğer adımını atacak gibi oluyor, ardından yeniden kaldırıma çıkıyordu. Yetmiş yaşında ya var ya yoktu. Pazen çiçekli kumaştan yapılmış rengarenk elbisesi ve üzerinde hâkî yeleğiyle onu fark etmemek, görmemek imkansızdı. Yanlış zamanda, yanlış mekânda çalınan bir eski zaman türküsü gibiydi her hâliyle, yardıma ihtiyacı vardı. Karşıya geçmekten vazgeçtim ve yanına yaklaştım. Başındaki beyaz tülbentini, kahverengiye yakın başka bir tülbentle muntazam biçimde bağlamıştı. Onca sıcağa rağmen ayağında çok da eski olmayan lastik mestler vardı. Köyden ya da kasabadan misafirliğe gelmiş gibi bir tavrı vardı. Oldukça zayıf bedenini taşımakta hiç zorluk çekmiyor, yaşına göre hayli hızlı hareket ediyordu. Yanında durduğumun farkında bile değildi, gözleri yolun karşısına odaklanmıştı. Karşıya mı geçeceksin teyze, dedim. Yarım bir bakışla gözünü yoldan ayırmadan ve biraz da mahcup, iki elini dua eder gibi kaldırdı, gelip geçen araçları kahırla işaret ederek:
-Şunlardan fırsat bulabilirsem, dedi. Bu esnada kınalı iki dağınık perçemi elleriyle tülbentinin altına itti, yolun karşısına geçmek için birkaç kez daha teşebbüste bulundu. 
-Ben de karşıya geçeceğim, dedim. Bekle birlikte geçeriz. Çaresiz bir teslimiyetle yanıma düştü ve hızlıca geçtik karşıya geçtik. İlk kez görüyormuş gibi binalara, ağaçlara bakıyordu. Yolun üst tarafına, alt tarafına bakıyordu. Endişesini fark edince gideceği yeri sordum. Bir yandan etrafı inceleyerek:
-Yanlış geldim herhal, dedi. Sığır yolağına gidecektim. 
Hayri Sığırcı Caddesi’ne eskiden Sığır Yolağı dendiğini şehrin yaşlılarından duymuştum. Şehrin ne kadar büyüdüğünü anlatırken eski bir filmi anlatır gibi sayarlardı: Sığır yolağı, kanlı bahçe, pünzürük deresi… Sığır yolağının tam da başladığı yerdeydik.  
-Burası sığır yolağının ucu teyze, dedim. Doğru yerdeyiz. Sen gideceğin yeri biliyorsan söyle, tarif edeyim. 
-Yanlış gelmişim, dedi sesinin tonunu düşürerek. Evler başka, yollar başka… Sığır yolağını biliyorum ben. Burası ora değil. 
Sığır yolağında nereyi aradığını, gideceği yeri sordum. Pür dikkat etrafı süzmeye devam ediyordu.
-Burada bir hamam olacak, orayı bulursam gerisini hatırlarım, dedi kendinden emin bir tavırla.
- O zaman yürüyelim aşağıya doğru, dedim. Doğru yoldayız.  
Birkaç adım atmıştık ki yürümeyi bıraktı ve yüzüme bakarak beni daha önce hiç görmediğini, hangi köyden, kimlerden olduğumu sordu. Köyümü söyledim, kendime dair birkaç cümle daha ilave ederek. Cevap vermeden boşluğa bakarak yeniden yürümeye başladı tedirgin bir eda ile.  Ben de ona sordum köyünü. Divriğili olduğunu ve orada yaşadığını, adının Fadime olduğunu, kız kardeşini görmeye Sivas’a geldiğini söyledi. Tam konuşması bitmişti ki akşam ezanı başladı. Cami çok yakınımızdaydı. Müezzin ezanı hızlı okuyordu. Ramazan akşamlarını hatırladım birdenbire. Segâh olmalıydı bu makamın adı. Zihnim başka şeylere yönelmek üzereyken yıllar önce kapanan ve şimdilerde harabeyi andıran hamamın önüne geldiğimizi fark ettim. Kısa yolculuk nihayet bitmişti. Fadime teyze şimdi sokağı hatırlar ve evini tanır diye düşünüyordum. Artık vazifem sona erecek ben de zaten çok uzakta olmayan eski mahalleme gidecektim. Babamla belki yolda karşılaşacaktım, akşam namazından dönüyor olacaktı. 
-Fadime teyze, burası işte burası hamam, dedim yorgun, metruk binayı göstererek. Az ilerde Postacı Camisi var. Şimdi nereye gideceğini çıkarabilir misin, diye sordum. 
Fadime teyze başka bir ülkeye gelmiş gibi bakmaya devam ediyordu sağa sola. Az evvelki dinginlik yüzünden kaybolmuştu.
-Karanlık basıyor, dedi. Ben hâlen bacımın evine varamadım. Bura hamam değil ki… Bu evler kimin bilmiyorum. 
Bir yandan isimler sayıyordu gideceği mahallede oturan, kız kardeşinin komşusu olan. O vakte kadar anlamamıştım durumu. Yürümesinde, konuşmasında, tavırlarında bir tuhaflık sezmemiştim ihtiyar kadının. En az otuz sene öncesini anlatıyordu bir çocuk masumiyetiyle. Fadime teyzenin tedirginliği bana da geçmişti artık ve hızla yayılıyordu içimde. Kapı önünde gördüğüm insanlara teyzeyi tanıyıp tanımadıklarını sormaya başladım. Yoldan gelip geçenleri durdurup onlara sordum. Balkonlarda oturanlara sordum. Kimse, hiç kimse tanımıyordu onu. Yakınlarda oturan Divriğili birilerini olup olmadığını soruyordum bir yandan. Fadime teyze sakinlemiş bana bakıyordu. Az önceki telaşından eser kalmamış gibi bakıyordu. Kaygının bütün yükünü sırtından atmış gibi bakıyordu. İnsanlarla ne konuştuğumu, onlara ne sorduğumu anlamıyor gibi yalnızca bakıyordu. Hayri Sığırcı Caddesi’ne sığır yolağı demesinden, şaşkınlığından bir şeyler anlamalıydım en başta. Artık Fadime teyzeyi kız kardeşine teslim edemeyeceğimi düşünmeye başlamıştım ki eski mahallemizdeki bakkal geldi aklıma. O da Divriğiliydi. İnsanlara yardım etmeyi seven biriydi. Belki Fadime teyzeyi tanır ya da tanıdığı insanlara sorardı. Fadime teyze suskundu. 
-Gidelim teyze, dedim. Tanıdığım Divriğili biri var, iyi insandır. O seni kız kardeşine ulaştırır. 
Kısa süren yol boyunca yalnızca ben konuştum. Fadime teyze hep sustu. Her adımda biraz daha yorulduğunu seziyordum. Sorularıma cevap vermiyor, etrafa da bakmıyor yalnızca yanımda yürüyordu. Belki onun da umudu kalmamıştı kız kardeşinin evini bulacağımıza dair, akşam karanlığı sanki her şeyi değiştirmişti. Akşam karanlığı umudumuzun üzerine çökmüştü. Bakkala ulaştığımızda durumu anlattım. Şayet yardımcı olamayacaksa muhtara, karakola haber verebileceğimi söyledim. 
-Endişe etme, dedi bakkal. Ben biraz sonra ulaştırırım onu gideceği yere. Sorar soruştururum, madem hemşerin dedin getirdin…
Fadime teyzeye veda ederken bir görevi yerine getirememenin, yarım bırakmanın ağır yükü büyüyordu içimde. Bir yandan başka ne yapabilirdim ki, diye düşünüyor bocalayan vicdanıma teselli arıyordum. Fadime teyzenin akşam macerasının nasıl biteceğine dair endişeli sorular sıraya girmiş hücum ediyordu zihnime. 
Dışarıya çıktığımda bir filmin, bir hikâyenin içinden çıkıp yeniden hayatıma dönmüş gibiydim. Yaklaşık yarım saatliğine başka bir dünyaya gidip gelmiş gibiydim. Bir rüyadan uyanmış gibiydim. Şimdi içine adım attığım zaman ve dünya mı gerçekti yoksa Fadime teyzenin yaşadığı dünya ve zamanı mı? Fadime teyzenin tedirginliğinden sonra yorgunluğu da usul usul yayılmaya başlamıştı içimde. 

yaz, 2025

31 Mayıs 2025 Cumartesi

anadolu dergiciliği / soruşturma

Hazırlayan: İsmail SARIKAYA 
 
Anadolu’nun her yerinde bir fidan gibi yeşeren ancak yeterli ilgiyi göremedikleri için hemencecik soluveren dergilerimizin sorunlarını masaya yatırarak, bir çözüm yolu bulabilmek amacıyla bu sayımızda “Anadolu Dergiciliği”ni soruşturma kapsamımıza aldık. Amacımız Anadolu dergileri arasında bir bütünlüğü sağlamaya çalışmaktır. Soruşturmamıza cevap veren bütün dergilere teşekkür ederiz.
SÜHAN DERGİSİ Adına
Hüseyin Kaya
Genel Yayın Sorumlusu

1- Anadolu’da niçin bir kültür sanat edebiyat dergisi çıkarma gereği hissediyorsunuz?    
Hüsn ü Aşk’ta, Sühan’ın aşkı kurtarmak için gelişi Şeyh Galib tarafından “ol demde sühan huzura geldi kün emri gibi zuhura geldi” mısralarıyla izah ediliyor. Kısmen işte o ‘Sühan’ın şahs-ı manevisini de temsil etmeye çalışan dergimiz Sühan’ın doğuşu da “Sebeb-i Sühan”da belirttiğimiz gibi her şeyden ziyade bu düstur ile açıklanabilir. 
      Tabii sebepler dairesine girecek olursak zaman zaman gündeme getirmeye çalıştığımız edebiyat dünyasındaki edepsizlik ve kirlenme ve diğer gayr-i edebi, ahlakî tavır ve tutumlar ve bunlardan duyduğumuz rahatsızlık da Sühan’ın vücut bulmasının nedenlerindendir. Yine Sebeb-i Sühan’da dergilerin pek çok bakımdan insanlara benzediğini, “varlık” meselesinin herkesten ve her şeyden çok kişinin kendi meselesi olduğunu belirtmiş ve Sühan’ın içsel –batınî demek daha uygun düşerdi aslında- ve başkalarından ziyade kendisiyle olan meselelerinden vücut bulduğunu ima etmeye çalışmıştık. Hal böyle olunca, Anadolu, kültür ve edebiyat kelimeleri biraz daha kendiliğinden gündeme gelen unsurlar oluyor. Kısaca Sühan kendi kendisiyle olan yükümlülüklerinden dolayı hayatta olsa gerek.

 2- Anadolu’da yayınlanan dergilerin, yayıncılıktaki en büyük problemi nedir?
Anadolu bizim savunucusu olmadığımız ama sonuna kadar savunanlara katıldığımız kadar samimi ve temiz; aslında bir o kadar da masum olmayan tuhaflığı içeriyor galiba. İlk gençlik yıllarında birçoğumuzun tutulduğu ümitsiz sevdalar vardır. Aslında her şey o kadar uçtur ve iki kişilik bir aşk o kadar imkansızdır ki…. Ama bir şeyler sizi hep inandırır, hep bir mucize beklersiniz ama bu sizin için sıradan bir durumdur, olması gerekendir yani. “Ciğercinin kedisi”ne karşı “sokak kedisi”ni oynarsınız epey bir müddet. Yıllar sonra dönüp de geriye baktığınızda görürsünüz aradaki uçurumu ve imkansızlığı. O ilk gençlik yıllarında ne kadar ümitli iseniz sonraki yıllarda o kadar güler, tebessüm edersiniz eski ahvalinize. Anadolu’da dergi çıkarmak da böyle bence. Yani ancak aşk ile izah edilebilir galiba ve yıllar sonra ciltlenmiş bir takım dergiyi elinize aldığınızda hayretler içinde çevirirsiniz sayfaları. Hayretler içinde ve tebessümle… Bazen tebessüm, bazen saklanan gözyaşları ile…
Matbaa ve teknik yetersizlikler, çeşitli nedenlere küsen dostlar, kitapçılar, postacılar, postahaneler vs. vs. Aslında problem dergi için resmi izin almaya teşebbüs edişinizle birlikte başlar buralarda. En kolay yanı “bir dergi çıkarılacak” şeklinde alınan karardır bu işin. Cümle karamsarlığa ve kötü duruma rağmen aşk ve samimiyet ayakta tutmaya yeter bu dergileri.
 
3- Size göre dergiler merhum Cemil Meriç’in dediği gibi gerçekten “Hür tefekkür’ün Kalesi” midir?
Üstadın öyle buyurduğu demler, mutlaka böyleydi. Yani edibin hakikat ve hikmet peşinde olduğu dönemler mutlaka dergiler tefekkürün kalesidir. Bugün ise “tefekkür” kavramı tamamen lügatlerden düşmek üzre. Haliyle tefekkürün olmadığı bir edebiyat dünyasında dergiler neyin hür kalesi olur ortada. Buna “kale” demek de doğru olmaz galiba. Zira “kale” kelimesi içinde savunulacak değerleri, onuru vb. kavramları da beraberinde getirmekte. Haddimiz ancak ima edebilecek kadardır, biliyorum.

4- Cemal Süreyya bir yazısında “Edebiyatın nabzı dergilerde atar. Diyor. Siz bu görüşe katılıyor musunuz? 
Katılmamak mümkün değil

5- Büyük sermayeye dayanmadıkları için Anadolu dergilerinin genelde kısa süre içinde kapanmaları sizce bir kader midir? Dergilerin süreklilik kazanabilmesi için neler yapmak gerekir? 
Aslında böylesi daha güzel ve onurlu bence. Birilerine yaslanarak ne derece samimiyetten bahsedilebilir ki? Görevini tamamlamış bir derginin kapanmak yerine bir yerele yaslanarak yayına devam etmesi cesedin bozulmaması için mumyalanmasına benziyor biraz. Yani ruh ortada olmadıktan sonra ne kadar devam ederse etsin bir dergi. Evet bu bir kaderdir. Böyle olduğu sürece güzeldir bu dergiler.
6- Dergicilikte taşra-merkez ayırımını doğru buluyor musunuz?
Mutlaka doğru buluyorum; ama taşra ve merkez yaşanılan şehirlerle ilgili olmaktan ziyade zihniyetle ilgili bir durum. Kendince büyük birçok dergi, “taşra” diye vasıflandırdıkları ve tepeden baktıkları topraklar sayesinde varlığını devam ettiriyor. Taşranın kanıyla semiriyor. İşin kötü tarafı taşradan oralara kan verenler de onların hastalığına çabucak kapılıyorlar. Taşralılık zihniyette dedim ya; işin bir de bu tarafı var. Emmi –yeğen muhabbetini halen aşamayan, “Unkapanı” mantığından bir türlü kurtulamayan bir dergi hangi şehirde çıkarsa çıksın kimler tarafından çıkarılırsa çıkarılsın taşralıdır.
 
2005, Yaz, Berceste Dergisi. 

      


oya

hüseyn kaya


Suların uykusunu ağlayan köprülerden
Yürüdün vardın işte kendinin uzağına
Bir dili tekrar ettin kaybolmuş bilinmeyen
Harfler misafirdi hep gül sızan dudağına

 Gün görmemiş öyküler topladın düşlerinden
İnandın yaslı aya ve inandın geceye
Durup durup yağmurun bittiğini söyleyen
Bir bahçeydi gözlerin üzgün menekşelerle

 Bin dağın acısını bir umut sunağına
Sürüyerek yaşadın desen de demesen de
Dolayarak yazgının ipini parmağına
İşlediğin oyayı görmediler kalbinde
 
nisan, 2025 

16 Ocak 2025 Perşembe

hüseyn kaya ile edebiyata dair

 konuşturan: ubeydullah öz

Hüseyn Kaya, 1975 yılında Sivas’ta doğmuş bir şair, yazar ve aynı zamanda yıllardır pek çok öğrenciye edebiyatı sevdiren bir öğretmen. Onunla ilk kez 2011’de Sivas Cumhuriyet Üniversitesinde tanıştım ve bu karşılaşma, hayatımda edebiyatın önemli bir yer edinmesine vesile oldu. Hüseyn Hocamın mihmandarlığında edebiyat dergiciliğine dostlarımızla adım attık ve hâlâ onun öğrettiklerinden feyz alarak bu yolda ilerliyoruz.

Hüseyn Kaya sadece şiir, deneme ve yer yer öyküleri ile değil, edebiyat dergiciliği konusundaki çalışmalarıyla da edebiyat dünyasında önemli izler bırakmış. 1995-1996 yıllarında arkadaşlarıyla yayımladığı Rûzigâr ve 2003-2008 yılları arasında yayımladığı ilk deneme dergimiz: Sühan. Özellikle Sühan dergisi, Türk edebiyatında yenilikçi dosya konularıyla öncü bir dergi oldu. Son sayısının üzerinden hayli zaman geçmesine rağmen konuşulmaya devam ediyor.

Uzun yıllar sonra Kurtarma Yazılısı ve Sessiz Rüya isimleri ile iki şiir kitabı yayımlayan kıymetli Hocam, hüzünle yoğrulmuş, kelimelere inançla dokunmuş, insanın hem kendine hem de hayata dair arayışlarını yansıtan bir sığınak. Benim için Hüseyn Kaya, hem kalemi hem de kişiliği ile kulluk bilinciyle inşa edilmesi gereken edebiyatın yaşayan örneği.

- Son kitabınıza "Kurtarma Yazılısı" adını verdiniz. Şiir yazmak sizin için bir sınav mı yoksa bir kurtuluş mu?

Aslında her ikisi de. Şiirin hayatın içinden damıtıldığını düşünecek olursak sınav yönü kaçınılmaz oluyor zaten. Bazı hâller şiire yansıyor ve o haller de illaki bir sınav barındırıyor içinde. Şiir kurtuluşa vesile oluyor mu, dersen kalıcı bir kurtuluştan bahsetmek mümkün değil. Şiir; aslında kıyıda bir sığınak, en çok da teselli. Yazarak kurtuluşa ulaşır mı insan, bunun cevabını bilemiyorum ancak kurtuluşa değilse bile kurtuluş mücadelesi verilebilecek bir yola taşıyabilir insanı yazmak.

- Sığınağınızda daima yanan hüzün tütsülerine sebep nedir hocam? Hüzün, sizin için bir estetik tercih mi, yoksa hayatın değişmez bir gerçeği mi?

Hüzün, keder, melal... Kimilerine göre eskimiş ve kullanılmaktan yıpranmış kelimeler bunlar. Yazmayı, sanatı hayatın değişen unsurlarına göre ayarlama çabasında olan ve yeni şeyler söylemeye çalışarak iz bırakılacağına inanların bakışı bu. İz bırakmak ya da yenilik özel bir gayretle elde edilebilecek şeyler değil oysa. Bin yılları geride bıraksak dahi insanın, insanlığın hikâyesi aynı, kalbi aynı. Hayat tarzına ve dünyaya bakışa göre konuşulacak bir konu.

Ölümü her an kalbimizde taşıdığımız, fanilik libasını sürüyerek dolaştığımız şu âlemde şayet arada bir de olsa hatırladığımız bir kalbimiz varsa hüzünden kaçmak zor. Hele de kendinize ait zamanlar ve mekânlar varsa hayatınızda hüzünden başka neye mihmandar olabilirsiniz ki? Yalnız hüznü vardır kalbi olanın diyen çiçek kalpli şaire rahmet olsun.

-şerhi gamdır okuduğum leylü nehâr bu bahtımdan

beytül ahzân imiş dünya bir ömür nalân geçiyor

Cevabınızla bu beyit geldi aklıma hocam. Şairi pek kıymetli bir büyüğümdür. Kendisini nasıl bilirsiniz?

Benim nasıl bildiğim çok da önemli değil beytin sahibini. Senin, sizlerin kanaati daha önemli. Beytin sahibi ile arada görüşüyoruz. Herkes gibi o da görüşememekten şikayetçi biliyorum. Daha çok görüşmeyi ben de istiyorum ama Zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun. Belli bir yaştan sonra insan kendini dinlemesi bile lükse dönüşüyor. Keşke böyle yeni beyitler söylese, yayımlasa. Dünya bazılarına beytü’l ahzan bazılarına bağ-ı irem.  Her ikisi de sadece bir mazmun, mecaz değil.

- Hocam, beytin sahibine yani size dair bir isim karmaşası var. Hüseyin Kaya iken isminiz kitaplarınızda Hüseyn Kaya olarak kullanıyorsunuz. Bu küçücük i harfini kurban eden sebep nedir?

Bu konuda bir yazı bile yazmayı düşündüm zamanında, hayli uzun bir konu çünkü. Başlangıçta ve hatta ilk kitapta, Sühan dergisi yıllarında hiçbir sorun yoktu ismimle ilgili. Benimle aynı adı ve soyadı paylaşan bir öğrencim olmuştu geçmişte. Onun da adına Kemal ismini eklemiştik. İlerleyen yıllarda her köşeden bir Hüseyin Kaya çıkmaya başladı. Yalnız edebiyat dünyasında değil gündelik hayatta da büyük bir karmaşa başladı.  Hayatın diğer tarafındaki karmaşa en azından kimlik numarası ile azaltılabiliyor fakat edebiyat dünyasında bu karmaşanın çözümü yoktu. Hikâye göndermediğim dergilerden, dosya göndermediğim yayınevlerinden aranmaya kadar büyüdü mesele. Benim olmayan bir kitabı bana imza için getiren de oldu. Ortak arkadaşlar, büyüklerimiz; edebiyat dünyasına adım atan yeni adaşlarıma, adlarına küçük eklemeler yapmaları gerektiğini söylediler. Bizim bildiğimiz, tanıdığımız bir Hüseyin Kaya var zaten, dediler. Bazıları dikkate aldı bazıları da almadı bu öneriyi. Adımı bir yerlerde görmek, bir yerlere yazdırmak gibi çabalar benden uzaktı, bu yüzden çok da umursamadım. Neticede kendime has bir üslubumun olduğunu biliyorum, gerçek okur da bunun farkında. Yine de hiç değilse adımdan bir harfi atarak bir farklılık oluşsun istedim. Farklılık mı oluştu yoksa karmaşa daha da mı arttı bilemiyorum. Anlatmak, izahını yapmak yorucu bazı şeylerin. Kitaplarda ismimin yanlış yazıldığını düşünenler bile oluyor. Kitapların tümünü Hüseyn Kaya ismiyle yeniden basmak da çok mümkün görünmüyor ama zamanla karmaşanın yerini sükunete bırakacağını düşünüyorum. Çekil Gideyim Hayat adını taşıyan ilk kitabımda da düşünmüştüm adımı Hüseyn Kaya şeklinde yazmayı fakat o zamanlar Hüseyin Kaya bereketi yoktu ve bir anlamı olmayacaktı bu yazım şeklinin, kaldı öylece. Edebiyat dünyası zaten benzer karmaşalara alışık. Yeni bir mesele değil bu durum edebiyat dünyası için. Hem zaten ismimin aslı Hüseyn. Belki de aslına dönmesi gerekiyordu, bunlar vesile oldu.

 

- Hocam, Sühan'ı anmışken hem ondan hem de Rûzigâr'dan sormak isterim müsaadenizle. Bugün bile esintileri devam eden bu iki iz’in ilk adımlarının atıldığı yıllara dönüp o günlerin heyecanıyla bugüne neler söylemek istersiniz? Önce dünü ve bugünü ile Rûzigâr diyelim.

Rûzigâr, ilk göz ağrımızdı. Ekip dergisiydi, tamamen öğrenci emeğiydi ve büyük bir teşebbüstü bizim adımıza. Bir matbaadan içeriye ilk adımı bu dergi ile attık. Detaylı olmasa da tasarım tecrübeleri, tashihler, dağıtım, reklam alma gibi şeylerle bu dergide tanıştık. Çoğul konuşuyorum çünkü gerçekten bir ekip vardı ortada ve herkes kendi vazifesini en iyi biçimde yerine getirme çabasındaydı. Yirmi yaşıma yeni attığım dönemler. Bir yıl, on üç sayı devam ettirebildik dergiyi. Öğrenci dergisi olmasına rağmen ulusal ölçekte bir karşılık bulmuştu ve bizden çok önce yayın dünyasına adım atmış kalemler de dergide yer aldı. Uzaktan, yakından pek çok dost edindik bu sayede. Rûzigâr’da yayımladığım hikâyeler de şiirler de yalnızca orada kaldı. Kitaplara almadım, zaten hikâyeye daha sonra uzun bir ara verdim.

Edebiyat fakültesinde bizden önceki dönemlerde yalnızca bir dergi çıkmıştı: Kızılırmak. Hocalarımızın da katkıda bulunduğu bir dergiydi bu ve daha bilimsel bir havası vardı dönemine göre. Rûzigâr’dan sonra bölüm öğrencilerinin çıkardığı dergi sayısında ciddi bir artış oldu. Hiçbiri on üç sayıya kadar ulaşamadı ve bu yayınların bir kısmı günümüzde fanzin olarak nitelendiren dergiler sınıfındaydı. Sühan’ın bir sayısında hızlıca yazmıştım Rûzigâr’ın hikâyesini. Diğer arkadaşları da dinlemek lazım Rûzigâr’la ilgili fakat şimdiye kadar bir şeyler yazan olmadı.

Dergiyi birlikte omuzladığımız arkadaşların çoğu ile şimdilerde görüşmüyoruz, yazmaya devam eden çok az kişi kaldı dergi kadrosundan.

- Türk Edebiyatının ilk deneme dergisi Sühan! Çağdaşlarına ve kendinden sonraki dergilere büyük etkileri olan üstad-ı sühandan söz açalım.

Açalım açmasına ama Sühan hâlen kabuk bağlamamış bir yara benim için. Söz biraz uzayacak.

Rûzigâr, yarım bir şiir gibi kalmıştı kenarda. Dergiyi kapatma sebebimiz daha çok maddi sıkıntılardı. Öğretmenlikte beşinci seneyi devirmiştim, etrafımda da birlikte bir şeyler yapmaya hevesli yeni arkadaşlar vardı. En azından öyle zannediyordum. Rûzigâr kadrosundan henüz irtibatı kesmediğimiz isimlere yeni isimleri de ekleyerek yola koyulduk. En azından maddi sorunumuz olmazdı, maaşımız vardı. İlk sayıyı Kahramanmaraş’ta basmaya niyetlendim, olmadı. Sivas’ta bastığım ilk sayı içime sinmedi çünkü teknik bir arıza yaşamıştık. Düzelti yaptığımız dosya değil de ham dosya baskıya girmişti çalışmayı bitirip matbaadan ayrılınca. Matbaada çalışmak, Rûzigârlı yıllardan kalma bir alışkanlıktı. Özetle birkaç deneme faslı yaşadık Sühan’ın ilk sayısında. Ancak ikinci sayı ile dergi kıvamını buldu. Dergi, ilk sene çok fazla rağbet görmedi. Ebadı dışında sıradan bir taşra dergisiydi, ismi bile eleştirildi özel sohbetlerde. İlk seneden sonra şiir yayımlamayı bırakıp dosya konularına yönelince derginin önü açıldı. Özel sayılar geride kaldıkça derginin tarzı, tavrı netleşti. Dergi büyüdükçe küsen, geride kalan isimler de oldu, hâlen hayırla yâd edenler de hayli fazla sağ olsunlar.

Klasik dosya konularının, özel sayıların dışında bir dergicilik anlayışıyla yürüdü Sühan sonraki dört seneyi. Sühan’dan önce dergilerin dosya konuları genellikle ya isimler üzerine ya da edebî konular üzerine hazırlanıyordu. Yenge, dede, oyuncak, istasyon, gâvur dostlarımız, kapanan edebiyat dergilerinin hikâyeleri gibi daha önce bir edebiyat dergisinde rastlanılmayan konuları, yazarlarımız sağ olsunlar samimiyetle kaleme aldılar. Sühan’dan sonra bu tarz konularla ilgili dosya hazırlayan çok dergi oldu. Hatta bizim dosya konularımızdan kitap hazırlayanlar oldu. Sivas’ta yayımlanan bir dergiydik fakat Amerika’dan, Kırgızistan’dan, Kosova’dan, Almanya’dan abonelerimiz vardı. Reklamsız, şiirsiz, resimsiz kare ebadıyla yalnızca yazıdan ibaret, kendinden kapaklı ve tek renkli bir dergiydi Sühan. Geciktiği vakit mutlaka sorulur, aranırdı.

Derginin tavrı ve tarzı anlaşıldıktan sonra zaten nitelikli bir yazar kadrosu kendiliğinden dergiye destek oldu. İdeolojik olarak birbirine çok zıt kalemler Sühan’ın sayfalarında, üstelik telifsiz, yazdılar. Edebiyatın ayıran değil birleştiren bir yönü olduğunu tecrübe ettim Sühan’la ve çok güzel insanlarla tanıştım. Kendimi, ön yargılarımı, benimsediğim düşünceleri sorguladım farklı insanlarla tanıştıkça, sohbet ettikçe. Çok ilginç gelebilir okuyanlara, dergi kendi kendisini çevirebilen bir ekonomik güce de kavuştu son zamanlarda. Son sayıyı bastığımda dergi hesabında hâlen bir miktar para kalmıştı. Kalan para ile dergiye omuz verdiğini düşündüğüm il içinde ve il dışındaki dostlara üzerinde “Bu da geçer ya Hu” yazan birer gümüş yüzük yaptırıp gönderdim.

Beş yıl sürdü Sühan heyecanı ve hiçbir sayıda heyecanımı yitirmedim. Dosya konularıydı aslında dergiyi diri tutan. Beş yılın sonunda biraz yorulduğumu hissettim. Derginin hacim hayli artmıştı. Dizgi ve mizanpajdan başlayıp kargolamaya kadar içinde olduğum ve ter döktüğüm bir süreç. Omuzlarımda ve ellerimde ikişer çantayla dergiyi tek başıma postaya verdiğim sayılar da oldu. Postanede tanıştığımız ve bana yardımcı olan genç bir arkadaş var mesela. Orada dost olduk, gözleri parlıyordu. Kendisinin de yazdığını ama emin olamadığını söylemişti. Bir süre haberleştik, yazdıklarını gönderdi, eleştiri istedi. Bir sayıda yazısına da yer verdim. Bu delikanlı şimdi edebiyat dünyamızın sevilen çocuk yazarlarından biri. Buna benzer çok güzel anılar kaldı geride.

Galiba dokuzuncu sayıda gözlerimdeki sorunu da fark etmiştim. Dergiyi kapatmak istemedim işin açığı. Çok fazla açılmıştım ve tek başıma zor oluyordu artık yetişmek. Gözlerimdeki rahatsızlık her geçen gün ilerliyordu. Sühan’ı içimizden birileri devam ettirsin ve ben yalnızca yazayım, derdindeydim. Olmadı… Sühan’ı kapatıp daha küçük bir dergi ile devam etme kararı aldım. Hatta dönem gazetelerinde bununla ilgili bir beyanım da vardır lakin sonrasına belki kırgınlık, belki dargınlık, belki yorgunluk yeni dergiye müsaade etmedi. Son sayıda Sühan’ın kendisini dosya konusu yaptım. Sözü uzatmak istemiyorum, belki bir gün bunları da yazarım bir yerlerde. Dergiye dair biraz daha kapsamlı ipucu için okurlarımız Evren Karataş Ülger’in. Edebiyatın Kılcal Damarları: Taşrada Edebiyat Dergiciliği/Sivas Örneği: Sühan Dergisi başlıklı makaleyi ve Sühan’ın 18. sayısını okuyabilirler.

Bu soruya dair son olarak şunu da söyleyeyim, şu an Türkiye’nin birbirine çok uzak illerinde yayımlanan üç okul dergisine rastladım Sühan ismini taşıyan. Az önce söylediğim gibi kitap, dosya konusu esinlenmeleri vb. durumları da düşününce Sühan için bir dergiden fazlasıydı diyorum.

 

- Sen baba / sen bilirsin bu öykünün sonunu

diye başlıyor ve

ben / böyle yaşıyorum / yaşadığımı/böyle

ben böyle geçiyorum geçtiğim ateşlerden

dizeleriyle bitiyor Geçerken adlı şiiriniz. Şiir ve denemelerinizde baba figürü üzerinden güçlü bir duygusal bağ kuruyorsunuz. Aile, özellikle baba figürü, sizde nasıl bir anlam taşıyor?

Baba, hem bizim edebiyatımızda hem de dünya edebiyatında her dönemde yer bulan bir metafor. Batılı eserlerdeki yerini zaten çoğumuz biliyoruz. Baba; aslında anne kadar içli fakat bir o kadar da sessiz, sakin bir karşılığa sahip. Yıllar önce Fuzûlî’nin Leyla vü Mecnun’unu düşünürken aklıma gelmişti, Leyla ve Mecnun bu mesnevinin kahramanı tamam ya baba? Oğlunun perişan hâli için çare arayan, hor görülen, oğluna dua eden, hatta iyileşmesi için Kabe’ye götüren baba… Bu ve benzer hikâyelerde baba, öylesine bahsedilip geçen bir figür.  Yusuf ile Züleyha’da da Yakup’un durumu aynı değil mi? Tıpkı bu eserlerde olduğu gibi baba, babalık da hayatın kenarında, ciddi ve görülmeyen tarafında maalesef. Baba, anne, evlat, kardeş, abla gibi kavramlar da aşk kadar evrensel olmasına rağmen biraz geri planda kalıyor diye düşünüyorum. Elbette istisnalar var.

Yazı ya da şiirin uzlete bakan, bireyselliğe bakan bir yanı var fakat insanlığımızı, yarımlığımızı, yalnızlığımızı paylaştığımız ya da paylaşamadığımız ailelerimiz de bizim gerçeğimiz. Edebiyat, bu gerçeğin uzağında vücut buluyorsa zaten yapaydır. Saydığım unsurların varlığı kadar yokluğu da sinmeli yazılanlara. Şiir veya yazı, bir stadyuma gidip orada her şeyi unutarak eve dönmeye benzememeli. Bütün bu söylediklerimde yaşadığım coğrafyanın, yaşamaya çalıştığım hayatın da etkisi muhakkak var. İnsan, hiçbir zaman yalnızca kendisinden ibaret değildir.

Benim yazdıklarıma gelecek olursak düzyazıdaki “baba” daha dünyaya, aileye ait bir kullanımdı. Şiirde olanlar ise aslında naat denemeleriydi.

 

-Hocam, siz bana ve arkadaşlarıma 2011 yılından beri rehberlik ediyorsunuz; Rabbim razı olsun. Muhabbetinizle nice güzel işler yapmak nasip oldu ve yıllar sonra vardığımız Serazat Edebiyat adlı bu son durağımızda da pergelin ucu hâlâ işaret ettiğiniz noktada sabit.

Tür fark etmeksizin yazmak ya da edebiyat sahasında dolaşmak isteyen birinin, Mevlana’nın pergel metaforunca ayağını sağlam basması gereken nokta neresi olmalıdır? Edebiyat ne ile inşa olmalı ve nasıl olmalıdır?

Aslında o nokta birden fazla kelimeyi karşılıyor: edep, ahlak, vicdan, fıtrat, erdem, insanlık, kulluk… Bunların üzerinden ayağın biri kaldırıldığında insanın sözün şehvetine kapılması ve şirazeden çıkması çok kolay. Bir ayağın sabit durması özgürlüğe mâni değil mi, gibi bir soru gelebilir akıllara. Meşhur bir söz vardır mealen söyleyeyim, ipini koparması uçurtmanın özgürlüğü anlamına gelmez.

Sanatçı ya da şair her şeyden önce insandır. Şiir; kalbinin ve ruhunun farkında olan insan için vardır ve insanlığın, iyi insan olma sınırlarının dışında icra edilmez.

Belki her dönemde vardı benzer şikâyetler fakat zamanımızda şiirde bir eksen kayması da söz konusu. Güzel söz söylemek ile muallakta söz söylemek farklı şeyler. Çiçekten bahseden edebî bir metin okuduğunda her insan kendi çapına göre çiçeğe dair bir şeyler anlar. Kimi rengini görür kimi kokusunu duyar kimi yalnızca çiğdemi, laleyi anlar ama çiçektir konu. Çiçekten bahseden muallaktaki bir metinden ise şairi dışında kimse çiçeği görmez, düşünmez. Muallakta söz söylemek hayli kolay ve bu kolaylık da taraftarını çoğaltıyor bu anlayışın. Kolay olandan da uzak durulması gerektiğini düşünüyorum.

Şiirin, söz söylemenin bir bedeli vardır. İçsel bir bedel bu. Acısını duymadan, zahmetini çekmeden ortaya konulan her şey sıradandır.

Bunları söylerken günümüzde ya da geçmişte ortaya konulan ve benim düşüncelerimden farklı bir çerçevede oluşturulan çalışmaları da reddetmediğimi belirteyim. Herkesin kalbinde barındırdığı şeylere göre kendi türküsünü söylediği bir dünyada yaşıyoruz.

- Şiiri, gündelik hayatta gururu incinen kelimelerin gönlünü alma çabası olarak tanımlıyorsunuz. Yalnızca bundan mı ibarettir şiir sizin için?

Estetik noktasında evet, bundan ibaret gibi görünüyor ancak genel bir şiir tanımı çok da mümkün görünmüyor. Bahsettiğiniz tanım -aslında sadece tarif- kırklı yaşlara adım attığım dönemlerde biraz şekillenmeye başladı bende. Yazmadan, söylemeden önce kelimeleri tanımak, kelimelere inanmak, onların her birini bir şahıs olarak görmek ve öyle taşımak şiire… Kelimelerin her birinin aslında canlı birer şahıs hatta dinî terminolojiyle söyleyecek olursak melek olduğunu düşünüyorum. Anlam, his taşımakla görevli melekler kelimeler. Gündelik dilde kelimeleri var oluş amacından çok uzakta ve basit şeyler için kullanıyoruz. Mekanikleştiriyoruz, ruhlarını, çağrışımlarını unutarak geride bırakıyoruz. Hangi kelime hangi kelimenin yanında bulunmaktan hoşlanıyor, düşünmüyoruz bile. Bu yüzden hırpalanan, yorulan, anlamsızlaştırılan, daraltılan kelimelere şiirin bir teselli olduğuna inandım. Kelimelerin bulundukları yerden ve taşıdıkları anlamdan şikayetçi olmadığı bir dünya olmalı şiir.

Genel manada ise şair sayısı kadar değil, şiir sayısından bile fazladır şiir tanımı lakin yine de eksiktir bütün tanımlar. Tanım, biraz da sınırlamak, somutlaştırmak değil midir? Bu da şiirin yapısına ters bir yaklaşım.

- Ara sıra hikâye de yazıyorsunuz fakat aslında şiirden çok denemeniz var. Şiirin denemeyle bir kardeşliği var mı? Neden az şiir, az hikâye ve daha çok deneme yazıyorsunuz? İlerleyen yıllarda denemeci olarak anılıp şairliğinizin geride kalmasından endişe duyuyor musunuz?

Deneme evet, şiirin küçük kardeşi gibi geliyor bana. Şiirin kıskanmadığı bir tek tür belki de. Şiir, kendisinden başka bir türe meyledince sizden uzaklaşan bir ruha sahip. Tanpınar’ın şiirde sustuklarını roman ve hikâyelerinde anlatması gibi ben de şiirde sustuklarımı denemelerde anlattım, desem yeridir. Deneme de benim için içsel bir anlatı şekli.

Bahsettiğim yazı türü gerçek deneme. Denemeye dair okur, yayıncı hatta yazar zihninde bile bir karmaşa var. Deneme ödülleri veriliyor, kitap kapaklarına kocaman harflerle “deneme” yazılıyor fakat okumaya başladığımda bu eserleri denemeden ziyade sohbet olduğunu görüyorum çoğunun. Sahih denemelere ihtiyaç var edebiyatımızda.

Hikâye türü aslında bana biraz uzak. Çok önemli bir tür ve daha çok yazmak isterim fakat sanırım şiirden kopmak istemeyişimin ön yargısı beni uzak tutuyor bu türden ya da hikâye dili oluşturamamak endişesi mi taşıyorum, bilemiyorum. Belki de yine mesele mizaç. Yazmak istediğim hikâyeler var ve yılda bir tane de olsa yazabiliyorum. Şimdilik yeterli.

Lise yıllarımdayken sadece şiirle meşguldüm ve şair olmak istiyordum çocukça bir hevesle. Deneme yazmaya da otuzlu yaşlara doğru bir büyüğümün tavsiyesi üzerine başladım. Bizde iyi şairlerin nesirleri daha da iyidir, demişti. Şiir, dili terbiye eder bu da nesri olumlu manada etkiler, demişti. Önceleri soğuk geldi bana düzyazı. Denemeyi şiire doğru sürükledikçe ya da şiiri denemeye, düzyazının biraz daha sıcak gelmeye başladığını düşünmeye başladım.

Şair olarak mı anılmak isterim, denemeci olarak mı? Buna belki dergiciliği de eklemek lazım. Endişem yok bu konuda. Hiç anılmayacak olmak bile endişelendirmiyor beni.

-Yıllarca şiir kitabı yayımlamadınız fakat 2024 yılında iki şiir kitabınız birden yayımlandı. Bunca yıllık hasret nedendi ve neden hasret 2024 yılında son buldu?

Çok yazan ve yazdıklarım illa yayımlansın, görünsün, okunsun çabasında biri değilim. Herkesin evinde, kitaplığında yazdıklarımın bulunmasını da istemem doğrusu. Şiirin, yazının mahrem bir tarafı olduğuna inanıyorum. Yazdıklarım kaybolmasın, okumak isteyen ulaşsın yeterli benim için. Kitap ya da deneme, şiir, hikâye yayımlarken ilk adımı atan ben olmadım hiçbir zaman. Kitaplarımın tümün mutlaka bir arkadaşın, dostun, ağabeyin vesilesi ile basıldı. Hâlihazırda kitaplara girmeyen metinlerden birkaç dosya çıkar fakat birilerinin istemesi ya da vesile olması gerekiyor bunun için. Bu da süreci uzatıyor. Buna tembellik de denilebilir.

2022 başlarında bir yayınevi için şiir dosyası hazırlamam istenmişti. Sessiz Rüya ismini verdiğim dosyayı gönderdim fakat araya deprem dahil çok şey girdi ve dosya kaldı. Daha sonra senin vesilenle Kurtarma Yazılısı’nı hazırladım. Kurtarma Yazılısı çıkmıştı ki Sessiz Rüya da basıldı. Son yılların şiirleri Kurtarma Yazılısı’nda yer aldı, ilk dönem şiirlerinden kitaplara almadığım gazeller de Sessiz Rüya da.

Sonraki dosyalar ne zaman çıkar, nereden çıkar ben de bilemiyorum.

Bu güzel muhabbet için çok teşekkür ederim hocam. İnşallah nice güzel eserlerde buluşmak duasıyla.

Ben de vefan ve bazı şeyleri söyleme fırsatı sunduğun için sana teşekkür ediyorum. Dergiye omuz veren, dergiyi takip eden arkadaşlara selam ediyorum. 

 kaynak: serazat dergisi, sayı:8, yıl: 2024, ekim kasım aralık.

ırmak ve çöl şairi hüseyin kaya!

necdet karasevda


                   ortasındayım sana akmayan nehirlerin
                   daha kervanlar çekmez bu çölden acıyı

Bazen sonsuzluk hissiyle kanatlı binlerce mısra taşır çölün kumları, bazen de uzak ve sonsuz denizlere ulaşmak için çırpınır imgeler nehirlerde!
Ve şairler kelimeleri kuşandıklarında bir güz dönümünde, önce ırmaklar tutar onun elinden, sonra çöller. Ve başlar kızılca kıyamet. Başlar hıçkırık ve nedamet.
Bir şairin nabız atışlarını en çok onun anahtar kelimelerinde bulursunuz. Şairin ruh kilidini çözmenin en kesin ve keskin yolu onun anahtar kelimelerini bulmaktan geçer. Ve şairler zannedildiği gibi çok derinlere, uzak, kara gölgeli ormanlara gömmezler anahtar kelimelerini. Onlara göre en gizli yer; aşikâr olandır. Ve onun için şiirlerinin kalbine gömerler anahtar kelimelerini…
“Çekil Gideyim Hayat!” diyen Hüseyin Kaya da, kendi anahtar kelimelerini berrak bir Türkçe ile dile getirdiği ırmak ve çöl güzeli şiirlerinin içine gizlemiş.
Hüseyin Kaya’nın şiirleri, dingin bir ruhla okunduğunda, okuyucusunu şairinin varlığında gezdiren bir yapıya sahiptir. Onun mahrem hislerini, çatışma ve çelişkilerini, korkularını, erdemleri, kırılganlığını, munisliğini, yarım bir şiir gibi kalmış çocukluğunu, şikest aşklarını, hayatla halledemediği meselelerini, kristal bir şişe gibi olan hüznünü, inanmışlığını ve tabi ki bilgeliğini ele veren bir şiirdir bu şiir. 
Hüseyin Kaya, “Lamure Şiir”den çıkan ilk ve tek şiir kitabında bizi ruhunun zümrütten yamaçlarına davet ediyor. Belki de bizi avuçlarından, kendi öz masalını dinlemeye, ortak keder ve kaderlerimizi paylaşmaya çağırıyor. Ama onu anlamak için, metropollerin dağdağasından, kısır çekişme ve döngülerden,  egosantrik düşlerden ve düşüncelerden, katı maddeci ve kapitalist eğilimlerden uzaklaşmak gerekmektedir. Onun şiirinin ön şartı budur. Çünkü bu şiir biraz düşle yoğrulmuş, gizemli bir masal tadında ve sıcak meltemler kıvamında akmaktadır öz insanın içine. Ve bu şiire belki yirmi birinci asır zihniyetinden sıyrılarak girmek gerekmektedir.
Anahtar kelimeleri nedir Hüseyin Kaya’nın?
ortasındayım sana akmayan nehirlerin
daha kervanlar çekmez bu çölden acıyı
Bulunduğu zamana ve mekâna sığmayan bir şair için, akışkanlığın ifadesi olan ırmak ve sonsuzluğa sığınmanın (baki olmanın) sembolü olarak da çöl bulunabilecek en güzel imgelerin başında gelir.
 “Zaman ve hayat”la sorunları olan Şairde, Akıp giden zamanı durduramayan bir çocuğun, sonra bir gencin ve daha sonra da kendini oldukça yılgın, ölgün ve solgun hisseden bir yetişkinin umarsız ağlayışlarının tecessümüdür ırmak.
az gittiğin kadar git uz gittiğin kadar git
sen de tutul geçerken ağudan ırmaklara
Şairde mutlu ırmak yoktur. Bütün ırmaklar aynı dili konuşur. Yani bütün zamanlar. Şair ruhsal bir hamle gerçekleştirmek ister. Mutlu olan zamana, yani ebede, yani “öte”ye  ulaşma arzusudur bu. Belki de şairdeki, “öte” duygusunun dizelerdeki ayak sesleridir bu imgeler.
varsa yoksa elemdir varlığımdan sızan sır
varsa yoksa elemdir tüm ırmakların dili.
yer yer “hayat “kelimesine de doğrudan “zaman” anlamı katan şair, bir dizesinde kitaba verdiği ismi teyid edercesine şöyle haykırır:
hayat ellerimden uçar, kurtulur
Bu duruşta hem zamana hükmetme, hem de ona yenilme duygusu hakimdir. Kaya’nın şiirlerinde bu kaybediş, kendini yitiklik olarak gösterir. Yirmibirinci asırda zikredilmeyen evrensel erdem ve güzelliklerdir şairin kaybettikleri. Ve belki de yaşadığı zaman ve mekâna sığamamanın, hayatla savaşmasının temelinde bu duygu vardır. Ve şairi masalların, düşlerin, efsanelerin iklimine çeken gerçek de budur. Yorgun bir masal anasından, feleğin çemberinden geçmiş bir babadan dinlenilen masalların yerini, ne idüğü belirsiz çizgi filmlerin, animasyonların, bayağı modern öykülerin; tahtadan, emek ve sevgiyle yapılmış oyuncakların yerini fabrikasyon plastik oyuncakların; uzun dost sohbetlerinin yerini geyik muhabbetlerinin; içi doldurulmuş ve her biri başlı başına bir roman olan aşkların yerini, ten düşkünlüğü ve et tutkusunun aldığı bir zamanda yaşamak, şaire ağır gelmekte ve şair bu zamandan başka bir yerlere, belki de ait olduğu “öte” ye gitmek istemektedir. Onun için haykırmaktadır:
çekil gideyim hayat çekil gideyim senden
Masalın sonuna ya da varlıkla yokluğun kıyısına gediğinde yine çaresiz imgelere sığınır, masalını bitirmek ister şair:
kırkıncı odasında kırka bölünüyorum
sonu yok bir masalmış senin hayat dediğin
senin hayat dediğin ağuyu ağırlamak
senin hayat dediğin ağuyu ağlamakmış.
Çöl. Şairin ikinci anahtar kelimesi. Belki de hayat ve ırmak kelimelerine yüklediği anlamlardan sonra bir kurtuluş durağı. Bir barınak. Bir sığınak. Belki de bir liman.
Ve her an, içinde “çöl büyüyen”, “çöl yeşeren” bir şiirdir Kaya’nın şiiri.
yaşamak şimden geri
baktıkça genişleyen uzayan
bir çöl gibi
Şair, kitabına “çöl” şiiriyle başlar. Sonsuzluktan başlar başka bir deyişle. Fizikten, metafiziğe sıçramanın bir iç kanamasıdır bu şiir. Bu yönüyle “çekil gideyim hayat” diyen şair için ulaşılması gereken bir menzildir çöl.
Çölü çöl yapan, onu bütünleyen kelimeler dolaşır şairin dilinde. Ve şair bu kelimeleri okuyucusunu rahatsız etmeden dillendirir. Mecnun der mesela, kervan der, kum der, bedevi der, hicret der, bezirgânbaşı vs der. Ve bize açtığı gönül haritasının ayrıntılarını verir böylelikle.
Çöl, Şairin manevi dünyasının da anahtar kelimesidir aynı zamanda. Çölü, İslami bir duyarlılıkla algılamaktadır Kaya. Ona ister mekân, ister duygu anlamı biçsin, onda bu duyarlılığı hep görmek mümkündür. “düştü hüseyn atından sahra-yı kerbela’ya” diye alıntıladığı dizenin biraz ilerisinde şöyle inler.
hiç dinmiyor fırtına
hiç dinmiyor ki baba
şahidim ol rüzgâra nasıl saldım gideni
yaralı ve yamalı yüzümün şahidi ol
çöldeyim
hüseyninim
ahım ulaşmaz sana
şahid ol dilimi lerzan eyleyen ismin
Şair, hayatın bütün olumsuzlarına rağmen, bütün yanılgı ve yenilgilerine rağmen, çölünü asla ayırmaz yanından.
yine de yürürüm
çölümü ve yolumu taşıyarak içimde
bu hayatı acıyı mil çekip gözlerime
yine de yürürüm
Zaman zaman pişmanlık ve iç ağlama kapılarına dayandığında kelime kuşanır Şair yine.
ben çölü yağmaladım
çöle ben yağmalandım
“çöl içen gözlerin” Şairi, hemen hemen her şiirinde bize kalbinin haritasını “çöl” veya “ırmak” kelimeleriyle açar. Irmak ve çölle ilgili başka bir kelime de kuşkusuz “deniz”dir. 
gidersin yüreğim elimde kalır
kıyısız bir deniz yiter peşinde
Çöl, kumlarla dolu bir sonsuzluk denizi, deniz sularla dolu bir sonsuzluk çölünden başka bir şey değildir. Yani şairde deniz ve çöl neredeyse aynı çağrışımların anneliğini yaparlar. Mesela aşağıdaki şiirde deniz sonsuzluğun bir boyutu olan ezel olarak karşılamaktadır bizi.
mızrağının ucunu çevirme yüreğimden
çevirme dönmem geri gidecek nerem kaldı
ne yanmayan bir gemim
ne tayfam
ne havarim
bir kez oğlum de bana
baba denizden geldim.
Ve denizin, diğer ana anahtar kelimeyle de yani ırmakla da de ciddi ilintisi bulunmaktadır. Her ırmağın nihai hedefi bir denize ulaşmaktır. Onun için ne mutludur Fırat, Dicle ve nil! Çölde biten ırmaklar da vardır şairin dilinde.
hangi ırmak tükendi hangi çölde bilirsin.
Ve şair her şeye rağmen, sırlarını çözmeye çalışmaktadır akıp giden hayatın.
bana da bir tılsım sun sırrı için hayatın
çöz de yumruklarımı tufanlar yaşayayım
çöz de avuçlarımdan göreyim gökyüzünü
Türk Edebiyatı, kendisine yeni ve özgün şiirler kazandıran genç şairi tebessümlerle karşılamakta, Türkçe, bu aşığına bir maşuk gibi bağrını açmaktadır.  

kaynak:
ardıç dergisi

15 Kasım 2024 Cuma

Hüseyn Kaya’nın Sessiz Rüya’sında Bana Fısıldadıkları

Mehmet Durmaz 

Bana söylüyorsun biliyorum Hüseyn “hastasın sesinde kuş yorgunluğu / ellerin eylüle yürüyen yaprak” Evet, bu dizelerindeki durum tespiti beni işaretliyor, beni sobeliyor. Hangi beni? Şiir ormanında saklambaç oynayan bütün “ben”leri. 
Öyle değil mi Hüseyn? “Aşinayız melali anlayan nesle” ve uzağındayız içinde debelenip durduğumuz dünya denizinin. Ne de olsa şiir denen bir teknedeyiz. Dalgalar, fırtınalar, ayazlar; sancılar, sayrılar, kırıklar… Geçip gider yanımızdan. Şiir var… Şiir var… 
“Mermer şadırvanlarda şakırdayan su”ların gördüğü “sessiz rüya”larda şiir sayıklamaya devam et Ya Hüseyn. “Hâfız’ın kabri olan bahçede” yeniden güller açsın. Rintler ölmesin Hüseyn! Yoksa kim bahçıvan olur bu dikenli bahçeye?
 “Yorulduğun yerde bitmiyor dünya / değilmiş ilacı her şeyin zaman” demesen iyiydi Hüseyn, demesen iyiydi. Ne ki dedin, ne ki duydum… Şimdi “bir el çıkarmaya başladı bohçamızdan lavanta çiçeği kokan kederleri” Oysa ben onları yıkayıp, ütüleyip, katlayıp, aralarına da lavantalar serpip koymuştum kalbimin kilitli sandığına. “Unutuşun o tunç kapısını kırıp attın.” 
Ya Hüseyn! Sen de görüyorsun işte. Yapay zekânın doğal yürekleri, organik zihinleri yok ettiği bu çağda sözün belkemiği kırılmış, kelam ayağa düşmüşken eprimiş imgelerden, eskimiş kafiyelerden, yıpranmış rediflerden kaçıp kendi sesinle seslenmek ne kadar zor! Hadi seslendin diyelim, ya duyulmak? Boş ver sen bu ihtiyar kalem emeklisini. Arı, çiçek çiçek gezmekten vazgeçmez balın kıymeti bilinmiyor diye. Gez Hüseyn gez…
 Şimdi benim içimin ovalarında hüzün, yılkılığa bırakılmış safkan bir yarış atı gibi ılgarlanmaktadır; eyersiz, dizginsiz, semersiz, yularsız… Şiirin yeşerdiği her yerde durup koklamaktadır maziyi. Sonra tekrar koşmaktadır menzilsiz, hedefsiz, kaygısız… 
“Beni öyle hatırla bitmeyen bir hazanla” diyorsun ya! Hah işte ben de sana öyle sesleniyorum. Sen de bizi hatırla; bizim de acımız acı, bizim de kuytularımızda ezildikçe kokan menekşelerimiz, fesleğenlerimiz var aynen dediğin gibi “gölgesiyle konuşan sessiz bir menekşenin / rüyalarında kaldı gözlerimdeki acı.” 
Şiir şiir kanayan bir dille ben de sana adıyorum sesimi, sesin hep şiir koksun Ya Hüseyn, sen de seni anla ve sahip çık sesine “Sana bir kere daha acılar adıyorum / bu sızılı bu kanlı sunağında kalbimin”

on5kasım2024, hece taşları, sayı:117, sayfa: 15

6 Kasım 2024 Çarşamba

nazar

Hüseyn Kaya

Gökyüzü olabildiğince maviydi ve söğütlerde, iğdelerde yaprak kımıldamıyordu. Yalnızca bostanın gölge taraflarındaki böceklerden arada cılız sesler çıkıyor, sonra yeniden derin bir sükûnet başlıyordu. Karıncalar bile bunaltıcı sıcaktan yuvalarına saklanmış gibiydiler. Telaşlı üç beş iri kara sineğin ya da şaşkın şaşkın dolaşan birkaç eşek arısının sessizliği ihlal etme çabası da uzun sürmüyordu.
Sabahın erken saatleri ve güneşin batmaya döndüğü zamanlar hariç, bu mevsimde, bu saatlerde hep böyleydi köy.  Kimi zaman azalıp çoğalsa da kaç yıldır aktığı bilinmeyen acı pınarın kurnaya dökülürken çıkardığı ses bile duyuluyordu, sessizliğin iyice derinleştiği anlarda. Köy, ikindi vakti üzerindeki durgunluğu atacak ve zaman kımıldayacaktı. 
Dedem her zamanki yerinde, evin kanatlı dış kapısının üzerindeki örtmenin gölgesine oturmuş, bir yandan uzaklara dalmıştı. Uyumuyordu ancak bu dünyada değildi ve bizimle aynı zamanda olduğu da söylenemezdi.  Bütün bu durgunluğun, sessizliğin ortasına birdenbire bir çığlık düştü:
-Yılaaan!
Aniden duyulan bu sesle bir fotoğraf karesi gibi hareketsiz duran köy, canlanmaya başlamıştı. Yılan, düşman demekti, sinsilik demekti. Adı da kendisi de soğuktu bu düşmanın. Adının boşlukta yankılanması bile temmuz sıcağını unutturmuş, insanları üçer beşer dışarıya çıkarmaya yetmişti. Evimizin biraz ilerisinde, bostanın bulunduğu yerde ürkek ama gergin küçük bir kalabalık oluşmuştu. Ortada bir çocuk kendine peş peşe yöneltilen “nerede gördün, boyu ne kadardı?” gibi sorulara cevap vermeye çalışıyordu.
Çocuk; bostanın duvarıyla bitişik, akşamları ahır hayvanlarının altına serilen kırılmış, ezilmiş tezeklerin muhafaza edildiği eğreti depoyu, kuruluğu işaret parmağıyla gösteriyor; kollarını iki yana açarak yılanın boyunu tarif ediyordu. Kalabalıktan biri ısrarla yılanın rengini soruyordu. Çocuğun telaşında ve korkusunda azalma yoktu:
-Maviydi ya da yeşildi. Birden bostan duvarındaki büyük taşların üstünden kuruluğa doğru aktı.
-Göğgele olabilir, dedi onu dinleyenlerden biri. 
Göğgele, lafını duyan büyüklerin yüzlerindeki endişe biraz daha artmış ve bütün sorular bir anda bitmişti. Göğgele neydi, bilmiyordum. Etraftaki çocuklar kuruluktan uzak durması için ikaz edildi. Büyükler birer ikişer ortadan kayboluyor, sonra ellerinde kürek, bel, tırmık gibi malzemelerle yeniden geliyorlardı. Dedem, yalnızca bayıra giderken yanına aldığı ince demirden yapılmış uzun bastonuyla gelmişti kalabalığın yanına. Ucu mızrak gibi sivri, parmak kalınlığında bir demir çubuktu bu. Hemen herkesin evinde farklı boylarda bulunan bu demir çubuğa tille, derdik. Yarım bir daire oluşturuldu kuruluğun önünde. Büyükler önde, biz birkaç adım geride bir süre bekledik. Elinde kürek olanlardan biri kuruluğu uzaktan, küreğin ucu ile karıştırmaya başladı. Ondan cesaret alan bir başkası elindeki uzun odun parçasıyla aynı yeri yoklamaya başladı. Büyükler, küçük adımlarla kuruluğa yaklaşıyorlardı ki kadınlardan biri çığlık attı:
-Göğgele bu. Uzak durun. 
Nasıl olmuşsa olmuş, yılan kuruluktan çıkmış ve bostan duvarının köşesine sıkışmıştı. Kalabalık yalnızca yılana odaklanmış, bazıları öfkeden terlemişti. Bir türlü tam olarak yaklaşamıyorlardı yılana. Bir ara iyice yaklaşarak görmek istedim dakikalardır süren korkunun kahramanını. Taş duvarlar arasında bir yılan, tıpkı filmlerde gördüğüm gibi vücudunun yarısı daire biçiminde kıvrılmış, boynu ve gövdesiyle sağa sola salınıyordu. Taşların, yerdeki toprağın arasında parlak rengiyle uzaktan bile fark edilebiliyordu. Ara ara dilini çıkardığını gören kadınlardan biri:
-Yalvarma adi hayvan! Acımayın, yalvarıyor, acımayın, diye homurdandı. 
Bir başkası:
-Eniklerim var, diyor. Sanki bizim çoluk çocuğumuz yok, uzak durun üstünüze sıçrar, dedi. 
Yılan konuşuyor muydu kısık bir sesle? İnsanlar nasıl anlıyordu onun söylediklerini?
Yılan, düşman demekti, sinsilik demekti. Adı da kendisi de soğuktu bu düşmanın. Yanımdaki çocuklardan birine kısık sesle sordum:
-Göğgele ne?
Benden birkaç yaş büyük olan çocuklardan biri yine fısıltıyla cevap verdi:
-Çok zehirli, hatta öteki yılanlar zehri bundan alırmış. Bunun soyu öteki yılanlardan başka.
-Uçar mı peki, diye devam ettim. 
-Uçamaz, kanatları yok ki, aniden sıçrar, beline bacağına, boynuna dolanırmış insanın. 
Korkmaya başlamıştım ki kalabalık daha da hareketlendi. Dedem, tillesini yılanın gövdesinin tam ortasına saplamış, kendinden uzak tutmaya bir yandan da zapt etmeye çalışıyordu. Yılan, bu demir çubuğa kalın bir halat gibi gövdesini doluyor, çözüyor yeniden sarıyor, acı içinde kıvranıyor, başını sağa sola uzatıp dilini çıkarıyordu. Tam tepemizdeki güneşin altında rengi daha canlı ve güzel duruyordu göğgelenin. Dedem tillesini havada güçlükle tutmaya çalışıyordu. Tillesini yere doğru yaklaştırınca kürek, bel, değnek, tırmık darbeleri peş peşe indi hayvanın sırtına. 
-Kafasını ezin, diyordu biri. Kafasını ezmezseniz gebermez kâfir! 
Zaten arada bir görebildiğim yılana bakmayı bırakmış, insanların yüzlerine, çabalarına bakıyordum. Binlerce yıllık bir hınç akıyordu yüzlerden, bakışlardan. 
Âdem’in, Havva’nın intikamını alır gibiydi bu küçücük köyün yaşlıları ve kadınları. Havva anamızı kandırarak Âdem’le birlikte cennetten kovulmalarına sebep olan ve sonra sürünmekle cezalandırılan yılan değil miydi? Dünyaya atılmamızın en büyük suçlusu oydu. Üstelik bütün yılanlara zehri veren yılan soyundandı şimdi yerde acıyla kıvranan. Yılan kıvrılmaya, toparlanmaya çalıştı kısa bir süre. Her darbeden sonra tepkisi azalıyordu. Nihayet hareketsiz kalmıştı. Hırpalanan, toza toprağa belenen rengi hâlen soğuk güzelliğini koruyordu. Can çekişmeleri sona ermişti hayvanın. Kenara çekilenlerin kimi yılanın olduğu yere doğru tükürüyor, kimi kızgın yüzünden akan terini siliyordu. Dedemin tillesinin vazifesi çoktan bitmişti. Yılan, düşman demekti, sinsilik demekti. Adı da kendisi de soğuktu bu düşmanın. Yılan kâfirdi. Yılan, ezelî bir hikâyenin öldürülmesi gereken kahramanıydı.
Kalabalık usul usul dağılmaya başladı. Dedem, yerdeki yılanı bir küreğe dengeli biçimde aldı. Kuyruğu ve başı sallanan göğgelenin aniden hareketleneceğine dair korkunç hayaller zihnimden geçiyordu. Oysa hırpalanmış gövdesinde can belirtisi kalmamıştı. Önde dedem, ardında ben evin ilerisindeki iğdelerin yanına gittik. Yılanı gömeceğimizi umuyordum fakat dedem:
-Yengene söyle gaz yağı göndersin, dedi. 
Koşarak gittim ve gazyağı istedim yengemden. Yengem, gazyağını uzattı ancak kendi de benimle geldi. Yılanı urgan kelebi şeklinde toplamıştı dedem. Gazyağını elimden aldı ve o kelebin üzerine yavaş yavaş gezdirerek döktü. Anlamadığım şeyler oluyordu. Yeleğinin ön cebinden eksik etmediği muhtar çakmağını birkaç denemeden sonra yakan dedem, yılanı tutuşturdu. Hayret, korku ve bilinmezlik çocuk ruhumu perişan etmişti. 
-Daha ölmedi mi, niye yakıyorsunuz? Niye gömmedik, dedim. 
Dedem konuşmuyordu. Koyu, siyah bir dumana eşlik eden gazyağı kokusu, yılanın derisi, eti yandıkça, yağı eridikçe daha da tuhaf bir hâl alıyordu. O görkemli mavimsi renk, yavaş yavaş kayboldu cızırtılar, dumanlar arasında.  
-Ölmemiş miydi, dedim şaşkınlıkla. 
Bir yandan yanan yılanı izleyen dedem suskunluğunu bozdu:
-Yılan yakılınca yağmur yağar, etraf ferahlar, bereket olur, dedi. 
Onca tuhaf şeyden sonra çocuk zihnim hemen bu cümlenin büyüsüne kapıldı ve başımı göğe kaldırdım. Dağların ardından gelecek siyah bulutları beklemeye başladım, yalnızca kemikleri kalan yılan cesedinin başında. Gördüğüm küçük küçük bulutların büyüyeceğini umdum bir süre. Beklediğim bulutlar gelmeyince belki bulut olmadan da yağmur yağar, diye düşündüm. Nafileydi. Yağmurun tek damlası bile yoktu. Zaten yine eski sakinliğine kavuşmuştu köy ve güneş kavuruyordu toprağı.
 Hiç değilse kemikleri gömülmeliydi yılanın. Nereye, nasıl gömmem gerektiğini düşünüyordum ki yengem, hiçbir şey söylemeden bir iğde dalıyla yılanın külleri arasından küçücük kemiklerini seçmeye başladı. Seçtiği kemikleri toprak yardımıyla temizledi ve avucuna alarak gitti. Yeni bir soru soracak gücüm kalmamıştı. Aldığım cevapları anlamıyordum zaten.
Birkaç gün bostanın, kuruluğun yanından geçerken içimde hep aynı ürpertiyi duydum. Ya enikleri varsa göğgelenin buralarda? Yılanların kin beslediklerini duymuştum. Ya annelerinin öcünü almaya gelirlerse? Köşede, taşların arasında sıkıştırılan yılanın görüntüsü, zihnimde bir süre dolaştı durdu. İnsanların yılana saldırırken takındıkları tavır, ara sıra bir film sahnesi gibi gözlerimin önüne geliyordu. Nasıl da değişmişti insanlar bir anda?
 Kaç gün geride kaldı bilmiyorum, tam her şey normalleşiyordu ki yengemin bir yaşını doldurmamış çocuğunun başlığında salınan bir şeyler gördüm. Dikkatle baktım; mavi boncuk, tazı boncuğu, boncuk şeklinde kesilmiş ince iğde dalı arasına dizilmiş yılan kemikleri de vardı. Şaşkın şaşkın başlığa baktığımı gören yengem:
-Anladın mı kemikleri niye seçtiğimi, dedi. Nazardan korur, güç kuvvet verir. 

aralık 24
sivas


22 Haziran 2024 Cumartesi

herkesin aynasında başka bir resme, hakikate dönüşür kelimeler

 konuşturan: eslemsena yol, melis hazal demir, nursima kayıran

1) "Aldığımız nefesten, sesimizin renginden, kalbimizin ritminden, yüzümüzün tebessümünden, bakışlarımızın dilinden bize ait bir şeyler siner yaşadığımız odaya.“ diyerek oda kavramını yaşama alanından çıkarıp bu kavrama derinlik kattığınızı fark ediyoruz. Odalarımıza bu derinliği katacak neyin ya da nelerin olmasını tavsiye edersiniz?
Oda, hem sığınak hem barınak bizler için. Tek başımıza kaldığımız, dünyayı dışarıda bıraktığımız yer. Uyuduğumuz, hayale daldığımız, okuduğumuz, yazdığımız, türkü söylediğimiz, ağladığımız, güldüğümüz yer. Tüm bu eylemleri illaki başka mekanlarda sergiliyoruz ama odamız bizim mahremimiz ve kendimiz. Özel bir çaba gerektirmez aslında bir odaya düzen vermek. Odamız bize göre şekil alır. Günler, haftalar sürse de farkında olmadan zihnimizin şeklini alır. Kitaplar varsa odanızda bir süre sonra en sevdiğiniz kitaplar biraz daha kolay ulaşılabilir bir yerlere taşınır. Sevdiğiniz nesneler, eşyalar yine gözünüzün önünde olacak şekilde yerini alır. Bu, doğal bir süreç ve müdahale ile de olacak şey değil sanırım. Yalnızca oda için de geçerli değil aslında bunlar. Oda sadece bir bölümü her şeyin ancak daha bize özel bir bölüm. 

2) Kitabınızda şairin ilhamının yara olduğunu ifade etmişsiniz. Sizin şiirlerinizi yazdıran yara nedir?
Doğrudan doğruya tek bir yaradan bahsetmek mümkün değil aslında ancak “dünya yarası” ya da “yaşamak yarası” gibi kelimelerle genellemek mümkün bunu. Yarayı bilmek, acısını duymak canlı olduğunuzun bir belirtisi ve canlı iseniz, dünyada iseniz illaki kimi iyileşmeye yüz tutan kimi iyileşmeyen kimi giderek büyüyen yaralarınız mutlaka olacaktır. İnsan, tek yönlü bir yaratık değil. Bu yüzden tek yaradan bahsetmek de mümkün değil.

3) "Herkesin aynasından başka bir resme hakikate dönüşür kelimeler." Bu cümle kelimenin anlam alanını kişiselleştiren bir özgürlük gibi geldi bana. Size bazı kelimeleri söylesem imge dünyanızda hangi resme dönüştüğünü söyler misiniz?
Kelimeler şunlar: Şiir, Gazze, anne, kalem, ayrılık
Bir önceki sorunuzla ilginç bir bağlantısı da var bu sorunuzun. “Kelime”nin anlamsal olarak kökeninin “yara” ile bağlantısı olduğunu söyler köken bilimciler. Bu bağlamda verdiğiniz her kelimenin yara ile bağlantısı da beraber geldi aklıma. 
Şiir: Her zaman söylediğim gibi: Gündelik hayatta gururu incinen kelimelerin gönlünü alma çabası.
Gazze: Sloganlardan, meydanlardan çok daha öte ve büyük bir yara.
Anne: Hayatın şiiri.
Kalem: Sırdaş, parmak, iz.
Ayrılık: İnsan.

4) Sivas soğuk havası ile tanınan şehirlerimizden biridir malumunuz. Kitabınızda "Mevsim ne olursa olsun üşüye üşüye büyürüz, üşüye üşüye yaş alırız yeryüzünde." diyerek mevsimlere ve üşümeye farklı bir bakış açısı getirmişsiniz. Sizce yüzyılımız hangi mevsimde ve niçin üşüyoruz?
Kendimizi ait hissetmediğimiz mekanlar üşütür bizi. Dünyayı sıcak bulanlar da vardır illaki. Yaşadığı çağdan memnun olan, yaşadığı çağın bahar olduğunu düşünen aklıselim kimse var mıdır geçmişte bilemiyorum. Evet, kışı yaşıyoruz bu çağda ancak yüz sene önce yaşamış olsaydık daha mı az üşürdük bilemiyorum. Söz konusu üşümenin çağdan öte yeryüzü ile bağı var. Dünya soğuk bir yer, en azından benim için. 

5) Aktif olarak eğitim camiasının içinde olduğunuzu biliyoruz, öğretmenliğin şiirlerinize bir katkısı oldu mu?
Olmadı, demek zor, ne kadar olduğunu söylemek de imkânsız. “Kurtarma Yazılısı” adında bir şiirim vardı mesela. Öğretmen olmasam şiirin adı bu olmazdı sanırım. Mezun ettiğim öğrencilerim hatırlatıyor bazen zamanın ne kadar çabuk geçtiğini ve bu da bir şekilde dünyaya bakışıma yansıyor, oradan düşünceye ve belki şiire de ulaşıyor ama bunu tek etken olarak somutlamak çok da doğru olmaz kanaatindeyim. 

6) Şiirinizde geçen aşk imgeleri ve aşk çağrışımları bizleri çok etkiledi. Ve anlıyoruz ki günümüzdeki aşk anlayışı ile sizin aşk anlayışınız arasında farklılıklar var. Sizce bu farklılıklar nelerdir? Bu kavramı bizlere açıklar mısınız?
Aşk; önemli, derin ve uzun bir konu. Üstelik çok fazla hırpalanmış, yorulmuş, üzerine astar atılmış sonra yeniden boyanmış, şekilden şekle sokulmuş bir kelime. Üzerine konuşulabilir, felsefesi yapılabilir. Romanlar, şiirler, mesneviler, filmler, şarkılar için ana damar çoğunlukla. Bu durum da bize gösteriyor ki aşk; kişilere, çağlara, yaşa hatta topluma göre de farklı anlamlar kazanan bir his. Elbette bu kelimenin bütün dillerde ve çağlarda insan gönlüne çizdiği bir resim vardır ancak o resmin ötesinde bir his olduğu aşikâr. 
Aşk; çok da anlatılabilecek, konuşulabilecek, anlamlandırılabilecek bir şey değil. Aşka çok benzeyen başka bir şey var mı diye sorarsanız, ölüm derim. İkisi de insanı dünyadan uzaklaştırır bir bakıma. İkisiyle de dünyada tanışırsınız ama ikisi de dünyaya ait şeyler değildir. Her ikisine de yakalanmanın, tutulmanın yaşı herkes için farklıdır. Aşk da ölüm de bir dünyada öldürürken sizi başka bir dünyada hayata yollar. 
Yalnızca aşk değil bütün kavramların içi yaşanılan çağa ve insanların zihnine göre dolar ya da boşalır. Aşk, onur, ev, evlat… Yani aşka, aşkın anlamına özel bir değişkenlik değil günümüzdeki farklılık. 

kaynak:
hasbihal edebiyat seçkisi, yıl:1, sayı:1, mayıs 2024