15 Kasım 2024 Cuma
Hüseyn Kaya’nın Sessiz Rüya’sında Bana Fısıldadıkları
6 Kasım 2024 Çarşamba
nazar
22 Haziran 2024 Cumartesi
herkesin aynasında başka bir resme, hakikate dönüşür kelimeler
21 Nisan 2024 Pazar
kuyu
bir aynaya döndü yüzünü kalbim
yıkık köprülerin altında durgun
yönünü unutmuş nehir gibiyim
mazi kör kuyuda suyun yankısı
melale dolanan suskun sarmaşık
mahzun serçelerin yitik şarkısı
bütün sabahlardan silindi artık
anlattığım bütün yağmurlar bitti
beni bıraktığım sessiz kıyıya
elimde kanıyor her kuşluk vakti
yanlış ezberlenmiş o mahcup dua
bahar, 2024
duvar
bir düşe uzanıp kayarken yana
sensizliğe değdi ruhumun eli
ne kadar dursak da yağmur altında
değiliz biz artık eskisi gibi
belki kanatları kırık kapının
sözcüklerden kaçan hikayesiyiz
ayrı defterlerde yarım ve dargın
dilsiz şiirlerin anısıyız biz
kuytusunda kaldık birden zamansız
umuduna küskün ayrılıkların
iki yana düşmüş iki taşıyız
rüzgarın yıktığı yorgun duvarın
13 Mart 2024 Çarşamba
gölge
30 Ocak 2024 Salı
yabancı
Son günlerde aksilikler peşini bırakmıyordu. Elinin değdiği, gözünün gördüğü şeyler birer birer bozuluyor, kırılıyor, işlevini yitiriyordu. Sıradandı belki de yaşadığı olumsuzluklar, herkesin başına sayısız kez gelen şeylerdi ama böyle peş peşe olunca artık canını sıkmaya başladı.
Kapatmaya çalıştığı bir musluktan önce küçük bir kırılma sesi gelmiş sonra musluk kapanmaz olmuştu. Her şey aslında tam orada, o anda başlamıştı. Bir yandan bozuk musluk için çare aramış bir yandan da çocukluğunda kullandığı muslukları düşünmüştü. Sarı renkte ve tek tip musluklar her yerdeydi eskiden ve kolay kolay bozulmazlardı, bir contaya bakardı tamiratı. Şimdi öyle miydi ya? Onlarca çeşit musluk vardı ve parçaları birbirine uymuyordu bile. Bunları düşünürken musluğu tamir etmişti.
Bu olayın üzerinden birkaç saat geçmemişti ki lambayı yakmak istediğinde yeni bir sorunla karşılaştı, lamba yanmıyordu. Ayaklarının altına sandalye almadan tavanda asılı lambaya uzanabiliyordu. Parmak uçlarında yükselerek lambayı evirdi çevirdi düğmeye basarak yeniden açmayı denedi, lamba yanmıyordu. Eskiden sarı lambaların içinde incecik bir tel olurdu, lambanın geçip geçmediğini o tele bakarak hemen anlayabilirdi. Yeni lambaların sorununun ne olduğu bile belli olmuyordu. Lambayı değiştirmekten başka çaresi yoktu. Lambayı yenisiyle değiştirdi ve sorun çözüldü. Buraya kadar henüz bir takıntı halini almamıştı yaşadıkları ancak çay koyduğu bardağın gözünün önünde ortadan yarılması birdenbire karanlık ve korkulu bir dünyanın ortasına bırakıverdi onu. Başka zamanlarda da bardağının çatladığı, elinden düşüp kırıldığı olmuştu. “Dökülen mey kırılan şişe-i rindan olsun” derdi kendisinin ya da başkasının bardağı kırıldığında. Zaten bardak kırılmasının iyi olduğunu söylerdi annesi. Hatta bir bardak ya da tabak yere düşer fakat kırılmazsa yeniden yere attığına da şahit olmuştu annesinin. Bardak kırılmasıyla geçip giderdi nazar ya da büyük belalar. Besmelesiz güne, işe başlamazdı ama işte, bardak kırılmıştı hem de tam ortadan ikiye. İkiye ayrılan bardak değil de kalbinde bir yerdi sanki. Yeni bir bardağa uzanacak, çay içecek iştahı kalmamıştı. Birilerini üzdüm mü, diye geçirdi içinden. Birinin âhı mı vardı üzerinde? Nazara mı gelmişti? Nazar değecek bir hayatı yoktu ki. Nazarsa da geçip gitmiştir artık, diye düşündü. Masayı sildi, kırılan bardağı çöpe bıraktı.
Geç uyudu o gün. Etrafını kuşatan, kendisini tedirgin eden, adını koyamadığı bir şey vardı. Üzerine bir gölge çökmüş gibiydi. Ya bu uğursuzluk devam eder giderse, nasıl yaşanırdı ki böyle?
Ertesi sabah yeni bir güne başlamanın huzuruyla uyandı. Yorgundu, uykusunu alamamıştı ama dün, geride kalmıştı. Dert değildi bunlar, dertten sayılmazdı. Binlerce insanın yaşadığı sıradan şeylerdi hepsi. Bir an önce işe gitmeliydi ama önce tıraş olmalıydı. Aynanın önüne geçti, yüzüne bakmadan gözü tıraş bıçağına ilişti, paslanmıştı. Son tıraşını iki gün önce olmuştu. Daha önce kullanılmış tıraş bıçağının paslandığını hiç hatırlamıyordu. Tıraş bıçağını aldı, sağına soluna baktı. Yeni bir bıçak açtı ve tıraşını oldu. Kötü şeyler düşünmek istemiyordu. Eşyalar, nesneler eskirdi, paslanırdı, bozulurdu… Ötesine geçmek anlamsızdı bu düşüncelerin. Çay hazırlamaya, bir şeyler yemeye cesareti de yoktu vakti de. Tıraşın ardından işe gitmek üzere evinden ayrıldı.
Yol boyu aklına olumsuz bir şey gelecek olsa bardağın kırılışını hatırlıyor ve kendisini rahatlatmaya çalışıyordu. Göğe baktı, birkaç gündür hava kapalıydı. Kar gecikmişti ve yağmur ihtimali vardı. İklim bile bozuldu, dedi içinden. Eskiden bu havalarda yerde bir karış kar olurdu. Kaşkol, eldiven olmadan bu aylarda evden çıkılmazdı sekiz on sene önce bu aylarda. Şimdi önünü bile kapatmadığı paltosuyla iş yolundaydı. Tabi bunun bir de temmuzu, ağustosu vardı. Kış böyle ise yaz daha da sıcak olurdu. Belki de olmazdı. Son yıllarda baharın yaşanmadığını hatırladı. Kışlar baharların yerini almıştı belki de. Aslında mevsim şeritlerinden düşen yalnızca kış mevsimiydi.
Yolda kimseye rastlamadı ya da görmedi kimseyi. İş yerine ulaştığında yürümenin de etkisiyle rahatlamıştı biraz. Paltosunu çıkardı, astı. Masasına geçti. Masa takviminden iki sayfayı çevirdi. Hemen takvimin yanında duran masa saatine takıldı gözü. Saat çalışmıyordu. Eline aldı, kurcaladı, pilinin bitmiş olacağını düşündü ve biraz uğraştıktan sonra saatin pilini çıkararak masaya bıraktı. Sonra akrep ve yelkovanı on ikinin üzerine getirerek yerine koydu saati. Gözü yeniden takvime takıldı. Günler geçiyordu üstelik günlerin geçtiğini takvim saylarını çevirirken bile fark etmiyordu.
Morali bozuluyordu düşündükçe, kendi kendine konuştukça. Hayat her zamanki gibi devam ediyordu ve görünürde değişen hiçbir şey yoktu. İnsanlar gündelik işlerine devam ediyordu. Bozulan, kırılan her şey yenisiyle değiştiriliyordu. Bu kadar büyütmeye, abartmaya gerek yoktu olanları. Düşündüklerini, yaşadıklarını birilerine anlatsa kesinlikle alay konusu olurdu. Sabah çay içmediğini hatırladı. İş yerinin çay ocağına giderek bir bardak çay aldı. Bardağının çatlamamış olması onu mutlu etmedi. Tekrar masasına döndüğünde yine saate gözü ilişti. Kenardaki pili yeniden saate yerleştirdi. Saat çalışmaya başlamıştı. Kolundaki saate bakarak masa saatini ayarladı. Çayından bir yudum almıştı ki karşısındaki gri metal dolabın camında kendisini gördü. Birkaç dakika bir yabancıya bakar gibi izledi kendisini. Çayından bir yudum daha aldı. Evet, bir yabancıya aitti karşısındaki dolabın camından yansıyan görüntü. Masasındaki saatin yeniden durduğunu fark etti ama bu kez pili çıkarmak için takati yoktu.
5 Ocak 2024 Cuma
kırağı dergisi üzerine bir soruşturma - hüseyn kaya
konuşturan: turgay yıldırım
1. Kırağı dergisi niçin yayımlandı? Dönemi içerisinde hedefleri, iddiaları ve rolü neydi? Ve sizce bunların ne kadarını gerçekleştirebildi?
İlk sorunun cevabı yani derginin niçin yayımlandığı, benden ziyade derginin emekçisi isimlerde bilhassa Tayyip Atmaca'dadır diye düşünüyorum. Ben Kırağı dergisinin çıktığı yıllarda üniversite öğrencisiydim ve Tayyip Atmaca ile tanışmak seneler sonra nasip oldu. Bu soruda benim cevap verebileceğim derginin rolü ve gerçekleştirebildikleriyle sınırlı. Kırağı dergisi günümüz şiirinin bilhassa muhafazakar çevre içinde kurulu şiirin temel taşlarından biri diyebilirim. Dergide şiiri yahut şiire dair yazısı bulunan isimlere dikkatle bakıldığında günümüz şairlerinin ve hatta akademisyenlerinin, günümüz dergicilerinin çoğuna rastlamak mümkün olacaktır. Bu yönüyle Kırağı bu camiaya atılmış bir edebiyat tohumuydu diye düşünüyorum. Dergicilik ve yayıncılık anlayışıyla özgün bir duruşu vardı. Para ile satılmayan, okuruna posta pulu karşılığı gönderilen ve dönemin genç isimlerini mütevazı sayfalarında ağırlayan bir dergiydi Kırağı, köşe başını tutmuş büyük dergilere ürün gönderemeyen, gönderse de dönüş alamayan pek çok gencin ilk göz ağrısı, yolunu beklediği biricik dergisiydi. Yalnız dergi yayıncılığı değil kitap yayıncılığı da yaptı ve yine zamanın dar imkanlarıyla özgün kitaplar yayımladı.
Hedeflerinin ne kadarını gerçekleştirebildiği sorunuza gelecek olursak: Edebiyat dergileri çoğunlukla o dönemde bir mektep olabilmek amacını mutlaka taşırdı. İllaki Kırağı'nın da bu tarz bir niyeti vardır diye düşünüyorum ve bu mektepte ders gören çok isim oldu ancak son sınıfta açık liseye geçen günümüz lise öğrencileri gibi dergide yazan çoğu isim bu okuldan diploma almak yerine başka yerlerden diploma almaya yöneldiler. Belki bir süre daha devam etseydi Kırağı bu mektebin adı konulmuş olacaktı ama nasip olmadı. Bahsettiğim gibi o dönemde ücretsiz dergi yayımlamak ve okuruna bu dergiyi ulaştırmak bile büyük bir başarıydı.
2. Bir şiir dergisi olarak Kırağı’nın dayandığı ortak bir poetik tutum var mıydı yoksa dergi, şiire gönül veren her sanatçıya kapısı açık, çoğulcu bir sanat mahfili olmaya mı çalıştı?
Ortak poetik tutum ahlak ve gelenek boyutunda vardı. Hatta dergide, ismini mealen hatırlıyorum, Günümüz İslamcı Şairlerde Yenilik Adına Sapmalar başlıklı bir yazı da mevcuttu. Bu poetik olduğu kadar düşünsel bir tavırdı da aynı zamanda. Bunun dışında insanı, insani değerleri önceleyen bir tavrının olduğunu da biliyorum. Şiire gönül veren her sanatçıya, şiir üzerine sözü olan her kaleme sayfaları açıktı derginin ancak muhafazakar düşünceyi benimseyen kalemler daha yoğun olarak okuyor, ürün gönderiyordu diye düşünüyorum.
3. Edebiyatımızda taşra-merkez ilişkileri düşünüldüğünde Kırağı’nın yerini nasıl değerlendirirsiniz? Şiirin sözcülüğünü taşradan sürdürmek iddiası ve gayreti, o dönemin koşulları içerisinde nasıl bir anlam taşıyordu?
Edebiyatımızda "taşra" kendilerini "merkez" olarak nitelendiren grubun ortaya koyduğu yapay bir anlayış aslında. Yıllarca yayımlanmış yahut halen yayımlanmaya devam eden, kendisini "merkez"e koyan dergilere baktığımızda bu dergilere omuz veren isimlerin öncelikle "taşra" denilen bölgede var olduklarını görürüz. İkindi Yazıları, Kırağı, Sühan ve daha onlarca dergiyi, bu dergilerden filizlenen isimleri düşünelim, bir de büyük şehirlerde yayımlanan dergilerden tasını dolduran isimleri düşünelim...
Kırağı'nın yayımlandığı dönemde şiirin nabzı, edebiyatın nabzı büyük şehirlerdeki kurumsal dergiler kadar hatta daha canlı ve samimi Kırağı'da atıyordu. Elbette başka dergiler de vardı ama en kapsamlı olanı Kırağı idi.
Şu detay önemli idi: Bazen adresime başka şehirlerde yeni yayımlanmaya başlayan edebiyat dergileri gelirdi. Adresime nereden ulaştıklarını sorduğumda, Kırağı dergisinden, cevabını alırdım. Anadolu'da dergi ağabeyiydi de bu yönüyle Kırağı.
Kırağı, bir çılgınlık veya aşırı cesaret örneği değildi. Anadolu'da yayımlanan her dergi zaten özünde şiirin, denemenin, öykünün hülasa edebiyatın sözcülüğünü üstlenme düşüncesini de barındırır. Anadolu, diyerek daraltmayalım. Her edebiyat dergisi az çok "sözcülük" bilinciyle yayımlanmaya başlar.
4. Dergi kapatıldığında rolünü tamamlamış mıydı yoksa zorunlu sebeplerden ötürü erken bir veda mıydı yaşanan?
Derginin rolünü tamamladığını düşünmüyorum. Rolünü tamamlayarak kapanan dergiler çoğunlukla sayı bakımından üç haneli rakamlara ulaşmış dergilerdir. Zorunlu sebepler ve editör yorgunlukları bu tür dergilerin yayın hayatını bitirir. Zira derginin yükü dizgiden tashihe, poşetlenmesinden postaya verilmesine, bir en fazla birkaç kişi üzerinden yürür.
Kırağı'nın aslında yayına ara verip sonra bir süre daha yola devam etmesi sonraki dönemde yaşanacak vedanın zorunlu sebepler yüzünden olduğunun göstergesi diye düşünüyorum.
5. Sizce Kırağı dergisinden günümüz edebiyatına ve özellikle Türk şiirine kalanlar (isimler ve eserler) nelerdir? Bu yönüyle dergi sizin için ne ifade ediyor?
Hayli isim ve eser var aslında ancak bu isimlerin çoğu özgeçmişlerine Kırağı'yı dahil etmiyorlar günümüzde. Hatta Kırağı'nın bastığı şiir kitaplarını dahi zikretmeyen isimler biliyorum. Bu tavrı anlamak çok da mümkün değil.
Kırağı o zaman da önemli bir dergiydi benim için şimdi de çok önemli bir dergi. Zaman zaman açıp bakıyorum sayfalara. Samimiyet ve özgünlük, aradan geçen senelere rağmen yayımlandığı dönemki kadar canlı. Kırağı'dan sonra Kırağı'ya benzer dergiler çıktı ama hiçbirinde Kırağı'nın samimiyetini göremedim desem yeridir. Kendi yayımladığımız dergiler dışında "benim de dergimdi" diyebildiğim ender dergilerden Kırağı. Yine kendi dergilerimden sonra peş peşe şiirim yayımlanan ilk dergi. Her dergi ile duygusal bağ kurmak mümkün değil, belki gerek de yok buna ama benim için önemli bu bağ.
Turgay Yıldırım, Kırağı Dergisinin Sistematik Tahlili / Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı / Yüksek Lisans Tezi 2022
3 Aralık 2023 Pazar
bahçe
neydim bu hikâyede yakup mu yusuf muydum
ağaçları çürümüş karanlık ormanlardan
1 Aralık 2023 Cuma
kayıp söyleşi
Tarihi ve soran kişisi kayıtsız bu söyleşi ihtimal Sühan dergisinin son sayılarına doğru yapılmış. Nerede yayımlandığına, yayımlanacağına dair bir bilgi de yok. Dosyalar arasında bulunca buraya dahil etmek istedim.
Farklı açılardan
sorular yöneltmeden önce üstümde “farz-ı kifaye” gibi duran şu malum soruyu
sorayım da siz de rahatlayın ben de:
İlk sayılarında değişik edebi türde eserler yayınlayan Sühan; altıncı sayısından sonra çağdaş şiire kapılarını kapattı. Neden kapattı?
Sühan’ın şiir türüyle bir problemi yoktur olamaz da. Zaten yayın kadrosuna baktığımızda hemen hepsinin şiirle de uğraştığını görürüz. Şiir yayımlamayı bırakmak ile şiire karşı olmak farklı şeylerdir. Yedinci sayımızda ifade etmeye çalıştığımız kirli şiir, şair, kokusu yüzünden şiirden Sühan olarak uzak durmayı yeğledik; ama şiire hiçbir zaman sırtımızı dönmedik. Bizim dergide nesir yayımlayan arkadaşlar başka dergilerde şiir neşretmeye devam ettiler.
Bir insan neden dergi çıkarma ihtiyacı duyar? Sühan ne tür sancılar çekildikten sonra okuyucuya merhaba dedi?
On ve on birinci sayılarımızı kapanmış edebiyat dergilerinin
birinci ağızdan anlatılan hikayelerine ayırmıştık. İki sayı boyunca farklı zamanlarda
yurdumuzun farklı yerlerinde yayımlanan ve kapanmak zorunda kalan edebiyat
dergilerinin hikâyeleri anlatıldı. Her birinin
hikayesi, heyecanı farklı ama özde hepsinin kaderi aynı. Dergiler dost muhabbetlerinde doğar, bazen dostlukları bitirir. Ama gerçekte bir hayat belirtisi verme gayesi taşır dışarıya karşı. İster istemez bir iz de kalır ardımızda. Para kazanmayan ya da kazanamayan ama boşta da kalmak istemeyen okuryazar insanların yapabileceği en keyifli iştir dergicilik. Öteden beri söylenegelen dergiciliğin sıkıntıları, sancıları aslında yapılan işi başkaları nazarında kıymete bindirmek için abartılan küçük ve tatlı sıkıntılardır. Bir dergi çıkaranına külfet oluyorsa sancı çektiriyorsa onu kapatmasına kim mani olabilir ki. Kapatırsınız ve tüm sıkıntılar biter. Eğer şikâyetçiyseniz tabii.
Sühan elbette huzur içinde günlük güneşlik mekânlarda çıkarılan bir dergi değil. Yayın öncesi sancılar, sıkıntılardan çok dost muhabbetleri oldu ve muhabbetten Sühan hasıl oldu. Zaman zaman kırgınlıklar, sıkıntılar elbette yaşanıyor. Ancak bunun tabii olduğunu hepimiz biliyoruz ve aldırmıyoruz.
Sühan “şiir yayımlamayan dergi” diye tanımlanırken, son zamanlarda bu özelliğine “özel sayılar yapan edebiyat dergisi” niteliğini de ekledi. Ve bu özel sayıların konularından bazıları bana çok ilginç gelmiştir. Mesela yenge özel sayısı ve gâvur dostlarımız özel sayısı… Bunu neye göre seçiyorsunuz?
Müteahhitlerin gördükleri boş arsalara bakıp ne tür ev yapılabileceğini düşünüp hesap kitap etmesi gibi, bizlerde boş sohbetlerden dolu özel sayı konuları çıkarıyoruz. Sohbeti özel sayılarda tamamlıyoruz. Herkesin tamam demediği bir sayıya başlamıyoruz. Hayatın içinden seçtiğimiz küçük ayrıntıların aslında ne kadar mühim olduğunu tespite çalışıyoruz. Edebiyatı hayatın uzağında aramıyoruz. Biz fildişi kulelerden değil, apartman dairelerimizden, bahçeli evlerimizden yazıyoruz. Taklit etmeye çalışanlar da olmuyor değil tabii böyle bir ilk üslubu. Ama uyanık okuyucu durumun farkında.
Sühan Sivas’ta yayınlanan ve Türkiye geneline ulaşan bir dergi. “taşralı dergi” tanımlamasının zihninizi kurcalayıp, içinizi sıktığı oluyor mu? Daha doğrusu İstanbul’dan uzakta bir şehirde dergi çıkarmanın dezavantajı var mıdır?
Taşra kelimesi Sühan’ın lügatinde farklı çağrışımlarla doludur. Biz edebiyatın taşrasında olduğumuzu düşünmedik hiç, şayet merkez edebiyatsa. Taşra sizin merkezden ne anladığınıza bağlıdır. Bize batmayan, zihnimize hiçbir rahatsızlık vermeyen bir kelimedir taşra. İstanbul’da olmamak her açıdan güzel bir avantaj. Bunu orda çıkan dergilere ve bu dergilerin kadrolarına bakarak düşünüyoruz. Biz şehirleri değil, edebiyatı merkeze alıyoruz ve merkezde olduğumuza inanıyoruz.
Şiire yeni başlayanlara neler tavsiye edersiniz?
Henüz yolun başındayken ve adı kötüye çıkmamışken şiiri bırakıp daha cıvımamış türlere yönelmelerini tavsiye ederim. Eğer ısrarcı olan varsa da, türkü söyleyip gazel okumalarını, siyasete dalmalarını, mitinglere katılmalarını, panel, sempozyum ve benzeri etkinliklerle enerjilerini dizginlemelerini, blog hazırlamalarını, fanzin çıkarmalarını eğer çete kuramıyorlarsa bir çeteye üye olmalarını tavsiye ederim.
Sühan’a tekrar dönersek Sühan’ın dört yıl ve on altı sayıdır okurlarıyla uzun soluklu bir yürüyüşü var. Dört yıl yayınlanmak başarı mıdır kültür sanat dergileri için?
Dergicilikte önemli olan derginin yaşından çok, edebiyat
dünyasında bıraktığı izdir. Onlarca yıldır türlü kaynaklarla yayımına devam
eden ancak yenilik namına zerre miktar ilerleyemeyen birçok dergi var edebiyat
dünyasında. Hal böyle olunca bu dergilerin niçin çıktığı da ciddi bir problem
aslında. Sühan ilk yılından sonra sesini ve rengini bulmuş edebiyat dünyasında
apayrı bir yere oturmuş çoğu Türk Edebiyatı’nda ilkler arasında yer alması
gereken özel dosyalar hazırlamış reklama asla tenezzül etmemiş farklı bir
dergi. Sühan’ın asıl başarısı bu saydığımız özel vasıflarıdır.
Edebiyat dünyasında şiir ve ardından hikâye dergileri
çıkmaya başladı. Bir deneme dergisi halen yayımlanmadı. Sühan’ın memleketimizin
ilk deneme dergisi vasfına da layık olduğuna inanıyoruz.
Elbette temennimiz bu yürüyüşün ağır usul da olsa devam etmesi, bitmemesidir.
Sivas halkı
dergisinden haberdar mı?
Haberdar olması gerekiyor mu? Önce bu soruya cevap bulmak lazım. Sühan her şeyden önce bir edebiyat dergisi. Eğer bir şehir kültürü dergisi olsaydı, Sivas’ın dergimizi tanımasını ister ve dergimize destek vermesini umardık. Ancak bir edebiyat dergisi olarak buna hakkımız olduğunu düşünmüyoruz.
Son olarak Sühan’da kimler yazıyor?
Her sayı yeni isimler yazar kadromuza dahil oluyor. Ancak,
Recai Güllaptan, Berat Demirci, A.Turan Alkan, Adem Turan, Metin Önal
Mengüşoğlu, Halim Şafak, Şaban Abak, Nazım H. Polat, Mustafa Muharrem, Mehmet
Aycı, Sühan’a devamlı emek veren, Sühan’ı dergisi bilen her zaman kendilerine
müteşekkir olduğumuz isimlerdir.
1 Ekim 2023 Pazar
bulutlar
Her adımda arkalarına küçük taşları, kesek
parçalarını yuvarlayarak adam ve çocuk nefes nefese dağın zirvesine ulaştılar.
Yaramaz bir kedi gibi rüzgâr birkaç kez dolandı ikisinin de bacaklarının
etrafında, birkaç gelincik ve kara çıtlık sessizce selamladı suskun yolcuları.
Geriye dönüp geldikleri çığıra baktılar, uzaklarda kalan kutu gibi evlere,
yılan gibi kıvrılan yollara. Bulutlara daha yakındılar, insanlara uzak.
Rüzgârdan, yağmurdan, güneşten ve daha kim bilir
hangi sebeplerden üzeri aşınmış kocaman düz bir kaya parçası vardı birkaç adım
ötede. Bir çekirge sıçradı, bir kertenkele meçhule aktı hızlıca ayak
çıtırtılarından. Bir bunelek önce hücum etti gürültülü kanatlarıyla bu iki
yolcuya sonra uzaklaştı yakınlarından. Odasındaki halıya uzanır gibi çocuk
uzandı kayalara sırt üstü, sonra adam uzandı yanına. İkisi de ellerini başlarının
ardından bağlayarak yastık yaptı kendine. Arada bir kollarını, paçalarını,
saçlarını okşayan rüzgârda uzak okyanusların, ırmakların, ovaların, tarlaların,
bahçelerin, ormanların ve her çiçeğin, her mevsimin kokusu var gibiydi.
İkisinin de kalp atışları yavaşladı, kuş ve böcek
sesleri çoğaldı.
Adam, epeydir unutmuştu göğe bakmayı, unutmuştu
bulutların süzülüşünü. Bulutları bir şeylere benzetmeyi unutmuştu. Bir süre
izledikten sonra başını yana çevirmeden, ne kadar hızlı hareket ediyor bulutlar
değil mi, dedi. Çocuk kısa bir süre
sustu. Hayır, dedi onlar aslında hareket etmiyor. Dünya döndüğü için biz onları
hareket ediyor gibi görüyoruz.
O günden sonra bulutlar hep yerinde kaldı, dünya döndü adam için.
16 Temmuz 2023 Pazar
hüseyn kaya'nın akşam ağrısı
ali bal
Hüseyn Kaya;
şair ve yazar. Bu yeter mi, yetmez mi, bilemiyorum. Bildiğimi değil de
hissettiğimi, gördüğümü, tecrübeyle sabit yaşadıklarımızı burada söylemek
lüzumu hâsıl olursa iş uzar. Ancak lafzı uzatmak yerine manayı hissettirmek makbul
olacağı için Hüseyn’deki manayı işârî vechiyle bahse almak isterim. Nedir o?
Şudur: Kalbin lisanını bilen şairdir. Yeter sanırım. Elhak bir dostu anlatmanın
hem kolaylığı hem de zorluğu vardır. Ben şimdi zor tarafın kapısını çalıyorum.
İçeride kimse
var mı, demiyorum. İçerideki sese meyledip yola düşüyorum. Orada bir şair var:
Hüseyn Kaya. Hüseyn; vakur, sakin ve selîm. “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler
/ ‘Yevme lâ-yenfau’da kalb-i selîm isterler” diyordu Rûhî-i Bağdâdî. Kalb-i
selîm bir dostu kim istemez? Var olsun, Hüseyn de öyledir, değilse de onun için
kalbî temennâmız öyledir. Öyle ya bir dostu, bir dost hangi makamda görmek
ister? Biz de o niyetle söylemiş olalım. Aslında bu yazı bir eser tanıtımı olacaktı
ama birkaç kelam etmeden asıl konuya gelemedim. Şimdi sadede geliyorum.
Hüseyn
Kaya’nın Akşam Ağrısı 2023 yazında okuyucusunu selamladı. Eşik Yayınları
arasında çıkan ve deneme türündeki eser dört bölümden ve 192 sayfadan oluşuyor:
I. Dün Yorgunu, II. Yine Gam Yükünün Kervanı Geldi, III. Bizim Pencereler Yele
Karşıdır, IV. Geldi Geçti Ömrüm Benim. İlk bölümde 16, ikinci bölümde 6, üçüncü
bölümde 4, dördüncü bölümde 6 olmak üzere toplam 30 deneme bulunuyor.
“Dün Yorgunu”
isimli ilk bölüme Fasîh Dede’nin şu dizesi ile giriyorsunuz: “Rûzigârın önüne düşmeyen
âdem yorulur.” Ve ilk deneme: Yorgunluk Kuşu. “Aslında dünyaya yorgun
geliriz.” Diyor Hüseyn Kaya ve ekliyor: “Dünyaya ait olmadığımızı anladığımızda
ve dünyada hiçbir şeye sahip olamayacağımızı bildiğimizde çalmaya başlar
yorgunluğun hazin şarkısı ruhumuzun derinliklerinde.” Yazar, yorgunluğu öyle
zarif ve anlamlı buluyor ki bakın ne diyor: “Dünyayı yadırgamanın, dünyada
suskun bir yabancı olmanın ilk adımıdır; ömür defterine en güzel cümleleri yazmayı
ümit ederken kalem elde uyuyakalmanın adıdır yorgunluk.”
Nesirde yer
yer şiirlerden alıntılar yapmak hem gözü hem de ruhu dinlendiriyor. Hüseyn Kaya
da böyle alıntılara sıkça yer veriyor. Hüseyin Akkaya’nın yorgunluğa dair şu ikiliği
belki de Hüseyn Kaya’nın hâletirûhiyesini anlatan en veciz ifadelerdir: “Yorgunum
ayna ayna bakınıp durmalardan/Dipsiz derin sularda boy vermekten yorgunum”
Hüseyn Kaya’yı
yatağında akan durgun ırmak gibi gördüm. Akarken yorulan ve kendi yatağına
çekilen, kendi toprağında kalan ırmak. Kendi kıyısına çekilen... Ahmet Hamdi Tanpınar
yıllar evvelinden imdadına yetişiyor ve sesleniyor: “Ne yorgun inliyor sahilde sesin!
/ Ruhunun hicranı akşamla eş mi?”
Hüseyn Kaya,
her denemede birkaç dize alıntı yaparak şiirin gücünden faydalanıyor. Çok şey
söyleyebilir ama yorulan kalbini daha da yormak istemez gibi. “Dünlerin Götürdüğü”
isimli denemede “Kardeştir yedi gün, benzemez hiçbiri diğerine. Kimi durgundur,
kimi neşeli.” derken, ömür yolculuğundaki hâlini anlatır gibidir. “Hasret Türküsü”nde,
“Dünya hasretliğin yurdu, bitmeyen özlemlerin diyarı ve kendisini hep bir
sonrakine ulayan, ardı görünmeyen sıradağlar gibi ayrılıkların, hicranların, intizarların
ırmağı.” diyor
Hüseyn Kaya. “Kaybetmek
Risalesi” isimli denemede, “Kaybetmek, anayurdu dünyanın, mayası varlığımızın.”
derken, Hz. Âdem’le başlayan kayıplarla insanoğlunun kendi yitiğini nasıl
bulması gerektiğini hatırlatıyor.
Hüseyn Kaya,
ömrün muhasebesini yapan ve hayatın eksilerini, artılarını ortaya döken bir
yazar. Muhasebede icmal tablosu vardır. Ömrün icmalini yapmaktan bile korkarız.
Ama Hüseyn Kaya ömrünün icmalini yapar ve korkularını bir bir sıralayarak şöyle
der: “Yaşamak korkulacak şey ve dünya korkulması gereken bir âlem, anlıyorsun.”
İnsan dünyadan nasıl geçer, neyi alır da götürür, neyi bırakır omuzlarından?
İnsana gerçek âlemde lazım olmayan ne varsa yük değil midir? Yük, dert değil
midir? Derdimizi kime, nereye bırakırız? Hüseyn Kaya’nın diliyle dert: “Dert
kuyudur Yusuf’un kendi hakikatiyle baş başa kaldığı. Dert uzlettir Meryem’in
sınandığı.” Böyle diyor “Anlatmam Derdimi Dertsiz İnsana” isimli denemede.
Hüseyn Kaya, “Dün
Yorgunu” isimli ilk bölümün diğer denemelerinde bize kavramlarla ördüğü
dünyayı tanıtıyor. Sabır’da: “Sabır bir kale, bir sığınak, bir giysi”
der ve bizi sabra davet eder. Eski’de: “Faniliğin surette mührü,
sonsuzluk özleminin şiiridir eski.” diyor ve zamanı bir bütünün kopmaz parçası olarak
görüyor. Kalem’de: “Çoğu zaman unutsak da bir kalemin çizdiği yol üzere yürürüz
ömrümüzü.” derken, her bir kavramın başka bir âlemin kapısı olduğunu, oradan
girmek için bu çağrıyı anlamak gerektiğini hissettiriyor.
Eski fotoğraflara bakmaya kıyamayız, üzülürüz. Gözümüzü kaçırırız çünkü onlar “Hayatımızın Sessiz Şahitleri”dir. Hüseyn Kaya’nın deyimiyle. “Zamanla değil seyredildikçe sararır fotoğraflar, seyredildikçe birer ikişer azalır karelerdeki yüzler.” Diğer denemelerde de içimizi oya oya, dağları yara yara ilerler Hüseyn Kaya’nın sesi. Kalbin Kâğıda İşlediği Oya: “Kendine yazdığın ve okuduğun uzun bir mektuptu kalbin.” der ve kalbimize sığınmak gerektiğini hissettirir. Söz Bahçesi: “Bir ömür kelimeleri taşırız içimizde, bir ömür kelimelere taşırız içimizi.” Sabah Kasidesi: “Sabaha ermek uzun bir yoldan dönmektir kendimize.” Akşam Ağrısı: “Günün vardığı son duraktır akşam, susma ve bekleme ve çokça tefekkür etme durağı.” Dağların Türküsü: “Dağ, dünyadır. Suyumuz onun bağrından süzülerek gelir avuçlarımıza, yiyeceğimiz onun duldasında yetişir.” Rüya: “Ölünün gördüğü dünya, yaşayanın gördüğü ölümdür rüya.”
“Yine Gam
Yükünün Kervanı Geldi” adıyla başlayan ikinci bölüm, Nev‘îzâde Atâî’den bir
dize ile başlar: “Kande bir gam yârsız kalsa benimle yâr olur” Bu bölümdeki denemelerden
aldığım özlü sözleri birer tohum gibi bırakıyorum kalbimize. Hüzün Bahsi: “Kalp
aynasından dünyanın buğusunu sildiğimizde karşılaştığımız kendi yüzümüzdür
hüzün.” Yürümek: “Kalpte hasret, damarda kan, yanakta gözyaşı yürür.” Gözyaşı: “Gözyaşı,
varlığımızın ve hiçliğimizin kendisini asla unutturmayan yegâne telmihidir.
Belki de bu yüzden; önce gözyaşı verilmiştir hepimize...” Yara: “Yarası
olmayanın, yarasını bulmayanın ömrü yüktür kalbinde, omuzlarında.” Yalnızlık: “Yalnızlık
ruhumuzun üşümesidir yeryüzünde.” Üşümek: “Üşüyenler kadar yalnızdır üşümenin
de kendisi.”
Üçüncü bölümde
bir türkünün sesi var: “Bizim Pencereler Yele Karşıdır” Sivas’ın taşına, toprağına;
dağına, ırmağına bir türkünün sesi sinmiştir. Hüseyn Kaya’nın hem nesir hem de
şiirlerinde bu türkülerin sesini, içli ve sevda dolu yönünü görürüz. Bu
bölümdeki denemelerden seçtiğim cümlelerle Hüseyn Kaya’nın gönül evini tanıyoruz.
Bu evi, bir usta gibi kendisi inşa ediyor. Zihnimizde canlandırdığımız bu ev
kaybettiğimiz bir kültürün, mazinin hatırlanışıdır. Evin Ön Sözü: “Bahçeler
evlerin ön sözü, bahçeler hayatın ve dünyanın minyatürüydü.” Pencereler: “Mahrem
sırların en suskun şahididir pencereler ve bilinmesi, görünmesi istenmeyen
cümle ahvalin örtüsü.” Kapılar: “Ekmek kapısı, gurbet kapısı, dünya evinin
kapısı peş peşe alır bizi içine.” Oda: “Sessiz bir dost, dilsiz bir sırdaştır
oda.”
Dördüncü ve
son bölüm: “Geldi Geçti Ömrüm Benim” Bu bölüme Nef‘î ile başlıyoruz: “Bir düş gibidir
hak bu ki ma‘nîde bu âlem./ Kim göz yumup açınca zamânı güzer eyler.” Kırk’a
Dair: “Sükûnet limanının uzaktan göründüğü yaşlardır kırklı yaşlar.” Dünya: “Dünya
kendisini sevdirmek isteyen çocuklar gibi dolaşır durur ayaklarımıza.” İmtihan
Dünyası: “Her an önümüze kilitli bir sandık koyar dünya, her açtığımız kapının
ardında yeni bir kapı bekler bizi.” Gönül Darlığı: “Daralan gönlümüze şiirler, şarkılar,
sevdalar misafir olmuyor.” Hastane Önünde İncir Ağacı: “Hastalık acısı görmeyen
kalp, gün görmeyen meyve çekirdeği gibi kurur kalır olduğu yerde.” Kafesten Kuş
Uçmuş Gibi: “Ölüm gelir ve ödünç verilen nefesi alır ruhumuzdan, gölgemiz dahi
terk eder peşimizi. Dünya kitabının son sayfasıdır ölüm, herkes için.” Ölüm,
ömür, yalnızlık, yorgunluk, hüzün ve dünyanın aldatıcı yüzü. Akşam Ağrısı
aslında bir yolculuğun, bir ömrün hikâyesidir. Hüseyn Kaya’nın dünyadan geçişini,
duraklarını, dertlerini, sığınaklarını, gönül evini ve gideceği menzili okuyorsunuz.
Türü deneme olsa da bilinçli bir kurgu ve kompozisyon ile bir ömrün serencamına
şahit oluyorsunuz. Şiir değil ama şiir denizinden alınan mürekkeple yazılan denemeler
okuyorsunuz. İçinde şiir, yanık türküler, hüznün dile gelmiş hâli ve
yalnızlığın resmini değil kendisini buluyorsunuz. Akşam Ağrısı, sadece adında
ağrı olan ama içinde her kalbe şifa olacak bir eser.
kaynak: sebilürreşad dergisi, haziran 2023, sayı:82
mesnevi yazabilmeyi isterdim
konuşturan: cevat akkanat
Yaşadığımız dönemin şairleri ne düşünüyor acaba Divan şiiri hakkında diye şairlerimize Divan şiirini soracağız…İlkin Hüseyin Kaya’ya sorduk..
Köklü bir edebî birikimin üzerinde hayat sürüyoruz. Şairlerimiz için klasik şiirimiz bir hazine. Peki, bu hazinenin farkında mıyız? Yeterince istifade edebiliyor muyuz yoksa böyle bir derdin sahibi değil miyiz?
Edebiyat geleneğimizin temellerinden birisi olan Divan şiiri ile alakalı, bugünün şairlerine dünün şiirini soralım istedik. Yaşadığımız dönemin şairleri ne düşünüyor acaba Divan şiiri hakkında… İlkin Hüseyin Kaya’ya soruyoruz sorularımızı...
Divan şiiri sizin için ne anlam ifade ediyor?
Ana damar, okyanusa akan büyük ırmak, roman, hikâye, felsefe, sanat, din, iman, hayat, şiir…
Sizce Divan şiiri bugün sürdürülebilir mi? Niçin? Nasıl?
Şiir de diğer bütün sanatlar gibi hayatın içinden alır rengini. Tanzimat’tan beri kalbimiz, yüzümüz Batı’ya dönük; fakat yine de divan şiirinin coşkulu, lirik ve derin düşünce iklimi kısmî yeniliklerle devam ettirilebilir ve ettirilmelidir düşüncesindeyim. Bahsettiğim yeniliklerle şiir yazan onlarca büyük şairimiz var. Divan şiiri her şeyden önce Türk şiirinin ana damarlarından birini oluşturur. Divan şiirinden, halk şiirinden yani gelenekten beslenmeyen şiir köksüzdür ya da aşılamadır, gövdesiyle meyvesi benzemez birbirine.
Şiirinizde Divan şiirine mahsus hangi unsurlara yer verdiniz, yer vermek istersiniz?
Şiir, kasıt kabul etmeyen bir türdür. En azından benim yazdıklarım için bu durum böyle. Dolayısıyla, illa şu unsuru şiirime taşıyacağım, şeklinde bir kaygım olmadı fakat Divan şiiriyle bilhassa öğrencilik yıllarımda ilgilendim ve bu ilgi yazdıklarıma da sirayet etti. Gazeller, rubailer, kıtalar yazdım yirmi yaşımın ilk yarısına kadar.
Divan şiirimize ait mazmunları, konuları, edebî sanatları hatta nazım biçimlerini kullandım, kullanmaya da devam ediyorum. Mesnevi yazabilmeyi ya da bir divan tertip edebilmeyi isterdim mesela.
En son ne zaman Divan şiiri okudunuz?
Bir hafta olmamıştır. Kitaplığımda divanlar ve mesneviler daima ulaşabileceğim bir rafta durur, bazı gazeller kendisine mutlaka çağırır bir süre okumasam. Farkında olmadan ezberlediğim onlarca beyit, gazel vardır bu şekilde.
Kendinize yakın hissettiğiniz Divan şairi/şairleri var mı? Neden? Nasıl?
Fuzûlî ve Niyaz-i Mısrî’yi kendime daha yakın hissederim. Fuzuli’deki lirizm, Niyaz-i Mısri’deki dünya ve hayat anlayışı, coşkunluk kendimi onlara yakın hissetmem için gerekli sebepler galiba. Nesimi, Eşrefoğlu Rumi, Şeyh Galib, Esrar Dede, Nef'i, Naili, Neşati, Necati gibi isimlerle listeyi uzatmak mümkün.
Cevat Akkanat sordu
2012
Kaynak: https://www.dunyabizim.com/mercek-alti/mesnevi-yazabilmeyi-isterdim-h10361.html
17 Haziran 2023 Cumartesi
soğan
Soğan olsun mu dedi, dürüm saran
çocuk.
Olmasın, dedim. Olmasın… Ne olduysa
işte o anda o anda oldu. Kalabalığın ve gürültünün arasında zaman önce durdu,
sonra yıllar öncesine döndü.
Kar diz boyu yağardı o vakitler.
Sabahları elimizi attığımız dış kapının kolu elimize yapışırdı çoğu zaman
soğuktan. Bahçe kapılarını kürek yardımı olmadan açmak zor olurdu bazen. Donan
su boruları, tüten soba boruları, ayaklarımızda kara lastik ayakkabılar ve
sırtlarımızda ağabeyimizden hatta ablamızdan kalan gocuklarla, siyah beyaz
albümlerde ve yaşadığımız şehirlerin hafızasında kaldı çocukluğumuz, ilk
gençliğimiz.
O sabahlardan biriydi yine.
Cumartesi pazarı evimize en yakın mahalle pazarıydı ve meyve sebze ihtiyacımız
dahil pek çok ev ihtiyacımızı buradan temin ediyorduk. Manavın adını hayat
bilgisi kitaplarında duyardık ancak canlı bir manav görmemişti çoğumuz.
Annem çizgili pijamaya benzeyen
pazar çantasını bir elime, alınacakların listesiyle beraber ucu ucuna
yetebilecek parayı da diğer elime tutuşturdu, yeşil gocuğumu giydirdi, akşamdan
sobanın yanına koyduğu ayakkabılarımı da dış kapıya kadar kendisi getirdi.
Uğurlar olsun, dedi.
Gece kar yağmış hava biraz
yumuşamıştı. Soğuk, kış, kar kimsenin umurunda değildi. Herkes işinde
gücündeydi. Yol boyu soba borusu temizleyenlere, dün akşamın külünü küçük çöp
kovalarıyla kapılarının önlerine çıkaranlara, bahçesindeki karı kürekle yollara
atanlara baka baka pazara ulaştım. Bir elim sımsıkı pazar parasını tutuyordu
cebimin içinde. Böyle havalarda birkaç saat pazara geç gelecek olsam buzlanmış
meyveleri ve sebzeleri eve götürme ihtimalim vardı. Ne sabah ne öğlen… Pazar
alışverişi için en güzel vakitti.
Her zaman olduğu gibi önce baştan
aşağı dolaştım pazarı. Meyvenin sebzenin iyi ve uygun olduğu tezgâhları tespit
ettim daha sonra oyalanmadan listedekileri birer ikişer almaya başladım. Önce
ezilmeyecek meyve ve sebzeleri almam gerekiyordu. Ezilme ihtimali olanları en
sona alıp çantanın en üstüne yerleştiriyordum. Kısa bir süre sonra pazar
çantasını doldurdum. Annemin verdiği paradan bir miktar da artırmıştım. Ağır
usul pazardan çıkacağım köşeye doğru ilerlemeye başladım. Gâh sağ elime
alıyordum çantayı gâh sol elime. Çanta tutmayan elimi hem cebimde ısıtıyor hem
de dinlendiriyordum. Evin en büyük oğlu olmak böyle bir şey olsa gerek diye
düşünmeden alamıyordum kendimi böyle durumlarda ancak şikayetçi değildim.
Tam pazardan çıkacağım köşede
benden biraz daha yaşı büyük, ağabey, diyebileceğim bir delikanlı düştü önüme.
İki elinde boğazlarından tutulmuş kirli iki telis torba ile bata çıka
ilerliyordu erimeye durmuş karlı yolda. Zayıftı ve uzun boyluydu. Şapka
takmamıştı, epeyidir dışarıda olduğu kulaklarından ve boynundan belli oluyordu.
O önde, ben arkada iki yüz metre kadar ilerledik. Pazarın biraz kıyısında ara
sokaklardan birindeydik ve o anda oldu olan. Birdenbire delikanlı
elindeki torbaları aniden savurarak yol kenarında bir kar yığını üzerine sırt
üstü kendini attı. Şaşırmıştım. Öylece kalakaldım. Ellerini ayaklarını çırpıyor
hırıltıya benzer sesler çıkarıyordu. Pazardan aldığı ne varsa savrulmuştu iki
yana. O çırpındıkça kara gömülüyor ben ise ne yapacağımı bilemeden öylece
bekliyordum. Elimdeki çantayı bir kenara koydum ve gence doğru ilerledim. O
sırada yoldan geçen yaşlı bir adam yetişti yanımıza geldi. Gencin kollarını iki
yana ayırdı, güçlükle zapt ediyordu. Bir yandan da kasılıp tekrar gevşeyen
ayaklarına dizleriyle bastırıyordu. İhtiyar, sağ kolunu iyice tuttu yerde yatan
delikanlının sol kolunu bana uzattı. Genç yumruklarını demir gibi sımsıkı
kapamıştı. Yaşlı adam bana bakarak, yumruklarını çöz, dedi. Bunu derken kendisi
de elindeki sağ elin yumruğunu çözmeye çalışıyordu fakat nafile bir çaba
gibiydi bu.
İçim daralmıştı. Birdenbire mekan,
zaman değişmiş kendimi bambaşka bir dünyada buluvermiştim sanki. Dediğini
yapmaya çalıştım adamın. Gencin parmaklarını biraz gevşetiyor ancak canını
yakmaktan da korkuyordum. Avucunda bir şey saklıyormuşçasına sıkıyordu
parmaklarını. Geriye doğru dönmüş gözlerinin akına birkaç kez bakabildim
sadece. Bağından kurtulmaya çalışan bir kurban gibi öylece çırpınıyor,
çırpınıyordu. Bir süre sonra ağzından köpükler de gelmeye başladı. Ben ne
olduğunu ne yapmam gerektiğini anlamaya çalışırken birkaç kişi daha geldi
yanımıza. Yakındaki evlerden birinden bir kadın limon kolonyası getirdi. Bir
başkası su getirdi. Başucumuzdaki sesler çoğalmıştı ancak kimsenin benim
vazifemi üstlenmeye niyeti yoktu. Kadınlardan biri su içirmeye çalıştı
delikanlıya lakin gencin kilitlenmiş dişleri arasında su gitmiyordu. Limon
kolonyasının da bir etkisi olmamıştı.
Üç beş dakika sonra yaşlı adam
başımızda toplananlara; soğan getirin, dedi. Kuru soğan getirin çabuk olun. Çok
sürmedi iki tane iri kuru soğan getirdiler ve uzattılar adama. Genç biraz
yorulmuş gibiydi, ağzındaki köpük git gide çoğalıyordu. İhtiyar bana bakarak,
sen bırakma oğlum, dedi. Tutmaya devam et. Tamam anlamında başımı salladım.
Adam gencin ayaklarını bıraktı ve sağ kolunu dizlerinin arasına aldı. Soğanı
iki elinin arasında limon gibi sıkmaya ve suyunu gencin ağzına burnuna dökmeye
başladı. Ne gencin durumundan bir şey anlıyordum ne de yaşlı adamın
yaptığından. İhtiyar yaptığı işten gayet emindi, soğanın suyunun bittiğine
kanaat getirince ikinci soğanı sıkmaya başladı gencin yüzüne. Bu defa genç
öksürmeye, aksırmaya başladı. Bir iki aksırıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi
doğruldu. Bir uykudan uyanmış gibiydi. Ürktüm, elini bırakıp kenara çekildim.
Önce parmaklarını ovuşturdu sonra yattığı yerden doğruldu ve yerden aldığı
birkaç avuç karla yüzünü, ağzını temizledi. Hiç kimsenin yüzüne bakmadı.
Sebepsiz bir mahcubiyet vardı yüzünde. Kimseye teşekkür etmedi, edemedi belki
de. Kalabalıktan birkaç kişinin yardımıyla dağılan meyveleri sebzeleri telis
torbaya doldurdu. İyi misin yavrum, dedi bir teyze. Teyzenin yüzüne bakmadan
başını salladı. Yarı ıslak haldeki kirli torbalarının tekrar boynundan tuttu ve
ardına bile bakmadan yoluna devam etti.
Kalabalık dağılınca yalnızca
ihtiyar adam ve ben kaldık sokakta. Evimizin yakın olup olmadığını sordu,
yakın, dedim. Üşüme, sen de ıslandın biraz, dedi. Kanım donmuş gibiydi.
Yorulmuştum, ter içindeydim. Çantamı duvar dibinden getirdi ve elime tutuşturdu.
Sara, dedi. Aklında olsun, soğan daima iyi gelir sara nöbetine. Çocuk aklımla
hemen inanıverdim ve aklımın bir kenarına yazdım zira her şey gözlerimin önünde
cereyan etmişti.
İlk defa duyduğum bu hastalığın
adını tekrar ede ede eve ulaştım. Annem bahçede kar kürüyordu dış kapıyı
açtığımda ama aslında beni bekliyordu. Halimi görünce birden tedirgin
oldu.
Yollar hem kar hem su hem de buz,
dedim.
Düştüm, demek istedim, dudaklarım
titredi gözlerim doldu, diyemedim.
Annem elimdeki çantayı aldı, diğer
eliyle bana sarıldı. Hayat boyu bir daha hiç karşılaşmadığım o genç için, bütün
hastalar için, yoksullar için, ıslanan elbiselerim için, Hıçkıra hıçkıra,
titreye titreye ağlamak istedim.
Dürüm hazır, dedi çocuk. Parasını
uzattım, dürüm kalsın, dedim.
2014
21 Ocak 2023 Cumartesi
anahtar
Evden çıkmaya hazırdı artık. Çayının yarısını bardakta bırakmış, çantasını akşam bıraktığı yerden almış, her zamanki sabahlardan birine doğru yürümeye başlamak üzereydi. Pek de uzun sürmeyecek bir yolculuktan sonra iş yerine ulaşacak, sözden çok işaretle verilen selamlara yorgun ve uykulu gözlerle karşılık verecek, kendine geldiğinde gün çoktan yarılanmış olacaktı. Sanki her şeyiyle ezberlenmiş bir hayatın kendine ait olmayan cümlelerini tekrar edip duran oyuncusuydu. Yalnız hayat değil elbette rüyalarının, epeydir unuttuğu hayallerinin dahi kendisine ait olup olmadığı hakkında fikri yoktu. Aynı yollar, aynı yüzler, aynı gürültü içerisinde her gün aynı rüyaya düşüyor gibiydi uyandığı andan itibaren. Bu düşünceler içinde her akşam evine gelir gelmez anahtarlığını bıraktığı askılığın yanına geldi ve gözlerini aşağı indirmeye ihtiyaç hissetmeden anahtarına uzandı ancak anahtarı her zamanki yerinde değildi. Dikkatini toplayarak bu kez gözleriyle bulmaya çalıştı anahtarını ancak anahtar yerinde yoktu. Sağı solu, ceplerini yokladı gittikçe büyüyen bir telaşla fakat halen anahtarını bulamamıştı. Vakit kaybetmemesi gerekiyordu zira beş dakika geç çıkması evden, her şeyi alt üst edebilirdi. Hızla odasındaki çalışma masasına doğru ilerledi; çekmeceleri açtı, yokladı; masanın üzerini, rafları taradı gözleriyle. Önceki akşam elleri dolu olduğu için doğrudan mutfağa geçtiğini hatırladı ve telaşla mutfağa geçti. Masanın, sandalyelerin ve tezgâhın üzerine baktı, nafile. Yanından hiç ayırmadığı küçük el çantasının gözlerinde kalmıştı son umudu. Çantayı açmadan birkaç kez salladı, ters çevirdi anahtar şıkırtısına benzer bir ses duyabilmek maksadıyla. Metal sürtünmesine benzeyen sesler duyunca çantasının fermuarlarını hızla açtı birer birer ancak birkaç metal para, yanından ayırmadığı küçük çakı ve dolap anahtarlarından başka bir şey bulamadı. Diğer elinden hiç bırakmadığı telefonundan saate baktı beş dakika geçmişti bile.
Bir an kapıyı çekip çıkmayı düşündü. Akşam iş dönüşü nasıl olsa bir şekilde kapıyı açmanın yolunu bulurdu. Yedek bir anahtarım olsaydı, dedi kendi kendine. Zihninde binbir düşünce ile hareketsiz öylece kalakaldı. Bir yandan hayıflanıyor, bir yandan anahtarı bırakma ihtimali olan yerleri düşünüyor, bir yandan ceplerini yoklamaya çalışıyordu. Çantasını tamamen boşalttı, ceplerinin astarını dışına çıkardı. Daha önce dolaştığı her yeri bir kez daha ve detaylı süzerek dolaştı: yoktu. Bu, sıkıntılı bir rüya mıydı, halen uyanamamış mıydı? Yeniden saate baktı. On beş senelik memuriyet hayatında bir kez olsun işine geç kalmadığını hatırladı ve hiç değilse bir kez buna hakkım olsun, diye içinden geçirdi. Hatta hiç gitmese bugün işe kim ne diyebilirdi ki? Hem onca yıl koştura koştura gitmenin, vazifelerini aksatmamanın karşılığını görebilmiş miydi? On beş yılda ancak bir kez, iki gün mazeret izni kullanmıştı, rapor almışlığı bile yoktu. Hepsi hepsi bir gün işe geç kalmanın yahut hiç gitmemenin kendisi için bir sıkıntı doğurmayacağını düşündü.
İyi de nereye koymuştu anahtarını. Artık onu evde bulamayacağına kendini ikna etmeye başlamıştı içten içe. Bu saatte ne yapabilirdi ki kapıyı çekip çıkmaktan başka. Kapıyı çekip çıksa akşam dönüşte bir çilingire haber verse ve kilidi değiştirse aslında sorun kalmayacak gibiydi. Gün boyu zihninde kayıp bir anahtarla dolaşmak ve kilitli kapıyı düşünmek de pek akıl kârı bir iş değildi. Düşünceler ve evhamlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir git gel yaşıyordu.
Kısa süren çırpınışların, telaşın yerini yılların yorgunluğu almaya başlamıştı bile. Birkaç gece gördüğü rüya geldi birdenbire aklına. Cuma ya da bayram namazı sonrası cami çıkışında ayakkabılarını bulmaya çalışmış ancak bulamamıştı rüyasında. Önce kalabalığın çekilmesini beklemiş, sonra ayakkabılıktaki tüm bölümlere bakmış ama ayakkabılarını görememişti. Terlikle olsun evine dönmek için epey çaba sarf etmişti caminin son cemaat yerinde ancak ne terlik ne de eski bir çift ayakkabı kalmıştı kendisine. Dışarda kar vardı üstelik. Yorgunluğa bezenmiş bir sıkıntıyla uyanmış, gün boyu birkaç kez bu rüyayı hatırlamıştı. Gerçi annesi: Kış düşü, boş düşü, derdi ve içinde kar olan rüyaları yorumlamazdı. Sığınmıştı o zaman bu söze: Kış düşü, boş düşü… Şimdi içinde bulunduğu halin de bir rüya olmasını ne çok isterdi.
Zihni durmadan çalışıyor, bütün uzak ihtimallerin karmaşık yumağını önüne bırakıyordu. Gece hırsız girmiş olabilir miydi evine? Öyle bir durum olsa duyardı, uyanırdı ihtimal. Zaten en küçük çıtırtıya bile uyanır, tam dalamazdı ki… Bu ihtimale kendisi de inanmadı ancak yine de eşyaları süzerek sağa sola hızlıca bakmaktan kendini alıkoyamadı. Her şey yerli yerindeydi. Evet, her şey yerli yerindeydi ama ya hırsız gelip anahtarı aldıysa ve sokağın bir köşesinde kendisinin evden çıkmasını bekliyorsa… Son zamanlarda bu türden bir olayın ne mahallede ne şehirde yaşandığını düşünerek bu karanlık endişelerden kendisini uzaklaştırmaya çalıştı.
Birazdan iş yerinden arayan birileri illaki olur, diye düşündü. Göz ucuyla yeniden saate baktı, dakikalar her zamankinden daha hızlı ilerliyordu. Anahtarımı kaybettim de o yüzden henüz evden çıkamadım, böyle bir mazeret ne kadar sahici yahut geçerli olurdu arkadaşlarının, müdürünün nazarında. Kaybetmeyen bilemezdi ki bu sıkıntıyı. Anahtar başka şeye benzemezdi; kimlik, banka kartı kaybetmek kadar hatta daha da riskli bir durumdu. Bu anahtar sadece kapı açmaya yarayan küçük bir metal değildi. Kendisine ait bir dünyanın, ülkenin mecazıydı. Anahtarı neden ceplerimizde, elimizin hemen altında saklıyorduk ki önemsiz olsa. Neden herkesin kilidi başka, anahtarı başka oluyordu önemsiz olsa. Anahtardı bu, başka şeye benzemezdi. Dolap anahtarı, çekmece anahtarı da değil kocaman bir dünyanın, mahreminin, evinin anahtarıydı kaybettiği. Daha önce hiç ev anahtarı kaybetmemişti. Çocukluğunda, gençliğinde evin anahtarını yanında bile taşımamıştı. Aslında babası da anahtar taşımazdı çünkü annesi hep evde olurdu. Evde hep biri olur ve gidenleri uğurlar, gelenlere kapıyı açardı.
Düşünmekten ve oraya buraya bakmaktan iyice yorgun düşmüştü kısacık sürede. Oysa bambaşka dertleri vardı her gün kendisini yoran, kıvrandıran. Küçücük bir anahtar tüm sorunları başka bir mekana kilitlemiş, kendisini de her akşam bir an önce gelmek için can attığı evine hapsetmiş gibiydi. Artık anahtar arayacak takati kalmamıştı. Zaten aklı almıyordu evde anahtarın nasıl kaybolduğunu, kaybolacağını. Koridordan odaya doğru sürüklenircesine yürüdü, en yakın çekyatın kenarına oturdu. Yine istemsizce gözleri saate takıldı. Sağ eli çekyatın kenar boşluklarında geziniyordu. Kendisi aramayı bırakmış olsa da eli anahtarı aramaya devam ediyordu. Böylesi durumlarda okunan dualar, sureler olduğunu hatırladı. Nerede, hangi kitaptaydı? Dünya, her şey bir anda nasıl da gerisine düşmüştü bir anahtarın? Bildiği duaları okumaya çalıştı. Yapacak başka bir şey de yoktu zaten. İş yerinden ararlarsa telefonu açmamaya karar verdi.
Pencereden dışarıya baktı göz ucuyla. Her zamankinden daha hızlı ilerleyen saate baktı. Çantasını toparladı, kıyafetini düzeltti. Kapıyı çekip çıkmaya, akşam bir çilingirle kapıyı açıp yedek anahtarı da bulunan bir kilit taktırmaya karar verdi. Telaş ve gerginlik yerini kendiliğinden sükunete ve kabullenişe bırakmıştı. Hepsi hepsi bir anahtardı. Kapıyı açarak dışarı çıktı ve ayakkabılarını giydi. Kapıyı çekeceği anda kapı kolunun altında anahtarını ve salınan anahtarlığını gördü. Rüya mıydı, şaka mıydı? Elleri dolu olduğu için anahtarı sonradan almak üzere kapının üzerinde bırakmış olmalıydı. Kapıyı kilitledi, anahtarı avcuna alarak yakından baktı. Tebessüm etti. Birden yeniden telaşlandı, geç de olsa iş yerine ulaşmalıydı artık. Koşar adım merdivenlerden indi. Başka bir sabaha, başka bir dünyaya uyanmıştı sanki. Hızlı adımlarla iş yerine doğru ilerlerken günlerden pazar olduğunun farkında değildi.
2022 aralık
25 Kasım 2022 Cuma
ruhumuzun kayıp kıtası
Ne atlaslarda, ansiklopedilerde yeri var ne kartpostallarda, posterlerde resmi. Sınırları nereden başlar, nerede biter, belli değil. Bayrağı, tarihi var mı; bilemeyiz. Hayal mi, rüya mı, gerçek mi? Bu soruların cevabı bile belirsiz zihnimizde. Yaşarken kıymetini çok anlayamadığımız, sınırlarının ardına düşer düşmez özlediğimiz, aradığımız ülke; çocukluk ülkesi.
Yasalardan, öğretilmişlerden uzak; gözün gördüğünden aklın aldığından azade sonsuzluk alemi… Çocukluğunun ülkesinden hepten uzaklaşanın, o ülkenin lisanını tümüyle unutanın, oraya dair anılarını diri tutmayanın, o ülkenin şarkılarını kalbinden çıkaranın hatırlayacak neyi kalır ki dünyada?
***
Nereliyim ben? Çocukluğumdanım. Falanca ülkeden olduğum gibi çocukluk ülkesindenim ben.
Exupery
Bir yaz yağmurudur çocukluk; hangi zamanda, nerede yaşanmış olursa olsun. Fark ettirmeden ıslatır da bizi ömür boyu kurumaz elbisemiz, saçlarımız, kalbimiz. Bir kuşluk düşüdür çocukluk; biter ve bir ömür hatırlatır kendi gerçekliğini. Bir ömür izini sürer, hayra yorarız çocukluk düşünü; yürüdüğümüz yollarda, hayatın her evresinde yeniden tabir eder, yorumlatırız. Zamanla anlarız ki herkesin gördüğü bir rüyadır bu ve aynı düşü gören başka çocukların, çocuklarımızın gözlerinde ararız kendi rüyamızı, buluruz da… Gün gelir yalnız kendi çocukluğumuzu değil, çocuklarımızın dahi çocukluğunu özleriz. Neyi özler ki özlemeyen çocukluk günlerini, neyi arar ki aramayan çocukluk masumiyetini?
Kimileri kendisinin hâlâ büyümediğine inanır, inanmak ister; kimileri ara sıra da olsa çocukça düşünebildiğini, yaşayabildiğini zanneder. Kimileri için zaman zaman uğranıp gezilen temiz anılar müzesidir çocukluk diyarı; kimileri için tozlanmaya bırakılmış suskun, acı fotoğraflar albümü.
***
Zaman atının sırtına binip hızla yanımızdan uzaklaşan, bizi faniliğin ortasına terk edip giden, ayrılmak zorunda kaldığımız şeylerin ilki ve en değerlisidir çocukluk. Onun uzaklaşmasıyla uzaklaşır renkli kalemlerimizden, ağız göz çizdiğimiz güneşler, bulutlar, çiçekler. Onun uzaklaşmasıyla kurumaya yüz tutar bahçemizdeki iğde, saksımızdaki çiçek. Onun bizi terk etmesiyle kapı önlerinde kalır kediler. Onun uzaklaşmasıyla ellerimiz, yüzümüz büyür, kanatlarımız önce küçülür, sonra kaybolur. Giderken çocukluğumuz; çiçekten bir iz bırakır zihnimizde, kalbimizde bakıp bakıp kendisini hatırlayacağımız, yeniden çocuk olmayı arzulayacağımız. Biz onda kalsak da onunla kalsak da bende yaşıyorsun, bende yaşayacaksın, desek de takvimlerin, aynaların, dünyanın yüzümüze çarptığı gerçekler, masalların gerçekliğinin önüne geçer çoğu kez.
Bazen bir koku, bir tat, bir yerlerde rastladığımız eski bir çalar saat; bazen eski bir kitap, bir şarkı, cıvıltısı caddeye taşan bir okul bahçesi, sabahın erken vakitlerinde duyduğumuz bir kuşun sesi çocukluğumuzla aramızdaki mesafeyi hatırlatmaya yeter. Bir de eski resimler vardır, ansızın bir kitabın arasından karşımıza çıkan, bir akraba ziyaretinde önümüze konulan. Çocukluk günlerinden kalma her eşya, her fotoğraf bir sihirli kapıdır bizi geçmiş zamanlar yurduna, çocukluğumuzun huzurlu adasına götüren.
***
Çocuk kalbimdeki kuş
Benim çocukluğumsun
(Mustafa Ruhi Şirin)
Ne yalanlığı, faniliği vardır dünyanın çocukluğumuzda ne de zamanın baş döndüren hızı. Dünü ve yarını olmadan, arkaya bakmadan, yarını düşünmeden, bulunduğu vakti kabullenmek, elinde ve kalbinde olanla yetinerek yaşamaktır çocukluk, sonsuz bir âlemde. Güneşin tebessümüne inanırız, yıldızların sayılabileceğine, meleklerin biz uykudayken yüzümüze tebessümler çizeceğine. Kuşların dilini anlayıp ağaçlarla konuşabileceğimize inanırız bu demlerde.
Gün dolanır, ay dolanır. Heyecanla beklenen bayramlar, mevsimler bir bir geçer içimizden, yanımızdan. Uçuşur yapraklar takvimlerden. Hiçbir yere uzanamayan kollarımız, minicik boyumuz uzar; sesimizin ve gökyüzünün rengi değişir. Eskimeye başlar tenimiz de dünyadaki her şey gibi. Daha evvel hep aynı yuvarlakta dönen, sonsuzluğu kovalayan akrep ve yelkovan artık sayılarla ilerler. Zamansızlıktan zamana, sonsuzluktan dünyaya atılır kalbimiz bir kum saatinden usul usul dökülen taneler gibi. Dünlerle avunur, yarınların endişesiyle titrer kalbimiz. Telaffuz edemediğimiz, anlamını bilemediğimiz kelime kalmaz sözlüklerde. Öğreniriz dünyanın dilini, unutarak çocukluk ülkesinin lisanını.
***
Hayatımızın hangi döneminde olursak olalım; hepimizin içinde kısık sesle söylenen bir ninni, hepimizin kalbinde fısıldanarak tekrar edilen masal tekerlemesidir çocukluk.
Esasında yaşamaktan yorulduğumuzu hissettiğimiz an başlarız çocukluk cennetinden uzaklaşmaya. Tanımaktan, anlamaktan, anlatmaya çalışmaktan usandığımızda, heyecanı bittiğinde yeni başlayacak günün, bayramlar yitirdiğinde neşesini, yağmura tutulmaktan korkmaya başladığımızda çoktan dünyasına adım atmışızdır büyüklerin. Heyecan biter, keşif biter, bütün kainatla olan aşinalık kendisini yabancılığa bırakır. Yeni bir dil öğrenir dilimiz, yeni bir lügat konulur önümüze sayfaları ince. Tatlı bir rüyadan hüzünlü bir rüyaya düşer yolumuz. Büyür ve akıllanırız. Taburcu olmuş bir hastanın, geride kalmış bir yolculuğun, çoktan geçilmiş bir yaz mevsiminin yorgunluğudur gözlerimizden okunan. Acemisi olduğumuz bir dünyada yürür ayaklarımız, bakar gözlerimiz, dokunur ellerimiz heyecansız ve sevgisiz.
Yetiştirilecek işler, verilecek sınavlar, beklenen tatiller arasında çoktan unutmuşuzdur çocukluğumuzu da farkına bile varmayız çoğu zaman bu hakikatin. Sorulmadan konuşmayan, her şeyi bilen, hiç bir şeyi merak etmeyen, sebepsiz ağlayamayan, sevinemeyen bir canlıya dönüşürüz kalabalık dünyada, telaşlı ve yorgun.
Kapı pervazlarına kurşun kalemlerle aldığımız boy ölçülerimiz, yağmurlu günlerde beklerken babanın, ağabeyin, ablanın dönüşünü eve pencereye yansıyan siluetimiz gibi silinir, kaybolur. Artık masallara, rüyalara, yalanlara değil de bir yalana kanarız: dünyaya. Ne sevebiliriz çocukluğumuzda sevdiğimiz kadar bir kimseyi ne de kimseler sever bizi çocukluğumuzda sevildiğimiz gibi.
***
Nerdesin çocukluğum,
Küçüklüğüm nerdesin?
(Cevdet Kudret)
Onlarca yıl yaşarız, onlarca mevsimi geride bırakırız yeniden çocukluğumuza, çocukluğumuzun ülkesine erişebilmek adına. Yaşadıkça anlarız, çocukluğumuzdur dünyadaki cennetimiz ve anlarız önce çocuklar adım atar cennetin kapısından. Çocuk geldiğimiz dünyaya, çocuk gibi veda edebilmek için terleriz yokuşlarda, uçurum kıyılarında, sarp kayalıklarda. Koşa koşa içine daldığımız dertler, tasalar, gamlar, kasavetler yaraladığında kalbimizi dünya çölünde, en çok çocukluk adasındaki aydınlık mevsimleri özler, o günlerin hatırasına tutunuruz.
Çocukluk; kimimizin en kısa ve en güzel rüyası, kimimizin ömür boyu süren gerçeği, kimilerimizin ise çoktan geride kalmış hüzünlü hikayesi... Ruhumuzun, kalbimizin kayıp kıtası çocukluk; hepimizin yaşadığı, hepimizin içinde bir parçası yaşayan görkemli ülke.
ekim 22
en çok ağaca benzer insan
Neresinde
olursak olalım dünyanın, hangi mevsime, hangi iklime adım atarsak atalım;
gittiğimiz her yerde onları, onlardan birini görmek arzusu var kalbimizde hep.
Onlarsız dünya ıssız, onlarsız eksik bir şeyler yeryüzünde. Çorak bir dağ
başında, bir akarsu kenarında, yükselen binalar arasında, metropollerde yahut
köylerde, istasyonlarda, terminallerde, yol kenarlarında hep onları arar
gözlerimiz ve gördüğümüzde onlardan birini; kalbimiz şenlenir, ruhumuz huzura
teslim olur. Bulunduğumuz yeri onlar benimsetir ve onlar alıştırır bizi yeni
mekanlarımıza ağır usul. Hayatta olduğumuzun sağlamasını onların varlığıyla
yaparız farkında olmadan. Bir mecaz var dünyadaki hikayemizde onların hikayesi ile
kesişen. Ezelî bir aşinalık var onları bize yakın kılan. Bir şey var bizlere
ağaçları sevdiren, onlarla hemhal eden.
Yılın
dört mevsimi gözümüz üzerlerinde aslında ağaçların. Mevsimleri onları izleyerek
takip ederiz, yılların çabucak geçtiğini ya aynaya ya onlara bakarak hatırlarız
en çok. Kışın sert geçeceğini, baharın erken geleceğini onları seyrederek
anlarız. Parkta yahut dağ başında onların gölgesinde huzur buluruz en çok,
bunaltıcı yaz sıcaklarında. Bir dostu, arkadaşı sabırla saatlerce ayakta
beklemeyi de onlardan öğrenmişizdir, yağmurda ıslanmayı, rüzgârda cezbe ile
salınmayı, ırmaklara doğru ellerimizi, ayaklarımızı uzatıp kapılmayı da…
Kalem
tutan küçücük ellerimizle önce ağaç çizmeyi öğreniriz. Çocukluğa ait bütün
resim defterlerinin bir sayfasında mutlaka yer alır yeşil, şen yahut sararmış
yapraklarıyla hüzünlü ağaçlar. Anneden,
babadan, kardeşten, yardan, yârandan başka en çok onlara sarıldığımızda dolar
kollarımız, çarpar kalbimiz. Çocukluk ülkesinin başkentidir ağaç dipleri, ağaç
dalları. Çocukluk ülkesinin tahtıdır, ağaç dallarına kurulmuş salıncaklar. Bu
yüzden olsa gerek ağaç görünce ona dokunmak istemeyen, mutlu olmayan çocuk yok
gibidir yeryüzünde.
En
çok ağaca benzer insan da hüznüyle, neşesiyle, yalnızlığıyla, kalabalığıyla,
gençliğiyle yahut ihtiyarlığıyla. Tıpkı bizler gibi onların da isimleri var:
elma, söğüt, ardıç, gürgen, meşe… Onların da her iklimde yaşayamayanı, her
toprağa kök salamayanı var, soğuğa dayanamayanı yahut sıcağa tahammül edemeyeni
var. Tıpkı bizler gibi onlar da benzer yaşadıkları memleketlere, onların da
ruhuna karışır kök saldıkları derinlerin, el açtıkları göğün rengi. En çok
ağaca benzer insan zira onların da meyve vereni, vermeyeni var; çiçek açanı,
açmayanı var. Onların da en küçük bir rüzgârda savrulanı, en deli fırtınalara
meydan okuyanı, kendisine sığınanlara sahip çıkanları var. Bizler gibi içi
dertten oyulmuş olanı da var kısacık güneşli günlere kapılarak yapraklarını gün
ışığına uzatanları da.
Kaldırım
ortasında yürümeyi unutmuş ve öylece kalakalmış bir insan gibidir şehirlerde
bir kısmı ağaçların, yanından geçenlerden bir selam beklerler, hatırı sorulsun
isterler. Parklarda suskun bilgeler gibi köklerini derinlere salarken bir
kısmı, konuşurlar, dertleşirler belki de kendi aralarında ve derdine ortak
olurlar parklarda maziyi yad eden, namaz vakti bekleyen, evine sığamayan
ihtiyarların. Dağ başlarında yahut sakinleri çoktan göçmüş köylerde, ırmak
kenarlarında yahut unutulmuş mezarlarda kuşların mihmandarı, bulutların
kardeşi, gövdesini kemiren kurdun dahi dostudur ağaçlar.
İnsanlara
benzer ağaçlar da. Mesela iri dallarıyla etrafı kuşatmış kocaman bir ağaç
yanında bodur kalan, boy atmayan cılız bir ağaç varsa büyük ağaçtan korktuğuna,
o yüzden büyüyemediğine inanılır. Kendi kendine sebepsiz kurumaya başlayan,
içten çürüyen bir meyve ağacı varsa, küstüğü düşünülür hayata, etrafına.
Gövdesinde şayet yara varsa ağacın, çamurla sıvanır, sarılır tıpkı insan
gövdesi sarılır gibi. Öleceğini anlayan ağaçların vakitsiz çiçek açtığı
söylenir bir de. Dilekler onlara fısıldanır, yalnızlıklar onlara anlatılır ve
meyvesi varsa taşlanır yoksa korkutulur meyve vermesi için. Korkar da…
Evet
ağaçlar da korkar; kol kavuşmaz kocaman gövdelerine, her şeye, herkese
verdikleri güvene rağmen. En çok insandan, kendisine en çok benzeyenden korkar
da yine de sakınmaz gövdesini, esirgemez dallarını, meyvesini, gölgesini
insanlardan.
Ressamlar,
şairler, bestekarlar, bilgeler, dervişler harf harf okur ağacın dallarındaki,
yapraklarındaki, gövdesindeki hakikati.
Her
ağaç bir başka bir bilgeliğin hocası. Kimi sabrı fısıldıyor benliğimize kimi
nahifliği, kimi sükuneti fısıldıyor bize kimi cesareti, gücü, kuvveti, görkemi.
Işığa, aydınlığa doğru başımızı çevirmeyi, bir yere ait olmayı, bir mekânı yurt
edinmeyi, oraya kök salmayı, orada bir dünya kurmayı, cömertliği, sükuneti,
derinliği ağaçlardan öğreniyoruz gayriihtiyari. Belki de bu yüzden yeni her
evin önüne birkaç fidan dikiyoruz, yeni her binanın etrafını önce fidanlarla
süslüyoruz.
Ağaçlar gibiyiz bizler de yeryüzünde. Korkuyu, acıyı, sevgiyi hissettikçe yaşadıkça kök salıyoruz toprağımıza, yapraklarımız çiçek açıyor. Dallarımızda kuşlar, gölgemizde çocuklar hayal gibi, rüya gibi, varla yok arası.
gün gelir insan anlayıverir
tek başına yaşlanan bir ağaç olduğunu
(Ayten Mutlu)
Ağaçlarla
başlıyor hikayemiz, ağaçların hikayesi bizden çok önce başlamış olsa da. Ağaç;
yoldaşımız, yazısı yazımızla yazılanımız. Ağaç; faniliğimizin aynası, hayat
yolculuğumuzun sessiz hatırlatıcısı. Yalnız bahçelerde, parklarda, ormanlarda
yaşamıyor ağaçlar. Ninnilere, türkülere, ağıtlara, masallara kadar dalları
uzanıyor ağaçların; sözlerimize, hayallerimize, rüyalarımıza düşüyor
yaprakları.
Ağaçlarla
başlıyor ve sürüyor hikayemiz. Ağaçtan bir beşiğe konuyoruz dünyaya gelir
gelmez, ağaçtan tavanları olan bir evde. Yeni yeni yürümeye başladığımızda
ağaçtan bir çıkrığa tutunuyoruz minicik ellerimizle. Ağaçtan bir kaşıkla
içiyoruz çorbamızı ağaç yer masalarına uzanarak. Evlerimiz ağaçtan,
merdivenlerimiz, mescitlerimiz ağaçtan, sandalyemiz, masamız ağaçtan. Ocakta
aşımız ağaçla pişiyor, ağaçla kaynıyor suyumuz. Yazın gölgesinde serinlediğimiz
ağaç, kışın yanarak ısıtıyor yuvalarımızı. Ağaçtan kalemlerle, defterlerle
geçiyor çocukluğumuz ağaç sıralarda, masalarda, karatahta önlerinde. Ağaçtan
sazımız, sözümüze can katıyor, ahenk veriyor. Yolun sonuna gelip de tutmaz
olduğunda dizlerimiz, yine ağaç yoldaşımız oluyor bir baston olup titreyen
ellerimizde. Dünyadaki son yolculuğumuza uğurlanırken ağaçtan yapılmış daracık
bir kutuya konuluyoruz. Bahçemize, bostanımıza, yol kenarlarına diktiğimiz
ağaçlar diziliyor üzerimize, sonsuz uykuya uğurlanırken bedenimiz ve
mezarımızın üzerine dikilen bir kuru tahtaya yazılıyor ismimiz.
Ağaçlarla
bitiyor hikayemiz. Dikili bir ağacımız olsun için arşınladığımız yeryüzünde
hepimizin dikili bir ağacı oluyor sonunda hikayemizin. Bir mecaz var dünyadaki
hikayemizde onların hikayesi ile kesişen. Ezelî bir aşinalık var onları bize
yakın kılan. Bir şey var bizlere ağaçları sevdiren, onlarla hemhal eden.
kasım, 22