15 Kasım 2024 Cuma

Hüseyn Kaya’nın Sessiz Rüya’sında Bana Fısıldadıkları

Mehmet Durmaz 

Bana söylüyorsun biliyorum Hüseyn “hastasın sesinde kuş yorgunluğu / ellerin eylüle yürüyen yaprak” Evet, bu dizelerindeki durum tespiti beni işaretliyor, beni sobeliyor. Hangi beni? Şiir ormanında saklambaç oynayan bütün “ben”leri. 
Öyle değil mi Hüseyn? “Aşinayız melali anlayan nesle” ve uzağındayız içinde debelenip durduğumuz dünya denizinin. Ne de olsa şiir denen bir teknedeyiz. Dalgalar, fırtınalar, ayazlar; sancılar, sayrılar, kırıklar… Geçip gider yanımızdan. Şiir var… Şiir var… 
“Mermer şadırvanlarda şakırdayan su”ların gördüğü “sessiz rüya”larda şiir sayıklamaya devam et Ya Hüseyn. “Hâfız’ın kabri olan bahçede” yeniden güller açsın. Rintler ölmesin Hüseyn! Yoksa kim bahçıvan olur bu dikenli bahçeye?
 “Yorulduğun yerde bitmiyor dünya / değilmiş ilacı her şeyin zaman” demesen iyiydi Hüseyn, demesen iyiydi. Ne ki dedin, ne ki duydum… Şimdi “bir el çıkarmaya başladı bohçamızdan lavanta çiçeği kokan kederleri” Oysa ben onları yıkayıp, ütüleyip, katlayıp, aralarına da lavantalar serpip koymuştum kalbimin kilitli sandığına. “Unutuşun o tunç kapısını kırıp attın.” 
Ya Hüseyn! Sen de görüyorsun işte. Yapay zekânın doğal yürekleri, organik zihinleri yok ettiği bu çağda sözün belkemiği kırılmış, kelam ayağa düşmüşken eprimiş imgelerden, eskimiş kafiyelerden, yıpranmış rediflerden kaçıp kendi sesinle seslenmek ne kadar zor! Hadi seslendin diyelim, ya duyulmak? Boş ver sen bu ihtiyar kalem emeklisini. Arı, çiçek çiçek gezmekten vazgeçmez balın kıymeti bilinmiyor diye. Gez Hüseyn gez…
 Şimdi benim içimin ovalarında hüzün, yılkılığa bırakılmış safkan bir yarış atı gibi ılgarlanmaktadır; eyersiz, dizginsiz, semersiz, yularsız… Şiirin yeşerdiği her yerde durup koklamaktadır maziyi. Sonra tekrar koşmaktadır menzilsiz, hedefsiz, kaygısız… 
“Beni öyle hatırla bitmeyen bir hazanla” diyorsun ya! Hah işte ben de sana öyle sesleniyorum. Sen de bizi hatırla; bizim de acımız acı, bizim de kuytularımızda ezildikçe kokan menekşelerimiz, fesleğenlerimiz var aynen dediğin gibi “gölgesiyle konuşan sessiz bir menekşenin / rüyalarında kaldı gözlerimdeki acı.” 
Şiir şiir kanayan bir dille ben de sana adıyorum sesimi, sesin hep şiir koksun Ya Hüseyn, sen de seni anla ve sahip çık sesine “Sana bir kere daha acılar adıyorum / bu sızılı bu kanlı sunağında kalbimin”

on5kasım2024, hece taşları, sayı:117, sayfa: 15

6 Kasım 2024 Çarşamba

nazar

Hüseyn Kaya

Gökyüzü olabildiğince maviydi ve söğütlerde, iğdelerde yaprak kımıldamıyordu. Yalnızca bostanın gölge taraflarındaki böceklerden arada cılız sesler çıkıyor, sonra yeniden derin bir sükûnet başlıyordu. Karıncalar bile bunaltıcı sıcaktan yuvalarına saklanmış gibiydiler. Telaşlı üç beş iri kara sineğin ya da şaşkın şaşkın dolaşan birkaç eşek arısının sessizliği ihlal etme çabası da uzun sürmüyordu.
Sabahın erken saatleri ve güneşin batmaya döndüğü zamanlar hariç, bu mevsimde, bu saatlerde hep böyleydi köy.  Kimi zaman azalıp çoğalsa da kaç yıldır aktığı bilinmeyen acı pınarın kurnaya dökülürken çıkardığı ses bile duyuluyordu, sessizliğin iyice derinleştiği anlarda. Köy, ikindi vakti üzerindeki durgunluğu atacak ve zaman kımıldayacaktı. 
Dedem her zamanki yerinde, evin kanatlı dış kapısının üzerindeki örtmenin gölgesine oturmuş, bir yandan uzaklara dalmıştı. Uyumuyordu ancak bu dünyada değildi ve bizimle aynı zamanda olduğu da söylenemezdi.  Bütün bu durgunluğun, sessizliğin ortasına birdenbire bir çığlık düştü:
-Yılaaan!
Aniden duyulan bu sesle bir fotoğraf karesi gibi hareketsiz duran köy, canlanmaya başlamıştı. Yılan, düşman demekti, sinsilik demekti. Adı da kendisi de soğuktu bu düşmanın. Adının boşlukta yankılanması bile temmuz sıcağını unutturmuş, insanları üçer beşer dışarıya çıkarmaya yetmişti. Evimizin biraz ilerisinde, bostanın bulunduğu yerde ürkek ama gergin küçük bir kalabalık oluşmuştu. Ortada bir çocuk kendine peş peşe yöneltilen “nerede gördün, boyu ne kadardı?” gibi sorulara cevap vermeye çalışıyordu.
Çocuk; bostanın duvarıyla bitişik, akşamları ahır hayvanlarının altına serilen kırılmış, ezilmiş tezeklerin muhafaza edildiği eğreti depoyu, kuruluğu işaret parmağıyla gösteriyor; kollarını iki yana açarak yılanın boyunu tarif ediyordu. Kalabalıktan biri ısrarla yılanın rengini soruyordu. Çocuğun telaşında ve korkusunda azalma yoktu:
-Maviydi ya da yeşildi. Birden bostan duvarındaki büyük taşların üstünden kuruluğa doğru aktı.
-Göğgele olabilir, dedi onu dinleyenlerden biri. 
Göğgele, lafını duyan büyüklerin yüzlerindeki endişe biraz daha artmış ve bütün sorular bir anda bitmişti. Göğgele neydi, bilmiyordum. Etraftaki çocuklar kuruluktan uzak durması için ikaz edildi. Büyükler birer ikişer ortadan kayboluyor, sonra ellerinde kürek, bel, tırmık gibi malzemelerle yeniden geliyorlardı. Dedem, yalnızca bayıra giderken yanına aldığı ince demirden yapılmış uzun bastonuyla gelmişti kalabalığın yanına. Ucu mızrak gibi sivri, parmak kalınlığında bir demir çubuktu bu. Hemen herkesin evinde farklı boylarda bulunan bu demir çubuğa tille, derdik. Yarım bir daire oluşturuldu kuruluğun önünde. Büyükler önde, biz birkaç adım geride bir süre bekledik. Elinde kürek olanlardan biri kuruluğu uzaktan, küreğin ucu ile karıştırmaya başladı. Ondan cesaret alan bir başkası elindeki uzun odun parçasıyla aynı yeri yoklamaya başladı. Büyükler, küçük adımlarla kuruluğa yaklaşıyorlardı ki kadınlardan biri çığlık attı:
-Göğgele bu. Uzak durun. 
Nasıl olmuşsa olmuş, yılan kuruluktan çıkmış ve bostan duvarının köşesine sıkışmıştı. Kalabalık yalnızca yılana odaklanmış, bazıları öfkeden terlemişti. Bir türlü tam olarak yaklaşamıyorlardı yılana. Bir ara iyice yaklaşarak görmek istedim dakikalardır süren korkunun kahramanını. Taş duvarlar arasında bir yılan, tıpkı filmlerde gördüğüm gibi vücudunun yarısı daire biçiminde kıvrılmış, boynu ve gövdesiyle sağa sola salınıyordu. Taşların, yerdeki toprağın arasında parlak rengiyle uzaktan bile fark edilebiliyordu. Ara ara dilini çıkardığını gören kadınlardan biri:
-Yalvarma adi hayvan! Acımayın, yalvarıyor, acımayın, diye homurdandı. 
Bir başkası:
-Eniklerim var, diyor. Sanki bizim çoluk çocuğumuz yok, uzak durun üstünüze sıçrar, dedi. 
Yılan konuşuyor muydu kısık bir sesle? İnsanlar nasıl anlıyordu onun söylediklerini?
Yılan, düşman demekti, sinsilik demekti. Adı da kendisi de soğuktu bu düşmanın. Yanımdaki çocuklardan birine kısık sesle sordum:
-Göğgele ne?
Benden birkaç yaş büyük olan çocuklardan biri yine fısıltıyla cevap verdi:
-Çok zehirli, hatta öteki yılanlar zehri bundan alırmış. Bunun soyu öteki yılanlardan başka.
-Uçar mı peki, diye devam ettim. 
-Uçamaz, kanatları yok ki, aniden sıçrar, beline bacağına, boynuna dolanırmış insanın. 
Korkmaya başlamıştım ki kalabalık daha da hareketlendi. Dedem, tillesini yılanın gövdesinin tam ortasına saplamış, kendinden uzak tutmaya bir yandan da zapt etmeye çalışıyordu. Yılan, bu demir çubuğa kalın bir halat gibi gövdesini doluyor, çözüyor yeniden sarıyor, acı içinde kıvranıyor, başını sağa sola uzatıp dilini çıkarıyordu. Tam tepemizdeki güneşin altında rengi daha canlı ve güzel duruyordu göğgelenin. Dedem tillesini havada güçlükle tutmaya çalışıyordu. Tillesini yere doğru yaklaştırınca kürek, bel, değnek, tırmık darbeleri peş peşe indi hayvanın sırtına. 
-Kafasını ezin, diyordu biri. Kafasını ezmezseniz gebermez kâfir! 
Zaten arada bir görebildiğim yılana bakmayı bırakmış, insanların yüzlerine, çabalarına bakıyordum. Binlerce yıllık bir hınç akıyordu yüzlerden, bakışlardan. 
Âdem’in, Havva’nın intikamını alır gibiydi bu küçücük köyün yaşlıları ve kadınları. Havva anamızı kandırarak Âdem’le birlikte cennetten kovulmalarına sebep olan ve sonra sürünmekle cezalandırılan yılan değil miydi? Dünyaya atılmamızın en büyük suçlusu oydu. Üstelik bütün yılanlara zehri veren yılan soyundandı şimdi yerde acıyla kıvranan. Yılan kıvrılmaya, toparlanmaya çalıştı kısa bir süre. Her darbeden sonra tepkisi azalıyordu. Nihayet hareketsiz kalmıştı. Hırpalanan, toza toprağa belenen rengi hâlen soğuk güzelliğini koruyordu. Can çekişmeleri sona ermişti hayvanın. Kenara çekilenlerin kimi yılanın olduğu yere doğru tükürüyor, kimi kızgın yüzünden akan terini siliyordu. Dedemin tillesinin vazifesi çoktan bitmişti. Yılan, düşman demekti, sinsilik demekti. Adı da kendisi de soğuktu bu düşmanın. Yılan kâfirdi. Yılan, ezelî bir hikâyenin öldürülmesi gereken kahramanıydı.
Kalabalık usul usul dağılmaya başladı. Dedem, yerdeki yılanı bir küreğe dengeli biçimde aldı. Kuyruğu ve başı sallanan göğgelenin aniden hareketleneceğine dair korkunç hayaller zihnimden geçiyordu. Oysa hırpalanmış gövdesinde can belirtisi kalmamıştı. Önde dedem, ardında ben evin ilerisindeki iğdelerin yanına gittik. Yılanı gömeceğimizi umuyordum fakat dedem:
-Yengene söyle gaz yağı göndersin, dedi. 
Koşarak gittim ve gazyağı istedim yengemden. Yengem, gazyağını uzattı ancak kendi de benimle geldi. Yılanı urgan kelebi şeklinde toplamıştı dedem. Gazyağını elimden aldı ve o kelebin üzerine yavaş yavaş gezdirerek döktü. Anlamadığım şeyler oluyordu. Yeleğinin ön cebinden eksik etmediği muhtar çakmağını birkaç denemeden sonra yakan dedem, yılanı tutuşturdu. Hayret, korku ve bilinmezlik çocuk ruhumu perişan etmişti. 
-Daha ölmedi mi, niye yakıyorsunuz? Niye gömmedik, dedim. 
Dedem konuşmuyordu. Koyu, siyah bir dumana eşlik eden gazyağı kokusu, yılanın derisi, eti yandıkça, yağı eridikçe daha da tuhaf bir hâl alıyordu. O görkemli mavimsi renk, yavaş yavaş kayboldu cızırtılar, dumanlar arasında.  
-Ölmemiş miydi, dedim şaşkınlıkla. 
Bir yandan yanan yılanı izleyen dedem suskunluğunu bozdu:
-Yılan yakılınca yağmur yağar, etraf ferahlar, bereket olur, dedi. 
Onca tuhaf şeyden sonra çocuk zihnim hemen bu cümlenin büyüsüne kapıldı ve başımı göğe kaldırdım. Dağların ardından gelecek siyah bulutları beklemeye başladım, yalnızca kemikleri kalan yılan cesedinin başında. Gördüğüm küçük küçük bulutların büyüyeceğini umdum bir süre. Beklediğim bulutlar gelmeyince belki bulut olmadan da yağmur yağar, diye düşündüm. Nafileydi. Yağmurun tek damlası bile yoktu. Zaten yine eski sakinliğine kavuşmuştu köy ve güneş kavuruyordu toprağı.
 Hiç değilse kemikleri gömülmeliydi yılanın. Nereye, nasıl gömmem gerektiğini düşünüyordum ki yengem, hiçbir şey söylemeden bir iğde dalıyla yılanın külleri arasından küçücük kemiklerini seçmeye başladı. Seçtiği kemikleri toprak yardımıyla temizledi ve avucuna alarak gitti. Yeni bir soru soracak gücüm kalmamıştı. Aldığım cevapları anlamıyordum zaten.
Birkaç gün bostanın, kuruluğun yanından geçerken içimde hep aynı ürpertiyi duydum. Ya enikleri varsa göğgelenin buralarda? Yılanların kin beslediklerini duymuştum. Ya annelerinin öcünü almaya gelirlerse? Köşede, taşların arasında sıkıştırılan yılanın görüntüsü, zihnimde bir süre dolaştı durdu. İnsanların yılana saldırırken takındıkları tavır, ara sıra bir film sahnesi gibi gözlerimin önüne geliyordu. Nasıl da değişmişti insanlar bir anda?
 Kaç gün geride kaldı bilmiyorum, tam her şey normalleşiyordu ki yengemin bir yaşını doldurmamış çocuğunun başlığında salınan bir şeyler gördüm. Dikkatle baktım; mavi boncuk, tazı boncuğu, boncuk şeklinde kesilmiş ince iğde dalı arasına dizilmiş yılan kemikleri de vardı. Şaşkın şaşkın başlığa baktığımı gören yengem:
-Anladın mı kemikleri niye seçtiğimi, dedi. Nazardan korur, güç kuvvet verir. 

aralık 24
sivas