Hayatın kıyısında, bir masalın ilk
sözlerinin mahmurluğunda birden beliriverirler karşımızda. Adına dünya denilen
bu hanın tam da eşiğinde göz göze geliriz onlarla ve orada, o lahzada, ömür
boyu gönlümüzden silinmeyecek bir suret resmedilir zihnimize gayr-i ihtiyari.
Kalın, ahşap çerçeveler içinde duvarlara asarak muhafaza ettiğimiz siyah beyaz
ya da sonradan renklendirilmiş fotoğraflarına rağmen hep bir rüya âleminin
hayal meyal kahramanıdırlar bizim için ve bir
vardırlar bir yokturlar…
Ne kadar gizlemeye çalışsalar da
çizgi çizgi yüzleri, feri tükenmiş gözleri hep aynı mahzunluğu ve kederi
fısıldar bakanlara. Sayfaları doldurulmuş bir defter nasıl durursa kitap
raflarında, onlar da sırf bu hallerini, gönüllerdeki gam yüklerini görmeyelim
için öylece otururlar tek kişilik koltuklarda mahcup ve yorgun.
Kimimize kendi isimlerini
vermişlerdir, kimimiz kulağımıza okunan ezanın ardından ismini ilk onlardan
duymuştur. Tıpkı çocuk ruhumuza ömür boyu benzerini bir daha tadamayacağımız
sevinçleri mutlulukları yaşattıkları gibi hiçbir sınıfın hayat bilgisi dersinde
görmediğimiz yalnızlığı ve ölümü de ilk onlar yaşatır, tattırırlar bize. Böyle
böyle alıştırır hayat karanlığına gözlerimizi.
Tıpkı bebekler gibi onlar da hep
birbirlerine benzerler aslında…
Bazen onlara, bir parkta bank
üzerinde uzaklara dalmış yahut anlamsız gözlerle öylesine ayakuçlarını
seyrederlerken, hava ne kadar sıcak olursa olsun sırtlarını günden yana verip
bastonlarına dayanarak kim bilir hangi evvel zamanı düşünürlerken rastlarız.
Bazen de seneler evvel, büyüklerinin yanında edepsizlik sayılacağı endişesiyle
kendi çocuklarını bir kez göğsüne bastıramamış, onlara güzel kelimeler
diyememiş ve onların oyunlarına karışamamış olmanın tüm acısını çıkartırcasına
torunlarını evlatları yerine koyarak bağırlarına basarken hüzne boğarak
dünyamızı, fark ettirirler kendilerini… Tatlı dede olabilmek hevesiyle, değil
adını, istemesini dahi bilmediği şekerleri, oyuncakları, çikolataları torunlarının
önüne yığan, torunlarına öte git, dense ya gözleri bulutlanan ya da
titreyen sesleriyle dünyayı ayağa kaldıran da onlardır.
Beyazdan çok griye çalan
sakallarıyla, diz yapmış kadife pantolonlarıyla, yaz kış sırtlarından
çıkarmadıkları ihtimal lacivert ceketleriyle dolaşır dururlar ağır ve ağırlaşan
adımlarla hayatın kenar mahallelerinde.
Sahi sizler de, bir tatlı su çeşmesi
önünde tek eliyle bastonuna yaslanırken, tek eliyle küçücük su bidonunu
doldurmaya çalışan veya öğlen namazı için ağır adımlarını bahane ederek -kim
bilir hangi sebepten- bir saat evvel evinden çıkan ve yaramaz ilkokul
talebeleri gibi kol kola yaz kış demeden camii yollarında usul usul salınan
dedeleri gördükçe çocukluk günlerinizden esen bir hafif rüzigarla ansızın
dedenizin hayalini yanı başınızda buluyor musunuz?
***
Hayal Denizinin Kıyılarında
Ne vakit, nerede böyle bir manzara
görsem ansızın dedemin sureti beliriveriyor gözlerimin önünde ve kendimi
çocukluğumun mavi gökyüzünün altında buluyorum. Karşımda hep aynı yüz; kırışık
alnının orta yerine kadar inen güneşten rengi solmuş kahverengi bir takke,
kalın çerçeveli ve kalın camlı bir gözlüğün ardından dünyanın boşluğuna bakan
yorgun kocaman bir çift göz, çoğu zaman sigarasını yakarken bilmem kaçıncı
çakışında yanan muhtar çakmağının isinden nasibini almış büyük ve ince bir
burun, yer yer tütünden sararmış bıyıklarını saymazsak griye yakın beyazlıkta
sert bir sakal ve belki de ölçümü düzgün yapılamadığı için yüzüne hep tebessüm
ediyormuş edasını veren beyaz takma dişler... Yüzü benzese de diğer dedelere,
bilirim benzemez hikâyesi hiçbirininkine.
***
Dışarıda diz boyu kar ve kapıda
zincirle bağlı köpeğin geceyi bölen ulumaları var. İsli lamba ışığı etrafındaki
her hareketi duvarda sihirli gölgelere çeviriyor. Dedem yaz boyu bayırdan eve
getirdiği kevenlerden biriyle tutuşturduğu sac sobada tütün tavlıyor tabakasına
basmak için. Babaannem dünyasını değişeli kim bilir kaç yıl olmuş ve sağ elinin
tütünden rengi değişmiş iki parmağı arasında hep aynı yalnızlığın dumanı. Ben
dâhil herkesi uyuyor sanıyor ve kendince bir türkü tutturuyor gecenin ortasında
ağlamaklı.
Yahut kocaman karasineklerin
sessizliğin ortasında bir uçak gürültüsüyle arada bir başımız üzerinden
savuştuğu sıcak bir yaz günü dedemle öküzlerimizi yayıyoruz. Gözlüğünü eline
alıyor ve sardığı tütünün ucuna belli bir yükseklikten tutuyor merceğini.
Anında dumanlar çıkıyor özene bezene sardığı tütünün ucundan, şaşırıyorum.
Gözlüğünü elinden alıp ben de ot, kuru yaprak yakıyorum ve soruyorum; dede
senin gözlerin yanmıyor mu? Hayır anlamında başını iki yana sallıyor ve
tabakasını cebine koyuyor. Bir gün değiştirirsen gözlüklerini bunu bana verir
misin, diyorum. Gülümsüyor…
***
Kağnı üzerinde tarlaya gidiyoruz
serin bir seher vakti. Kâh uyuyor, kâh uyanıyorum dedemin alçak sesle söylediği
türküye karışan kağnı gıcırtısıyla. Güneş doğsun, yol bitsin istemiyorum.
Başka bir günün akşamı bir heybe
dolusu dikeni soyulmuş kangalla geliyoruz eve. Koyunlara tuz veriyoruz tuz
taşında, kuzuları yıkıyoruz yosunlu bir kurnada.
Bir yığının dibinde, onun yaptığı
gölgeliğin altında oturuyorum. Harman kokusu doluyor içime. Akşama kadar sap
yığınının etrafında dönen dövene arada ben biniyorum ve bu işten bir oyun hazzı
aldığımı belli etmemeye çalışıyorum kimseye. Tokalı, naylon ayakkabılarımdan
içeri giriyor dövenin arasından gelen buğday sapları. Usanınca tekrar koşuyorum
yığının dibine. Bir kış günü şehre erzak için gelen dedeme soruyorum, yığın
dibindeki gölgeliğim halen duruyor mu dede? Herkes gülüyor, anlamıyorum.
***
Tabakası; hep yanında olsun istediği
tek dostuydu. Sabah herkesten önce kalkar, ki belki de hiç uyumamıştır, dış
kapının kenarına yaslanır ve tütününü sarar içer, sarar yine içerdi. Tabakası,
tütünü, tütün kağıdı hepsi kıymetliydi onun için. Tütün sarmak için tabakasını
isteyen gençlere hep aynı sözü söylerdi; ince
sar uzun olsun, bir dahaya yüzün olsun…
Dedemin eksikliğini, yokluğunu
hissettiği anda tedirgin olduğu ikinci dostu da hiç şüphesiz kemik saplı Sivas
bıçağıydı. Boş vakitlerinde onu bilemekten ayrı bir zevk duyar önce parmak
uçlarıyla sonra sağdan soldan bulduğu küçük ağaçlarla bıçağının keskinliğini
sınardı. Neredeyse ekmek bıçağına yakın büyüklükteki bıçağını açmadığı,
kullanmadığı gün olmamıştır sanırım. Şayet ikna edip de değnek, çubuk kesmek
için bir gaflet anına getirip bıçağını almayı başarabilirsem bin tembihte
dikkatli olmam için. O bilmese de sol elimin bir parmağında kocaman bir yara
izi ve uyuşukluk kaldı onun bıçağından.
Kapağını ve kapağındaki ilginç
desenleri kendisinin yaptığı duvara gömülü bir dolabı vardı anahtarı yalnızca
kendisinde olan. Kuru üzüm kokusu yayılırdı dolabın kapağı açıldığında odaya.
Alt rafta alüminyum kutu içerisinde cam şırınga takımı, tıraş takımı; üst rafta
ise tütün ve kuru üzüm olurdu genelde. Üzümü kendisi yemezdi sırf ikram etmek
için bulundururdu.
***
Çocukluğum geride değil, öylece köyde
kalıyor. Yıllar sonra muayene olmak için şehre geliyor dedem. Onu ben
dolaştırıyorum hastanede, çarşıda. Kâh elimi tutuyor zayıf nasırlı eliyle kâh
kolunu boynuma doluyor. Nere gitse ürkek, kime baksa tedirgin. Bir an önce
dönmek, gitmek istiyor. İkindi vakti küçük bir Sivas bıçağı alıp bana hediye
ediyor. Anlamsız bakışlarımı fark edince; kalemlerini açarsın, diyor.
***
Bir süre sonra köyde felç geçirdiği
haberi geldi dedemin. Anlamını bilmiyordum felç kelimesinin fakat iyi bir şey
olmadığı belliydi. Kimseye soramadım bile felç ne, diye.
Soğuk bir kış günü tekkeye
götürüyorlar dedemi, minibüsün en arkasında ben… Sonra hastaneye götürüyorlar,
muayenehanenin kapısının kenarına yaslanıp seyrediyorum, görsün beni, tanısın
diye bekliyorum. Görüyor; ama tanımıyor beni.
Dedem tam beş yıl onca çabaya rağmen
kimseyi tanımadı, beş yıl bir başkasının hayatını yaşadı. Bazen gençliğini,
bazen hiç gitmediği şehirleri, yaşamadığı savaşları anlattı. Yepyeni bir hayat
hikâyesi buldu her gün kendisine ve etrafındakilere her gün başka bir isimle
hitap etti. Konuşmaktan, anlatmaktan yorgun düştüğü vakitlerde bizim
görmediğimiz bir şeyleri seyreder gibi gözleri öylece boşluğa asılı kalırdı.
***
Bir bahar günü ilk kez cansız bir
insan bedeni gördü gözlerim. Uzun uzun baktım dedemin yüzüne ellerine,
ayaklarının bağlanmış başparmaklarına, çenesini bağladıkları tülbende. Ölü için
su nasıl hazırlanır, ölü nasıl yıkanır ilk kez gördüm. Kocaman bir sinema
perdesinin önündeymişim gibi seyrettim her şeyi yakından. Kimseler görmüyordu
beni. İlk kez bir salanın her harfi içimde çınladı, cenaze namazı kıldım, tabut
taşıdım. İlk kez bir mezara toprak attım. Sanki üzerine toprak örtülen kalbimin
küçük bir parçasıydı. İçimde bir yer daraldı, karardı. Ağlamak istedim ama
ağlayamadım. Üzerime çöken ağırlıktan günlerce kurtulamadım ve ömrümün rüyasız
en uzun uykularını o günlerde uyudum.
***
Dünya hiçbir yaraya kabuk bağlatmaz
yalnızca zaman ağrılarını unutturur insana.
Ömrü boyunca bir kez baba, diye hitap
edildiğini duymadım dedeme. Başka ailelerde de öyle miydi bilmem ona paşa,
derdi babam, halalarım ve amcalarım. Kim neden icat etmişti bu hitap şeklini
halen bilmiyorum.
Adımı dedemden almadım fakat beni
sanki benzetti kendisine biraz.
Dedemle, hayatın kıyısında, bir
masalın ilk sözlerinin mahmurluğunda karşılaştık, dünyanın eşiğinde. Bulmayı,
yitirmeyi, ölümü ve yalnızlığı ilk o tattırdı, öğretti bana. Galiba dedem, ilk
arkadaşım, dostum ve öğretmenimdi. Kim
bilir belki benim de söylediğim ilk kelime dedeydi.
Bir gün dede olursam, torunlarıma
ondan da bahsedeceğim uzun uzun.