Çocukluğunuz istasyonsuz bir şehirde ya da kasabada geçmişse; şüphesiz, telafisi mümkün olmayan bir ziyan içindesinizdir.
Ufuklarında gemilerin süzülmediği, vapur düdüklerinin bir rüyayı böler gibi gündelik telaşların ortasına ansızın düşmediği, yolların yılan gibi kıvrım kıvrım uzayıp inceldiğini asla göremeyeceğiniz bir iklimde uzağın ne olduğunu, ancak yorgun trenlerin, yolcuların mekânı istasyonlarda yaşar, istasyonlarda hissedersiniz. Orada trenler her daim birilerini ayırırken yerinden, yârinden; bir başkasını yârine, anasına yetiştirme telaşındadır. Trenlerin istasyonlarda yorgun yorgun solumaları acı acı inlemeleri biraz da taşıdıkları bu ağır hasretler, ayrılıklar yüzündendir.
Uğurlayacak bir yolcunuz olsun ya da olmasın, istasyona yolunuz düşmüşse bir tren vakti, çıktığınız gibi dönmeniz mümkün değildir evinize. Her tren sol yanınızdan bir ilmeğin ucunu usulca çözüp götürür sizden usulca uzak diyarlara, uzak hatıralara.
Albümlere Sığmayan Resimler
İstasyonu olmayan şehirlerin yalnızları daha yalnızdır, kimsesizleri daha kimsesiz.
Eğer bir gece vaktinde inmişseniz trenden ya da gece gelecek bir treni bekliyorsanız gitmek için, hep aynı manzara karşılar sizi istasyonlarda.
Bekleme salonlarının artık misafir sıfatını aşmış ancak ev sahipleriyle bir türlü yıldızı barışmayan zararsız ve kimsesiz sakinleri vardır gece trene bineceklerin ya da gece yoldan dönenlerin tanıdığı bildiği. Bekleme salonlarının en loş köşelerinde kıyamet kopsa uyanmayacak kadar derin uykularla sabahlar onlar, yorgunluktan mı uyurlar kasavetten mi bilinmez… Uyurken çoğunun yüzü bir bebeğin yüzü kadar mutlu ve huzurludur aslında.
***
hatırlar mısın narçiçeğini… son yazın yorgun kızı, ablam
(Cafer Turaç)
İstasyonların dış görünüşü, trenlerin vagonları, hareket saatleri ne kadar değişirse değişsin asla değişmeyen yolcular vardır bir de istasyonlarda. Tülbentli, pullu hindili, yaşmaklı mahcup kadınlar, ağzı dikilmiş telis torbalara, büyük çantalara dayanmış saçları iki yandan örülü küçük kızlar, ağzındaki yalancı memeyle dünyayı unutarak florsan lambalara bakan, analarının utançtan sevip havalara atamadığı, babalarının yanına yanaşıp da kucaklayamadığı talihsizliği daha o çağlarda başlayan körpecik bebekler… Yılın belli vakitlerinde, belli mevsimlerinde bir zamanlar benim de aralarına dâhil olma bahtiyarlığını yaşadığım değişmeyen yolcular… Kahrı, hasreti, çaresizliği çoktan kabullenmiş, bindiği numarasız vagonda koltuk beğenmeyen, daha iyisini aramayan, yâd, yabancı demeden, insan ayırmadan yanına oturanı dost bilen yorgun, mecalsiz, hep benzer kaderleri yaşayan ve belki de bu nedenle çabucak birbirine alışan, bir türlü içinden atamadığı yol hüznünü, ayrılığı hasreti hatırlamamak için sabahlara kadar bütün dertlerini hayatında ilk kez karşılaştığı insanlarla bölüşen yolcular. Ansızın başlayan dostluklar ansızın bitiverir yine bir ara istasyonda gece yarısı. İnenler dönüp bakmaz bile uzaklaştıkları trenin pencerelerine.
Yeni göreve başlamış memur, öğretmen, astsubay, uzman çavuş eşleri, anneleri, erkek kardeşleri… Ankara’dan Kars'a kadar her istasyonda mutlaka vardır bu türden bir yolcu. Ablamla birlikte defalarca Sarıkamış'a gittim, Sarıkamış’tan döndüm bu yolcuların da içinde bulunduğu trenlerde. Eski bir filmi seyreder gibi seyrederek geçtim defalarca omzunda lavaşla koltuklar arasında dolaşan, yumurta lavaş, ayran satan kavruk yüzlü insanları, yolcuların ellerindeki küçük bidonlara su doldurmak için başına üşüştükleri istasyon çeşmelerini.
Sevgili yeğenlerimin belki de bu gün hatırlayamadıkları çocukluk yılları; trenlerden dışarıyı seyrederek, peronlarda oyunlar oynayarak, bir bulup bir yitirdiği akraba, dede, dayı, amca ortamlarına alışma çabasıyla geçti en fazla. Tabii ablamın gençliği de.
Kim bilir başkaca kimler bıraktı yıllarını bu türden yolculuklara ve kimlerin gönlünde, dilinde duaya dönüştü aşrı aşrı memlekete kız vermesinler, türküsü.
Hayat hep benzer istasyonlarla uzanıyor ömrümüz içinde. Birimizin yaşadığını on yıl sonra bir başkası yaşıyor. Hep birbirimize öykünen kaderler çiziyoruz ömrümüze ya da yalnızca bir kader var da biz üzerinden geçiyoruz sıramız geldikçe. Şimdi benim yerimi, bizim yerimizi çoktan birileri almıştır tıpkı benim birilerinin yerini aldığım gibi önceden.
Saklı Hikâyem
Çocukluğum boyunca, büyüyünce ne olacaksın, diye soranlara bir kez bile demiryolcu olacağım, cevabını verememiş olmanın hüznünü neredeyse her istasyona gidişimde hissetsem de belli etmem yanımdakilere.
Evimizin istasyon yoluna yakın olduğundan sürekli işe giden demiryolculara rastlardım vakitli vakitsiz. Onların üniformalarına heveslenir bazen dönüp tekrar tekrar bakardım arkalarından. Üniforma, diyorum çünkü o zamanlar demiryolcu elbiseleri, tam anlamıyla bir üniforma idi. Şapkaları, polis ve subay şapkalarının neredeyse aynısı idi. Lacivert ceketlerinin iki yakasında duran kırmızı kadife üzerine takılan sarı metal yıldızlar, askerlerin apoletli omuzlarından daha güzeldi benim için.
Senelerce sırf ailem mutlu olsun diye, ışıltılı gözlerle doktor, polis, avukat, subay olacağım dediysem de soranlara; evet, aslında trenci olmaktı hayalim. Öyle tren şefi, kondüktör, istasyon şefi filan değil, küçücük bir istasyonda trenlere yeşil bayraklarla yol veren, çatısı kiremitli, pencereleri demirli, kalın duvarlı, önünde akasyalar olan bir lojmanda kendi halinde bir makasçı ya da benzerini ancak bu gün korsan filmlerinde define sandığı olarak görebileceğimiz ahşap büyükçe bir çanta içinde sefer tasını, gaz ocağını, fenerini, akşamın en geç saatlerinde yahut sabahın en er vakitlerinde istasyondan evine evinden istasyona taşıyan bir gardıfren olsam yeterdi bana.
Bir yük treninin son vagonunda; ayçiçeği tarlalarının, lahana, kavun tarlalarının kıyısından geçerken doğrulup bana bakan köylülere, tebessüm ederek el sallayacaktım tren kıvrılarak dağların ardında kayboluncaya kadar.
Olmadım, belki olamadım. Çocuklarımı parka markete götürmek yerine istasyona götürüşüm, belki biraz da bu yarım hayallerin izini bulma, hatırlama çabası galiba.
***
Kimi geceler vardır babalar uzakta eskir
(Tuğrul Tanyol)
Yolun yarısına doğru yaklaştığım şu senelerde geriye dönüp baktığımda siyah beyaz hatıralar üşüşüyor zihnime…
Oyun alanlarının, parkların ve hafta sonu tatillerinin bulunmadığı, bilgisayar oyunlarının ve rengârenk oyuncakların henüz icat edilmediği bir dünyada, bir erkek çocuğunun babasıyla geçirdiği vakitler hiç şüphesiz çok mühimdir, unutulmazdır hem baba, hem çocuk için. Hele bir de baba hep çalışıyor, sabahın ilk saatlerinde gün daha yeni ışıyorken atelye borusunun sesiyle evinden çıkıp akşam geç vakitlere kadar, çoğunlukla mesaiye kalıyor, hafta sonlarını yine iş yerinde geçiriyor ve senelik iznini yaz aylarına denk getirip tatilini de köyde tarla işleriyle bitiriyorsa, değil onunla vakit geçirmek aynı ortamda bulunmak, onun asık suratını seyretmek, azarını işitmek bile huzur vericidir, bilen bilir…
İlk sigaramı soğuk bir kış günü kaloriferi çalışmayan bir tren kompartımanında içtim. Sevdadan, kederden, dostsuzluktan değildi sigarayla tanışmam. Üstelik bu ilk sigarayı veren de yakan da, içmemi isteyen de babamdı.
Beş altı yaşlarımdaydım. Köyümüzden yaklaşık on kilometre uzaklıktaki istasyona yürüyerek gelmiştik babamla. Yorulmuştum, acıkmıştım, uykum fena bastırmıştı. Babamın uyumamam için bana sigara yakıp vermesi ve içmemi istemesi tüm uykumu dağıtmış, yorgunluğumu unutturmuştu. Bu durumdan keyiflenip de ikinci sigarayı istediğimde babam yaptığı hatanın farkına varmış ve bana fena kızmıştı; ama olsundu. Kızarken tebessüm de ettiğini görmüştüm ya…
İlk defa adam yerine konulduğumun farkındaydım zira yol boyu babam bana hikayeler anlattıydı, türküler söylediydi. Babamla galiba ilk kez istasyon yolunda birbirimize rastladık, göz göze geldik…
İstasyon; o istasyondu ve belki de Hasan Kalabalık istasyon müdürüydü, ama ben Özdemir Asaf, diyecek yaşta değildim daha.
***
Aynı sene bir de İstanbul'a tren yolculuğu yaptık babamla asker amcamı ziyaret için. Yolcusu olduğumuz kompartımanın üst bölümündeki bagaja babamın hazırladığı yatakta ömrümün en güzel uykusunu uyuduğumu bu gün dahi çocuksu bir tebessümle hatırlıyorum.
Denizi ilk kez o trenin kirli camlarından gördüm, seyrettim… Hüzün yerine sevinci yaşadığım tek tren yolculuğu belki de o oldu…
Kader Taşıyan Trenler
İstasyonlarda, trenlerde benden başka insanların da olduğunu fark ettiğim gün çocukluğumun süratle uzaklaştığım bir istasyondan bana el salladığını gördüm.
Hikâyesi bende saklı ilk çocukluk yalanımın mumu söndüğünde, Mavi trende Sivas yolunda karanlık tüneller içinde kaldım. Ne yakarsam yakayım o günden sonra eskisi kadar ışımadı bir daha dünya.
Başımda ne deli kavak yellerinin estiğini, Ankara garında peşinden koştuğum ama yetişemediğim trenden sonra fark ettim.
On dört günlük oğlum ve annesiyle yine bir trende Samsun'a giderken geride kalan yavaş yavaş kaybolan her istasyonun ömrüm olduğunu anladım. Anladım ki bazı trenler; aslında tünellerden, istasyonlardan geçmek için değil kaderlerimizden geçmek için dolaşıp durur raylar üzerinde ve trenlerin kimi keder, kimi kader taşır bir istasyondan diğerine.
***
Çocukluğunuz istasyonsuz bir şehirde ya da kasabada geçmişse; şüphesiz, telafisi mümkün olmayan bir ziyan içindesinizdir.
Ben çok şükür ziyanda olanlardan değilim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder