cafer turaç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cafer turaç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ağustos 2020 Cumartesi

akasya kokulu yalnızlıklar cenneti


 hüseyn kaya


Çocukluğunuz istasyonsuz bir şehirde ya da kasabada geçmişse; şüphesiz, telafisi mümkün olmayan bir ziyan içindesinizdir.

Ufuklarında gemilerin süzülmediği, vapur düdüklerinin bir rüyayı böler gibi gündelik telaşların ortasına ansızın düşmediği, yolların yılan gibi kıvrım kıvrım uzayıp inceldiğini asla göremeyeceğiniz bir iklimde uzağın ne olduğunu, ancak yorgun trenlerin, yolcuların mekânı istasyonlarda yaşar, istasyonlarda hissedersiniz. Orada trenler her daim birilerini ayırırken yerinden, yârinden; bir başkasını yârine, anasına yetiştirme telaşındadır. Trenlerin istasyonlarda yorgun yorgun solumaları acı acı inlemeleri biraz da taşıdıkları bu ağır hasretler, ayrılıklar yüzündendir.

Uğurlayacak bir yolcunuz olsun ya da olmasın, istasyona yolunuz düşmüşse bir tren vakti, çıktığınız gibi dönmeniz mümkün değildir evinize. Her tren sol yanınızdan bir ilmeğin ucunu usulca çözüp götürür sizden usulca uzak diyarlara, uzak hatıralara.

 

Albümlere Sığmayan Resimler

İstasyonu olmayan şehirlerin yalnızları daha yalnızdır, kimsesizleri daha kimsesiz.

Eğer bir gece vaktinde inmişseniz trenden ya da gece gelecek bir treni bekliyorsanız gitmek için, hep aynı manzara karşılar sizi istasyonlarda.

Bekleme salonlarının artık misafir sıfatını aşmış ancak ev sahipleriyle bir türlü yıldızı barışmayan zararsız ve kimsesiz sakinleri vardır gece trene bineceklerin ya da gece yoldan dönenlerin tanıdığı bildiği. Bekleme salonlarının en loş köşelerinde kıyamet kopsa uyanmayacak kadar derin uykularla sabahlar onlar, yorgunluktan mı uyurlar kasavetten mi bilinmez… Uyurken çoğunun yüzü bir bebeğin yüzü kadar mutlu ve huzurludur aslında.

***

hatırlar mısın narçiçeğini… son yazın yorgun kızı, ablam

(Cafer Turaç)

İstasyonların dış görünüşü, trenlerin vagonları, hareket saatleri ne kadar değişirse değişsin asla değişmeyen yolcular vardır bir de istasyonlarda. Tülbentli, pullu hindili, yaşmaklı mahcup kadınlar, ağzı dikilmiş telis torbalara, büyük çantalara dayanmış saçları iki yandan örülü küçük kızlar, ağzındaki yalancı memeyle dünyayı unutarak florsan lambalara bakan, analarının utançtan sevip havalara atamadığı, babalarının yanına yanaşıp da kucaklayamadığı talihsizliği daha o çağlarda başlayan körpecik bebekler… Yılın belli vakitlerinde, belli mevsimlerinde bir zamanlar benim de aralarına dâhil olma bahtiyarlığını yaşadığım değişmeyen yolcular… Kahrı, hasreti, çaresizliği çoktan kabullenmiş, bindiği numarasız vagonda koltuk beğenmeyen, daha iyisini aramayan, yâd, yabancı demeden, insan ayırmadan yanına oturanı dost bilen yorgun, mecalsiz, hep benzer kaderleri yaşayan ve belki de bu nedenle çabucak birbirine alışan, bir türlü içinden atamadığı yol hüznünü, ayrılığı hasreti hatırlamamak için sabahlara kadar bütün dertlerini hayatında ilk kez karşılaştığı insanlarla bölüşen yolcular. Ansızın başlayan dostluklar ansızın bitiverir yine bir ara istasyonda gece yarısı. İnenler dönüp bakmaz bile uzaklaştıkları trenin pencerelerine.

Yeni göreve başlamış memur, öğretmen, astsubay, uzman çavuş eşleri, anneleri, erkek kardeşleri… Ankara’dan Kars'a kadar her istasyonda mutlaka vardır bu türden bir yolcu. Ablamla birlikte defalarca Sarıkamış'a gittim, Sarıkamış’tan döndüm bu yolcuların da içinde bulunduğu trenlerde. Eski bir filmi seyreder gibi seyrederek geçtim defalarca omzunda lavaşla koltuklar arasında dolaşan, yumurta lavaş, ayran satan kavruk yüzlü insanları, yolcuların ellerindeki küçük bidonlara su doldurmak için başına üşüştükleri istasyon çeşmelerini.

Sevgili yeğenlerimin belki de bu gün hatırlayamadıkları çocukluk yılları; trenlerden dışarıyı seyrederek, peronlarda oyunlar oynayarak, bir bulup bir yitirdiği akraba, dede, dayı, amca ortamlarına alışma çabasıyla geçti en fazla. Tabii ablamın gençliği de.

Kim bilir başkaca kimler bıraktı yıllarını bu türden yolculuklara ve kimlerin gönlünde, dilinde duaya dönüştü aşrı aşrı memlekete kız vermesinler, türküsü.

Hayat hep benzer istasyonlarla uzanıyor ömrümüz içinde. Birimizin yaşadığını on yıl sonra bir başkası yaşıyor. Hep birbirimize öykünen kaderler çiziyoruz ömrümüze ya da yalnızca bir kader var da biz üzerinden geçiyoruz sıramız geldikçe. Şimdi benim yerimi, bizim yerimizi çoktan birileri almıştır tıpkı benim birilerinin yerini aldığım gibi önceden.

 

Saklı Hikâyem

Çocukluğum boyunca, büyüyünce ne olacaksın, diye soranlara bir kez bile demiryolcu olacağım, cevabını verememiş olmanın hüznünü neredeyse her istasyona gidişimde hissetsem de belli etmem yanımdakilere.

Evimizin istasyon yoluna yakın olduğundan sürekli işe giden demiryolculara rastlardım vakitli vakitsiz. Onların üniformalarına heveslenir bazen dönüp tekrar tekrar bakardım arkalarından. Üniforma, diyorum çünkü o zamanlar demiryolcu elbiseleri, tam anlamıyla bir üniforma idi. Şapkaları, polis ve subay şapkalarının neredeyse aynısı idi. Lacivert ceketlerinin iki yakasında duran kırmızı kadife üzerine takılan sarı metal yıldızlar, askerlerin apoletli omuzlarından daha güzeldi benim için.

Senelerce sırf ailem mutlu olsun diye, ışıltılı gözlerle doktor, polis, avukat, subay olacağım dediysem de soranlara; evet, aslında trenci olmaktı hayalim. Öyle tren şefi, kondüktör, istasyon şefi filan değil, küçücük bir istasyonda trenlere yeşil bayraklarla yol veren, çatısı kiremitli, pencereleri demirli, kalın duvarlı, önünde akasyalar olan bir lojmanda kendi halinde bir makasçı ya da benzerini ancak bu gün korsan filmlerinde define sandığı olarak görebileceğimiz ahşap büyükçe bir çanta içinde sefer tasını, gaz ocağını, fenerini, akşamın en geç saatlerinde yahut sabahın en er vakitlerinde istasyondan evine evinden istasyona taşıyan bir gardıfren olsam yeterdi bana.

Bir yük treninin son vagonunda; ayçiçeği tarlalarının, lahana, kavun tarlalarının kıyısından geçerken doğrulup bana bakan köylülere, tebessüm ederek el sallayacaktım tren kıvrılarak dağların ardında kayboluncaya kadar.

Olmadım, belki olamadım. Çocuklarımı parka markete götürmek yerine istasyona götürüşüm, belki biraz da bu yarım hayallerin izini bulma, hatırlama çabası galiba.

***

Kimi geceler vardır babalar uzakta eskir

(Tuğrul Tanyol)

Yolun yarısına doğru yaklaştığım şu senelerde geriye dönüp baktığımda siyah beyaz hatıralar üşüşüyor zihnime…

Oyun alanlarının, parkların ve hafta sonu tatillerinin bulunmadığı, bilgisayar oyunlarının ve rengârenk oyuncakların henüz icat edilmediği bir dünyada, bir erkek çocuğunun babasıyla geçirdiği vakitler hiç şüphesiz çok mühimdir, unutulmazdır hem baba, hem çocuk için. Hele bir de baba hep çalışıyor, sabahın ilk saatlerinde gün daha yeni ışıyorken atelye borusunun sesiyle evinden çıkıp akşam geç vakitlere kadar, çoğunlukla mesaiye kalıyor, hafta sonlarını yine iş yerinde geçiriyor ve senelik iznini yaz aylarına denk getirip tatilini de köyde tarla işleriyle bitiriyorsa, değil onunla vakit geçirmek aynı ortamda bulunmak, onun asık suratını seyretmek, azarını işitmek bile huzur vericidir, bilen bilir…

İlk sigaramı soğuk bir kış günü kaloriferi çalışmayan bir tren kompartımanında içtim. Sevdadan, kederden, dostsuzluktan değildi sigarayla tanışmam. Üstelik bu ilk sigarayı veren de yakan da, içmemi isteyen de babamdı.

Beş altı yaşlarımdaydım. Köyümüzden yaklaşık on kilometre uzaklıktaki istasyona yürüyerek gelmiştik babamla. Yorulmuştum, acıkmıştım, uykum fena bastırmıştı. Babamın uyumamam için bana sigara yakıp vermesi ve içmemi istemesi tüm uykumu dağıtmış, yorgunluğumu unutturmuştu. Bu durumdan keyiflenip de ikinci sigarayı istediğimde babam yaptığı hatanın farkına varmış ve bana fena kızmıştı; ama olsundu. Kızarken tebessüm de ettiğini görmüştüm ya…

İlk defa adam yerine konulduğumun farkındaydım zira yol boyu babam bana hikayeler anlattıydı, türküler söylediydi. Babamla galiba ilk kez istasyon yolunda birbirimize rastladık, göz göze geldik…

İstasyon; o istasyondu ve belki de Hasan Kalabalık istasyon müdürüydü, ama ben Özdemir Asaf, diyecek yaşta değildim daha.

***

Aynı sene bir de İstanbul'a tren yolculuğu yaptık babamla asker amcamı ziyaret için. Yolcusu olduğumuz kompartımanın üst bölümündeki bagaja babamın hazırladığı yatakta ömrümün en güzel uykusunu uyuduğumu bu gün dahi çocuksu bir tebessümle hatırlıyorum.

Denizi ilk kez o trenin kirli camlarından gördüm, seyrettim… Hüzün yerine sevinci yaşadığım tek tren yolculuğu belki de o oldu…

Kader Taşıyan Trenler

İstasyonlarda, trenlerde benden başka insanların da olduğunu fark ettiğim gün çocukluğumun süratle uzaklaştığım bir istasyondan bana el salladığını gördüm.

Hikâyesi bende saklı ilk çocukluk yalanımın mumu söndüğünde, Mavi trende Sivas yolunda karanlık tüneller içinde kaldım. Ne yakarsam yakayım o günden sonra eskisi kadar ışımadı bir daha dünya.

Başımda ne deli kavak yellerinin estiğini, Ankara garında peşinden koştuğum ama yetişemediğim trenden sonra fark ettim.

On dört günlük oğlum ve annesiyle yine bir trende Samsun'a giderken geride kalan yavaş yavaş kaybolan her istasyonun ömrüm olduğunu anladım. Anladım ki bazı trenler; aslında tünellerden, istasyonlardan geçmek için değil kaderlerimizden geçmek için dolaşıp durur raylar üzerinde ve trenlerin kimi keder, kimi kader taşır bir istasyondan diğerine.

***

Çocukluğunuz istasyonsuz bir şehirde ya da kasabada geçmişse; şüphesiz, telafisi mümkün olmayan bir ziyan içindesinizdir.

Ben çok şükür ziyanda olanlardan değilim.


22 Haziran 2020 Pazartesi

ayrılık resimleri

 İki ayrılık arasına sıkıştırılmış bir dünyada, misafir olduğunu unutmadan dolaşmaktır adına hayat dediğimiz şey. Ayrılıkla başladığımız hayata, ayrılıklarla veda ederiz. Bu yüzden ayrılığa yakılmış her türkü, ayrılık hüznüyle söylenmiş her şarkı ve yazılmış her şiir kaç yaşımızda ve nerde dinlersek dinleyelim titretir ruhumuzu.

Uzun bir ayrılıktır insan, kalbi kendi yalnızlığına gömülü.

***

Kalbine tutunarak yaşayan herkes için, beşiğin ardıyla başlar gurbet ve ayrılık. Bu ilk ayrılıktan sonra gelen her yeni ayrılık yalnızca ilkinin acısının yani insanlığımızın, sürgünlüğümüzün tekrar yaşanmasıdır ve her ayrılığa tahammül gücü veren bir de umut vardır kalbin kenarına sessizce büzülmüş.

Kısa olsun, uzun olsun tüm ayrılıklar bir hasretin önsözüdür ve bekleyişlere atılan ilk adımdır çoğu zaman. Hayat, içinde yüzenlere sabrı ve beklemeyi öğreten bir ırmak gibidir akrep ve yelkovan derisinin içinde kıymık gibi dönse de insanın. 

Ayrılıkları öğrene ezberleye geçer çocukluğumuz gençliğimiz. Öğrenemediğimiz ayrılıklardan ikmale kalır yeniden imtihan ediliriz vakti geldiğinde.

***

Birimiz ayrılığın ilk günü gibi her akşam kanıyor

(Mevlana İdris)

İlk küçük ayrılığı muhtemelen ilklerin mekânı ilkokulda yaşamışsınızdır. Anneden, babadan, evden, kardeşlerden ve oyuncaklardan ayrı kalmanın hüznü çoğu zaman gözyaşına döner, dökülür bir sınıfın arka sıralarına ya da herkesin sizi uyuyor sandığı bir gece vakti, üzeri işlemeli küçük yastığınızın üzerine.

Yıllar sonra anlarsınız o gün o gece yalnız sizin değil anne babanızın da gözlerinin çiçeklendiğini.

Rengi, adı değişse de ayrılığın, genzinizde bıraktığı ince sızı değişmez. Ablanız evlenir, kardeşiniz yatılı okul kazanır, siz şehir dışına gidersiniz üniversite okumak için... Biri biter diğeri başlar ayrılığın zira ortası yoktur, gitmek de ayrılıktır, gidilen yerden dönmek de. 

Ayrılıklar böyle böyle büyür kendiliğinden ve çiçeklenir her baharda yol kenarlarına dikilmiş akasyalar gibi.

Birden farkına varırsınız çocukluğunuzun sessiz beyaz bir kelebek gibi uçup gittiğini kalbiniz üzerinden. Su yerine gözyaşı serpseniz de ardından, ayrılmıştır; dönmez çocukluğunuz, gençliğiniz geriye.

Bir yaranın açılır üzeri ve hasret serin bir rüzgâr gibi değer geçer her şeye…

***

Yalnızlığa ve özlemeye açılan bir kapıdır önünde durduğunuz her ayrılık.  Ayrıldığınız her yerde bir parçanız kalır, ayrıldığınız her kişiyle gider bir tarafınız.

Dünlerde, önceki günlerde dolaşırsınız kim bilir kaç vakit. Eksik yanlarınızı daha çok hisseder dünyaya geldiğiniz ilk günkü yalnızlığa bürünürsünüz.

Lambalar söner, güneş tutulur, ay buluta, ayrılıklar sıraya girer. Anne babanın, eşin, çocukların, memleketin hatta bazen vatanın dahi uzağına savrulduğunuzda küçücük vuslat anlarının, ümitlerin ışığıyla kocaman bir bahçe yeşertirsiniz içinizde. Zahirde aynı gibi görünse de kimsenin ayrılığı kimseninkine benzemez, onlarca köşesi kıyısı, onlarca yüzü vardır ayrılığın da. Leyla’nın ayrılığı başkadır, Mecnun ayrılığı başka… Yusuf’un zindanı başkadır, Züleyha’nınki başka.

***

Sebebi ne olursa olsun, sonucu hep aynı dağın eteğine bırakır bizi ayrılıkların.

Ayrılığın vakti geldiğinde her şey birbirinin yerini alır çünkü her şeye uzaklığınız aynıdır. Bu yüzden her ayrılık her hicret yeni bir başlangıçtır.

Belki de vedadan ziyade, terk etmek zorunda kaldığımız alışkanlıklarımızdır her ayrılıkta yüreğimizi burkan. Çocuklar kadar hisli, ömrünün kalan günlerini sayan yaşlılar kadar kırılganızdır böyle demlerde. Yollar, ufuklar hele de karlı dağlar yalnız ayrılık icat olsun diye var edilmiş gibidir.

     Titreyen kalbimiz, dolukan gözlerimiz ve nerede duracağını şaşıran ellerimiz, ne de çabuk kapılır ayrılık rüzgârına.  Her vedada biraz da çaresizlik gizlidir ve en çok bu yüzdendir ölümden acı gelmesi ayrılıkların.

Vedadır ayrılığın duası…

Elimizi uzatırız boşluğa, elimiz kanar… 

***

Ölüm ile ayrılığı tartmışlar

Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık

(Karacoğlan)

Türkülerde ölüm ile ayrılığın kıyaslanması boşuna değildir elbet. Ayrılık, her şeyi bırakıp gittiğimiz, her şeyin uzağına düştüğümüz küçük bir ölümdür, ölümün tadını dünyadayken hissetmektir biraz da. Bir çukura düşeriz ve kalakalırız öylece. Savrulduğumuz bahçeye yeniden kök salar, hayata tutunmaya çalışırız. Bağlandığımız, kök saldığımız kadar öderiz bedelini ayrılıkların. Kaybetmeyi, değer vermeyi, özlemeyi, tahammülü hatta vuslat sevincini ayrılıklardan öğreniriz.

Birbirine bakan aynalar gibi sayısız görüntüsü vardır ayrılığın. Oysa ayrılık bir tanedir ayrıldığımız mekânlar, insanlar başka başka olsa da.

Ayrıla ayrıla parçalara bölünür, yalnız kalırız dünyanın kıyısında tıpkı dünyaya ilk geldiğimiz gibi. Takvimler eskise yıllar geride kalsa da yaşımız; ayrıldıklarımız, ayrılabildiklerimiz kadardır ancak.

Her ayrılık kumdan kalelerimizi bir kez daha yıkar, bir kez daha boşluğu işaret eder dünya yorgunu gözlerimize. Hiçbir oyun susturamaz içimizdeki sessizliği... Yürüdükçe uzayan bir yol, söylendikçe ağrısı artan bir şarkıdır yalnızlık… Bir rüyayı yarım bırakır diğerine dalarız, bir kapıdan savrulur diğerinin eşiğine düşeriz.

Ayrılık belki de terminallerin, istasyonların kıyısında açmış dört mevsim solmayan hüzün renginde bir çiçeğin adıdır.

***

Vaizin nâr-ı cehennem dediği firkat imiş
(Usûlî)

Baştanbaşa koca bir ayrılıktır dünya. Yalnızca biz değiliz aslında ayrılıklarla sınanan. Ayrılıklar üzerine kurulu bir dünyadır üzerinde yaşadığımız. Baktığımız her yerde bir ayrılık masalı yaşanır yenibaştan ve aralıksız. Her şey az gider uz gider… Ağaçlar yapraklarından ayrılır, yağmur bulutundan… Tohumlar, bitkilerinin gövdesinden uzaklara savrulur hep. Bahardan, yazdan ayrılır dünya, geceden gündüzden… Tren; istasyondan, vapur; limandan ayrılır ve kuşlar yuvalarından, balıklar ırmaklarından…

Ayrılık, aynı hikâyeyi yaşadığımız bir neyden kalbimize üflenen hüzündür ve tamamı aynı redifle, yazılmış bir şiir gibi okutur kendini ömrümüzün her deminde.