çırpınıp içinde döndüğüm deniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çırpınıp içinde döndüğüm deniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ağustos 2020 Cumartesi

akasya kokulu yalnızlıklar cenneti


 hüseyn kaya


Çocukluğunuz istasyonsuz bir şehirde ya da kasabada geçmişse; şüphesiz, telafisi mümkün olmayan bir ziyan içindesinizdir.

Ufuklarında gemilerin süzülmediği, vapur düdüklerinin bir rüyayı böler gibi gündelik telaşların ortasına ansızın düşmediği, yolların yılan gibi kıvrım kıvrım uzayıp inceldiğini asla göremeyeceğiniz bir iklimde uzağın ne olduğunu, ancak yorgun trenlerin, yolcuların mekânı istasyonlarda yaşar, istasyonlarda hissedersiniz. Orada trenler her daim birilerini ayırırken yerinden, yârinden; bir başkasını yârine, anasına yetiştirme telaşındadır. Trenlerin istasyonlarda yorgun yorgun solumaları acı acı inlemeleri biraz da taşıdıkları bu ağır hasretler, ayrılıklar yüzündendir.

Uğurlayacak bir yolcunuz olsun ya da olmasın, istasyona yolunuz düşmüşse bir tren vakti, çıktığınız gibi dönmeniz mümkün değildir evinize. Her tren sol yanınızdan bir ilmeğin ucunu usulca çözüp götürür sizden usulca uzak diyarlara, uzak hatıralara.

 

Albümlere Sığmayan Resimler

İstasyonu olmayan şehirlerin yalnızları daha yalnızdır, kimsesizleri daha kimsesiz.

Eğer bir gece vaktinde inmişseniz trenden ya da gece gelecek bir treni bekliyorsanız gitmek için, hep aynı manzara karşılar sizi istasyonlarda.

Bekleme salonlarının artık misafir sıfatını aşmış ancak ev sahipleriyle bir türlü yıldızı barışmayan zararsız ve kimsesiz sakinleri vardır gece trene bineceklerin ya da gece yoldan dönenlerin tanıdığı bildiği. Bekleme salonlarının en loş köşelerinde kıyamet kopsa uyanmayacak kadar derin uykularla sabahlar onlar, yorgunluktan mı uyurlar kasavetten mi bilinmez… Uyurken çoğunun yüzü bir bebeğin yüzü kadar mutlu ve huzurludur aslında.

***

hatırlar mısın narçiçeğini… son yazın yorgun kızı, ablam

(Cafer Turaç)

İstasyonların dış görünüşü, trenlerin vagonları, hareket saatleri ne kadar değişirse değişsin asla değişmeyen yolcular vardır bir de istasyonlarda. Tülbentli, pullu hindili, yaşmaklı mahcup kadınlar, ağzı dikilmiş telis torbalara, büyük çantalara dayanmış saçları iki yandan örülü küçük kızlar, ağzındaki yalancı memeyle dünyayı unutarak florsan lambalara bakan, analarının utançtan sevip havalara atamadığı, babalarının yanına yanaşıp da kucaklayamadığı talihsizliği daha o çağlarda başlayan körpecik bebekler… Yılın belli vakitlerinde, belli mevsimlerinde bir zamanlar benim de aralarına dâhil olma bahtiyarlığını yaşadığım değişmeyen yolcular… Kahrı, hasreti, çaresizliği çoktan kabullenmiş, bindiği numarasız vagonda koltuk beğenmeyen, daha iyisini aramayan, yâd, yabancı demeden, insan ayırmadan yanına oturanı dost bilen yorgun, mecalsiz, hep benzer kaderleri yaşayan ve belki de bu nedenle çabucak birbirine alışan, bir türlü içinden atamadığı yol hüznünü, ayrılığı hasreti hatırlamamak için sabahlara kadar bütün dertlerini hayatında ilk kez karşılaştığı insanlarla bölüşen yolcular. Ansızın başlayan dostluklar ansızın bitiverir yine bir ara istasyonda gece yarısı. İnenler dönüp bakmaz bile uzaklaştıkları trenin pencerelerine.

Yeni göreve başlamış memur, öğretmen, astsubay, uzman çavuş eşleri, anneleri, erkek kardeşleri… Ankara’dan Kars'a kadar her istasyonda mutlaka vardır bu türden bir yolcu. Ablamla birlikte defalarca Sarıkamış'a gittim, Sarıkamış’tan döndüm bu yolcuların da içinde bulunduğu trenlerde. Eski bir filmi seyreder gibi seyrederek geçtim defalarca omzunda lavaşla koltuklar arasında dolaşan, yumurta lavaş, ayran satan kavruk yüzlü insanları, yolcuların ellerindeki küçük bidonlara su doldurmak için başına üşüştükleri istasyon çeşmelerini.

Sevgili yeğenlerimin belki de bu gün hatırlayamadıkları çocukluk yılları; trenlerden dışarıyı seyrederek, peronlarda oyunlar oynayarak, bir bulup bir yitirdiği akraba, dede, dayı, amca ortamlarına alışma çabasıyla geçti en fazla. Tabii ablamın gençliği de.

Kim bilir başkaca kimler bıraktı yıllarını bu türden yolculuklara ve kimlerin gönlünde, dilinde duaya dönüştü aşrı aşrı memlekete kız vermesinler, türküsü.

Hayat hep benzer istasyonlarla uzanıyor ömrümüz içinde. Birimizin yaşadığını on yıl sonra bir başkası yaşıyor. Hep birbirimize öykünen kaderler çiziyoruz ömrümüze ya da yalnızca bir kader var da biz üzerinden geçiyoruz sıramız geldikçe. Şimdi benim yerimi, bizim yerimizi çoktan birileri almıştır tıpkı benim birilerinin yerini aldığım gibi önceden.

 

Saklı Hikâyem

Çocukluğum boyunca, büyüyünce ne olacaksın, diye soranlara bir kez bile demiryolcu olacağım, cevabını verememiş olmanın hüznünü neredeyse her istasyona gidişimde hissetsem de belli etmem yanımdakilere.

Evimizin istasyon yoluna yakın olduğundan sürekli işe giden demiryolculara rastlardım vakitli vakitsiz. Onların üniformalarına heveslenir bazen dönüp tekrar tekrar bakardım arkalarından. Üniforma, diyorum çünkü o zamanlar demiryolcu elbiseleri, tam anlamıyla bir üniforma idi. Şapkaları, polis ve subay şapkalarının neredeyse aynısı idi. Lacivert ceketlerinin iki yakasında duran kırmızı kadife üzerine takılan sarı metal yıldızlar, askerlerin apoletli omuzlarından daha güzeldi benim için.

Senelerce sırf ailem mutlu olsun diye, ışıltılı gözlerle doktor, polis, avukat, subay olacağım dediysem de soranlara; evet, aslında trenci olmaktı hayalim. Öyle tren şefi, kondüktör, istasyon şefi filan değil, küçücük bir istasyonda trenlere yeşil bayraklarla yol veren, çatısı kiremitli, pencereleri demirli, kalın duvarlı, önünde akasyalar olan bir lojmanda kendi halinde bir makasçı ya da benzerini ancak bu gün korsan filmlerinde define sandığı olarak görebileceğimiz ahşap büyükçe bir çanta içinde sefer tasını, gaz ocağını, fenerini, akşamın en geç saatlerinde yahut sabahın en er vakitlerinde istasyondan evine evinden istasyona taşıyan bir gardıfren olsam yeterdi bana.

Bir yük treninin son vagonunda; ayçiçeği tarlalarının, lahana, kavun tarlalarının kıyısından geçerken doğrulup bana bakan köylülere, tebessüm ederek el sallayacaktım tren kıvrılarak dağların ardında kayboluncaya kadar.

Olmadım, belki olamadım. Çocuklarımı parka markete götürmek yerine istasyona götürüşüm, belki biraz da bu yarım hayallerin izini bulma, hatırlama çabası galiba.

***

Kimi geceler vardır babalar uzakta eskir

(Tuğrul Tanyol)

Yolun yarısına doğru yaklaştığım şu senelerde geriye dönüp baktığımda siyah beyaz hatıralar üşüşüyor zihnime…

Oyun alanlarının, parkların ve hafta sonu tatillerinin bulunmadığı, bilgisayar oyunlarının ve rengârenk oyuncakların henüz icat edilmediği bir dünyada, bir erkek çocuğunun babasıyla geçirdiği vakitler hiç şüphesiz çok mühimdir, unutulmazdır hem baba, hem çocuk için. Hele bir de baba hep çalışıyor, sabahın ilk saatlerinde gün daha yeni ışıyorken atelye borusunun sesiyle evinden çıkıp akşam geç vakitlere kadar, çoğunlukla mesaiye kalıyor, hafta sonlarını yine iş yerinde geçiriyor ve senelik iznini yaz aylarına denk getirip tatilini de köyde tarla işleriyle bitiriyorsa, değil onunla vakit geçirmek aynı ortamda bulunmak, onun asık suratını seyretmek, azarını işitmek bile huzur vericidir, bilen bilir…

İlk sigaramı soğuk bir kış günü kaloriferi çalışmayan bir tren kompartımanında içtim. Sevdadan, kederden, dostsuzluktan değildi sigarayla tanışmam. Üstelik bu ilk sigarayı veren de yakan da, içmemi isteyen de babamdı.

Beş altı yaşlarımdaydım. Köyümüzden yaklaşık on kilometre uzaklıktaki istasyona yürüyerek gelmiştik babamla. Yorulmuştum, acıkmıştım, uykum fena bastırmıştı. Babamın uyumamam için bana sigara yakıp vermesi ve içmemi istemesi tüm uykumu dağıtmış, yorgunluğumu unutturmuştu. Bu durumdan keyiflenip de ikinci sigarayı istediğimde babam yaptığı hatanın farkına varmış ve bana fena kızmıştı; ama olsundu. Kızarken tebessüm de ettiğini görmüştüm ya…

İlk defa adam yerine konulduğumun farkındaydım zira yol boyu babam bana hikayeler anlattıydı, türküler söylediydi. Babamla galiba ilk kez istasyon yolunda birbirimize rastladık, göz göze geldik…

İstasyon; o istasyondu ve belki de Hasan Kalabalık istasyon müdürüydü, ama ben Özdemir Asaf, diyecek yaşta değildim daha.

***

Aynı sene bir de İstanbul'a tren yolculuğu yaptık babamla asker amcamı ziyaret için. Yolcusu olduğumuz kompartımanın üst bölümündeki bagaja babamın hazırladığı yatakta ömrümün en güzel uykusunu uyuduğumu bu gün dahi çocuksu bir tebessümle hatırlıyorum.

Denizi ilk kez o trenin kirli camlarından gördüm, seyrettim… Hüzün yerine sevinci yaşadığım tek tren yolculuğu belki de o oldu…

Kader Taşıyan Trenler

İstasyonlarda, trenlerde benden başka insanların da olduğunu fark ettiğim gün çocukluğumun süratle uzaklaştığım bir istasyondan bana el salladığını gördüm.

Hikâyesi bende saklı ilk çocukluk yalanımın mumu söndüğünde, Mavi trende Sivas yolunda karanlık tüneller içinde kaldım. Ne yakarsam yakayım o günden sonra eskisi kadar ışımadı bir daha dünya.

Başımda ne deli kavak yellerinin estiğini, Ankara garında peşinden koştuğum ama yetişemediğim trenden sonra fark ettim.

On dört günlük oğlum ve annesiyle yine bir trende Samsun'a giderken geride kalan yavaş yavaş kaybolan her istasyonun ömrüm olduğunu anladım. Anladım ki bazı trenler; aslında tünellerden, istasyonlardan geçmek için değil kaderlerimizden geçmek için dolaşıp durur raylar üzerinde ve trenlerin kimi keder, kimi kader taşır bir istasyondan diğerine.

***

Çocukluğunuz istasyonsuz bir şehirde ya da kasabada geçmişse; şüphesiz, telafisi mümkün olmayan bir ziyan içindesinizdir.

Ben çok şükür ziyanda olanlardan değilim.


çiçekten kapıları ömrümün

hüseyn kaya


Çalışkan sınıflar nasıl beklerse öğretmenlerini kapılar arkasında sessiz ve mahcup; öyle beklerler sahiplerini.

Kimi incecik zayıf bedenli, kimi alabildiğine iri cüsseli… Kiminin yüzünde çizgiler, solmuş renkleri, kimi olabildiğince gösterişli. Bir kısmı farkında ömrünün baharında olduğunun, öylesine sevinçli; fakat bazılarının size uzanırken titrer ihtiyar elleri.

Hepsinin de içlerinde aynı nur, bakışlarında aynı iki kelime; oku beni

***

Eğer okuyan biriyseniz, evinizde en çok huzur bulduğunuz köşe hiç şüphesiz kitaplarınızın bulunduğu odadadır. Kitaplığınıza yaklaştıkça kokusunu duydukça kitapların sizi onlardan yana çeken bir büyünün tesirine girer gibi olduğunuzu hissedersiniz. Bazen yeşillikler arasında bir ırmak kıyısı, bazen kimsenin size ulaşamayacağı ışıltılı, ıssız bir ada gibidir kitaplığınızın önü, orda hülyalara dalar, huzuru teneffüs eder, dünyayı ve hayatı geride bırakırsınız. Kötü rüyalarınızı anlatacağınız pınar başı orasıdır, Hıra orası.

Nedeni ve niçini olmaz kitaplığınızın önünde geçen dakikaların. Öylesine açtığınız bir kapının ardında önce; bir vakit arayıp da bulamadığınız bir kitaba rastlarsınız raflardan birinde, kitabı diğer kitapların arasından çıkarır, birkaç sayfasını çevirdikten sonra kolayca bulabileceğiniz bir yere, yine raf üzerine ancak kitapların arasına değil de önüne koyarsınız. Tam da kitapların önünde ne aradığınızı düşünmek ve kitaplığınızın önünden ayrılmak üzereyken, o büyü tekrar etkisini gösterir ve bu defa birkaç kitabın bulunması gerektiği yerde olmadığını fark edersiniz. İhtimal, önceleri yayınevi adına göre yerleştirdiğiniz ancak sonradan yazar adına göre tekrar düzenlemek zorunda kaldığınız kitaplardan bazılarıdır bunlar. Ardından yakın zaman önce aldığınız kitaplara yer aramaya başlarsınız. O kitap, bu kitap derken kaybedersiniz kendinizi kitaplığınızın önünde. Tam da ayrılmak, bu büyüyü üzerinizden atmak üzereyken bir başka kitap çıkıverir önünüze; ya ilk gençlik yıllarında altını çize çize okuduğunuz bir kitaptır bu ya da başka bir şehirde, tesadüfler neticesi ve cebinizdeki paranın çoğunu vererek almak zorunda kaldığınız bir kitap...  Böylesi anlarda her kitabın göğsünde bir kalp taşıdığını duyar gibi olursunuz.

   Uzandığınız, baktığınız, yerini değiştirdiğiniz her kitabın bir hikâyesi vardır, sayfalarını çevirmeye başladığınızda bir filmin ilk kareleri gibi farklı zamanları mekânları size ulaştıran, sizi o zamana, mekâna taşıyan. Kiminin hikâyesi onu satın aldığınız anda başlar, kiminin hikâyesi okumaya başladığınız günlerde... Hikâyesi özel olan kitaplarınızın rafı da ayrıdır muhakkak. Onlar her daim kitaplığınızın size doğru bir adım öne çıkmış olanlarıdır ve birinin yokluğunu, yerinin değiştiğini fark etmemeniz mümkün değildir.

     Kitaplığınızın önünde öylesine sizi ziyarete gelmiş bir misafirinizi ağırlamak zorundaysanız kitaplarınızı kıskanır, sakınırsınız onlardan. Gözünüz her an dostunuzun uzandığı, sayfalarını çevirdiği kitaplardadır, zira arasına notlar aldığınız, kendisiyle dertleştiğiniz, yılda birkaç kez okuma ihtiyacı hissettiğiniz mahrem kitaplarınız da vardır ötekilerden ayrı düşmesin diye saklayamadığınız.

     Başka şehirlere gitmek zorunda kaldığınızda burnunuzda tüter çoluk çocuğunuz gibi kitaplarınızın da kokusu.

     Anlamsız korkular, vesveseler musallat olur zihninize onlardan uzaktayken. Ya bir komşu, akraba çocuğu ödevini araştırmak için gelir ve darmadağın ederse kitaplarınızı ya da kitap kurdu bir arkadaşınız, yokluğunuzu fırsat bilir türlü bahanelerle dalar kitaplığınızın içine ve kimden alındığı meçhul, o meşhur kitap çalma fetvası ile birkaç kitabınızı kitaplığına taşımaya kalkışırsa…

Sizden başka kimsenin uğramasını istemediğiniz uzak ormanlarda kurulu bir mabet gibidir kitaplığınızın bulunduğu oda.

Kitaplarınızdan uzakta geçen her vakit nerede olursa olsun sizin için sürgüne döner de söyleyemezsiniz kimselere derdinizi.

Bir de mecburi ayrılıklar vardır, taşınmalar, tayinler arasında yaşanan… Çok kitabınız varsa ihtimal kiracısınızdır ve memur olma ihtimaliniz de yüksektir. Kahırla bakarsınız kitaplarınızın kolilerine… Hiçbir eşyanın çokluğu göze batmaz da; bu ne kadar kitap der, her diyen… Oysa onları başkalarına da taşıtmazsınız, yalnızca siz taşırsınız itina ile…

Her televizyonun, bilgisayarın, buzdolabının hasılı her eşyanın yeri vardır ve bellidir de en son kitapların yeri düşünülür yeni taşınılan evlerde.

Günlerce ışığı görmeden, bakışları bakışlarınıza değmeden, hatta nefes almadan öylece kalırlar karanlık kolilerde. Arada kalp atışlarını dinlemek için yanaşsanız kitap kolilerinin yanına utanır, mahcup olur uzaklaşırsınız.

Kimi bir kolinin kenarından uzatır başını, kimi daha taşınırken isyan etmiştir haline ve düşüvermiştir bir yerlere. Yaşlı ve sağlığı iyi olmayanlar iyiden iyiye hüzne bürünür böyle demlerde ve her göçten bir iz mutlaka kalır kitaplarınızın kalbinde.

***

Göğe açılan pencereler, denize açılan kapılar gibidir kapakları kitapların.

Umut da o kapının ardındadır, umutsuzluk da. Bir yüzünde ölümsüzlüğü bir yüzünde faniliği, faniliğinizi okursunuz onların.

Ölüm kapınızda kişner bir at olduğunda onca kitabın nic’olur ahvali, diye kara kara düşünürsünüz. Ya evlad ü iyal kitaplara ilgi duymaz, onların kadrini bilmezse… Sahaflardan aldığınız isme imzalı kitaplar boynunu büker gelir gözünüzün önüne, sonra sizin isminize imzalı kitapların ilk sayfaları… İşe giden babaların ardından bakan çocukların buğulu gözleri gibidir her birin bakışları.  Başınızı çevirip göz göze gelemezsiniz. Ölüm iki kere acı olur, bir şeyler düğümlenir ve kalır boğazınızda. Gözyaşı; bir çift mısra olur konar gönül pencerenize:                 

“Ya kitaplarım, ya şiir defterim?

Yanarım bakkal eline düşerse."

(Cahit Sıtkı Tarancı)

Belki de her kitabın iki kalbi vardır ve biri yalnız sahibi için çırpınır kapağının altında.

***

Kiminin yüzü buruş buruş, kiminin daracık raflarda bükülmüş beli. Yüzleri, hikâyeleri başka başka olsa da aynıdır kaderleri. Alınlarındaki kara yazıdan bihaber, hepsinin bakışlarında aynı iki kelime; oku beni


6 Ağustos 2020 Perşembe

defter

hüseyn kaya

 

Sayfaları nasıl doldurulmuş olursa olsun, her defter iki kapak arasına gizlenmiş bir dünyadır ve bitirilmiş bir defterin kapağını aralamak çoğu zaman yaşadığımız dünyadan farklı zamanlara, mekânlara doğru çıkılacak bir yolculuğa ilk adımı atmak gibidir. Sayfaları arasında bambaşka hayatların kokusunu saklasalar da kalemin sırtlarına yüklediği onca yüke rağmen bitmiş her defterin bakışlarında aynı mutluluk gizlidir zira her defter sayfalarının karardığı kadar sahibinin kalbinde yer tuttuğunu bilir.
Tanıştıktan sonra bir daha asla yokluğunu düşünemediğimiz kadim dostlar gibidir defterler. Anlatırız, dinlerler; paylaşırız, saklarlar ve tüm sayfaları dolduğunda kâğıttan bir dünya, bir hayat; artık bize ait bir parça olarak hayatlarını devam ettirirler. Defterlerimizin, yazılarımızın biçimi; bizi, hayat tarzımı ele verir ve tıpkı diğer dostlar gibi defterlerimiz de aynamızdır sayfalar boyunca kendi yüzümüzü, kalbimizin temizliğini seyrettiğimiz.

Kimi defterler yıllar önce yaptığımız hataları yüzümüze vurmaktan yahut yaşadığımız mutlulukları tekrar yaşatmaktan gizli bir sevinç duyarlar zira yalnız bunun için var olduklarına inanırlar. Kimileri kapı arasından bakıp uzaklaşan mahcup çocuklar, dokununca solan nazenin çiçekler gibidir, sahibiyle dahi paylaşmak istemez içinden geçenleri. Kuru gül yaprakları dökülür kiminin arasından, kiminin arasında saklıdır gözyaşları. Bazıları adak ağaçları gibi rüzgarın karın solduramadığı rengarenk umutlar yeşertir sürekli sayfalarında. Sahipleri gibi onların da hastalananı, ihtiyarlayanı hatta can çekişenleri vardır. Kimi bir sandık köşesinde unutulur yıllar yılı, kimi eski eşyalar arasında karanlık çatılarda, kimi küflü bodrumlarda… Kiminin okunmaktan yıpranır sayfaları, kimi muskalar gibi saklanır yastık altlarında.

Yalnızca günlükler, hatıra yahut şiir defterleri değil; öğrencilik yıllarında çantamızda taşımak zorunda kaldığımız kimi kareli kimi çizgili, bilmem kaç formalı, ön kapağında güzel resimler arka kapağında haftalık ders programı ve çarpım tablosu bulunan okul defterlerimize dahi kendimizden bir şeyler katmışızdır farkına varmadan. Kiminin kenarlarına çiçek, desen çizmişizdir, kiminin ilk sayfalarını güzel sözlerle, mısralarla doldurmuşuzdur. İlk günler temiz çamaşırlar gibi kokan kim bilir kaç temiz deftere zamanla evimizin, sınıfımızın, çantamızın kokusu sinmiştir. Kurşun kalemlerin, karalayan silgilerin birkaç ayda ihtiyarlattığı defterlerin, üzerindeki etikette isim yazmasa dahi, kıvrılan kenarlarından, gevşeyen dikiş, zımba yerlerinden ve eksik sayfalarından bilmişizdir kime ait olduğunu.

Eğer annenizin halen üzerine titrediği bir çeyiz sandığı varsa evinizde mutlaka o sandığın kuytu bir köşesinde babanızın gençlik, askerlik yıllarında tuttuğu küçücük bir defter saklıdır, içinde Karacaoğlan, Sümmani, Emrah, türküleri bulunan. Üzerinden yıllar geçse de soğumaz o mısraların, sağa yatık iri harfli yazıların sıcaklığı. Yalnızca türküler bulunmaz elbet babaların eski defterlerinde; zira defter aklın en emin limanıdır onlar için ve bu yüzden arandığında bulunamayan, kaybolan her defter kısmi bir hafıza kaybı yaşatır sahibine. Şayet bu türden bir defter keşfettinizse evinizin tenha bir köşesinde; otuz yıl önce mevsimin ilk karının ne zaman yağdığını,  kardeşinizin, sizin tam olarak hangi gün dünyaya geldiğini, annenizin kaç gün hastanede yattığını, babaannenizin, dedenizin hangi tarihte dünyadan göçtüğünü, yürümeye başladığınız yahut ilk kez oruç tuttuğunuz günü, garip ilaç isimlerini, beş haneli telefon numaralarını, alınan verilen borçların miktarını hâsılı ailenize ait tüm sevinçleri, hüzünleri bulabilirsiniz onun sayfalarında.

Gönüle, saatlere, takvimlere sığmayan sevdalar, hasretler, acılar için birkaç sayfa yeterlidir bazen. Bir ömrün sığdığı da olur bir deftere, bir günün sığdığı da. Hayatı başka bir dünyaya, başka bir dünyayı hayata taşır durur yazılan, okunan her cümle, her sayfa.

Ha masa üzerine sayfaları açık bırakılmış yarım bir defter ha uçmaktan yorgun düşen kanatlarını iki yana yaymış beyaz bir güvercin; ikisi de umut, sevda, hasret taşır kanatlarında. İkisinin de kanatları başka iklimlerin, uzak diyarların, zamanların kokusunu taşımaktan bitkin düşmüştür.

Bazı boş defterlerin sayfalarında dolaşmak ayak değmemiş bir adayı uzaktan seyretmek gibi huzur verir. Aydınlık gökyüzüne, kış günü vurmuş karlı dağlara benzer onların yüzü. Yıllarca boş kalır sayfaları ne yazacağınıza bir türlü karar veremezsiniz bu tür defterlere. Mürekkep tedirgindir, kalem sayfaları incitmekten çekinir yazmaya başladığınızda.

Dosta, arkadaşa verilecek en anlamlı hediyedir çoğu zaman boş bir defter.
Her kitap şüphesiz başlangıçta yalnızca boş bir defterden ibarettir. Boş sayfalar; yeni kapılar gibi açılır ebediyete ve kendisini yazanı, kanatlı masal atlarıyla bazen hayal denizinin kıyılarında koşturur bazen düşünce ırmağının akıntısında sürükler.
Eksik yanımızı, insan yanımızı, unutan, hatırlamak isteyen yanımızı defterlerle yamar, tamamlarız. Zihnimizin kalabalığını ya da gönlümüzün aydınlığını ancak sayfalar, defterler taşır. Bu ağırlık yüzündendir buruşan, yıpranan sayfaları defterlerin.
Dünyanın bittiği yerde bekler bizi defterlerin sayfaları.  Bütün yolların duvar diplerinde, uçurumlarda düğümlendiği yerde tüm aşina yüzlerin, zamanın ve mekânın dışına kalem anahtarıyla açılan efsunlu bir kapıdır o.

Yazdığımız hayat verdiğimiz, ruh üflediğimiz sayfalar kadar arzularız sonsuzluğu. Yalnızca defteriyle söyleşenler fark eder gökyüzünün yıldızdan kelimelerle bezenmiş, yeryüzünün çiçekten kelimelerle süslenmiş bir defter olduğunu.

Her defterin bir ömrü olduğu gibi her ömrün de bir defteri vardır ve yürüdükçe sayfalarını silinmez yazılarla doldururuz bu defterin. Aldığımız nefes kadar satır, yaşadığımız yıl kadar sayfa bırakırız ardımızda. Kimi; defterinin kenarına süsler çizer, resimler yapar, kimi; kuş yapar uçurur tertemiz sayfaları. Bazıları her sayfaya bir mektup yazar ve esen rüzgârlarla gönderir zamanın mekânın uzağına, bazıları; önündeki sayfadan sürekli gemiler yapar,  yüzdürür hayal denizinde. Yazarken farkında olmasak da yanlış kelimelerin, karalanmış satırların, kaybedilmiş sayfaların telafisi mümkün değildir zira temize çekilmez ömür defteri.

semerkand dergisi, temmuz 2011, sayı: 151


28 Temmuz 2020 Salı

rüzgara söylenen türkü

hüseyin kaya

İçimde oralı bir bülbül vardır

(Rıza Tevfik)

Eğer uzaklardaysanız ondan, adını her duyuşunuzda bir bıçak yürür yüreğinizin üstünde usulca. Kızgın bir gün geçer açık yaralarınızın üstünden ya da bir yayla rüzgârı değmeye başlar bağrınıza usul usul. Önce bir bulut kaynar içinizde, ardından gurbet ufuklarında yükselir başı pare pare dumanlı dağlar  Türküler dolanır da dilinize hiçbiri kendisini söyletmez her gayda, her kelime alevden bir yumak olur oturur gırtlağınız üstüne. Gözünüzde tekrar tekrar canlanır o ayrılık sahnesi… Vakit ihtimal akşamdır ve yine ihtimal; mevsimlerden sonbahardır. Ardınızdan baktığını sandığınız bir çift buğulu göz, istasyonda kalabalık arasından size sallandığını zannettiğiniz yorgun bir el ya da ana babasının yanında başını doğrultup da helaline bakamayan mahcup bir gelin yüzü gibi yerleşir kalır aklınızın, yüreğinizin bir kenarına o veda günü ve hiçbir vuslat kabuk bağlatmaz daha, açılan bu ilk yaraya.

Etinizin kemiğinizin ve ruhunuzun hamuru onunla mayalanmış gibidir. Ondan başkasını bulamazsınız kendinize yakışan. Ondan kaçış, onu unutuş yoktur… Nereye giderseniz gidin içinizde götürürsünüz onu da. Karanlıkta bile yanınızda yürüyen bir gölgedir unutturmaz kendini. Kim, kimin için ne zaman yakmış olursa olsun bütün türkülere ondan sinmiş bir şeyler vardır.

Göğsünüzün orta yerinde kimin koyduğunu bilmediğiniz bir avuç toprak sanki hep geldiği yere doğru dökülmek, rüzgârlarla o tarafa savrulmak ister ve yağmur çağırır durmadan çaresizliğine.

Hasret, en çok onadır. Gurbet, ondan uzak kalmaktır.

Gün geçer, ömür geçer; dönersiniz bir gün bıraktığınızı sandığınız yere. Dönersiniz yüzünde göz izini göreceğinizi bilmeden, düşünmeden. Ne siz bırakıp gidensinizdir ne de o öylece orada kalandır aslında. Dönüp de görmemek dedikleri,  biraz da bu olsa gerektir.

***

Eğer uzakta değilseniz ve hiç uzak kalmamışsanız ondan, bir zalim zülf-i leyla gibi çoktan bağlamıştır yollarınızı, bahtınızı. Kalmışsınızdır çaresiz, ağır aksak bir türkünün ortasında. Ya baba ocağını tüttürme endişesi, ya albümlerde sararmaya durmuş bir kaç aydınlık hatıra ve nihayetinde viran olası hanede evlad ü iyal yüzünden aklınızın ucundan bile geçmez bırakıp da onu gitmek.

Nasıl ve ne zaman bu denli ona bağlandığınızı anlamanız mümkün değildir. Ondan başka yâr, ondan başka diyar olduğunu düşünemezsiniz. O, her halinizi bilir ve kendisini sevene her zaman gurbetten daha zalimdir. Tıpkı mevsimler, aylar günler gibi öğretir size caddelerini, sokaklarını, önünden geçtiğiniz bahçe kapılarını. Farkında olmadan bütün nakışlarını, renklerini ezberlediğiniz bir küçük namaz kilimi gibi ezberletmiştir size tüm renklerini.

Bahar gelir, cemre düşer, kapınızdaki akasyanın ne zaman çiçek açacağını, madımağın, yemliğin ne zaman çıkacağını, iğde kokularının yolları ne zaman saracağını bilirsiniz. Güz gelir, yapraklar savrulur ilk karın ne zaman düşeceğini bilirsiniz. Hangi tren kaçta gelir istasyona ezberlersiniz ve ezberlersiniz bu şehirdeki bütün yolların sonu niçin hayal denizlerine, umutsuzluk rıhtımlarına çıkar.

Bayramlar bayramlara karışır, düğünler düğünlere. Çocuklar geçer yanınızdan şarkılar söyleyerek, oyunlar oynayarak.  Siz farkına varmadan, sessiz sedasız çocukluğunuz da yanınızdan savuşur gider ve karışır kalabalıklara. İlkin çocukluğunuz yiter adı bile değişen sokaklarda sonra erken inen bir kış akşamı gibi usul usul karanlıkta kalır, sizi yolcu eder gençliğiniz.

Hatıralarınız, unuttuklarınız, alışkanlıklarınız, alışamadıklarınız hâsılı ömrünüz cami bahçelerinde ihtiyar çınarların kökleri gibi her mevsim biraz daha fazla uzar ayaklarınız altından yaşadığınız şehrin derinliklerine. Gölgeniz uzayıp yapraklarınızı, dallarınızı rüzgâr dövdükçe köklerinize bakarsınız. Başınızda dönen şamatacı kuşların kanatlarıyla tutunursunuz hayata.

Bir gün gitmek zorunda kaldığınızda, ayrıldığınızı sansanız, sansalar da doğduğunuz şehirde her bahar yeşeren ve gövdesinin yokluğunu hisseden kökleriniz öylece kalır.

Bu şehirde yaşıyor ve yaşlanıyorsanız; ağır, içli bir türküdür ömrünüz neye ve niçin yakıldığını asla hatırlayamadığınız, söylenir ve biter…


27 Temmuz 2020 Pazartesi

bozkırda kuruyan ırmak

hüseyn kaya

 

Kulağınıza adınızdan sonra ninniler, türküler okunduysa, türkülerle büyüdüyseniz ve türkülere tutunarak geçiyorsanız dünyadan, bazen ilk kez duyduğunuz bazen de defalarca kulağınıza değen ama ilk kez gönlünüze işleyen, sözleriyle, ezgisiyle sizi büyüleyen türküler vardır. Gündelik hayatın orta yerinde, bazen umulmadık kalabalıkların içinde çaresiz yakalanırsınız, alır götürür sizi uzak diyarlara, bilinmeyen zamanlara… Nedenini, niçinini düşünmenize fırsat bırakmadan doğrudan damarlarınıza karışır ve işgal eder yüreğinizde bir yerleri.

Önce o türkünün ait olduğu yöreye, şehre bir sıcaklık duyarsınız Çocuğunuzun ödevine yardımcı olmak için açtığınız bir atlasta farkında olmadan gözleriniz kayar haritadaki yerine o şehrin ya da bir tren yolculuğunda istasyonundan geçiyorsanız o şehrin içinize tuhaf hisler dolar, kulağınızda türküleri uğuldar… Zamanla o yörenin insanlarını seversiniz uzaktan… Başka başka türküler çağırır o ilk türkü, siz farkına varmadan gönül kalenize.

Aynı şeyleri yaşamış, düşünmüş hissetmiş olmak kardeş kılar sizinle hiç tanımadığınız kimseleri bile. Ayrılığın, acının, hasretin, vefanın ve yoksulluğun da eskilerin dert ortağı dedikleri türden kardeşliği, akrabalığı, dostluğu vardır.

Tarifi ya da aklî izahı pek de mümkün olmayan bir yakınlık böyle böyle büyür durur içinizde yıllar yılı.

Hepsi hepsi bir, bilemediniz birkaç türküdür size bunları yapan.

Yalnız türküler mi? Şiirler, kitaplar, filmler de bazen birdenbire depremler, gelgitler yaşatır içinizde; bakmayı, görmeyi gökyüzünün başka renklerini yenibaştan öğretir size.

Bir mısranın peşinden kaç şairin ağına yakalanmış ve yıllar yılı öylece kalmışsınızdır ya da bir filmden çıkarken kaç kez başka bir şehre hatta dünyaya açılmıştır sinemanın kapıları saymak ne mümkün.

Bir de ya bir dostun ittiği ya da henüz vaktinizin dar olmadığı yıllarda bir sahaf rafından içine düştüğünüz habire sizi girdabına çeken kitaplar vardır ki çoğunun etkisi geçip de ayıldığınızda aydınlık kıyılarda bulursunuz kendinizi.

Türküler, şiirler, filmler, kitaplar... Hepsi birer kapıdır içimizden uzaklara, uzaklardan içimize açılır. Yaşadığımız dünyada fakiri olduğumuz ve başka zamanlarda, mekânlarda bulduğumuz pek çok şeyi o dünyadan kelimelerle taşırız kendi âlemimize. İrlandalı şair James Clarence Mangan’a Türk coğrafyasını hiç görmediği ve Türklerle hiçbir kan bağı olmadığı halde Türkçe şiirler yazdıran ancak bu türden bir muhabbet, dostluk olsa gerektir. Yine Goethe’nin sırf Hafız divanını Hafız’ın dilinden okumak için Farsça öğrenmesi ve ardından bir divan tertip etmesi ya da yüzyıllarca bizim şairlerimizin aruzun baş döndüren ritminde kendilerini bularak Arapça Farsça gazeller, mesneviler, kasideler yazıp, divanlar tertip etmeleri yine aynı benzer kapılardan kurulan bir tanışıklıktan başka nasıl izah edilebilir.

 

Kapıların Ötesi

Cengiz Aytmatov’un abartısız her bir eseri okuruna bu türden kapılar aralar ve bambaşka dünyalar, mekânlar, insanlar resmeder zihinlere. Sözde toplumsal kaygılarla kaleme alınan; insanı, insanımızı anlattığı rivayet edilen nice eserin kahramanı, Aytmatov’un kahramanları yanında yabancı ve öteki kalır çoğu zaman. Yüzündeki kırışıktan, kalbindeki nasıra kadar bizdendir onun kahramanları. Tolongay, Ceyengül, Cemile, Asel, Çopur Nine… Ya bir Yemen, Sarıkamış hikâyesinden ya da anlatılırken her seferinde başın öne eğilip gözlerin saklanmaya çalışıldığı, yoksulluk ve sevdanın aynı kederle yâd edildiği köy hatıralarından tanırız hepsini de, isimleri başkadır yalnızca. Kabuk bağlamayan, sızısı ansızın tutan yaraların aşinalığıdır bu biraz da.

***

Hep dinlediğiniz; ama yazılmamış hayatlara, memleket hikâyelerine, gurbet hikâyelerine, destanlara, efsanelere yeniden can üfler kalemiyle Aytmatov. Ömer Seyfeddin’de, Refik Halid’de yarım kalan ne varsa sanki tamamlanır onun yazdıklarıyla. Kâh sizi alır götürür Isıkgöl’ün kıyılarına, Sarı Özek bozkırına kâh Tiyenşan, Karavul dağlarını size getirir…

Mevsim kışsa, her şeyin beyazın sessizliğine, durgunluğuna teslim olduğu uzun ve soğuk gecelerde zaman zaman üşütür içinizi Akbar’ın Taşçaynar’ın rüzgârlarla kapınıza gelen ulumaları. Uçsuz bucaksız bir bozkır düşünde Gülsarı’nın toynakları gezer kalbiniz üzerinde ve yaşadığınız şehirde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya yüreğinizi çize çize gidip gelir, istasyon insanlarının her birinin yüzünden ayrı bir kaderi okursunuz. Hüzünle vuran hasta bir kalbin sesi gibi satırlar boyu tren sesleri kulağınıza gelir gider…

Bazen yıllar önce görülmüş bir rüyayı yeniden hatırlar bazen de çocukluğun, gençliğin ve yoksulluğun hüzünlü ırmağına kendinizi yeniden bırakırsınız çevirdiğiniz sayfalar boyunca. Efsanelerin, destanların büyülü dünyası, içinizdeki çocuğu önce uyandırır, ardından efsunlu libaslarla sarıp sarmalar. Vakitsiz çıktığınız bir yolculukta tren camına başınızı dayamışsınız gibi yanınızdan ırmaklar, dağlar, köyler, kasabalar, istasyonlar, insanlar ve zaman akıp gider.

Aytmatov’un eserlerini okumak da bir türküye ansızın tutulmak gibidir çoğu zaman. Okuduğunuz ilk eseri hangisi olursa olsun ilerde benliğinizi saracak, damarlarınıza karışıp gönlünüzü fethedecek ve ardından başka başka Aytmatov kitaplarına sizi taşıyacak bir öncüdür o. Tıpkı Tolstoy’un, Hugo’nun, Dostoyevski’nin kahramanları gibi, onun kahramanları da geride bıraktığınız her kitabının ardından, zihninizde içinizde bir yerlerde yaşamaya, umulmadık mekânlarda karşınıza çıkmaya başlar. Dünyaya, eşyaya, etrafınıza bakınırken zaman zaman onun gibi, onun kahramanları gibi düşünmekten kendinizi alamazsınız. Onun romanlarında, hikâyelerinde coğrafya ve insan farkı gözetmeksizin doğrudan kalbe inen, klasiklerle aynı köklerden beslenen bir iksir her zaman vardır.

Küçük Prens’in büyük yazarı Exupery, güzelliğin parçalanarak değil de, ancak onun bütününe dâhil olunarak anlaşılabileceğini söyler ve ilave eder: Bir kadının güzelliğini anlamaya çalışmak için onu parçalara ayıranlar onun yüzündeki tebessümü asla göremezler. Aytmatov’un sayfalarını araladığım her hikâyesi, romanı o tebessümlü yüz ile karşıladı beni daima. Bunu yıllar önce, binbir heyecan ve hevesle başladığım; Aytmatov’un Eserlerinde Rejim İnsan Münasebetleri konulu bitirme tezimi yarıda bırakmak zorunda kaldığımda anladım. Belki Aytmatov’a dair bir eser vücuda getiremedim; ama onun eserlerinin kadere, acıya, sevdaya ve umuda bulanmış tebessümü hiç silinmedi zihnimden. Galiba silinmeyecek de…


25 Temmuz 2020 Cumartesi

hatıra defterimde nevruz çiçeği

hüseyn kaya

Şimdilerde rastlayıversem bir yerlerde tanıyabilir miyim onu bilmiyorum zira çocukluğumda sadece birkaç kez görebildiğim nazenin yüzünü ancak hayal meyal hatırlıyorum.

Onun misafir olduğu kerpiçten evlerin küçücük pencerelerinden güneş başka türlü selamlar içeridekileri ve gökyüzünün maviliği başka türlü görünürdü. Yaşamaya, dünyaya ve ümide dair adı konulamamış çok şey vardı onun gelişinde. Onun görünüşüyle birlikte tüm kederler unutulur, yeni bir güne başlamanın sevinci aydınlatır, yumuşatırdı ayazın kavurduğu esmer yüzleri. Kuşlar onu görmeden dillenmez, tüm çiçekler önce onu beklerdi açmak için.

Bir çobanın azık bohçasında, bir çocuğun üşümüş küçücük parmakları arasında, bazen de bayırlarda gençliğini arayan yalnız bir ihtiyarın buruşuk ellerinde muştularla getirilirdi köye. Onun bulunuşu, getirilişi tüm işleri yarıda bıraktıran bir haberdi.

Papatya, gül, nergis, çiğdem, zambak… Hepsinin bir türküsü, şarkısı, şiiri vardır da nevruz en unutulmuşudur çiçekler arasında. İnsanların vefasızlığına rağmen yine de küsmez nevruz ve her bahar açar sessizce ıssız yamaçlarda. Bilir ki, o yüzünü güne dönmeden bahar gelmez, ibibikler ötmez, yeryüzü yeşermez. Tüm çiçeklerin rengi önce onun yapraklarında selamlar dünyayı.

***

Nevruz gülü kar çiçeği çıkanda

Ağ bulutlar köyneklerin sıkanda

(Şehriyar)

Anadolu’nun pek çok köyünde olduğu gibi çocukluğumun geçtiği köyde de nevruz günü, takvimlerin işaret ettiği, beklenilen bir gün olmaktan öte nevruz çiçeğinin bayırda görüldüğü gün olarak bilinirdi ve yaşlılar nevruzun çıkıp çıkmadığını havanın durumundan anlarlardı. Nevruz gününün merasimi ve karşılanışı umumi bir şenlik olmadan öte her evin kendi imkânlarıyla gerçekleştirdiği mütevazı ve sakin bir kutlamadan ibaretti.

Niçin olduğu bilinmezdi; ama nevruz gününün habercisi nevruz; mübarek, hürmet edilesi bir çiçekti bu yüzden olsa gerek çoğunlukla sultan nevruz diye bahsedilirdi ondan. Onu bulup getiren kişi, etrafına çocukları toplar ve meraklı gözler önünde, nevruzlar kuzulatılırdı. Nevruz gövdeye yakın yerinden başparmakla işaret parmağı arasında yüzükoyun bir biçimde çevrilir bu esnada kuzula kuzunu yiyim / dere tepe düzünü yiyim diye başlayan tekerlemeler söylenir, bu sözler ta ki nevruzun içindeki küçük nevruz düşünceye kadar tekrarlanırdı. Küçücük zihinlerimizle, ilk seferinde nevruzun içinden düşen bu minik nevruzun nereden düştüğünü kavrayamaz ve onu büyülü bir çiçeği seyreder gibi seyrederdik. Küçük nevruz yaprağının yere düşüş şekline göre o yılki küçükbaş hayvanların erkeğinin mi dişisinin mi çok olacağı hakkında tahminler yürütürdü nevruzu kuzulatan kişi. Şayet evde bebek bekleyen bir gelin varsa bu tahminlerden elbette o da nasibini alırdı. Büyükler, bilhassa yaşlılar bu oyunu oynarken öyle sevecen ve çocukça bir tavır takınırlardı ki kış boyu seyretmek zorunda kaldığımız asık ve kavruk suratlar birdenbire değişir berraklaşırdı.

Nevruz günü, belki de adı konulmamış bu bayram sevinci yüzünden en çok çocukların üzerine düşülür, büyüklerimiz o gün bir başka severlerdi bizi. Nevruz kuzulatmayla başlayan oyun o gün, gaz lambalarının loş aydınlığında gece yarılarına kadar sürerdi. Nevruz günü çocuklar da büyükler gibi adamdan sayılır ya da büyükler de çocuklarla çocuk olurlardı.

Diğer evlerde durum nasıldı bilmiyorum ancak bizim evde nevruz yemeği hazırlamak adettendi. Nevruz yemeğine dışarıdan birileri davet edilmez,  hane halkı kendisi için hazırlardı bu yemeği. Evde, eli ayağı tutan büyük küçük herkese bir vazife verilirdi bu yemeğin hazırlığı esnasında. Tandır yakmadan tutun, çay için tatlı su getirmeye kadar kişi sayısınca vazife çıkarılır ve verilen vazifeler büyük bir keyifle yerine getirilirdi. Süzme bulgur pilavı, patates mıhlaması, hoşaf, sini bağlaması düğün ve bayramlar dışında ancak nevruz yemeğinde bir arada bulunurdu.

Nevruzun ertesi günü yeni bir yıla başlar gibi başlanırdı işe güce. Nevruzdan önce bilhassa, biraz da baharı göremeden dünyadan göçme endişesi taşıyan aceleci ihtiyarlarca tekrarlanan bu yıl da yaz gelir mi acep, şeklindeki ifadeler nevruz günün ertesinde unutulur ve artık yazın geleceğine kimsenin şüphesi kalmazdı.

***

Nevruz der ki ben nazlıyım

Sarp kayalarda gizliyim

(Aşık Veysel)

Nevruz gününden sonra bulunan nevruz çiçekleri de ilk görülenle aynı itibarı, saygıyı görür, bazen genç kızların saçları arasında süs olur bazen çocuklar tarafından toplanıp köy öğretmenine uzatılırdı mahcup bakışlarla. Zaten nevruz çiçeğinden az bir zaman sonra, kısa bir süre toprağı süsleyip ardından kayboluveren çiğdem boy verirdi bayırlarda. Ki köylerde görev yapmış her öğretmenin kitaplarından birisinin arasında eli ayağı çamur içinde, yüzleri al al çocukların armağanı, kurumuş bir nevruz çiçeği ya da çiğdem mutlaka vardır.

Şehre taşındıktan sonra hiç nevruz yemeği yenmedi evimizde yalnızca eski nevruz günleri zikredildi arada bir.

Şimdilerde bir yerlerde rastlayıversem ona, hatıraların ve hatıra defterimin arasından seçip de yüzünü, tanıyabilir miyim onu, bilmiyorum.


24 Temmuz 2020 Cuma

ya "eskici" yazılmasaydı?

hüseyn kaya


Şehrin çarşısını tek başıma ilk kez dolaşabilme rüştüne eriştiğimde neredeyse lise çağıma gelmiştim. O vakte kadar okul dışında yolunu bildiğim, benim yaşımda çocukları olan birkaç akraba evinden başka bir mekân ya da muhit yoktu. Zevk alarak ve usanıncaya kadar oynadığım bir oyun ve oyun arkadaşım da olmadı. Renkleninceye kadar televizyonun bir türlü ulaşamadığı daracık evimizde beni yalnızlığımdan uzaklaştıran, farklı âlemleri dolaştırmaya yeten tek şey yazarı tutmadığı için ablalarımın veya akraba çocuklarının elinde yakılmaktan son anda kurtardığım Türkçe ders kitapları oldu. Okumak adına kötü bir başlangıç yaptığımı o zaman değilse bile, şimdi fark ediyorum. O zamanlar -şimdilerde olduğu gibi- her sınıfta bir sınıf kitaplığı vardı, ancak bu kitapların çoğu, her sınıfta, hilafsız aynı manzarayı sergiliyordu: Kapağı eğreti naylon ciltlerle hatta gazete kâğıtlarıyla kaplanmış,  kimisi çiğ iplik de dediğimiz kaba yorgan ipleriyle sırtından çok ortasına yakın yerlerden hoyratça dikilmiş yorgun kitaplar. Bunlar bir yana, beni bu cins kitaplardan uzak tutan asıl nedenlerden belki de en mühimi, sanki kanunmuş gibi her sene hep şımarık ve ukala kızların kitaplık koluna özellikle seçiliyor olmasıydı.

Bana ya trafik düşüyordu ya Kızılay kolu.

İşte tüm bu bahanelerle pek de uzun sürmeyen çocukluğum boyunca yalnızca elime geçirdiğim Türkçe ders kitaplarında hikâyeler, şiirler aradım kendime. Dede Korkut hikâyelerini, Oğuz Kağan ve Ergenekon destanlarını özetlerle de olsa önce bu kitaplarından okudum.  Metinlerin hemen üzerinde ya da yanında ustaca çizilmiş resimler, adeta farklı bir âleme dalmam için açılmış küçücük kapılar gibiydi.

Dalar giderdim.

 

Küçük Hikâyelerle Büyüyen Kalbim

Küçücük kalbimin ritmini değiştiren, genzimde karıncalanmalar uyandıran, o zamanlar heveslendiğim işin ciddi bir meziyet olduğunu fark ettiren ilk hikâyelerdendir Refik Halid’in Eskici’si. Küçük Hasan’ın hikâyesini dönüp dolaşıp, misafir odasının kuytuluğuna çekilip kaç kere okuduğumu hatırlayamıyorum. Galiba Hasan’ın yalnızlığı ile benim aramda, anlatılması ne o zaman ne de şimdilerde pek mümkün olmayan bir benzerlik sezmiştim. Ders kitaplarındaki arayışım fazla uzun sürmedi; zira kitapların yazarları tutmasa da, kitaplara seçilen metinlerin çoğu aynıydı.

Ortaokul üçüncü sınıf… Ders Türkçe ve sıra Eskici hikâyesinde. Zaten neredeyse ezberden bildiğim bu hikâyeyi okuma zevkini kimselere bırakmak niyetinde değildim. Öğretmenimiz ısrarlı parmak kaldırışıma dayanamayıp, hikâyeyi okuma şerefini bana verdi. Medenî cesaretimizin artması ve kalabalık karşısında heyecanlanmamayı öğrenmemiz için şiirler, hikâyeler hep tahta önünde okutuluyordu.

Tahtaya kalktım, başlarda durum gayet iyi gidiyordu ama aklım hep o son sahnede. Yavaş yavaş ses rengimin değişmeye başladığını hissediyordum. Engellemek ne mümkün? Kendimi daha fazla tutamadım. “ağlama diyorum ağlama…” cümlesini okurken çözüldüm. Sebebini kimse anlamadı. İşin tuhafı ben de anlamadım.

Mahcubiyetimden bir sene boyunca Türkçe dersinde metin okumak için parmak kaldıramadım.

Bir gün bulur elbet arayan derdine derman

(Keçecizade İzzet Molla)

Lisede dünyanın en bahtiyar öğrencisi bendim galiba. Kader nihayet bana da tebessüm etmiş, değil kitaplık kolunu, bu kolun başkanlığıyla beraber okul kitaplığının anahtarına da sahip olma ayrıcalığını lütfetmişti. Kütüphane memurumuz olmadığı için üç yıl boyunca kendimce derebeylik sürdüm kitaplar ülkesinde. Elbette önce, tanıdığım isimlerin kapısını çalarak işe başladım. Ders kitaplarından aşinası olduğum isimlerden başlamak mantıklıydı. İlk sene; Ömer Seyfettin, Reşat Nuri gibi isimlerin yanı sıra, büyük bir heyecanla Refik Halid kitaplarının bir kısmını elden geçirdim. Belki de aşinalığın verdiği muhabbet sebebiyle başladığım gün bitirdim Gurbet Hikâyeleri’ni, Gözyaşı, Testi, Zincir, Yara hikâyelerini, kitap bittikten sonra bir kez daha dönüp okuduğum dün gibi hatırımda. Gurbet Hikâyeleri’nin hemen ardından; Memleket Hikayeleri, Bu Bizim Hayatımız, Dört Yapraklı Yonca ve Karlı Dağdaki Ateş... Bu Bizim Hayatımız’ın; Mazlum Sami Efendisi ve Müşfik Beyi, Karlı Dağdaki Ateş’in; Ulvi, Binnur ve Yusuf’u aradan geçen onca seneye rağmen halen zihnimin bir kenarında yaşamaya devam ediyorlar.

Sürgün, en çok okumak istediğim; ama en son okuduğum romanı oldu Refik Halid’in.

Yazdıklarının beni onca etkileyişine rağmen Refik Halid’in ismine değil de eserlerine hayranlık duyduğumu şimdi fark edebiliyorum. Galiba bunu, yazarken takındığı tavır ve üslup ile kasıtlı olarak yapıyordu, ama ben o zamanlar dil ve üslup hususunda düşünmüyor, düşünemiyordum. Efsunlu kelimelere,  telkin mahiyetindeki cümlelere çoktan teslim olmuştum.

Hangi yazar nereye isterse alıp götürüyordu kaygısız başımı.

Lisedeki ders kitaplarımızdan birinde de vardı Eskici hikâyesi; ama o hatayı bir daha yapmak niyetinde değildim. Sustum, dinledim: “Hikâyeyi kim özetlemek istiyor?”, “Okuduğumuzu anladık mı?”,  “Yaşlı eskicinin niye ağladığını, niye birkaç yılda bir aynı hikâye ile karşılaştığımızı anladık mı?”…

Bende mânidar bir sükût...

Ne bende aşk ne sende cemal kalmıştır

(Necatî)

Edebiyat fakültesine adım attığımda, geride her öğleden sonrası kütüphanede geçirilmiş üç sene bırakmış bir çaylak kadar kıdemim vardı. Az değil.

Fakültede farklı şeyler oldu; yazarın hayatıyla eserleri arasında bir münasebet kurmak, yaşadığı devri ve o devir içinde temsil ettiği yeri tespit etmek, yazarın kullandığı teknikler hususunda yorumlar yapmak türünden bir sürü tuhaf mevzuu ile beraber düşünür oldum okuduğum, okutulduğum yazarları. Refik Halid’in de içinde bulunduğu dönemi işlerken kendimi farklı şeylerin merakında yürürken gördüm. Niye “Gurbet Hikâyeleri, Memleket Hikâyeleri” diye düşünüyordum hikayeleri bir kenara bırakıp; Yüzellilikler kimlerdi ve dertleri neydi?  İlk defa ders kitabı sayılabilecek bir kitapta; Mehmet Kaplan’ın Hikaye Tahlilleri’nde Refik Halid’e yer verilmesine rağmen, Eskici’nin yokluğu beni hayli şaşırtmıştı. Onun yerine Şeftali Bahçeleri isimli hikâye tahlil edilmişti. Nice sonra yeniden elime aldığım her Refik Halid kitabında, kitabı okumadan önce Refik Halid Karay ismine takılır oldu gözlerim. Ders kitaplarıyla, ders kitaplarından bir isimle ömrüme açılan bir dünya, şimdilerde yerinde kocaman bir boşluk bırakarak uzaklaşıyor, kararıyordu.

Fakülteyi bitirirken hazırladığım bitirme tezi; bir zamanlar Refik Halid’in de yazarı olduğu Peyam-ı Sabah gazetesinin edebiyat eki, Peyam-ı Edebî üzerineydi. Halid Fahri derginin bir sayısında “Tenkid” başlığı altında Memleket Hikâyeleri’nden bahseden bir makale neşretmişti. Kitabın yeni yayımlandığı yıllarda, Memleket Hikâyeleri’nin fevkalade üslubunu, gerçekçiliği ve tasvirlerin olağanüstü renkliliğini, konuların milliliğini anlatıyordu coşku ve övgü ile.

Memleket Hikâyeleri’ni tekrar okudum, sıkıcı ve kekremsi dedikleri türden bir tadı vardı bu kez.

İtiraf etmeliyim; üç beş yıl edebiyat fakültesinde edindiğim -veya edindirilen!- gözlüklerle bakmaya çalıştım dünyaya; -yaşlılar “tutmadı” derler ya hani- uymadı gözlerime bir türlü. Bir hikayeyi dinlemek, okumak, ona dahil olmak, kahramanlarıyla beraber heyecanlanmak daha fıtri, daha samimi olsa gerek.

Elbette işin ehli de naehli de bilir, bin safsatanın bir mısra-ı bercesteye değmediğini.

İyi ki ders kitaplarının yazarları tutmasa da, seçilmiş metinleri hep aynı. Şimdi ne zaman bir kitapta Eskici hikâyesini görsem, eski bir tanıdığa rastlamış gibi oluyorum. Kitap okumak için kuytuca bir misafir odası arayan bir çocuk belirip belirip kayboluyor hayalimde. Fakat ne hikmettir bilemiyorum, hikâye ilerledikçe yaşlı eskici artık eski dostum Hasan’dan daha çok yer tutuyor zihnimde ve bana daha yakın duruyor.  

Klasik dedikleri şey galiba böyle böyle oluyor...

İnsana büyüdüğünü, dahası yaşlandığını kitapların, hikaye kahramanlarının da fısıldıyor olması hem acı hem de tuhaf bir duygu. Sevdiğimiz kitaplar ve onların kahramanları kadar dahi kalıcı değiliz dünya üzerinde. 

Demler O Demler İdi,  Zaman O Zaman İdi

(Fâsih)

Geçenlerde “Gözyaşı”nı okudum gençlere… Ağlamak istesem de bilmem ki neden, gözlerimden yaş gelmiyor, cümlesiyle bitiyor hikâye… Benim de gözlerimden yaş gelmiyor. Düşünüyorum da iyi ki Gözyaşı’nı almamışlar o zamanki ders kitaplarımıza…

 


23 Temmuz 2020 Perşembe

"havada kar sesi var"

hüseyn kaya

Boşunadır ilkokul sınıflarımızın duvarlarını süsleyen mevsim şeritleri. Boşunadır her tahtaya kaldırıldığımızda dört mevsimi peş peşe ezberden sıralamamız, sırf bu yüzden aferinler almamız.

Ömrümüz boyunca dönüp dolaşıp heceleyerek okuduğumuz ve asla ezberleyemediğimiz dört kelimeden ibaret kısa bir cümledir aslında çocukluğumuzdan beri bize öğretilmeye çalışılan dört mevsim. Bu kısa cümlenin içinde yaşarız tekrar tekrar yalnızlıkları, hastalıkları, ayrılıkları, kavuşmaları… Kimimiz baharlar yeşertir içinde yıllar yılı, kimimiz bir ömür sonbahar rüzgârlarında selvi yaprağı. Kimimizin tebessümünde yaz aydınlığı, kimimizin daima karlıdır gönül dağları. Hâsılı okusak da hecelesek de mevsimler, içimizde bıraktıklarıyla bulur manasını.

***

Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş

(Cenap Şehabettin)

Denizler, dağlar, çiçekler, kuşlar gibi mevsimlerin de bir dili vardır hayat telaşından uzaklaşıp, sustuğumuzda ruhumuza fısıldayan. Baharın dili çiçektir, sonbaharınki yaprak. Yaz; aydınlık şarkılar söyler kendisini dinleyene ve kış; kar diliyle söyleşir ona gönül kapılarını açanlarla.

Eğer yılın altı ayının kıştan sayıldığı bir coğrafyada yaşıyorsanız en iyi kışın dilini bilir, onunla söyleşir, onu dinler, ondan kendinizde bir şeyler bulursunuz. Kendinizi onda bulursunuz. Ruhunuzdaki aydınlık onun beyazlığından, ağır usul yürüyüşünüz onun ağır gelişinden ve gidişinden sinmiştir benliğinize.

Kardır kışın dili ve kar; çiçeklerin en çabuk solanıdır.

***

Kar da bir çiçektir yalnızca kendi mevsiminde açan. Bu yüzden kendisini görmeden önce kokusunu duyarsınız size yaklaştığında. Rüzgârdan onun selamını alır, topraktan kaç gün misafir olacağını öğrenmeye çalışırsınız.

Hava kurşuni renkte bulutlarla kapanır, vakit geceyse de etraf aydınlıktır. Her şey yavaşlar ilk kar tanesinin yeryüzüne inmesinin ardından. Ağır usul, nazlı nazlı ve dönerek inişinden anlarsınız ki kar da memnundur halinden.

Hangi şehirde, kasabada ya da köyde yaşıyor olursanız olun; o, aynı vezinde söylenmiş mısralar gibi düşer pencerenizin önüne.

Şayet her insanın gökyüzünde bir yıldızının olduğu doğruysa, mutlaka her insanın rüzgârlarla başka diyarlara savrulan, kendinden çok uzaklarda bilmediği iklimlerde eriyen ve tekrar göğe yükselen bir de kar tanesi vardır gökyüzünde. Kim bilir geciktiğinde yolunu hasretle bekleyişimiz ve geldiğinde içimizi kaplayan çocuksu sevinç belki biraz da bu yüzdendir.

 Her kar tanesinin farklı bir fısıltısı vardır işitenini büyüleyen, lâl eden. Ruhumuza ulaştığında o ses, pencere önündeysek öylece kalakalırız orda ya da dışarıdaysak bir türlü bulamayız evimizin yolunu. Savrulan kar taneleri gibi savrulur dururuz yollarda. Yüzümüze elimize düşen kelebekten daha kısa ömürlü kar taneleriyle içimizden konuşur bambaşka bir âlemin eşiğinde buluruz kendimizi.

Yalnızca kar değildir gökten inen. Bizi üşüten, iliklerinizde hissettiğiniz yalnızlık ve faniliktir biraz da. Gündüzse vakit, çabucak akşama yakalanırsınız; şayet vakit akşamsa saatin yelkovanı yavaşlar ve uzayıp gider geceler başka gecelere zamanlara doğru. Titrer etrafımıza bakar ve bir dost sesi bize dünyada olduğumuzu hatırlatsın isteriz.

 

***

duman dumana kaybolur kar ışığında kısraklar
nedir saklı bir özlem midir kızak çıngırakları

(Attila İlhan)

Hiç değilse yalnızca bir kışı şehirden uzakta geçirmediyseniz, kaç yıl yaşarsanız yaşayın kaç memleket dolaşırsanız dolaşın, yeryüzünde telafisi mümkün değildir bu noksanlığın. Farkında olmasanız da içinizde hep yarım bir kış kitabının sayfaları uçuşur rüzgârlarda ömrünüz boyunca.

Kışsa ve kar yağıyorsa dışarıda, elinizde bir bardak sıcak çayla pencere önünde dışarıyı seyretmekten başka yapacağınız her iş hürmetsizliktir yağan kara. Zira en çok siz seyreyleyin diye uzaklardan gelir göklerden iner yakınınıza. Her kar tanesi yere değmeden önce kalbinize değer, kalbinizi titretir, üşütür orada bir yerleri ve o üşüme alıp sizi götürür başka zamanlara, mekânlara.

***

Yolları karla bağlanmış, beyaz dağları bulutlarla kavuşmuş bir köyün en ücra evine, çocukluğunuza uğrarsınız biraz. İsli gaz lambalarıyla ışıtılmaya çalışılan karanlık bir odanın kıyısında, tuhaf kokusuna zamanla alıştığınız ot döşeğin içinde büzülmüşsünüzdür. Dışarısı içerden daha aydınlıktır. Duvarda ansızın değişen gölgeler dahi ürpertirken içinizi, uzaklardan gelen kurt ulumaları damarlarınızdaki kanı yavaşlatır.

Kar yağarken dışarıda ya da akarsuların dahi buzlar altından kendine yol aradığı bir akşam ayazında közü geçmeye yüz tutmuş bir tandıra yarı ıslak yün çoraplarınızdan kurtardığınız ayaklarınızı sallayıp başınızda dolanan bir uyku mahmurluğuna direnmeye çalışan kavruk yüzlü bir çocuk olursunuz kendi kibritçi kız masalınızın içinde.

Kevenle tutuşturulmuş bir odun sobasının üzerindeki esmer çaydanlığın derdini, sobanın ateşi geçinceye dek dinleyen, elleri başının arkasında uykuya dalmaya çalışan bir delikanlının yüzü belirir kar hızlandıkça bakışlarınızın saplandığı boşlukta. Gözlerinizi kapatırsınız; aynı soba üzerinde kuruttuğu tütünü ezilmiş tabakasına, sararmış titreyen parmaklarıyla basan, az konuşan, az gülen bir dedenin dönüp de yüzüne bakmadığı mahcup torunusunuzdur.

Yerle gök arasında, kışın rengine bürünmüş, her rüzgârda birbirine tutunarak başka ilahiler söyleyen selvilerin kavakların ortasında, bacasından incecik dumanların süzülerek tüttüğü küçücük bir kerpiç evdir hatıralarınızın toplandığı tek mekân.

Kapı önünde bekleyen köpeğin keyfi, sofralar serildiğinde sini altında bekleyen kedinin biçare bakışı ve her dışarı çıkışınızda sizden yiyecek bekleyen serçeler; sonsuz bir şükür duasına taşır sizi. Bir okyanusun orta yerinde, yakınlarda bir ada düşleyerek mutlu olan gemisi parçalanmış bir yolcusunuzdur oysa.

Üşüseniz de bilirsiniz baharla birlikte atmaya başlayacak kaç küçücük yüreğin yorganıdır toprağın üstündeki bu beyaz örtü.

Yamaçlarda, yol kıyılarında kalır tilkilerin kurtların bıraktıkları ayak izleri bahara kadar.

Kış teslimiyettir ve aczimize sığınarak hatırlayışımızdır âdemliğimizi.

***

ellerine  bakma  artık

çünkü kar yağıyor

(Turgut Uyar)

En güzeli kıştır mevsimlerin zira kar yalnız onun misafiridir.

Hiç değilse yalnızca bir kışı şehirden uzakta geçirmediyseniz, kaç yıl yaşarsanız yaşayın kaç memleket dolaşırsanız dolaşın gridir bütün mevsimlerin içinizdeki rengi.


güz bahçesi

hüseyn kaya

Sabah sokağa çıktığınızda ayaklarınız altında hışırdayan yapraklar ve içinizi hafifçe ürpertip geçen bir serinlik karşılıyorsa sizi ve usul usul tepeye doğru yükselmeye çalışan güneş ışıtsa da yeryüzünü ısıtmaya yetmiyorsa, sonbahar; ucundan sarının binbir türlüsü dökülen fırçasını çoktan eline almış demektir.

Hazan, hep garip bir hüznün kolunda gelir. Düşen her yaprakla bir mısra düşer yeryüzüne. Gölgeler uzar, günler kısalır, sokak lambaları erkenden yanar, yollar tenhalaşır ve çocuklar, çocuk sesleri silinip kaybolur parklardan. Yalnız çocuklar değil çiçekler de tüm renkleriyle, kokularıyla silinir gider yeryüzünden cennete ya da başka baharlara yeniden açmak için.

Yaz boyu habire yükseklere tırmanan haşarı sarmaşıklar kurur pencere demirlerinde, ve yüksek, tenha bacalarda leylek yuvaları boş kalır, serçeler mahzunlaşır yine, selvilerde kargalar, karga yuvaları görünmeye başlar. Vuslat ve firkat mevsimidir güz; her şey kendinden yine kendine, kendi yalnızlığına döner.

Bacalar tütmeye başladığında yağmurlar çoktan düşmeye başlamıştır yeryüzüne. Geceleri sokak lambalarının altında parlayan yollar, derin bir nehir gibi uzar ve kaybolur karanlığın gözlerinde.

         Okul önlerinde dizili küçücük arabalarla alıç, nar, ayva ve tatlı satan seyyar satıcılar da en az sarı yapraklar kadar sonbaharın habercisidir. Narın kırmızısı, alıcın ve ayvanın sarısı her mevsim yeşil meşelerle çevrili okul önlerini rengarenk çiçekler gibi birkaç haftalığına da olsa süsler. Sonbahar biraz da uzayan saçların bin bir naz ile kestirildiği, oyuncakların çatıya, bodruma kaldırıldığı okul mevsimidir. Rüzgârlı ikindi vakitlerinde gökyüzünü süsleyen rengârenk uçurtmalar gibi küçücük çocuklar da uykulu gözlerle, sırtlarında kocaman çantalarla okul yollunda süzülürler nazlı nazlı. Ki o çantalarda defterden kitaptan ziyade umut taşırlar akşam sofralarında kendilerini bekleyen anneleri babaları için. Teneffüsler daha az gürültülüdür bu mevsimde, sınıflar daha suskun. İlkokul birinci sınıfta, mevsim şeritlerinden masamıza düşen yaprağın bize adını öğrettiği ilk mevsimdir sonbahar.

 

Ne istersiniz benden,

Bilmem ki hâtıralar,

Gelir gelmez sonbahar?

(Cahit Sıtkı)

Zihinden asla silinmeyen ve her yıl yeniden kendini kanatan sonbaharlar vardır hemen hepinizin mazisinde. Şehrinizden, evinizden çok uzaklarda, her yeri her şeyi size yabancı bir şehirde yeni tanıştığınız insanlarla ya bir öğrenci evinde yer sofrasında yahut soğuk bir yurt kantininde yutkundukça gözlerinizden yaş getiren zehirden acı gurbet lokmaları ilk kez bu mevsimde dizilmiştir boğazınıza. Bu mevsimde belki yıllar yılı gözbebeğiniz gibi üzerine titrediğiniz kızınız gelin olup uçmuştur uzaklara.

Öğretmenseniz eğer ve herkese uzak, yıldızlara yakın bir dağ köyünde başladıysanız vazifeye; kesinlikle her yıl güz mevsiminde o köyden kopup gelen bir rüzgâr üşütür içinizi. Sararmış dağlar, çıplak ağaçlar, yüzleri al al çocuklar, bitmeyen yağmurlar ve geceler boyu karanlığı bölen köpek sesleri kocaman, soluk bir manzara resmi gibi asılı durur kalbinizin bir duvarında.

Her güz; baştanbaşa yeni bir şiir, hikâye, bir kitap gibi usulca düşer önümüze. Bir sonsuzluk bestesidir yapraklardan rüzgârdan yağmur seslerinden örülü. Rahmet meleklerinin ellerinde yeryüzüne inen her yağmur damlası, bir gün ağaçlar kadar yalnız kalacağımızı hatırlatır üşüyen ruhumuza.

Yaprağın, yağmurun ve rüzgârın ruha sürekli fısıldadığı; telaş, bekleyiş, hazırlık mevsimidir sonbahar. Gölgeler sahiplerini terk etmek ister gibi uzadıkça uzar günbatımlarında. Yalnızlık ve ayrılık şarkıları doğrudan kalbe değer, kendinizi bir başka resmin üzerine yapıştırılmış gibi hisseder, yadırgarsınız sizi kuşatan her şeyi. Her gün yeni bir libas içinde uyanır dağlar sabaha. Şairin kalbine, kalemine ilham melekleri üşüşür; ressamın fırçasına renklerin bereketi… Notalar, en çok güz mevsiminde savrulur serin rüzgârların kanatlarında sonsuza doğru.Ayaklarımız altında hışırdayan yaprakların büyüsüyle yürümek, yoruluncaya, yığılıncaya, yolların bittiği yere kadar yürümek isteriz.

Tüm sakinliğine rağmen sessiz sedasız bir göç mevsimidir güz biraz da. Bir sonraki mevsimin eşiğindeyizdir ve bir sonraki mevsim acemisi olduğumuz yeni bir dünyadır, bunu fısıldar bize her şey. Uykumuzun tam orta yerinde yaz rüyası bölünür, dekor başkalaşır, eşya değişir. Başka birinin hayatına düşmüş gibi sendeleriz, oysa kendi hayatımızdır ayaklarımız altından kayıp giden… Her şeyin suretinde herkesin okuyabildiği harflerle belirir faniliğin izi. Ondandır dünyayı yadırgayışımız, hüznümüz, kimsesizliğimiz. Gazeller arasından el sallayan, tebessüm eden güz güllerinin selamı dahi elemdir ruha. Teskini, tesellisi zorlaşır kalbin. Ufka doğru kararan denizlerde, yorgun gemiler hüzün taşır uzaklara ve ıslak terminallerde otobüsler eskimeyen, alışılamayan ayrılıkları taşır.

***

            Yoksul bacalardan incecik gri dumanların yükseldiği kimi küçük evlerde, rengi durmadan değişen hayat ırmağının hızlı suları, hakikati görmeye mani bir perdeye dönüştürür sonbaharı. Odun kömür, kışlık yiyecek giyecek telaşı, yüce dağları saran kara bulutlar gibi ağrıtır annelerin, babaların başını. Yaprakları dökülmeye yüz tutmuş iri yapraklı selvi ağaçlarının dalları arasından bilhassa akşama yakın vakitlerde yükselen kuş çığlıkları paslı bir çivi gibi yürür üstü kapalı yaraların içinde ve terk edilmiş göçmen kuşların yuvaları sahipsiz evler gibi kalıverir, sahibini bekler aylar boyunca kurulduğu yükseklerde. İlkyaz günlerinde gözlerini dünyaya açmış sahipsiz kedicikler bambaşka hüzünler fısıldar duyabilenler için dulda dışkapı eşiklerinde, sokaklara yemek kokuları yayılan pencere önlerinde.

***

Fâni ömür biter bir uzun sonbahar olur.

Yaprak, çiçek ve kuş dağılır tarumar olur.

(Yahya Kemâl)

Hazan, güz ya da sonbahar… Adına ne derseniz deyin, tıpkı bayramlar gibi ömrümüz içinde sayılıdır bu mevsimin bahçesine yolumuzun düştüğü vakitler. Bayram sabahlarının tazeliği sonbahar boyunca arada bir içimizden geçiyorsa belki biraz da bu yüzdendir. Evimizin, yuvamızın sıcaklığı, annemizin, babamızın, eşimizin, çocuklarımızın hatta minderde uyuyan kedinin, akvaryumda yüzen balığın sıcaklığını duymak, yalnız olmadığımızı hissetmek isteriz dışarıdaki dünya cennete dökülürken. Tutacak bir el, başımızı koyacak bir diz, sığınacak bir çift göz ararız yakınımızda. Zaman, rüzgârdan atlarıyla savrularak geçer üzerimizden. Gecemiz gündüzümüze bitişir, ırmaklar daha yorgun akar kaderine ve elimiz varmaz bir türlü takvimlerin biriken sayfalarını koparmaya.

***

Yağmurlar yağıyor, yollar kaldırımlar halen yapraklarla dolu ve ağaçlar kışın kendileri için hazırladığı libasın heyecanında. Rüzgârdan, yağmurdan, yapraktan kelimelerle önümüzde uzuyor bağrında kışı ısıtan bir hazan mevsimi daha. Bir kızım olsaydı bu mevsimde dünyaya gelen, ya Eylül ismini verirdim ona ya Hazan.


raflarda tozlanan yara

hüseyn kaya

Kaderlerinin aynı olduğu söylense de hikâyeleri birbirine hiç benzemez aslında. Sarp kayalıkların ucunda, uzak dağların eteklerinde açan rengarenk çiçekler gibi hepsinin kokusu, şekli başka başkadır ve hepsinin ayrı bir hikayesi vardır kulak verip dinlediğinizde.

***

Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif

(Muhibbî)

Bazen her şey dost meclislerinde öylesine ağızdan çıkan “bir dergi yayımlayalım” sözleri ile başlar ki ciddi dost meclisleri  için, tehlikeli, hatta sihirli bir cümledir bu. Yapalım edelimle biten onlarca mevzu konuşulmuş olsa da bu tür sohbetlerde içinde “dergi” geçen bu cümle, en tehlikelisidir ve mutlaka birilerini ağına düşürür. Tıpkı âşığın, mâşukun her halini kendisine bir sebeb-i ümit sayması ve her sözün neticesini ona bağlaması gibi bundan sonra bütün meclislerde “dergi” kelimesinin büyüsüne kapılmış olan kişi, lafı döndürür dolaştırır ve yine ona getirir sonunda. Öyle ki, artık yalnızca “dergi” toplantıları yapılmaya başlanır bir zaman sonra. Yol açık ve ufuk aydınlıktır bu aşamada. Habire yeni ve parlak fikirler atılır ortaya; ama kimse “olmaz”, demez bu meclislerde. Kimse; benden hayır bekleme, demez. Konuşuldukça, sözler ve düşünceler ağır işleyen bir büyü, bir zehir gibi kalplere süzülmeye devam eder ve bu heyecan nihayetinde bazılarında tedavisi namümkün bir hastalığa dönüşür.

Oysa dışardan bakıldığında hiçbir mâkul izahı yoktur bir edebiyat dergisi yayımlamanın.  Hatta kimileri için çoğu zaman ve yel değirmenlerine savaş açmak kadar anlamsızdır ve deliliktir böyle bir işe kalkışmak. Bilmezler ki bu da bir masaldır ve hatırası, yarası bir ömür tozlu raflarda saklanır.

***

Efsâne-i Mecnûn ile Leylâ’dan usandık

(Nâbî)

          Her dergi evveliyatında bir “Mehlikâ Sultan” masalıdır “yedi genç”le başlayan. Ancak masalın nihayetinde yalnızca “yedinci genç” kalır Mehlikâ’nın sevdasıyla ki; o genç bir zaman sonra bu masalın “esasoğlanı” olarak anılır.

    Biraz baba olmaya benzer bir derginin cümle yükünü sırtında taşımak ve her yeni sayı matbaadan alındığında o heyecan bir kez daha yaşanır telaşla çevrilen sayfalar boyunca. Biraz da sevdalanmaya benzer bir derginin adını kalpte taşımak ve onun ümitli aydınlığıyla güne başlamak belki biraz da bile bile ateşe uzanmak, dibi yok kuyulara bile bile kendini bırakmaktır.

Şayet çocukları varsa “esasoğlan”ın, babanın dergisi; en küçük ve en çok sevilen, hatta kıskanılan kardeştir onlar nazarında. Dergi sahibinin hanımı için kocasının dergisi çoğunlukla kumadır fakat yine de çekinmez “ucun ucun” biriktirdiği üç beş kuruşu yahut alınırken böyle bozdurulacağını hiç düşünmediği bileziklerini, gerektiğinde matbaa borcuna feda etmekten. Dergi kapandığında ve son sayı yasla eve getirildiğinde nedendir en çok üzülen çocukları ve eşidir “esasoğlan”ın. Başkaca kim görür, kim anlar, kim teselli verir ki…

 Değdiği kalbi zehirleyen ama öldürmeyen, seneler geçse de o kalbi terk etmeyen, bir sevdadır dergi yayımlama hevesi, hangi baharda sancıyacağı belli olmaz. 

            ***

Elin kâşânesinden kûşe-i virânemiz yeğdir

(Baki)

Bir dergiyi hayatta tutabilme çabası çoğuna göre akvaryumda balık, kafeste kuş beslemekten daha anlamsız olsa da dergiler; sırf varlığını görebilmek için kırk kapıya değnek çalarak, uzak dağlardan taş, kuru tepelerden pur toprağı taşıdığımız, gece gündüz demeden duvarına, sıvasına emek sarf ettiğimiz, merkeze uzak daracık evlerimizdir bizim. Yazın sıcağından ve kışın soğuğundan onun çatısı altına sığınırız. Önceleri, her odasının bizim olduğunu bilmek ve küçücük pencerelerimizden dünyayı seyretmek yükseltir alçacık tavanımızı, engin ovalara çevirir küçük odalarımızı. Gün görmese de hiçbir köşesi evimizin, sıcak umutlar etrafında toplanır, ısınır, hayal kandilleriyle aydınlanırız uzun kış gecelerinde.

Selamlar, misafirler gelir başka başka diyarlardan. Rüyada olduğumuzu bile bile bulutlara değsin isteriz başımız. Güneşe dokunmak, yağmur damlalarına tutunarak okyanuslara karışmak isteriz.

***

Dehr içinde hangi gün gördük ki akşam olmaya

(Cinânî)

Bir gün başımızda bir ağrı ile uyanmaya başlarız. Vakit geçmiş gün ikindiye dönmüştür. Renkler solmuş, rûzigâr sıvalarını çatlatmıştır evimizin. Duvarlarımız kararmış, odalarımız daralmış, evimizin tavanı sırtımıza yaklaşmıştır iyice. Herkes her şey yabancı, herkes uzak görünmeye başlar gözümüze.

Hayat efsununu alır kalplerimiz üzerinden. Hayatın ve umudun tükendiği yerde tek başımıza kalırız birden ve üşümeye başlarız.

Aniden şarkı biter, müzik kesilir ve saat on ikiyi vurur. Öylece kalakalırız olduğumuz yerde, gecenin tam ortasında. Eşyanın gerçek yüzü görünür gözümüze. Etrafımızdaki herkes ve her şey aslına döner. Yıldızlar silinir gökyüzünden.

***

Gitmek mi bırakıp her şeyi olduğu yerde, başkalarının lüks evlerine misafir, kiracı olmak mı; yoksa kalıp bir harabede, gönlün duvarlarını da karaya boyamak mı?

Bu yarım hıçkırık ömür boyu kalır durduğu yerde. Kabuk bağlamayan, kanı kurumayan, sızısı dinmeyen bir yaradır ömrümüz içinde bu hikâye.

Ne yâr, ne yâd olmuş bir sevgiliye ait,  ömür boyu sandıklarda saklanan eski mektuplara, kenarları kırılmış, sararmış fotoğraflara benzer dergilerimiz vakit tamam olup da kapandığında sayfaları ve iki kapak arasına alınıp kaldırıldığında raflara.


yolculuklar mesnevisi

hüseyn kaya

Her akşam,

inerken güneş sulara

Yıldızlar mendil salladılar

Eşsiz yolculara...

(Cemil Meriç) 

Her kalbin kıyısında kıvrıla kıvrıla ufka doğru uzanan bir patika vardır ve yalnız o yoldur yürüdüğümüz ömrümüz boyunca. Zahirdeyse yollar türlü türlü, yollar iç içedir;  onlarca kez yola düşeriz, onlarca yolu geride bırakırız, onlarca yolda yürümekten usanırız ya da kayboluruz. Her yolculuk bir ayrıkla başlar ve bir vuslata taşır bizi, her vuslat başka hasretlerin kapısını aralar. Sürekli bir şeyleri geride bırakır, bir şeylerden vaz geçer, ilerleriz tepelerin ardındaki adını bilmediğimiz kasabalara, rüyalarda dahi görmediğimiz yarınlara. Yeni yerler, kişiler tanırız ve eskileri unuturuz tıpkı her yeni günde, haftada bir öncekini unuttuğumuz gibi.  Kendimize yol kıyıları buluruz biraz oturup dinleneceğimiz ve bir daha asla uğramayacağımız.

Bölünerek çölde kaybolan ırmaklar gibi bölünürüz başka başka taraflara ve bölünerek ilerleriz. Biz ilerledikçe kuru bir ırmağa dönüşür ömrümüz bizden geride. Önce kendimizi unutur, kaybederiz yollarda sonra unuttuğumuz, yitirdiğimiz kendimizi ararız yıllar boyu.

***

Yollar içindedir senin

Yollara çıkmadan yürü

(Arif Nihat)

Her yolcu, yolunu içinde taşır. Gördüğümüz her şeyin, yaşadığımız her anın kendi içinde bir yol hikâyesi vardır. Geçen her saat bir sonrakine, her gün; bir ertesine yolcudur, bu yüzden kaçar gibi hızla geçer zaman önümüzden durup dinlenmeden.

Bahar, yaza yolcudur, yaz sonbahara; ağaç tohuma yolcudur, tohum toprağa. Yağmurlar da yolcudur yer ile gök arasında durmadan gidip gelen ve rüzgârdan atların yelesinde uzak diyarlara savrulan.

Bahçemizde açan gülün, penceremizi süsleyen çiçeklerin dahi bir yol hikâyesi vardır alfabesini bilenler için yapraklarında yazılı.

***

Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar

(Faruk Nafiz)

Konuşmadan önce yürümeyi öğreniriz küçücük ve korkak adımlarla oysa yürüsek de dursak da bizler de her daim yolcusuyuz kendi hikâyemizin.

Biz yoldan geçmesek de yol, geçer bizden. Bebekliğimiz bizi çocukluğumuza uğurlar, çocukluğumuz gençliğimize. Otuzlu yaşlara girerken yirmili yaşları geride bırakırız, anne baba olmaya giderken anne babamızdan ayrılırız. Sevgilinin eşiğinden içeri adım attığımızda kendimizi bırakırız geride. Yürümek biraz da kendimizden parçalar bırakmaktır ardımızda.

Hüzün varsa suretimizde yolculuk elemindendir, tebessüm varsa yolculuk sevincindendir. Tedirginliklerimiz, telaşlarımız, hep eksik kalan yarımlarımız bu yüzdendir. Nereye gidersek gidelim, kimi yanımıza alırsak alalım, çantamızda ne dolu olursa olsun; her şeyin emanetçisi yorgun bir misafir mahcubiyetiyle dolaşırız dünya üzerinde ve kendimizi yolcusu sandığımız dünya dahi bir yolcudur kardeş yıldızlarla koca evrende. Yıldızlar da yolcudur ve bu yüzden kendisine yol soranlara işaret ederler yolları, yönleri.

Bazı yolları farkında olmadan yürürüz, bazı yolları yürürken ayaklarımızın altına iner kara sular, bazen yığılır kalırız da yol götürür bizi gideceğimiz yere. Kaybolduğumuzda bile yeni bir yol gelir serilir ayaklarımız altına.

Yolda düşmek, yolu düş bilmek dahi yeni bir yola düşmektir.

Yürüdükçe uzar yollar uzar ve bölünür sonsuza. Kimi uçsuz bucaksız sahraların bağrından onlarca kervanı aşırır kiminden kuş uçmaz, kervan geçmez. Kimi karanlık ormanlara götürür yolcusunu, derin bataklıklara; kimi okyanuslara, uçsuz bucaksız aydınlıklara. Bittiğini sandığımız her yol bir yenisinin başlangıcıdır. Aramak da yoktur o yüzden bulmak da. Sonu yoktur karanlığın da aydınlığın da.

***

Daima yollar uzar kalb üzülür

(Yahya Kemal)

Aşk da bir yolcudur gelir; ama geçmez kalbimiz üzerinden. Kalbimiz o yolcunun her an kendine geleceği heyecanıyla durmadan titrer sabah akşam. Aşk, Hüsn’ün ve hüznün olduğu her kalbin eşiğinden bir o yana bir bu yana gidip gelendir. Bazen söz atlarına biner uçar göklere bazen gözyaşı şelalesinden dökülür sonsuzluk ırmağına.

Gözyaşı gibi söz de hem yol, hem yolcudur, en ezeli seyyah odur. Bazı sözler cennete uzanır ve çiçek açar cennet bahçelerinde bazı sözler karanlıktır dökülür dibi yok kuyulara. Bazen sözlerin yolu birleşir ve şiirden bir yola düşerler bir şairin ışıldayan kalbinde; bazen söz deniz olur dalgalanır masamızda bir kitap suretinde. Bir türküden gönlümüze yol bulup üşüşen hüzün de sözün kanatlarında süzülür ruhumuzun göğünde.

***

Yoksulluğumuzu, mutluluğumuzu, yalnızlığımızı yürürüz. Geceyi ve gündüzü, çocukluğumuzu, gençliğimizi, ihtiyarlığımızı yürürüz. Geçtiğimiz yollara boşunadır işaret bırakmamız kimsenin ayak izi kimsenin kaderinden geçmez,  kimse aynı yolu iki kez yürümez hayatında. Daima değişir yollar ve yolcular, daima değişir yolcuların dudaklarındaki şarkılar.

Bir hastane koridorunda yahut bir mezarlığın ucunda adımlarımız seyreldiğinde hissederiz yolun ayaklarımız altından kaydığını.

***

Çok yürüdük yollar kayboldu yol bulduk sana geldik

(Mevlana İdris)

Yalnız hac değil, oruç ve namaz da bir yolculuktur teslimiyet sandalıyla ilerleriz durgun ırmaklarında faniliğimizin.  Dualara tutunur, dualardan geçeriz sürgünü olduğumuz ötelere. Dünyanın ağır yükü dökülür sırtımızdan her adımda. Suyun içinde susuzluğu, güneşin önünde karanlığı yürürüz.

Yol olmasaydı koşmazdı zaman, akmazdı ırmaklar, çiçekler açmaz, ağaçlar büyümez ve dönmezdi dünya, gecemiz de olmazdı gündüzümüz de. Yol olmasaydı söz anlamsız ve kanatsız sürünürdü yeryüzünde, gözyaşı boşuboşuna kayardı yerinden, bulutlar avaresi olurdu gökyüzünün. Yol olmasaydı dönmezdi mevsimler, kuşlar göç etmezdi. Aşk dönüp bakmazdı kalbimizin yüzüne; yol olmasaydı, yüzünün nurunu bilmeden yiterdik siyah zülüflerinde Leylâ’nın. Yol olmasa, yürümek de olmazdı; avare mecnunlar, şaşkın şairler gibi dürülürdü dilimiz ağzımıza, ayaklarımız altımıza.

Yolcu olmasak farkına varamazdık yarım yanımızın, karanlığımızın, bitmeyen yalnızlığımızın.

Yolcu olmasak, kalbimizin ağırlığından dizlerimize kadar toprağa gömülürdü ayaklarımız.

***

Ayrılıklar azığımızda, umutlar mataramızda; hepimiz muhaciriyiz kendimizin, kalbimizin. Sürgünlüğümüz aynı olsa da hepimizin yolu başka, yükü başka, hikâyesi başka. Bu yüzden hüznün ve hasretin vezni okunur adımlarımızda.

Her kalbin kıyısında kıvrıla kıvrıla ufka doğru uzanan bir patika vardır ve yalnız o yoldur yürüdüğümüz ömrümüz boyunca.