6 Ekim 2022 Perşembe

okul yolu

 

Kendisine düşüncesi sorulmasa bile hemen her konuda bilgece konuşur çocuklar ve hayretle dinler büyükler; şaşkınlıkla, tebessümle dinler. Hangi coğrafyada dünyaya gelmiş olursa olsun; kelimeleri, alfabesi, sesinin rengi başka başka da olsa çocuğun eşyayı adlandırışı, kâinatı okuyuşu aynıdır. Aynı kalple, aynı ruhla yorumlar çocuklar dünyayı, hayatı. Olaylar karşısında yaptıkları mukayeseler, kurdukları cümleler, dertlerini anlatış tarzları hep birbirine benzer esasında bütün çocukların. Onlarla vakit geçirmek, onlarla irtibatta kalmak, uzak bir gezegenden, başka bir âlemden haber almak gibidir çoğu zaman. Sırrı çözülememiş görkemli bir medeniyetin lisanıdır konuştuğu çocukların ve o lisanı bilenler için dünyaya dair her sualin bir cevabı, her meselenin bir izahı vardır.

Kalpleriyle görür çocuklar, hisleriyle bilir, ruhlarıyla dokunur. Bozulmamış fıtratla dünya bulaşmamış bir saflıkla süslerler yeryüzünü. Hiçbirinin umurunda değildir büyüklerin umurunda olan şeyler. Büyüklerin büyük meseleleri onlar için mesele bile değildir. Hiçbir şeye sahip olmak, ait olmak istemezler; gökyüzü, bulutlar, yıldızlar, ağaçlar, kuşlar her şey onlardan bir parçadır, hiçbir şeye talip değildirler, her şeye dahildirler.

Ben bir çocuğum gözlerim mavi
Gökyüzüyle kardeşim
Biliyor musunuz

(Mevlana İdris)

Ne haber bültenleri dikkatlerini çeker çocukların ne maç skorları. Hava durumunu bile önemsemezler; ayları, mevsimleri ayırmazlar birbirinden. Yalnızca güzelliğini duyar, yaşarlar her mevsimin. Kış, yeryüzünün kardan bir elbiseyi giyinmesidir çoğu çocuk için. Kar tanelerinin birbirine benzemediğini ve her kar tanesini bir meleğin indirdiğini bilirler. “Kar gibi yağanı”, karlarla yağanı bilirler. Pencereleri, çatıları naif dokunuşlarla tıkırdatan yağmur; yeryüzüne göklerden ihsan edilmiş büyülü bir musikidir onlar için bu yüzden kar ya da yağmur yağarken koşarlar pencere, kapı önlerine, duramazlar dört duvar arasında. Güneşi selamlamak, ay dedenin yüzünü seyretmek saatlerce yahut yıldızları saymak büyük bir haz verir onlara.

Böceklerden bile korkan bazı büyüklerin aksine hiçbir hayvanı korkunç bulmaz çocuklar; yılanlar, aslanlar kurtlar dahi kardeştir, arkadaştır çocuklar için. Ne akreplerden korkar onlar ne örümceklerden. Ağaçlarla merhabalaşır, onlara sarılır;  saksıdan yahut parktan kendilerine bakan çiçeklere göz kırparlar; bulutlarla konuşur, rüzgârlarla oynarlar büyükler bitmeyen dertlerin ağında çırpınırken.

Endişeden uzak, her şeyin yerli yerinde olduğuna iman etmiş bir kalbin sonsuz rahatlığı ile dalarlar uykuya ve bu huzur yansır yüzlerine geceler boyu. Bu yüzdendir uyuyan bir çocuğun yüzüne bakarken büyüklerin duyduğu huzur.

***

Uçsuz gök hiç çırpınmaz başlarının üstünde, tedirgin su gürültüyle çarpar. Sonsuz dünyaların kıyısında çığlıklarla, oyunlarla buluşur çocuklar.

(Rabindranath Tagore)

Günler geceler böylece geçer cennet bahçelerinden kalan bir huzur ile. Uzun sürmez, vakit gelir, bir hazırlık başlar bir telaş büyüklerde. Her şeyi bilen, her şeyden anlayan çocuklar bu kez anlamaz neyin telaşıdır bu, sezerler sadece. Bir sabah, beton duvarları renkli boyalarla süslenmiş, etrafı demirlerle çevrilmiş kocaman okul bahçesinde çığlık çığlığa, gürültülü zil sesleriyle bozulur büyü.

Çalan ders zili değildir de bir tahliye borusudur sanki. Kalabalıklar, alkışlar, kahkahalar, suni tebessümler arasında bir el çeker alır çocuğu, melekler gibi yaşadığı cennetten. Her şeyi ezelden kalbine işlenmiş bir ilimle hatırlayan, hisseden çocuk ruhu sanki farkındadır başına geleceklerin, kendisine yapılacakların ve bu yüzdendir ağlayışı çoğu çocuğun, okulun ilk günü.

Yeryüzüne iniş, çocuğun ilk ayrılığıdır cennetten; okulun ilk günü ise çocuğun içindeki cennetten ilk ayrılışıdır. Yeni bir dünyaya adım atar bütün çocuklar okuldaki ilk günde. Yeryüzünde tadılacak sayısız hüzünlerin ön sözüdür okulda ilk gün; değişmenin, değiştirilecek olmanın acısı kanatır körpecik kalpleri. Bu yüzden o gün gözyaşları sel olur, bu yüzden o gün yaprakları içine kapanır pek çok çiçeğin.

Büyüklerin adına gerçek dedikleri dünya, üşütür bir eylül sabahı her çocuğun içini.

Ezelî bir ayrılıktır okula başlamak, ezelden ayrılıştır. Orada;  duvarları yüksek, gürültülü, geniş okul bahçesinde, hoparlörlerden çıkan sesler arasında saksıya alınmış bir bitkiye dönüşür çocuğun ruhu, akvaryuma konan bir balık, kafese konmuş bir kuşa dönüşür. Anne baba uzaklaşır, kuşlar, çiçekler uzaklaşır, yağmurlar, bulutlar ay dede ve yıldızlar uzaklaşır git gide.

Ümitle beklenen cumalar, yerini bırakır çabucak gelen pazartesilere. Neşeyle gelen şubat tatilleri, yaz tatilleri; bırakır yerini yeni dönemlere, sınıflara.

Her gün, her hafta, her ay, her sene biraz daha alışır çocuk okula ve eğitilir orada. Bir kez bile dağ başına çıkmadan ezberler dağ isimlerini atlaslardan. Bir kez yunmadığı nehirlerin ezberler uzunluğunu, öğrenir nereden doğduğunu, nereye döküldüğünü. Bir kez ufkuna bakamadığı, sahilinde yürüyemediği denizlerin haritalarda yerlerini bulmayı öğrenir. Uzak kıtaların, okyanusların adlarını sayar durur sınavlardan önce yollarda, sınıfında, uykusunda.  Çiçeklerin yerine renkli kitaplara, gökyüzüne bakmak yerine sınıf tavanlarına bakar. Bir zil sesi ile girer beton duvarlar arasına, başka bir zil sesi ile ayrılır soğuk duvarlar arasından. Rakamları da tanır sonra ve inanır en çok rakamlara.

Kantin, tost ve test arasında attığı her adımda biraz daha geride kalır çocukluğun billurdan ülkesi, her sene biraz daha değişir bakışları, yüzü elleri, sesi, kalbi. Tatil kitaplarındaki, ders kitaplarındaki çocukların yüzüne benzeyen bir yüz bulur kendisine, onların bakışlarına benzer bir bakış.

Öğrenir yaşını dünyanın, tarihini insanlığın, hesabını paranın, yaşın. Yağmur ve kar nasıl yağar öğrenir, yumurtadan civciv kaç günde çıkar öğrenir. Ağaçlar yeşermiş midir yol kenarlarında, okul bahçelerinde, çiçekler açmış mıdır parklarda, bayırlarda, bulutlar hep başka başka mıdır gökyüzünde, fark etmez. Kar, beyaz kâbustur; yağmur, doğal afet.

Kediler hastalıklı, köpekler kuduz, böcekler zararlı, yılanlar zehirli, kuşlar gürültücüdür onun dünyasında da. Hayret etmez gördüğü hiçbir şeye, hayret edilesi şeyler de söylemez, söyleyemez zaten. Mevsimlerin isimlerini sayar, günlerin, ayların isimlerini ve kutlanacak haftaları. Aferinler alır.

Unutur dilini fıtratın, kâinatın. Unutur kendisini çocukluğunda.

Büyüdü, akıllandı derler okula başladıktan sonra, kalmadı afacanlığı, ağabeyi de böyleydi, ablası da böyleydi.

***

Çocukluğuna veda edemeyenlerimiz müzmin çocuk unvanı ile hayatlarını sürdürse de kimimiz az, kimimiz çok ama hepimiz okullarda büyüdük, en çok okullarda yitirdik çocukluğumuzu. Okul sıralarında, teneffüslerde, sınavlarda unuttuk çocukluğun dilini.

Dünyanın her yerinde çocuklar, okullarda büyütülüyor en çabuk. Çocukluk en çabuk okullarda unutturuluyor.  Okul kapısından içeri adım atar atmaz geride kalıyor çocukluğun, fıtratın muhteşem ülkesi ve başlıyor dünya yolculuğu.  

Belki bir gün seçmeli çocukluk dersi de eklenir müfredata, unutmasınlar veya arada hatırlasınlar için çocuklar çocukluğunu.

mevlid'i okumak

 

Büyük, merkezî camilerin bahçe duvarlarında; işlek kaldırımların kenarlarında kitapların satılmaya devam ettiği yıllardı. Meydan Camisinin Şemsi Sivasî türbesi tarafındaki duvarlarda esans ve tespih yanında bir de kitaplar sergilenirdi satılmak üzere. Kapakları incecik ve renkli, formaları tel zımbalı, içi resimli bu kitaplar çoğunlukla birkaç yayınevi tarafından okuruna sunulurdu. O dönemde de vardı kitapevleri, kırtasiyeler ancak bu kitaplar daha ziyade okurunu cami önlerinde bulurdu.  Kerem ile Aslı, Emrah ile Selvi, Leyla ile Mecnun gibi halk hikayelerinin neredeyse tümünü bu sergide bulmak mümkündü. Gençlerin teveccühü bu seriye olsa da hemen yanı başında Dua Mecmuası, Namaz Hocası, Namaz Sureleri, Hazreti Ali Cenkleri, Kan Kalesi gibi kitaplarla birlikte mutlaka Mevlidi Şerif'e rastlamak mümkündü bu mekanlarda.  

Her ne kadar türlü vesilelerle mevlid ve mevlid şekeri gibi kelimeleri duymuş olsak da bizim neslin Mevlid'i iki kapak arasında gördüğü ilk mekanlar galiba bu türden yerlerdi. Mevlid'e yabancı değildik zira Mevlid Kandilimiz vardı ve Miraç, Berat geceleri kadar önemliydi bu Mevlid Kandilinin olduğu gece de. Ayrıca neredeyse okula giden herkesin ya sınıf arkadaşı yahut uzaktan tanıdığı, ismi Mevlüt olan birileri veya ailesinde bir Mevlüde teyzesi, halası, ninesi mutlaka vardı.

Mevlid yahut halk arasındaki söylenişiyle Mevlüt; hem çarşıda, pazarda, okulda evde hülasa hayatın içinde bir kelimeydi hem de birlikteliklerin, hüzünlü veya sevinçli günlerin tam ortasında Yasinlerle, Fatihalarla, salavatlarla peş peşe anılan manevi değer taşıyan bir kelimeydi çocukluğumuzda. Bu kelimeyi güzelleştiren unsurlar arasında şüphesiz çocuk ruhlarımıza sinen gül suyu kokusu ve kâğıt fişeklerle ikram edilen beyaz şekerlerin de payı büyüktü. Bilhassa ramazanlarda Mevlid okunacak camilerden mutlaka haberdar olunur, teravih namazı o camide kılınır, gül kokuları ve şekerlerle dönülürdü evlere.

Sünnet merasimlerinde hatta bir dönem düğün merasimlerinde bile davetiyelerin vazgeçilmez kelime grubu haline gelmişti "Mevlid-i Şerif'i müteakiben yemek" ifadesi. Asker uğurlanırken Mevlid okunduğu da olurdu, cenazenin kırkı çıktığında da. Hac dönüşlerinde de illa Mevlid okutmak adettendi. Mevlid okunurken ara ara kulağımıza gelen Türkçe kelimeleri yakalasak da anlamak gibi bir çabamız olmazdı çoğu zaman. Sırlı bir dünyadan gelen hikmetli nağmelerin ahengine bırakırdık çocuk kalbimizi, düşüncelerimizi. Kuran, Mevlid ve dua; ortak hislerle bir araya gelen insanların kendilerini sükunete, sonsuzluğa, iyiliğe terk ettikleri bir meclisin huzura yönelen sesiydi yalnızca. Mevlid okunur, Peygamber anılır; Mevlid okunur, dua edilir; Mevlid okunur dünyanın kasveti geride kalırdı büyük küçük herkes için.

***

Mevlid'in aslında Peygamber'imizin hayatını, ona duyulan sevgiyi konu alan bir şiir olduğunu, şairini, yazılma sebebini ise ancak lise çağlarımızda fark ettik. Ders kitabımızdaki Mevlid beyitleri kendiliğinden yerleşti kalbimize, zihnimize birkaç okuyuştan sonra. Mevlid'in sınıfta dahi okunabileceğini de o yıllarda sesi güzel olan arkadaşlar sayesinde anladık. Yalnızca Süleyman Çelebi'nin değil başka şairlerin de Mevlid yazdıklarını üniversite yıllarımızda öğrendik. Mevlid'i bir metin, şiir olarak okudukça, anladıkça ona ve şairine olan hürmetimiz, muhabbetimiz de büyüdü.

***

Bazı isimlerin, metinlerin, şiirlerin toplum zihninde kabul görmesi, insanların inanç dünyasında yer edinmesi mutlaka her millette, her dönemde rastlanılabilen bir durum ancak Süleyman Çelebi'nin Vesîletü'n Necât'ının bu denli büyük bir kabullenilişle yüzyıllar boyu aynı heyecan ve samimiyetle insanımız tarafından okunması, kana karışması ve kalpte yer bulması; eserin dil ve biçim özelliklerinden çok ötede bazı yaklaşımlarla izah edilebilir düşüncesindeyim zira Süleyman Çelebi'den önce Mevlid yazan şairimiz olduğu gibi sonra da yazılan Mevlidler mevcut. Üstelik Mevlid; yalnızca Türkçeye, Türklere has bir tür de değil. Bazen anlatım biçiminiz değil, neyi hangi niyetle anlattığınız önemlidir. Sanırım burada eseri yazdıran ruh, yazan kişinin samimiyeti ve niyeti bütün şeklî unsurların önüne geçiyor. Yazarın hislerinden, dünyasından, çabasından bir şeyler kelimelere sinerek okurun dünyasında aynı canlılıkla yer buluyor.  Bu yönüyle kalıcılığın, ölümsüz eser kaleme almanın sırrını da ifşa ediyor diyebiliriz Vesîletü'n Necât için. Süleyman Çelebi elbette bir edebî eser ortaya koyma amacıyla Mevlid'i yazmadı, belki de bu yüzden Mevlid bilinir, Vesîletü'n Necat bilinmez; Mevlid bilinir Süleyman Çelebi bilinmez halk arasında. Zaten bu tarz metinlerin sahipleri ne isimlerinin derdindedir ne de sanatsal bir eser ortaya koyma derdinde.  Lakin söz erbabı olmanın ve çağları aşan metinler bırakmanın kelime işçiliğinden ibaret olmadığını, ruhu olan ve ilhamını kalpten alan sahih sözün ruhlarda ve kalplerde yer bulduğunu da ispat eden bir yeri var Mevlid'in edebiyatımızda.

***

Sözden, sesten, nağmeden, şekerden, gül suyundan öte manevi bir kişilik aslında Mevlid ve kendisine tutunan herkesin ortak sesi, sevincinin veya kederinin şahidi. Mevlid; hepimiz için arınmaya, kurtuluşa ve hakikate çağrı. Hayatın, dünyanın, ömrümüzün bizleri karşı karşıya getirdiği her durumda altında toplanıp gölgeleneceğimiz bir şemsiye. Bir sığınak olduğu kadar bir tepki ve var oluş biçiminin de iması Mevlid merasimleri. Peygamberimizi yâd etmenin, onun biricik hikayesini tekrar tekrar dünyamıza nakşetme çabasının, dünyanın faniliğinin ve ebedî hakikatin hatırlanması için bir vesile. "Biz"i görme, "O"nu unutmama çabasının tezahürü biraz da.

***

Artık cami duvarlarındaki kitap sergileri yakın tarihin siyah beyaz fotoğraflarında kaldı yalnızca. Buralarda sergilenen halk edebiyatına ait diğer kitaplar da sahafların tozlu raflarında yalnızca meraklılarını bekliyor fakat Mevlidler, ilgili kitapevlerinin raflarında daha özenli baskılarla okuruna kolaylıkla ulaşabiliyor. Üstelik Mevlid, bazı merasimlerde bazı insanlar tarafından okunan ve huşu ile dinlenen bir metin olma vasfını da aşarak edebiyat hatta musiki meraklılarının da ilgi odağı haline geldi. Evet, artık okullarda, akrabalar arasında ismi Mevlüt ya da Mevlüde olan kişiye daha az rastlıyoruz; evet, Mevlid merasimlerindeki ikramlar biraz değişti, güncelleşti, zenginleşti. Çocuklar yahut gençler Mevlid okutulan camilere akın etmiyor eskisi gibi. Mevlid; düğün, nişan, asker uğurlama merasimlerinden de silindi silinecek gibi fakat dünyalarında, hayatlarında Mevlid'e yer ayıranlar bunun yalnızca bir gelenek olmadığının farkında ve sadece Mevlid okuyan değil Mevlid'i okuyan olma çabasında zihinler, kalpler var günümüzde.