mevlana idris etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mevlana idris etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ekim 2022 Perşembe

okul yolu

 

Kendisine düşüncesi sorulmasa bile hemen her konuda bilgece konuşur çocuklar ve hayretle dinler büyükler; şaşkınlıkla, tebessümle dinler. Hangi coğrafyada dünyaya gelmiş olursa olsun; kelimeleri, alfabesi, sesinin rengi başka başka da olsa çocuğun eşyayı adlandırışı, kâinatı okuyuşu aynıdır. Aynı kalple, aynı ruhla yorumlar çocuklar dünyayı, hayatı. Olaylar karşısında yaptıkları mukayeseler, kurdukları cümleler, dertlerini anlatış tarzları hep birbirine benzer esasında bütün çocukların. Onlarla vakit geçirmek, onlarla irtibatta kalmak, uzak bir gezegenden, başka bir âlemden haber almak gibidir çoğu zaman. Sırrı çözülememiş görkemli bir medeniyetin lisanıdır konuştuğu çocukların ve o lisanı bilenler için dünyaya dair her sualin bir cevabı, her meselenin bir izahı vardır.

Kalpleriyle görür çocuklar, hisleriyle bilir, ruhlarıyla dokunur. Bozulmamış fıtratla dünya bulaşmamış bir saflıkla süslerler yeryüzünü. Hiçbirinin umurunda değildir büyüklerin umurunda olan şeyler. Büyüklerin büyük meseleleri onlar için mesele bile değildir. Hiçbir şeye sahip olmak, ait olmak istemezler; gökyüzü, bulutlar, yıldızlar, ağaçlar, kuşlar her şey onlardan bir parçadır, hiçbir şeye talip değildirler, her şeye dahildirler.

Ben bir çocuğum gözlerim mavi
Gökyüzüyle kardeşim
Biliyor musunuz

(Mevlana İdris)

Ne haber bültenleri dikkatlerini çeker çocukların ne maç skorları. Hava durumunu bile önemsemezler; ayları, mevsimleri ayırmazlar birbirinden. Yalnızca güzelliğini duyar, yaşarlar her mevsimin. Kış, yeryüzünün kardan bir elbiseyi giyinmesidir çoğu çocuk için. Kar tanelerinin birbirine benzemediğini ve her kar tanesini bir meleğin indirdiğini bilirler. “Kar gibi yağanı”, karlarla yağanı bilirler. Pencereleri, çatıları naif dokunuşlarla tıkırdatan yağmur; yeryüzüne göklerden ihsan edilmiş büyülü bir musikidir onlar için bu yüzden kar ya da yağmur yağarken koşarlar pencere, kapı önlerine, duramazlar dört duvar arasında. Güneşi selamlamak, ay dedenin yüzünü seyretmek saatlerce yahut yıldızları saymak büyük bir haz verir onlara.

Böceklerden bile korkan bazı büyüklerin aksine hiçbir hayvanı korkunç bulmaz çocuklar; yılanlar, aslanlar kurtlar dahi kardeştir, arkadaştır çocuklar için. Ne akreplerden korkar onlar ne örümceklerden. Ağaçlarla merhabalaşır, onlara sarılır;  saksıdan yahut parktan kendilerine bakan çiçeklere göz kırparlar; bulutlarla konuşur, rüzgârlarla oynarlar büyükler bitmeyen dertlerin ağında çırpınırken.

Endişeden uzak, her şeyin yerli yerinde olduğuna iman etmiş bir kalbin sonsuz rahatlığı ile dalarlar uykuya ve bu huzur yansır yüzlerine geceler boyu. Bu yüzdendir uyuyan bir çocuğun yüzüne bakarken büyüklerin duyduğu huzur.

***

Uçsuz gök hiç çırpınmaz başlarının üstünde, tedirgin su gürültüyle çarpar. Sonsuz dünyaların kıyısında çığlıklarla, oyunlarla buluşur çocuklar.

(Rabindranath Tagore)

Günler geceler böylece geçer cennet bahçelerinden kalan bir huzur ile. Uzun sürmez, vakit gelir, bir hazırlık başlar bir telaş büyüklerde. Her şeyi bilen, her şeyden anlayan çocuklar bu kez anlamaz neyin telaşıdır bu, sezerler sadece. Bir sabah, beton duvarları renkli boyalarla süslenmiş, etrafı demirlerle çevrilmiş kocaman okul bahçesinde çığlık çığlığa, gürültülü zil sesleriyle bozulur büyü.

Çalan ders zili değildir de bir tahliye borusudur sanki. Kalabalıklar, alkışlar, kahkahalar, suni tebessümler arasında bir el çeker alır çocuğu, melekler gibi yaşadığı cennetten. Her şeyi ezelden kalbine işlenmiş bir ilimle hatırlayan, hisseden çocuk ruhu sanki farkındadır başına geleceklerin, kendisine yapılacakların ve bu yüzdendir ağlayışı çoğu çocuğun, okulun ilk günü.

Yeryüzüne iniş, çocuğun ilk ayrılığıdır cennetten; okulun ilk günü ise çocuğun içindeki cennetten ilk ayrılışıdır. Yeni bir dünyaya adım atar bütün çocuklar okuldaki ilk günde. Yeryüzünde tadılacak sayısız hüzünlerin ön sözüdür okulda ilk gün; değişmenin, değiştirilecek olmanın acısı kanatır körpecik kalpleri. Bu yüzden o gün gözyaşları sel olur, bu yüzden o gün yaprakları içine kapanır pek çok çiçeğin.

Büyüklerin adına gerçek dedikleri dünya, üşütür bir eylül sabahı her çocuğun içini.

Ezelî bir ayrılıktır okula başlamak, ezelden ayrılıştır. Orada;  duvarları yüksek, gürültülü, geniş okul bahçesinde, hoparlörlerden çıkan sesler arasında saksıya alınmış bir bitkiye dönüşür çocuğun ruhu, akvaryuma konan bir balık, kafese konmuş bir kuşa dönüşür. Anne baba uzaklaşır, kuşlar, çiçekler uzaklaşır, yağmurlar, bulutlar ay dede ve yıldızlar uzaklaşır git gide.

Ümitle beklenen cumalar, yerini bırakır çabucak gelen pazartesilere. Neşeyle gelen şubat tatilleri, yaz tatilleri; bırakır yerini yeni dönemlere, sınıflara.

Her gün, her hafta, her ay, her sene biraz daha alışır çocuk okula ve eğitilir orada. Bir kez bile dağ başına çıkmadan ezberler dağ isimlerini atlaslardan. Bir kez yunmadığı nehirlerin ezberler uzunluğunu, öğrenir nereden doğduğunu, nereye döküldüğünü. Bir kez ufkuna bakamadığı, sahilinde yürüyemediği denizlerin haritalarda yerlerini bulmayı öğrenir. Uzak kıtaların, okyanusların adlarını sayar durur sınavlardan önce yollarda, sınıfında, uykusunda.  Çiçeklerin yerine renkli kitaplara, gökyüzüne bakmak yerine sınıf tavanlarına bakar. Bir zil sesi ile girer beton duvarlar arasına, başka bir zil sesi ile ayrılır soğuk duvarlar arasından. Rakamları da tanır sonra ve inanır en çok rakamlara.

Kantin, tost ve test arasında attığı her adımda biraz daha geride kalır çocukluğun billurdan ülkesi, her sene biraz daha değişir bakışları, yüzü elleri, sesi, kalbi. Tatil kitaplarındaki, ders kitaplarındaki çocukların yüzüne benzeyen bir yüz bulur kendisine, onların bakışlarına benzer bir bakış.

Öğrenir yaşını dünyanın, tarihini insanlığın, hesabını paranın, yaşın. Yağmur ve kar nasıl yağar öğrenir, yumurtadan civciv kaç günde çıkar öğrenir. Ağaçlar yeşermiş midir yol kenarlarında, okul bahçelerinde, çiçekler açmış mıdır parklarda, bayırlarda, bulutlar hep başka başka mıdır gökyüzünde, fark etmez. Kar, beyaz kâbustur; yağmur, doğal afet.

Kediler hastalıklı, köpekler kuduz, böcekler zararlı, yılanlar zehirli, kuşlar gürültücüdür onun dünyasında da. Hayret etmez gördüğü hiçbir şeye, hayret edilesi şeyler de söylemez, söyleyemez zaten. Mevsimlerin isimlerini sayar, günlerin, ayların isimlerini ve kutlanacak haftaları. Aferinler alır.

Unutur dilini fıtratın, kâinatın. Unutur kendisini çocukluğunda.

Büyüdü, akıllandı derler okula başladıktan sonra, kalmadı afacanlığı, ağabeyi de böyleydi, ablası da böyleydi.

***

Çocukluğuna veda edemeyenlerimiz müzmin çocuk unvanı ile hayatlarını sürdürse de kimimiz az, kimimiz çok ama hepimiz okullarda büyüdük, en çok okullarda yitirdik çocukluğumuzu. Okul sıralarında, teneffüslerde, sınavlarda unuttuk çocukluğun dilini.

Dünyanın her yerinde çocuklar, okullarda büyütülüyor en çabuk. Çocukluk en çabuk okullarda unutturuluyor.  Okul kapısından içeri adım atar atmaz geride kalıyor çocukluğun, fıtratın muhteşem ülkesi ve başlıyor dünya yolculuğu.  

Belki bir gün seçmeli çocukluk dersi de eklenir müfredata, unutmasınlar veya arada hatırlasınlar için çocuklar çocukluğunu.

23 Temmuz 2022 Cumartesi

bir yerlerde buluşuncaya kadar hoşça kal mevlana idris

On beş yılı biraz aşan dostluğumuz oldu bu dünyada Mevlana İdris'le. Başlangıçta ben ona ağabey dedim ancak yaşı benden büyük olsa da o, kardeşim yerine dostum dedi. Başkalarına benzemediğinin farkındaydı ve etrafında dönen edebiyat dünyasının fertlerine benzemekten kaçındı. Nevi şahsına münhasır bir duruşun, duyuşun sahibi oldu hep. O, bu şehre uğradığında Sivas güzelleşirdi. O hangi şehirde, hangi programda ise o mekanın anlamı genişlerdi. Onun yanında olmak, uzaktan sesini duymak, bir yerlerden selamını almak sonsuz bir huzur esintisi sunardı.

Size karanlığın içinden değil kendi içimden sesleniyorum, demişti. Kendi içi aydınlık, rengarenk bir bahçeydi; o aydınlıktan gelen sesi çocuklar duydu, çocuk kalanlar işitti en fazla.

İster gürültülü bir caddede ister yalnızca kuş sesleriyle örülü bir parkta ister bir şiir programında sahnede, sesinin tonunu hiç değiştirmezdi. Kalabalıklarda sükutu daha da artardı. Çünkü bazen sesimi kendime bile duyuramadığım anlar oluyor, demişti. Sessiz konuşurdu, fıkra anlatırken bile. Hitabı yalnızca muhatabınaydı. Telaşlı olduğuna hiç şahit olmadım. Hızlı konuştuğuna da.

Bana uzun süredir içtenlikle nasılsın diyen biri yok. Belki de hiç olmayacak. Bu yüzden iyi olsam bile bunu birisine söyleme imkanı bulamadan aylar geçebilir, demişti. Son görüşmemizde günün her saati kendisini çok yorgun hissettiğini, hiçbir şey yapmak istemediğini söylemişti. Biraz konuşunca gerçekten iyiyim, demişti.

Hepimiz yeryüzünü farklı algılıyoruz ve hepimiz farklıyız. Bazıları biraz daha farklı! demişti. Farklı olanı severdi, farklı olana zaman ayırırdı. Farklı hikayeler, fıkralar, dostluklar biriktirirdi.

Benim korktuğum ve reddettiğim ne biliyor musun? Üstümüzün çizilmesi! Buna tahammül edemiyorum dostum, demişti. Edebiyat aleminde yahut toplumda üstü çizilenlere sahip çıkmak onun en güzel yaptığı işlerdendi. Şahidim.

Her yerde bulunan bazı işaretler senin için bir şey ifade etmiyor ama ben her şeyi anlıyorum, demişti. Anlardı çoğu şeyi anlatmadan. Sezerdi. Küçük işaretlerden büyük hakikatler çıkarırdı. Hasbelkader söylenen bir cümlenin, anlatılan küçük bir olayın kendisinde büyük izler bıraktığını fark ettirirdi.

Kalabalıklardan, dünyadan uzak durmanın ustasıydı. İçindeki büyük bahçelere, büyük müziklere sığınırdı.

Bazı insanlar ve bazı durumlar neden saygı ve ilgi çemberinin dışında bırakılıyor bunu anlamaya çalışıyorum, demişti. Bu yüzden belki de bazı insanlara ve bazı durumlara ilgisi, saygısı herkesten farklı idi.

Ben olmasam sağlıklı olduğunuzu nereden anlayacaksınız? demişti. Biliyordu kendisindeki biricikliğin çoğu insan nazarında normal karşılanmadığını.

İyilikten, iyilerden yanaydı hep. Her zaman kendi dünyasında, kendi bahçesinde değildi. Zaman zaman herkesin dünyasına indiği de olurdu. Beni iyiliğiyle şaşırtan insanlar ya da hayvanlar olmuyor mu? Tabii ki oluyor. Nadiren onlara rastladığımda bir ömür şapka çıkarıyorum.Bazen bir hastanede müşfik, beni dinleyen bir hekim gördüğümde yavaşlıyor, duruyor ve kendime geliyorum; dünyaya, sizin dünyanıza, demişti.

Gülten Akın'ın Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya, dizelerinin dışında kalan kimselerdendi. İnceliğin hayranıydı. Küçük cümlelerden, olaylardan büyük sohbetlere kapı aralardı. Çok konuşmayı sevmediği yönünde yaygın bir kanaat vardı oysa konuşmayı severdi. Bazen bir çocuk, bazen köpek, bazen de bir ağaçla konuşuyorum. Sorsanıza niçin? Niçin sizle konuşmuyorum, sormayacak mısınız? Çünkü vaktiniz yok sizin durup kendinizi dinlemeye bile, demişti. Elbette suskunluğu anlaşılmayanın konuşması da anlaşılmazdı kimilerince. Ve kimse beni dinlemediği için, kendimi dinlemek  için bazen saatlerce konuşuyorum, demişti. Konuşmayı severdi ama dinlemeyi daha çok. Beni dinlediyseniz teşekkür ederim. dinlemediyseniz bu zaten iyi bildiğim bir şey, demişti.

Defineye malik viraneler var, dizesinin hikmetince: Bir tuhaflık varsa bu bende mi? Bunu hiç bilemeyiz. Kim gül, kim bahçe? Nereden bilebiliriz ki bunu, demişti. Hem güldü, hem bahçe.

Dünyadaki yalnızlığının mimarı kendisi değildi. Birlikte olduğum insanlardan yalnızlığı öğrendim. demişti.

Aramak değil bulunmak istemiştim, demişti ama arardı da zaman zaman. Aradığımda bulurdum da kendisini içindeki dünyada. Görüşecektik yüz yüze. Bir yerlerde buluşuncaya/bulununcaya kadar, hoşçakal, demişti. Görüşemedik, ayrıldı bu dünyadan ama görüşmek için dünya tek mekan değil.  Biliyorum bir yerlerde buluşmak mümkün.

Sağol dostum. Sağol.

Bir yerlerde buluşuncaya kadar hoşça kal.

                                                                     sebilürreşat dergisi, temmuz 2022.



1 Temmuz 2022 Cuma

öteye kalan görüşme

 

2006 yılıydı ilk kitabım yayımlandığında. Hayli sıcak bir ikindi vakti okul önünde telefonum çaldı. Telefonu açtığımda karşıdan gelen ilk cümle "iyi geceler bayım"dı, vakit ikindiydi ama olsundu. Mevlana ağabey, dedim şaşkın ve telaşlı. Okulun ve trafiğin gürültüsü o anda kesildi, bir sükûnet yayıldı içime o konuştukça. Orada başladı her şey. Kitabınız elimde, dedi. Sesinizi sesime yakın buldum, dedi. Telefon numaranızı bir dostumdan rica ettim, dedi. Orada başladı dostluk, kardeşlik. Orada yeşerdi sonsuz bir muhabbet.

Sonrasında sık sık görüşmeye başladık kendisiyle yüz yüze değilse de. Sivas'ta düzenlenecek bir şiir programı için isim listesi yapan bir grup arkadaş, davet edecekleri şair listesi için yardım istediğinde Mevlana İdris’e sordum katılıp katılamayacağını. Kırmadı, geldi Sivas'a; daha da pekişti yakınlığımız. Sivas'tan ayrıldıktan sonra burada kalabalık bir mecliste çekilmiş fotoğrafı bana gönderdi: "Bir ucunda siz, bir ucunda ben" yazmıştı fotoğrafın altına. Gerçekten de otuza yakın kişinin oluşturduğu fotoğraf karesinin bir ucunda o vardı, bir ucunda ben. Muhabbetimiz sonraki dönemlerde katlanarak devam etti ve hep bir ucunda kendi ifadesi ile hazret vardı, bir ucunda ben; aramızdaki mesafelere, dünyaya rağmen.

Şiir, edebiyat programlarında görüştük, telefonla görüştük, Sivas'tan geçerken görüştük. Her fırsatta görüşmeye çalıştık hep. Bir gece yarısı Sivas'tayım, dediği de oldu, bir bayram dönüşü yarım saate Sivas'tan geçeceğim, dediği de.

Canım sıkkın, moralim bozuk olduğunda arardım, ilk cümlelerinden itibaren tüm karmaşa biterdi zihnimde, kalbimde olan. Mutlaka anlatacak bir fıkrası, kendinden yaşça ya çok büyük ya da çok çok küçük dostları arasında geçen hikmetli veya latif tespitleri, konuşmaları peş peşe anlatırdı. O, ne anlatsa dinlenirdi zira sesiyle değil, kalbiyle konuşurdu, hissederdim. Kalabalıklarda ya hep susar ya da mekan değiştirirdi.

Sohbetlerimiz arasında geçen küçük cümleler, daha evvel farkına varamadığım incelikleri anında yakalardı. Küçücük bir cümle, bir bilgi onun işareti ile birden büyürdü benim dünyamda da. Hayret eder, şaşırır ve bunu tavrını gizlemezdi. “Bunu yazmalısınız” derdi. Hikmet ve hakikat burcundaydı daima.

Şaşırdığı kadar şaşırtırdı da çoğu zaman. Gecenin bir yarısı Çerkezin Kahve’deyim, diye aradığı da oldu, sabahın ilk saatlerinde yarım saate Sivas’tayım hazret, dediği de. Bazen arkadaşlarıyla yol uğrattığı da olurdu Sivas’a. Biraz hava alalım diye çıktık, buraya kadar geldik, demişti son yüz yüze görüşmemizde. Dostlarını tanıştırmayı severdi.

Hiç beklemediğim anlarda ya bir mesaj ya bir telefon yahut uzaktan bir selam gelirdi kendisinden. Seneler evvel katılmadığım bir şiir programında, Hazreti Hüseyin ve Hüseyn Kaya’ya selam olsun, diyerek şiir okumaya başladığını mecliste bulunanlardan duyunca ne kadar mahcup olmuş, ne kadar sevinmiştim. Mustafa Kutlu ağabey bir şiirinizi okumuş; sizi sordu, dedi geçen Kurban Bayramı’nda. Bir dergiye şiir göndermeyeli çok oldu ağabey dedim, yanlışlık olmasın. Ben vermiştim bir şiirinizi bir dergiye dedi. Sohbetin detaylarını anlattı, her zamanki gibi mahcubiyet, hüzün, sevinç peş peşe işgal etti içimde bir yerleri.

Çağın hatta dünyanın çok ötesinde bir inceliği vardı ve belki de bana, bizlere farklı gelen bu incelik etrafında şekillenmiş düşünce tarzıydı. On beş seneyi aşan dostluk, kardeşlik sürecimizde bir defa “acil” kelimesini duydum kendisinden. Hazret, acil kargo adresi gönder, diyordu. Kitap yahut dergidir illaki diye düşündüm. Birkaç gün sonra kargodan gelen paketin kitap olmadığını elime alır almaz fark ettim. Ayakkabılarımdan bahsettiğim “Kırk Yedi” başlıklı yazımı okumuş, bir çift kırk yedi numara ayakkabı göndermiş, içine küçük bir not ve iki de kitap ilave etmiş. Ne denir, ne söylenir?.. Yaklaşık altı ay sonra yine adres istedi. Sezdim, yine ayakkabı gönderecek. Ağabey, mahcup oluyorum, dedim. Ben kullanamam sizden gelen bu ayakkabıları, saklarım. İstanbul’a getirir belki sizi bu ayakkabılar, dedi. Sustum. Bu son, dedi. Ayakkabıcı bir arkadaşımla okuduk yazıyı yeniden ve kendisi hediye göndermek istiyor. Ayakkabı geldi ancak iki numara büyüktü ve içine üç de çorap ilave edilmiş. Büyük gelirse ayakkabı çift çorapla giyersiniz diye düşündük, dedi. Ne çorapları kullandım, ne ayakkabıları. Kullanır mıyım, onu da bilmiyorum artık.

Yazılacak, anlatılacak çok şey var kendi ifadesi ile Hazret hakkında lakin hepsi anlatılmalı mı, bilemiyorum. O, biricik ve mahrem dünyasını herkese açmadı, açmak istemedi. O yüzden onu yazmak, onunla ilgili yazmak da hayli zor bir durum. Uzun cümlelerden, uzun şiirlerden, sahnede uzun süre kalmaktan hep kaçındı. Şiir, yazı onun için sadece bir sonuçtu. Dar bakışlar, basit tartışmalar, edebiyat camiasındaki küçücük çeteleşmeler ve ucuz hesaplar; onun dünyasının yanından bile geçmedi, şahidim. Ortam kalabalıklaştığında, meclisteki sohbetin rengi değiştiğinde ya susardı ya yürüyelim, derdi. Allah'ın bana lütfuydu benimle olan dostluğu. Şiire, İstanbul'a, dünyaya, çocuklara Allah'ın bir lütfuydu. Ağabeydi, dosttu, dervişti, sahih şairdi, candı. "Üstat, Hazret, Selam ve Hû" kelimeleri çiçeklenirdi dilinde, yazdığı satırlarda.

Ramazan Bayramında görüşmüştük en son. Uzun bir telefon görüşmesiydi. Sesindeki sükûnet her zamankinden fazla idi. Kendini hep yorgun hissettiğinden bahsediyordu. Sağlık meselesini çabucak geçiştirdi, beş on dakika sonra sohbet derinleşti. Fıkralar anlattı, İstanbul’daki dostları arasında geçen latif konuşmalar, hikâyecikler anlattı. Biraz içinin ferahladığını hissediyordum o anlattıkça. Bir saate yakın konuştuk ve Ramazan Bayramı’nda olmadı Kurban Bayramı’nda görüşelim dedik. O da nasip olmazsa bu yaz Ya Maraş ya Sivas ya İstanbul’da görüşmek üzere sözleştik. Sonrası kendisini seven herkesin bildiği süreç, sonrası hepimizin üzerine çöken hüzün.

Görüşmek üzere sözleşmiştik, öte tarafa kaldı görüşmemiz.  

mostar, temmuz 2022 

sağdan itibaren: ahmet tezcan, mevlana idris, hüseyn kaya, mehmet küpeli

sağdan itibaren ahmet tezcan, mevlana idris, hüseyn kaya, mehmet küpeli

5 Ağustos 2020 Çarşamba

bahar şarkısı

hüseyn kaya

 

Hava birdenbire değişir, bulutları kendi aralarında garip bir telaş alır ve başınızı göğe kaldırdığınızda ansızın bir damla düşüverir göklerden yüzünüze, sonra bir damla elinize, bir damla daha… Yağmurun başladığını fark ettiğinizde artık çok geçtir. Sağa sola bakıp sığınacak bir yer arasanız da yakalanmışsınızdır bir kez yağmura. Şen ve oyun düşkünü küçücük bir kız çocuğu gibi siz kaçtıkça ondan, o habire kovalar sizi. Ya bu oyuna kendinizi kaptırır tamamen ıslanmayı göze alır ve şaşkın bakışlar arasında ıslanarak ve etrafa tebessümler dağıtarak ilerlersiniz yollarda ya da tüm işlerinizi unutup bir saçak altına sığınarak yağmurun sesiyle uzaklara dalarsınız dakikalarca.

***

Gökyüzünden değil de başka bir dünyadan düşüyor gibidir her bir yağmur damlası. Mağaza önlerinde, otobüs duraklarında onlarca insan birbiriyle konuşmadan, birbirinin yüzüne dahi bakmadan öylece bakakalır yollara, boşluğa. Yağmur yıkar götürür tüm gürültüleri, sesleri. Arabaların sesi azalır, etraftan yükselen müzik sesleri duyulmaz olur ve yalnız yağmur konuşur. O konuştukça rahmetle aydınlanır şehrin yüzü. Yüzlerce mısra üşüşür şairlerin kalbine, anneler çocuklarına şefkatle sarılır, toprak usulca kımıldar, ağaçların dallarına can yürür, serçeler bahar sarhoşluğuyla zikre hazırlanır çatı aralarında ve herkesin bildiği içinde yağmur geçen tekerlemeler usulca kalbinize kendini fısıldayarak akıp uzaklaşır zihninizden.

Yağmur dinip bulutlar dağılmaya yüz tuttuğunda sizden geriye küçük bir çocuk kalır ve yağmurun hediyesi rengarenk bir ebemkuşağı arar gözleriniz uzaklarda. Yağmur aslında en çok çocuklar için yağar ve en güzel çocuklar karşılar onu kapı önlerinde, pencere önlerinde. Vakit geceyse hisli ninnileri uzaklardan fısıldayan bir annedir yağmur.

***

Varsın bahçelerde rüzgâr gezinsin,

Yağmur ince ince toprağa sinsin

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Yazın da yağmuru vardır, güzün de ve her vakit yağan yağmurun güzelliği başka başkadır; fakat yağmurun kendi mevsimi bahardır. Öteki mevsimlerin beklenen ya da beklenmeden kapıyı vuran telaşlı misafiridir o.

Bahar geldiğinde dağ, taş, toprak, ağaç, kurt, kuş yüzünü göğe döner ve kutlu bir misafiri bekler gibi onu bekler. Bilirler ki o gelmeden bahar da gelmiş sayılmaz. Vakit gelip yağmurun eli toprağı okşadığında bahar; bayrama dönüşür, hasret; vuslata.

***

Nasıl ki güz; yaprak diliyle, kış; kar diliyle konuşur, bahar da yağmur diliyle selamlar yeryüzünü ve toprağa yağmurla söyler şarkısını. Yağmur; biraz hasretle, hüzünle; fakat en çok ümitle kendini bırakır toprağın bağrına. Sevinçten çığlık çığlığa toprağa düşen her yağmur damlasının ayrı bir sesi, ayrı bir hikayesi vardır ve her biri kendi hikayesinin duyulmasını ister. Dışarıda olmadığımız vakitlerde pencerelerimizi tıkırdatıp kaçan yağmur tanelerinin tek niyeti de budur aslında. Yağmurun hikayesi biraz da insanın hikayesidir ve ciğerlerimizi patlatırcasına içimize çekmekten huzur duyduğumuz yağmur kokusu; farkında olmasak da kendi kokumuzdur.

***

İyi ki bilmiyor kalabalıklar

Yağmura bakmayı cam arkasından

(Sezai Karakoç)

Yalnız toprağı değil düşlerimizi, hayallerimizi, çocukluğumuzu, insan yanımızı uyandırandır yağmur. Dünyada olduğumuzu, yalnızlığımızı onunla hatırlar; biraz da onu elimizde, yüzümüzde, gözlerimizde hissettikçe yaşadığımızın, rahmetten mahrum yaşayamayacağımızın farkına varırız.

Hiçbir yağmur üşütmez yalnızca içimizi titretir aslında.

Tıpkı yağmur duası gibi yağmurun da bir duası vardır yalnızca kendisini tanıyanların bildiği, duyduğu. Bu yüzden kadrini, kıymetini bilmeyenlere, duasını duymayanlara bazen küstüğü de olur yağmurun ve özletir kendini. Onun yüz çevirdiği, az uğradığı yahut uğramadığı baharlarda, şehirlerde hep bir şeyler yarım, eksik kalır; yürekler kasavetten daralır, çiçeklerin yüzünde durgunluk, ağaçların yapraklarında hüzün okunur. Suyu azalan ırmakların sinesinde balıklar endişeyle dolaşır ve nihayet kuşanılan çocuk safiyetiyle yağmur için yağmurun sahibine el açılır, dua edilir. Kalpler; kuru, çatlak topraklar gibi onun gökten inmesini beklerken; o, göğün rahmani bir dokunuşuna dönüşür ve düşer kendisi için açılmış avuçlara. Yağmur gökleri üzerimizde durdurandan umut kesmemeyi öğretir bekleyenlerine böyle zamanlarda.

Kim bilir, kimin göğe doğru açtığı avuçlar hatırına kabul olmuş birer duadır; kaldırımlara, yeni yeşermiş yaprakların uçlarına dökülen küçücük yıldızlardır üzerimize rahmet serpiştirerek geçen yağmur tanecikleri.

***

İçimdeki şarkıyı bazan dinleten bana

Bazan da gözyaşıma ayak uyduran yağmur

(Cahit Sıtkı Tarancı)

Yağmur dindiğinde çiçekler, ağaçlar, kuşlar şükranla el sallar onu getirip bırakan bulutlara. Toprağa günler sonra ilk kez ayak basan Nuh’un heyecanı, umudu ve dünyanın arınmışlığıdır aslında her yağmur sonrası kalbimizde hissettiğimiz sıcaklık. Sulara karışarak uzaklaşır bizden yüzümüz, ellerimiz, kalbimiz, cümle ağırlıklarımız ve içinde boğulduğumuz karanlık dünyamız. Gözleri ve kalbi neşeyle parıldayan ıslak bir çocuğa çevirir bizi, şayet ona yakalanmışsak bu oyunda.

***

Ben nerede yağmur yağarsa orada şemsiye kırmanın kitabıyım

(Mevlana İdris)

Her annenin çocuğuna yağmurlu gecelerde anlatacağı, içinde melek ve yağmur bulunan bir yağmur masalı olmalı. Her şairin, içinde yağmur geçen bir şiiri mutlaka olmalı ve her bestekâr içinde yağmurun sesini duyabileceğimiz bir şarkı bırakmalı yaşadığı dünyadan giderken. Yağmurlu bir günün resmini çizmemişse, çizmeyi düşünmüyorsa eğer bir ressam, resim çizmeyi bırakmalı ve yağmurlu günlerde şemsiye satışları, şemsiyeyle sokağa çıkmalar yasaklanmalı. Yalnızca yağmurun yağdığı vakitlerde yürümek için kaldırımlar, parklar, yollar inşa edilmeli bütün şehirlerde. Her yağmurdan evine kuru dönenler kapıdan içeri alınmamalı çünkü insan her bahar en az bir kez tepeden tırnağa ıslanmalı ve yağmur yağarken dünya ile ilk kez merhabalaşan tüm bebeklerin adı yağmur konulmalı.

2 Ağustos 2020 Pazar

kafesten kuş uçmuş gibi


hüseyn kaya

 

Hayatın ve ömrün hakikati ölümle atılmış bir düğümdür çoğumuz için. Nerede ve ne zaman geleceğini bilmeyiz fakat ölüm gelir, çözülür sırrı her şeyin.

Renkler, suretler, zaman ve mekan gölgesini terk eder ve gerçek yüzüyle süzülür karşımızda. Her ölüm bütün ölümlerin, kaybettiklerimizin acısını yeniden uyandırır içimizde.

Hayat, ölümün zıddı değil yalnızca bir bölümü, sebebidir aslında. Ağır ağır ölmektir her yaşamanın tarifi ve ta en baştan göze almışızdır her şeyi bırakıp gitmeyi. Yaşadığımız her gün ömrümüzden eksilen bir parçadır ve ömrümüzün yegâne sebebi aslında ölüm evini inşa etmektir. Saat; ölüme doğru ilerler aynı yuvarlakta, takvim sayfaları ölüme doğru savrulur boşlukta. Her aşk nasıl ayrılığı da taşırsa içinde her hayat da ölümü öyle taşır içinde. Ölüm hayatın karşılığı da değildir zıddı olmadığı gibi.

Ansızın duyduğumuz bir sala ile hatırlarız dünyanın bir konaklama yeri olduğunu, dünyada bir yolcu olduğumuzu. Saatler durur, dünya durur, kalbimiz telaş denizinin sahilinde yorgundur. Üzerimize sinmiş dünyanın kokusunu duyarız birden.

Kime, ne zaman, nerede misafir olursa olsun anidir her ölüm. Hüzünden ırmaklar boşaltır üzerimize ve yıkar bizi sonsuzluğun nuru ile. Biz ölümü beklemeyiz, ölüm bekler aslında bizi.

Tüm adımlarımız ona doğrudur, tüm çırpınışlarımız ona doğru. Yaşarken hep istediğimiz yitmek, uzak diyarlara gitmek ve her şeyi terk etmek hissinin eşiğine varmaktır ölüm yine de o eşiğe varan kimseye yakıştıramayız ölümü.

***

Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı,

Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz…

(Ziya Osman)

Belki bugün, az sonra belki yarın… Yeni bir gün ümidiyle evimizden çıktığımızda belki, belki de günün yorgunluğuyla dönerken evimize… Gökyüzünü seyrederken, maziyi yahut geleceği düşünürken, başka bir şehre üniversite okumaya giderken, hüzünlüyken, sevinçliyken, yeni bir eve taşınacakken, yeni dünyaya gelmiş çocuğumuzu seyrederken, şafak sayarken, taburcu günü beklerken, kuşlara yem atarken yahut bir durakta inerken, bir sınava hazırlanırken, buğulu bir cama yazılar yazarken, yağmuru ya da bir çiçeğin açmasını beklerken,  bir özlemin bitmesine çok az vakit kala her an her yerde gelir ölüm ve küçücük bir noktayla bitirir hikayemizi. Son kez birbirine kavuştuğunda göz kapaklarımız dünya tünelinin sonundaki ışıktır ölüm.

Uyanırız, biter dünya. Uyanırız,  bütün uykuların bittiği sabah ölüm gelmiştir kapımıza.

Öylece kalakalır; masada yarım bardak su, dolaplarda giysilerimiz, kapı önlerinde ayakkabılarımız. Yüzümüz aynalarda kalır, boşluğa düşer kollarımız.

Aldanışlarımızın özeti kalır ardımızda, yalan yaşamaklarımızın, seraplar peşinde dolaşmalarımızın anlamsızlığı. Okuduğumuz kitaplar silinir, dinlemeye, söylemeye doyamadığımız şarkılar, şiirler suskunluğa bırakır yerini. Solgun fotoğraflarda dokunduğumuz eşyalarda baktığımız aynalarda yürüdüğümüz yollarda, oturduğumuz sıralarda kalır hatıramız bizden sonrakilere.

***

En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz

Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz

(Ziya Osman)

Tıpkı hayat gibi bir nimettir ölüm aslında. Çiçekler nasıl taşırsa tohumunu gövdesinde öylece taşırız ölümü de. Haddimizi, hududumuzu bildirir, mecaz perdesini, renkli peçesini kaldırır dünyanın yüzünden, tüm hayallerimizin, umutlarımızın simini sıyırır, cümle acılarımızı, ağrılarımızı dindirir gelişiyle.

Dünya sofrası dürülüp kaldırıldığında önümüzden pişmanlıklar ve keşkeler sıradağlar gibi uzanır ardımızda.

Gördüğümüz, şahit olduğumuz her ölümün bir sözü vardır kalbimize fısıldadığı her ölümün bir hakikati. Bir trafik kazası sonrası her parçası bir köşeden toplanan cenazeler, hastane koridorlarında yastıklarda, kundaklarda taşınan minicik gövdeler, dünyaya ait tek bir kelimeyi öğrenmeden; anne, diyemeden baba, diyemeden sıcak bir ekmeği dişleriyle koparamadan kapanan camdan gözler, uzak diyarlardan, dağ başlarından bayraklara sarılarak güller içinde gönderilen gencecik şehitler konuşur kalbimizle, ruhumuzla biz farkına varmadan. Ölüm değil bu sohbettir aslında tedirgin eden bizleri.

Ağlamaktan bayıldığımız olur, uyanıp uyanıp yeniden göz seline boğulduğumuz olur… Bir fotoğraf, bir mektup,bir şiir, bir  kitabın ilk sayfasındaki üç beş kelime teselli vermek yerine kanatır ayrılığın yarasını. Biten bir oyunun hüznü dolar içimize. Herkes yerli yerindedir, bekliyordur, açılan her kapının ardında ölen yakınımız girecek sanırız. Dualar, Yasinler arasında ağıtlar gelir bağdaş kurup oturur bağrımız üzerine. Alışmak güç olsa da bir eksikle yeniden döner dünya. Yine anneler çocuklarının elinden tutar karşıya geçerken yine hızla koşar insanlar işyerlerine, evlerine… Yine bahar gelir açar çiğdemler, söğütler yeşerir, başağa durur buğdaylar. Oyunu bir süreliğine dışardan seyrettirir bize sevdiklerimizin ölümü. Ölüm kadar hazindir alışkanlıkları terk etmek, ayrılıklara alışmak. Uzanırız, ellerimiz havada kalır, uzanırız kollarımız boşluğa dolanır. Alışmaya, yaşamaya değil ölmeye gelmişizdir oysa dünyaya.

Yalnız insanoğlunun yükü değildir ecel. Cümle mahlukata da bir pay düşmüştür ayrılıktan, ölümden. Kuşların yavrusu ölür, koyunların kuzusu… Vakti geldiğinde kurur ve ölür her ağaç, çekilir damarlarından su. Kim bilir belki de çiçekleri, kelebekleri güzelleştiren, gökyüzünde yıldızları titreten şeydir ölüm korkusu.

Nefesimizin daraldığı, hastalıkların kıvrandırdığı vakitlerde, yağmurlu sabahlarda, toprağın, suyun, havanın ağırlaştığı akşamlarda, eksik bayramlarda, iftar sofralarında nefesimiz boğazımıza düğümlene düğümlene, içimize akan gözyaşlarımızla yine unutmak üzre yeniden hatırlatıyor ölüm hatırlamamız gerekeni. 

Öğreniyoruz ve her seferinde tekrar unutuyoruz ölümün öğrettiklerini, unutturuyor dünya. Mezarlıkları şehirlerin dışına taşıyoruz, pencerelerimizi sala, ezan sesini içeri almayacak olanlardan seçiyoruz. Belki de karanlıktan değil ölümden korktuğumuz için sabahlara kadar aydınlatıyoruz evimizi, sokaklarımızı, şehirlerimizi; ama bitmiyor yine de etrafımızda ölümler. Parklarda ağaçlar ölüyor, kafeste kuşlarımız, akvaryumda balıklarımız, saksılarda çiçeklerimiz… Aynada yüzümüz her sabah biraz daha ölüyor.

***

En son ölüm gelir

Yine de erken deriz…

(Mevlana İdris)

Biz ölümü ne kadar az anarsak analım ölüm bizi unutmaz. Tıpkı sevda, ayrılık, gurbet, yalnızlık gibi şiirlere, kitaplara, şarkılara siner ölümün rengi, kokusu bazen. Hayat merdivenleri dikleştikçe o şiirlerden bir mısra, kitaplardan bir sayfa, şarkılardan bir nağme muhakkak gelir otağını kurar ruhumuzun bir köşesine.

Ölüm gelir ve ödünç verilen nefesi alır ruhumuzdan, gölgemiz dahi terk eder peşimizi. Dünya kitabının son sayfasıdır ölüm, herkes için…

 

semerkand dergisi, 2014

27 Temmuz 2020 Pazartesi

kalbimizin durgun kıyısı

hüseyn kaya

Çalkantılı dünya denizinde gönül gemimizin yılda iki kez sahiline vardığı rüya ile gerçek arasında bir adanın ismidir bayram. Dünyada sürüklenmekten yorgun ruhlarımız orda kurtuluşa erer, huzuru teneffüs eder. Orada dünyayı ve dünyanın telaşını uzaklarda bırakır, arınmışlığı hissederiz. İster hayatta ister dar-ı bekaya göçmüş olsun; kalbinin sesini duymak, yüzünün nurunu görmek istediğimiz, özlediğimiz herkesle o adada buluşur hemhal oluruz. Serçelere duyduğumuz şefkat, karıncalara duyduğumuz merhamet, bulutlardan kopup gelerek yüzümüzü okşayan rahmet hep oradan eserek gelir ve diriltir içimizi. Kervanlar oradan taşır uzak diyarlara, dünyaya; rikkati, uhuvveti.

***

Büyürüm de kimse anlamaz

Kolay yürürüm yollarda

Bayram yaklaşırken.

(Fazıl Hüsnü)

Adı ve vakti herkes için aynı olsa da herkese başka türlü gelir bayram, gelir ve mekânları değiştirir, zamanı durdurur.

Yeni yeni aklı yeten küçücük bir çocuk için heyecandan uyunmamış bir gecenin sabahıdır bayram. Uzaktan gelecek akrabaların, yeni alınan kıyafetlerin mutluluğu, küçücük kalplerde ümit yeşertir, sevinç çoğaltır. Çocuklar farkında olmasalar da en çok bayramlarda büyürler…

Hanımlar, genç kızlar için ellere boğum boğum kına yakılarak beklenen kutlu bir misafirdir bayram ve ayrılıklar, hasretler; günlerle, aylarla değil geride bırakılan bayramlarla sayılır.

İhtiyarlar için ezeli bir tanıdıktır o; fakat yine de her seferinde bambaşka bir havayla gelir. Onunla fani ömür içerisinde bir kez daha karşılaşmak şükürlerin en büyüğünü gerektirir. Bayramlarda sayılır geride kalan yıllar uzakta kalan dostlar, ebediyete uğurlananlar…

 Bayramın selamladığı şehirlerde yetimlerin saçları arasında kutlu bir el dolaşır yoksulların sofrasına saadet misafir olur, kimsesizlerin kapısında sıraya girer bayramı kuşanmış yürekler.

Bayram geldiğinde takvimlerin sayfaları koparılacak kalır duvarlarda. Onunla her şeyin rengi değişir, rayihası farklılaşır, gecelerin karanlığı dahi bağrında bir nur; yarışır sabah vakitlerinin aydınlığı ile. Cennetten süzülüp gelen bir esinti dolaşır sokak aralarında, parklarda, dağların yamaçlarında. Her bayram öncesi özlediğimiz hissetmeye çalıştığımız ve her bayramda içimize dolan cennetten gelen bu esintidir aslında. Adı ve vakti herkes için aynı olsa da herkese başka türlü gelir bayram, gelir ve giderken hep bir şeyleri yarım bırakarak gider.

***

Sabahın sevinci içimde

Bayramın sevinci içimde

Katar

Katarın içinde

(Asaf Halet Çelebi)

Sofradaki bayram aşı sokaktaki insanların saf ve temiz telaşı bayram sabahlarına mahsustur yalnızca. Seherle beraber süpürülen kapı önleri, pencerelerden eşiklerden hanelere dolan bereket ve rahmet havası yalnız bayram sabahlarınındır. Sabahın ilk ışıklarıyla vakti her geldiğinde yeniden tarif edilen tek namazdır belki de bayram namazı.

Cami bahçelerinden kaldırımlara taşan seccadelerin üzerinde yeni bir güne değil de hayata başlamanın heyecanıyla beklerken; yüzümüzü okşayıp kalbimizi titreterek geçer bayram serinliği.

Işıltılı bir pınar, duru bir ırmaktır bayram kana kana suyunu içtiğimiz, berraklığında arındığımız ve yeniden hayat bulduğumuz. Kuruyan yapraklarımız o suyun iksiriyle hayat bulur çatlayan kalbimiz o iksirle giderir susuzluğunu.

***

Geride bıraktığımız günlerin özeti gibidir bayramlarda yaşadığımız hüzünler sevinçler. Ayrılıklar vedalar yaşamışsak bayrama ulaşıncaya kadar, lokmalar boğazımıza dizilir kalabalık bayram yemeklerinde ya da saadet dolu günler bırakmışsak geride ve yeni fertler katılmışsa ailemize bayram günü artar sürurumuz, aydınlanır dünyamız. Sahip olmanın sevincini, yitirmenin hüznünü bayramlar tattırır bize ve yıllar geride kaldıkça yine bayramlar öğretir ki hakikatte ne sahip olma vardır ne kazanma ne kaybetme.

İster hüzünle çalsın kapımızı ister sevinçle, bayramın olduğu yerde takvimler silinir saatler boşa döner duvarlarda. Zaman yalnızca bayrama ayarlıdır. Dünyanın telaşı bitip de kalbimiz durgun sularda sakin bir kuğuya döndüğünde hatırlama ve hatırlanma vaktidir bayram.

Küçücük bir çocuktur o; her arefe gününde kapımıza tıklatır ve sevecen bakışlarla kalbimizin en rikkatle dolu yerine dokunarak şeker ister, tebessümle süslenmiş merhamet dolu bir bakış ister.

Bayramda kapısı çalınmayan, eşiğinden içeri misafir atlamayan, çalacağı kapısı olmayan ve ziyaretine gideceği bir mezar dahi bulunmayan kimse gerçekten yalnızdır yeryüzü gurbetinde.

***

Babamızın boynuna uzun uzun sarılmak, annemizin göğsüne yaslanıp kalmak, damarları çıkmış kuru ellerini cennet çiçeklerini öper gibi öpmek için en güzel bahanedir bayram. Çocuklarımızın gözlerinden yüzlerinden doya doya öpmek ve kokularını içimize çekmek, onları caddelerde boyunlarımızda taşımak, tanımadığımız insanlara selam vermek tebessüm etmek, aksakallı dedelerin gül suyu kokan yüzüne yüzümüzü yaslamak için bulunmaz bir fırsat, kabul olunduğunu gördüğümüz duadır…

Hani sebepsiz ağlayan biri iseniz saklamanıza gerek yoktur gözyaşlarınızı bayram sabahlarında; zira sebebi sorulmaz bayramda dökülen gözyaşlarının.

Küskünlüğün, düşmanlığın içeri alınmadığı, her burcunda ebediyet arzusuyla işlenmiş bayrakların dalgalandığı bir kutlu şehir, bir mübarek ülkedir o.

***

Yıldızlara

Bahçelere bakıyorum

Her yer bayram

Dönüp içime bakıyorum

(Mevlana İdris)

Bayramlar peş peşe gelir ve geçer. Aslında bayram değildir gelen, geçen; yürüdükçe yaşadıkça bizim yolumuz düşer bayramların kapısına. Attığımız adım, aldığımız nefes bizi hep yeni bayramlara taşır. Zahirde sayılı olsa da eşiğine vardığımız bayramlar, türlü türlü küçücük bayramlar da vardır kapısı önünden geçtiğimiz, eşiğinden atladığımız. Gökyüzüne bakabilmenin, çiçeklerle sohbet edip, akan sularla söyleşmenin hatta kimi vakitler nefes alıp verebilmenin dahi bizi o kapıların önüne taşıdığı olur. Bazen Eyyub gibi sınanır ve yaralarımızdan kurtuluruz o günde bazen Yakup gibi hasretini çektiğimiz Yusufumuzu kucaklarız, fer gelir gözlerimize. Bazen Âdem gibi cennetimizde yitirdiğimiz Havva’yı yeniden buluruz,  yeryüzü sürgününde… Onca kıssa yalnız bizim yazgımızda tekrar etmez; kurt kuş, börtü böcek, bulut çiçek, dağ taş dahi cüssesince aynı hal üzre yürür ve benzer kapılardan geçer; bulutun yağmura döndüğü, ağacın meyveye durduğu, kelebeğin güneşi selamladığı, çiğdemlerin topraktan başını uzattığı, turnaların vatanına vardığı, ırmakların okyanusu bulduğu vakittir bayram.


ağustos, 2011


23 Temmuz 2020 Perşembe

yolculuklar mesnevisi

hüseyn kaya

Her akşam,

inerken güneş sulara

Yıldızlar mendil salladılar

Eşsiz yolculara...

(Cemil Meriç) 

Her kalbin kıyısında kıvrıla kıvrıla ufka doğru uzanan bir patika vardır ve yalnız o yoldur yürüdüğümüz ömrümüz boyunca. Zahirdeyse yollar türlü türlü, yollar iç içedir;  onlarca kez yola düşeriz, onlarca yolu geride bırakırız, onlarca yolda yürümekten usanırız ya da kayboluruz. Her yolculuk bir ayrıkla başlar ve bir vuslata taşır bizi, her vuslat başka hasretlerin kapısını aralar. Sürekli bir şeyleri geride bırakır, bir şeylerden vaz geçer, ilerleriz tepelerin ardındaki adını bilmediğimiz kasabalara, rüyalarda dahi görmediğimiz yarınlara. Yeni yerler, kişiler tanırız ve eskileri unuturuz tıpkı her yeni günde, haftada bir öncekini unuttuğumuz gibi.  Kendimize yol kıyıları buluruz biraz oturup dinleneceğimiz ve bir daha asla uğramayacağımız.

Bölünerek çölde kaybolan ırmaklar gibi bölünürüz başka başka taraflara ve bölünerek ilerleriz. Biz ilerledikçe kuru bir ırmağa dönüşür ömrümüz bizden geride. Önce kendimizi unutur, kaybederiz yollarda sonra unuttuğumuz, yitirdiğimiz kendimizi ararız yıllar boyu.

***

Yollar içindedir senin

Yollara çıkmadan yürü

(Arif Nihat)

Her yolcu, yolunu içinde taşır. Gördüğümüz her şeyin, yaşadığımız her anın kendi içinde bir yol hikâyesi vardır. Geçen her saat bir sonrakine, her gün; bir ertesine yolcudur, bu yüzden kaçar gibi hızla geçer zaman önümüzden durup dinlenmeden.

Bahar, yaza yolcudur, yaz sonbahara; ağaç tohuma yolcudur, tohum toprağa. Yağmurlar da yolcudur yer ile gök arasında durmadan gidip gelen ve rüzgârdan atların yelesinde uzak diyarlara savrulan.

Bahçemizde açan gülün, penceremizi süsleyen çiçeklerin dahi bir yol hikâyesi vardır alfabesini bilenler için yapraklarında yazılı.

***

Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar

(Faruk Nafiz)

Konuşmadan önce yürümeyi öğreniriz küçücük ve korkak adımlarla oysa yürüsek de dursak da bizler de her daim yolcusuyuz kendi hikâyemizin.

Biz yoldan geçmesek de yol, geçer bizden. Bebekliğimiz bizi çocukluğumuza uğurlar, çocukluğumuz gençliğimize. Otuzlu yaşlara girerken yirmili yaşları geride bırakırız, anne baba olmaya giderken anne babamızdan ayrılırız. Sevgilinin eşiğinden içeri adım attığımızda kendimizi bırakırız geride. Yürümek biraz da kendimizden parçalar bırakmaktır ardımızda.

Hüzün varsa suretimizde yolculuk elemindendir, tebessüm varsa yolculuk sevincindendir. Tedirginliklerimiz, telaşlarımız, hep eksik kalan yarımlarımız bu yüzdendir. Nereye gidersek gidelim, kimi yanımıza alırsak alalım, çantamızda ne dolu olursa olsun; her şeyin emanetçisi yorgun bir misafir mahcubiyetiyle dolaşırız dünya üzerinde ve kendimizi yolcusu sandığımız dünya dahi bir yolcudur kardeş yıldızlarla koca evrende. Yıldızlar da yolcudur ve bu yüzden kendisine yol soranlara işaret ederler yolları, yönleri.

Bazı yolları farkında olmadan yürürüz, bazı yolları yürürken ayaklarımızın altına iner kara sular, bazen yığılır kalırız da yol götürür bizi gideceğimiz yere. Kaybolduğumuzda bile yeni bir yol gelir serilir ayaklarımız altına.

Yolda düşmek, yolu düş bilmek dahi yeni bir yola düşmektir.

Yürüdükçe uzar yollar uzar ve bölünür sonsuza. Kimi uçsuz bucaksız sahraların bağrından onlarca kervanı aşırır kiminden kuş uçmaz, kervan geçmez. Kimi karanlık ormanlara götürür yolcusunu, derin bataklıklara; kimi okyanuslara, uçsuz bucaksız aydınlıklara. Bittiğini sandığımız her yol bir yenisinin başlangıcıdır. Aramak da yoktur o yüzden bulmak da. Sonu yoktur karanlığın da aydınlığın da.

***

Daima yollar uzar kalb üzülür

(Yahya Kemal)

Aşk da bir yolcudur gelir; ama geçmez kalbimiz üzerinden. Kalbimiz o yolcunun her an kendine geleceği heyecanıyla durmadan titrer sabah akşam. Aşk, Hüsn’ün ve hüznün olduğu her kalbin eşiğinden bir o yana bir bu yana gidip gelendir. Bazen söz atlarına biner uçar göklere bazen gözyaşı şelalesinden dökülür sonsuzluk ırmağına.

Gözyaşı gibi söz de hem yol, hem yolcudur, en ezeli seyyah odur. Bazı sözler cennete uzanır ve çiçek açar cennet bahçelerinde bazı sözler karanlıktır dökülür dibi yok kuyulara. Bazen sözlerin yolu birleşir ve şiirden bir yola düşerler bir şairin ışıldayan kalbinde; bazen söz deniz olur dalgalanır masamızda bir kitap suretinde. Bir türküden gönlümüze yol bulup üşüşen hüzün de sözün kanatlarında süzülür ruhumuzun göğünde.

***

Yoksulluğumuzu, mutluluğumuzu, yalnızlığımızı yürürüz. Geceyi ve gündüzü, çocukluğumuzu, gençliğimizi, ihtiyarlığımızı yürürüz. Geçtiğimiz yollara boşunadır işaret bırakmamız kimsenin ayak izi kimsenin kaderinden geçmez,  kimse aynı yolu iki kez yürümez hayatında. Daima değişir yollar ve yolcular, daima değişir yolcuların dudaklarındaki şarkılar.

Bir hastane koridorunda yahut bir mezarlığın ucunda adımlarımız seyreldiğinde hissederiz yolun ayaklarımız altından kaydığını.

***

Çok yürüdük yollar kayboldu yol bulduk sana geldik

(Mevlana İdris)

Yalnız hac değil, oruç ve namaz da bir yolculuktur teslimiyet sandalıyla ilerleriz durgun ırmaklarında faniliğimizin.  Dualara tutunur, dualardan geçeriz sürgünü olduğumuz ötelere. Dünyanın ağır yükü dökülür sırtımızdan her adımda. Suyun içinde susuzluğu, güneşin önünde karanlığı yürürüz.

Yol olmasaydı koşmazdı zaman, akmazdı ırmaklar, çiçekler açmaz, ağaçlar büyümez ve dönmezdi dünya, gecemiz de olmazdı gündüzümüz de. Yol olmasaydı söz anlamsız ve kanatsız sürünürdü yeryüzünde, gözyaşı boşuboşuna kayardı yerinden, bulutlar avaresi olurdu gökyüzünün. Yol olmasaydı dönmezdi mevsimler, kuşlar göç etmezdi. Aşk dönüp bakmazdı kalbimizin yüzüne; yol olmasaydı, yüzünün nurunu bilmeden yiterdik siyah zülüflerinde Leylâ’nın. Yol olmasa, yürümek de olmazdı; avare mecnunlar, şaşkın şairler gibi dürülürdü dilimiz ağzımıza, ayaklarımız altımıza.

Yolcu olmasak farkına varamazdık yarım yanımızın, karanlığımızın, bitmeyen yalnızlığımızın.

Yolcu olmasak, kalbimizin ağırlığından dizlerimize kadar toprağa gömülürdü ayaklarımız.

***

Ayrılıklar azığımızda, umutlar mataramızda; hepimiz muhaciriyiz kendimizin, kalbimizin. Sürgünlüğümüz aynı olsa da hepimizin yolu başka, yükü başka, hikâyesi başka. Bu yüzden hüznün ve hasretin vezni okunur adımlarımızda.

Her kalbin kıyısında kıvrıla kıvrıla ufka doğru uzanan bir patika vardır ve yalnız o yoldur yürüdüğümüz ömrümüz boyunca.