Son günlerde aksilikler peşini bırakmıyordu. Elinin değdiği, gözünün gördüğü şeyler birer birer bozuluyor, kırılıyor, işlevini yitiriyordu. Sıradandı belki de yaşadığı olumsuzluklar, herkesin başına sayısız kez gelen şeylerdi ama böyle peş peşe olunca artık canını sıkmaya başladı.
Kapatmaya çalıştığı bir musluktan önce küçük bir kırılma sesi gelmiş sonra musluk kapanmaz olmuştu. Her şey aslında tam orada, o anda başlamıştı. Bir yandan bozuk musluk için çare aramış bir yandan da çocukluğunda kullandığı muslukları düşünmüştü. Sarı renkte ve tek tip musluklar her yerdeydi eskiden ve kolay kolay bozulmazlardı, bir contaya bakardı tamiratı. Şimdi öyle miydi ya? Onlarca çeşit musluk vardı ve parçaları birbirine uymuyordu bile. Bunları düşünürken musluğu tamir etmişti.
Bu olayın üzerinden birkaç saat geçmemişti ki lambayı yakmak istediğinde yeni bir sorunla karşılaştı, lamba yanmıyordu. Ayaklarının altına sandalye almadan tavanda asılı lambaya uzanabiliyordu. Parmak uçlarında yükselerek lambayı evirdi çevirdi düğmeye basarak yeniden açmayı denedi, lamba yanmıyordu. Eskiden sarı lambaların içinde incecik bir tel olurdu, lambanın geçip geçmediğini o tele bakarak hemen anlayabilirdi. Yeni lambaların sorununun ne olduğu bile belli olmuyordu. Lambayı değiştirmekten başka çaresi yoktu. Lambayı yenisiyle değiştirdi ve sorun çözüldü. Buraya kadar henüz bir takıntı halini almamıştı yaşadıkları ancak çay koyduğu bardağın gözünün önünde ortadan yarılması birdenbire karanlık ve korkulu bir dünyanın ortasına bırakıverdi onu. Başka zamanlarda da bardağının çatladığı, elinden düşüp kırıldığı olmuştu. “Dökülen mey kırılan şişe-i rindan olsun” derdi kendisinin ya da başkasının bardağı kırıldığında. Zaten bardak kırılmasının iyi olduğunu söylerdi annesi. Hatta bir bardak ya da tabak yere düşer fakat kırılmazsa yeniden yere attığına da şahit olmuştu annesinin. Bardak kırılmasıyla geçip giderdi nazar ya da büyük belalar. Besmelesiz güne, işe başlamazdı ama işte, bardak kırılmıştı hem de tam ortadan ikiye. İkiye ayrılan bardak değil de kalbinde bir yerdi sanki. Yeni bir bardağa uzanacak, çay içecek iştahı kalmamıştı. Birilerini üzdüm mü, diye geçirdi içinden. Birinin âhı mı vardı üzerinde? Nazara mı gelmişti? Nazar değecek bir hayatı yoktu ki. Nazarsa da geçip gitmiştir artık, diye düşündü. Masayı sildi, kırılan bardağı çöpe bıraktı.
Geç uyudu o gün. Etrafını kuşatan, kendisini tedirgin eden, adını koyamadığı bir şey vardı. Üzerine bir gölge çökmüş gibiydi. Ya bu uğursuzluk devam eder giderse, nasıl yaşanırdı ki böyle?
Ertesi sabah yeni bir güne başlamanın huzuruyla uyandı. Yorgundu, uykusunu alamamıştı ama dün, geride kalmıştı. Dert değildi bunlar, dertten sayılmazdı. Binlerce insanın yaşadığı sıradan şeylerdi hepsi. Bir an önce işe gitmeliydi ama önce tıraş olmalıydı. Aynanın önüne geçti, yüzüne bakmadan gözü tıraş bıçağına ilişti, paslanmıştı. Son tıraşını iki gün önce olmuştu. Daha önce kullanılmış tıraş bıçağının paslandığını hiç hatırlamıyordu. Tıraş bıçağını aldı, sağına soluna baktı. Yeni bir bıçak açtı ve tıraşını oldu. Kötü şeyler düşünmek istemiyordu. Eşyalar, nesneler eskirdi, paslanırdı, bozulurdu… Ötesine geçmek anlamsızdı bu düşüncelerin. Çay hazırlamaya, bir şeyler yemeye cesareti de yoktu vakti de. Tıraşın ardından işe gitmek üzere evinden ayrıldı.
Yol boyu aklına olumsuz bir şey gelecek olsa bardağın kırılışını hatırlıyor ve kendisini rahatlatmaya çalışıyordu. Göğe baktı, birkaç gündür hava kapalıydı. Kar gecikmişti ve yağmur ihtimali vardı. İklim bile bozuldu, dedi içinden. Eskiden bu havalarda yerde bir karış kar olurdu. Kaşkol, eldiven olmadan bu aylarda evden çıkılmazdı sekiz on sene önce bu aylarda. Şimdi önünü bile kapatmadığı paltosuyla iş yolundaydı. Tabi bunun bir de temmuzu, ağustosu vardı. Kış böyle ise yaz daha da sıcak olurdu. Belki de olmazdı. Son yıllarda baharın yaşanmadığını hatırladı. Kışlar baharların yerini almıştı belki de. Aslında mevsim şeritlerinden düşen yalnızca kış mevsimiydi.
Yolda kimseye rastlamadı ya da görmedi kimseyi. İş yerine ulaştığında yürümenin de etkisiyle rahatlamıştı biraz. Paltosunu çıkardı, astı. Masasına geçti. Masa takviminden iki sayfayı çevirdi. Hemen takvimin yanında duran masa saatine takıldı gözü. Saat çalışmıyordu. Eline aldı, kurcaladı, pilinin bitmiş olacağını düşündü ve biraz uğraştıktan sonra saatin pilini çıkararak masaya bıraktı. Sonra akrep ve yelkovanı on ikinin üzerine getirerek yerine koydu saati. Gözü yeniden takvime takıldı. Günler geçiyordu üstelik günlerin geçtiğini takvim saylarını çevirirken bile fark etmiyordu.
Morali bozuluyordu düşündükçe, kendi kendine konuştukça. Hayat her zamanki gibi devam ediyordu ve görünürde değişen hiçbir şey yoktu. İnsanlar gündelik işlerine devam ediyordu. Bozulan, kırılan her şey yenisiyle değiştiriliyordu. Bu kadar büyütmeye, abartmaya gerek yoktu olanları. Düşündüklerini, yaşadıklarını birilerine anlatsa kesinlikle alay konusu olurdu. Sabah çay içmediğini hatırladı. İş yerinin çay ocağına giderek bir bardak çay aldı. Bardağının çatlamamış olması onu mutlu etmedi. Tekrar masasına döndüğünde yine saate gözü ilişti. Kenardaki pili yeniden saate yerleştirdi. Saat çalışmaya başlamıştı. Kolundaki saate bakarak masa saatini ayarladı. Çayından bir yudum almıştı ki karşısındaki gri metal dolabın camında kendisini gördü. Birkaç dakika bir yabancıya bakar gibi izledi kendisini. Çayından bir yudum daha aldı. Evet, bir yabancıya aitti karşısındaki dolabın camından yansıyan görüntü. Masasındaki saatin yeniden durduğunu fark etti ama bu kez pili çıkarmak için takati yoktu.