Aslında emekli olmayı hiç istememişti fakat kendisiyle emsal
arkadaşları birer ikişer emekli olmuş artık iş yerinde dostu, arkadaşı
kalmamıştı. Otuz beş yıl dile kolaydı. Her gün sabah altı buçukta fabrikanın
sireniyle yola düşüp akşam beşte yine fabrika sireniyle evinin yolunu tutmuştu
yıllar yılı. Atelye borusu derlerdi fabrikanın sabah akşam aynı saatte çalan
sirenine. Sabah ezanı, iftar topu kadar aşikârdı bu ses demiryollarında
çalışanlar için.
Şimdilerde ya sesi azalmıştı bu sirenin ya da duyulmaz
olmuştu şehrin gürültüsünden. Siren sesi olmasa da her gün sabah ezanıyla
uyanmak ve ezanların ruhunda yankılandığını bilmek yetiyordu ona. Bir de ne
vakit sâlâ okunsa pencereleri açıyor pür dikkat dinliyordu sonuna kadar. Çoğunu
tanıyordu sâlâ sonrası ismi okunan merhum kişilerin. Tanımasa bile salasını
duyduğu her cenaze namazına iştirak etmeye çalışıyordu.
Tıpkı okul arkadaşlıkları gibiydi iş arkadaşlıkları da.
Mezun olur olmaz koparılıp atılan dostluklar gibi emekli olanların da
birbirlerini arayıp sorduğu nadirdi. Ömür geçse de meşakkat bitmiyordu. Kimi
torununa bakıyor kimi halen bir baltaya sap olamamış kızını oğlunu bir yerlere
yerleştirme endişesiyle sağa sola koşturuyordu. Hiçbir derdi kalmayan ve
emekliliğin tadını çıkarma endişesinde olanlar ise ya köylerine geri dönüyor ya
da şehrin kıyısında bir arazi alıp toprakla uğraşıyorlardı. Aslında onun da
böyle bir hayali vardı yıllar önce. Emekli olduğunda köyüne dönecek ve harman
yerine küçük bir ev yapacaktı. Çocukluğunda gençliğinde dolaştığı dağlarda
yeniden dolaşacak, berrak gözelerden su içecek, yemlik madımak toplayacaktı
bahar zamanı bayırdan, dağdan… Olmadı, olamadı…
Emekliydi ve yıllar yılı baş başa kalamadığı eşiyle bir
apartman dairesinin üçüncü katında ömrünün kalan günlerini tamamlıyordu.
Nasılsın, diyenlere; eksik günleri tamamlıyoruz, derdi. Köyünde geçen çocukluk,
gençlik yıllarından sonra demiryollarında işe girmiş, çoluk çocuğa karışmış,
annesini babasını ahrete uğurlamış, dört evlat yetiştirmiş, iyi ya da kötü tüm
günleri geride bırakmış şimdilerde batmaya duran ömür güneşini seyrediyordu
ufukta. Tüm hayatının özeti bu kadardı işte. Gün geldi, tepeye dikildi, derdi,
hayattan ömürden mevzu açıldığında.
Sabah küçük bir bidonla evinin yakınındaki mahalle
çeşmesinden tatlı su getiriyor, ardından belediye büfesinden ekmek alıyor, karı
koca bir Köroğlu bir Ayvaz yaptıkları kahvaltıdan sonra çarşının yolunu
tutuyordu. Eşi, bu durumdan şikâyetçi değildi. Kocasının dışarıda geçirdiği vakti
o da evin içinde kendince uğraşlar bularak geçiriyordu. Otobüs durağı hemen
kapısının önündeydi ancak yetmişe yaklaşan yaşına rağmen onun otobüse bindiği
vakitler sayılıydı. Otobüs duraklarında bekleşen çocukları, gençleri
anlamıyordu. Belki iş arkadaşlarından köylülerinden birine rastlayabilme ümidi
ile yolları arşınlıyor gah maziyi konuşacak birilerini bulabiliyor gah
bulamıyordu. Asıl amacı öğlen namazını ve ikindi namazını hiç değilse iki vakit
namazı ulu camide kılmaktı. Öğlen vakti inmişse çarşıya öğleyi ve ikindiyi Ulu
camide kılarak dönüyordu evine şayet ikindi vakti inmişse çarşıya akşam
namazını da kılarak dönüyordu. Camii etrafında kendisi gibi vakit geçirmek için
gelmiş ihtiyarların hepsinin simasını tanıyordu hemen hemen. Kimi gelininden,
kimi damadından, kimi oğlundan kimi eşinden şikayetçiydi yaşlıların. O yüzden
fazlaca dahil olmazdı onların sohbetlerine.
Bazen minaresini seyrediyordu camiinin bazen duvar
taşlarıyla konuşuyordu. Bazen kapısına selam veriyordu bazen minberiyle
mihrabıyla içten içe konuşuyordu. Yaklaşık bin yıldır burada böylece duran bu
yapının kim bilir içinde kimler namaza durmuş, kimler hangi dualarla, ümitlerle
avuçlarını açmışlardı sonsuzluğa.
Muhakkak namaz vaktinden bir süre önce girmeliydi camiye.
Camiinin kocaman taş sütunlarından yeşile boyanmış olan sütunun yanında durmalı
ve hiç değilse bir vakti orada eda etmeliydi.
O gün de öyle yaptı. Camiden en son o çıktı. İkindiye kadar
oyalandı sağda solda. Camii avlusundaki mezarların başında bekledi, Fatiha
okudu bir süre. Kıyıdaki köşedeki çiçekleri seyretti, kuşların zikrini dinledi.
Kuş sesleri önce çocukluğunun kıyısına götürdü onu sonra gençliğinin. Hayat
kısa, derlerdi de inanmazdı. Ne zaman kocamıştı, ne zaman çoluk çocuğa kavuşmuş
ne vakit torun torba sahibi olmuştu. Tarlada, bostanda geçen vakitlerini
düşündü. Çocuklarını hatırladı, sonra torunlarını… Doluktu, tanıdık birileriyle
karşılaşmak istemedi bu haliyle. Şadırvana yöneldi, ikindi namazı için
abdestini tazeledi. Henüz vakit vardı ancak yine de camiye girdi. Kuytuda bir
köşede üzerinde Kur’an bulunan rahlenin önüne oturdu. Bir süre Kur’an okudu.
Kur’an okumayı kendi kendine emekli olduktan sonra öğrenmişti. Bu yüzden yüksek
sesle okumaya çekinir ya sessiz sessiz okurdu ya da yüksek sesle okuyanları
takip ederdi.
Hangi sureyi okuduğunu, kaç sayfa okuduğunu fark etmedi
bile. Camii kalabalıklaşmaya başlayınca Kur’an’ı kapadı ve her zamanki gibi
yeşil sütunun yanına namazını kılmak üzre gitti ancak her zaman namaz kıldığı
yerde bir başkası oturuyordu. Bir an göz göze geldi ve tebessümle göz kırptı
kendi yerinde oturan ihtiyara. Bu bakışma iki namaz arasındaki bütün gamını
dağıtmıştı. Namaz bitti, tesbihatını yaptı, duasını etti. Şükrün verdiği
huzurla ışıdı kalbi. Farzın hemen ardından camii tenhalaşmaya başladı ancak o
her zaman olduğu gibi camiden en son çıkanlar arasındaydı. Artık eve
dönmeliydi. Bahçeye çıktığında içerde göz göze geldiği yanında namaz kılan adam
bitiverdi birden önünde. Adamın heybetinden biraz irkilse de tebessümle
kendisine doğru uzanan elinde bir aşinalık, huzur hissetti. Belki kendisiyle
aynı yaştaydı ancak garip bir dirilik vardı bu adamın duruşunda, bakışlarında.
Adamın, Allah kabul etsin, duasına aynı samimiyetle karşılık verdi. Elini geri
çekmek istiyor, çekemiyordu, sanki konuşacağı söyleyeceği bir şeyler varmış
gibi adam bırakmıyordu ihtiyarın elini. Tuttuğu elde bir ırmağın huzuru, uzak
iklimlerin dinginliği vardı. Adam, yine samimi ve sevecen bir sesle; kusura
bakma, dedi, hakkını helal et, galiba namaz yerini ben kaptım. Adamın cevap beklemediği
belliydi bu sözleri ederken. Devam etti konuşmaya; dikkat ediyorum hep aynı
yerde kılıyorsun namazını, bir sebebi var mı bunun?
İhtiyar, başını öne eğdi, göz göze gelmek istemedi nedense,
elinin içindeki ele baktı… Mahcubiyetle Hızır Aleyhisselam, dedi… O sütunun
adı, Hızır direğidir ve Hızır Aleyhisselam günde bir vakti bu sütunun yanında
kılar muhakkak. Bize böyle söyledi büyüklerimiz, bu sebeple hiç değilse günde
bir iki vakti o direğin yanında kılmaya çalışıyorum.
Adam tekrardan Allah kabul etsin, dedi. Elini usulca elinden
ayırdı ihtiyarın. İhtiyar adam arkasını döndü ve evine doğru yürümek için camii
bahçesinin kapısına doğru ilerledi. Camiinin dışına çıkınca geri döndü az evvel
konuştuğu adamı aradı gözleri. Camide kimse kalmamıştı. Sağ elinden kalbine
doğru ilerleyen bir üşüme hissiyle evinin yolunu tuttu.
sade edebiyat dergisi, sayı:3, yaz 2015