sivas etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sivas etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Temmuz 2023 Pazar

hüseyn kaya'nın akşam ağrısı

ali bal

Hüseyn Kaya; şair ve yazar. Bu yeter mi, yetmez mi, bilemiyorum. Bildiğimi değil de hissettiğimi, gördüğümü, tecrübeyle sabit yaşadıklarımızı burada söylemek lüzumu hâsıl olursa iş uzar. Ancak lafzı uzatmak yerine manayı hissettirmek makbul olacağı için Hüseyn’deki manayı işârî vechiyle bahse almak isterim. Nedir o? Şudur: Kalbin lisanını bilen şairdir. Yeter sanırım. Elhak bir dostu anlatmanın hem kolaylığı hem de zorluğu vardır. Ben şimdi zor tarafın kapısını çalıyorum.

İçeride kimse var mı, demiyorum. İçerideki sese meyledip yola düşüyorum. Orada bir şair var: Hüseyn Kaya. Hüseyn; vakur, sakin ve selîm. “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler / ‘Yevme lâ-yenfau’da kalb-i selîm isterler” diyordu Rûhî-i Bağdâdî. Kalb-i selîm bir dostu kim istemez? Var olsun, Hüseyn de öyledir, değilse de onun için kalbî temennâmız öyledir. Öyle ya bir dostu, bir dost hangi makamda görmek ister? Biz de o niyetle söylemiş olalım. Aslında bu yazı bir eser tanıtımı olacaktı ama birkaç kelam etmeden asıl konuya gelemedim. Şimdi sadede geliyorum.

Hüseyn Kaya’nın Akşam Ağrısı 2023 yazında okuyucusunu selamladı. Eşik Yayınları arasında çıkan ve deneme türündeki eser dört bölümden ve 192 sayfadan oluşuyor: I. Dün Yorgunu, II. Yine Gam Yükünün Kervanı Geldi, III. Bizim Pencereler Yele Karşıdır, IV. Geldi Geçti Ömrüm Benim. İlk bölümde 16, ikinci bölümde 6, üçüncü bölümde 4, dördüncü bölümde 6 olmak üzere toplam 30 deneme bulunuyor.

Dün Yorgunu” isimli ilk bölüme Fasîh Dede’nin şu dizesi ile giriyorsunuz: “Rûzigârın önüne düşmeyen âdem yorulur.” Ve ilk deneme: Yorgunluk Kuşu. “Aslında dünyaya yorgun geliriz.” Diyor Hüseyn Kaya ve ekliyor: “Dünyaya ait olmadığımızı anladığımızda ve dünyada hiçbir şeye sahip olamayacağımızı bildiğimizde çalmaya başlar yorgunluğun hazin şarkısı ruhumuzun derinliklerinde.” Yazar, yorgunluğu öyle zarif ve anlamlı buluyor ki bakın ne diyor: “Dünyayı yadırgamanın, dünyada suskun bir yabancı olmanın ilk adımıdır; ömür defterine en güzel cümleleri yazmayı ümit ederken kalem elde uyuyakalmanın adıdır yorgunluk.”

Nesirde yer yer şiirlerden alıntılar yapmak hem gözü hem de ruhu dinlendiriyor. Hüseyn Kaya da böyle alıntılara sıkça yer veriyor. Hüseyin Akkaya’nın yorgunluğa dair şu ikiliği belki de Hüseyn Kaya’nın hâletirûhiyesini anlatan en veciz ifadelerdir: “Yorgunum ayna ayna bakınıp durmalardan/Dipsiz derin sularda boy vermekten yorgunum”

Hüseyn Kaya’yı yatağında akan durgun ırmak gibi gördüm. Akarken yorulan ve kendi yatağına çekilen, kendi toprağında kalan ırmak. Kendi kıyısına çekilen... Ahmet Hamdi Tanpınar yıllar evvelinden imdadına yetişiyor ve sesleniyor: “Ne yorgun inliyor sahilde sesin! / Ruhunun hicranı akşamla eş mi?”

Hüseyn Kaya, her denemede birkaç dize alıntı yaparak şiirin gücünden faydalanıyor. Çok şey söyleyebilir ama yorulan kalbini daha da yormak istemez gibi. “Dünlerin Götürdüğü” isimli denemede “Kardeştir yedi gün, benzemez hiçbiri diğerine. Kimi durgundur, kimi neşeli.” derken, ömür yolculuğundaki hâlini anlatır gibidir. “Hasret Türküsü”nde, “Dünya hasretliğin yurdu, bitmeyen özlemlerin diyarı ve kendisini hep bir sonrakine ulayan, ardı görünmeyen sıradağlar gibi ayrılıkların, hicranların, intizarların ırmağı.” diyor

Hüseyn Kaya. “Kaybetmek Risalesi” isimli denemede, “Kaybetmek, anayurdu dünyanın, mayası varlığımızın.” derken, Hz. Âdem’le başlayan kayıplarla insanoğlunun kendi yitiğini nasıl bulması gerektiğini hatırlatıyor.

Hüseyn Kaya, ömrün muhasebesini yapan ve hayatın eksilerini, artılarını ortaya döken bir yazar. Muhasebede icmal tablosu vardır. Ömrün icmalini yapmaktan bile korkarız. Ama Hüseyn Kaya ömrünün icmalini yapar ve korkularını bir bir sıralayarak şöyle der: “Yaşamak korkulacak şey ve dünya korkulması gereken bir âlem, anlıyorsun.” İnsan dünyadan nasıl geçer, neyi alır da götürür, neyi bırakır omuzlarından? İnsana gerçek âlemde lazım olmayan ne varsa yük değil midir? Yük, dert değil midir? Derdimizi kime, nereye bırakırız? Hüseyn Kaya’nın diliyle dert: “Dert kuyudur Yusuf’un kendi hakikatiyle baş başa kaldığı. Dert uzlettir Meryem’in sınandığı.” Böyle diyor “Anlatmam Derdimi Dertsiz İnsana” isimli denemede.

Hüseyn Kaya, “Dün Yorgunu” isimli ilk bölümün diğer denemelerinde bize kavramlarla ördüğü dünyayı tanıtıyor. Sabır’da: “Sabır bir kale, bir sığınak, bir giysi” der ve bizi sabra davet eder. Eski’de: “Faniliğin surette mührü, sonsuzluk özleminin şiiridir eski.” diyor ve zamanı bir bütünün kopmaz parçası olarak görüyor. Kalem’de: “Çoğu zaman unutsak da bir kalemin çizdiği yol üzere yürürüz ömrümüzü.” derken, her bir kavramın başka bir âlemin kapısı olduğunu, oradan girmek için bu çağrıyı anlamak gerektiğini hissettiriyor.

Eski fotoğraflara bakmaya kıyamayız, üzülürüz. Gözümüzü kaçırırız çünkü onlar “Hayatımızın Sessiz Şahitleri”dir. Hüseyn Kaya’nın deyimiyle. “Zamanla değil seyredildikçe sararır fotoğraflar, seyredildikçe birer ikişer azalır karelerdeki yüzler.” Diğer denemelerde de içimizi oya oya, dağları yara yara ilerler Hüseyn Kaya’nın sesi. Kalbin Kâğıda İşlediği Oya: “Kendine yazdığın ve okuduğun uzun bir mektuptu kalbin.” der ve kalbimize sığınmak gerektiğini hissettirir. Söz Bahçesi: “Bir ömür kelimeleri taşırız içimizde, bir ömür kelimelere taşırız içimizi.”  Sabah Kasidesi: “Sabaha ermek uzun bir yoldan dönmektir kendimize.” Akşam Ağrısı: “Günün vardığı son duraktır akşam, susma ve bekleme ve çokça tefekkür etme durağı.” Dağların Türküsü: “Dağ, dünyadır. Suyumuz onun bağrından süzülerek gelir avuçlarımıza, yiyeceğimiz onun duldasında yetişir.” Rüya: “Ölünün gördüğü dünya, yaşayanın gördüğü ölümdür rüya.”

Yine Gam Yükünün Kervanı Geldi” adıyla başlayan ikinci bölüm, Nev‘îzâde Atâî’den bir dize ile başlar: “Kande bir gam yârsız kalsa benimle yâr olur” Bu bölümdeki denemelerden aldığım özlü sözleri birer tohum gibi bırakıyorum kalbimize. Hüzün Bahsi: “Kalp aynasından dünyanın buğusunu sildiğimizde karşılaştığımız kendi yüzümüzdür hüzün.” Yürümek: “Kalpte hasret, damarda kan, yanakta gözyaşı yürür.” Gözyaşı: “Gözyaşı, varlığımızın ve hiçliğimizin kendisini asla unutturmayan yegâne telmihidir. Belki de bu yüzden; önce gözyaşı verilmiştir hepimize...” Yara: “Yarası olmayanın, yarasını bulmayanın ömrü yüktür kalbinde, omuzlarında.” Yalnızlık: “Yalnızlık ruhumuzun üşümesidir yeryüzünde.” Üşümek: “Üşüyenler kadar yalnızdır üşümenin de kendisi.”

Üçüncü bölümde bir türkünün sesi var: “Bizim Pencereler Yele Karşıdır” Sivas’ın taşına, toprağına; dağına, ırmağına bir türkünün sesi sinmiştir. Hüseyn Kaya’nın hem nesir hem de şiirlerinde bu türkülerin sesini, içli ve sevda dolu yönünü görürüz. Bu bölümdeki denemelerden seçtiğim cümlelerle Hüseyn Kaya’nın gönül evini tanıyoruz. Bu evi, bir usta gibi kendisi inşa ediyor. Zihnimizde canlandırdığımız bu ev kaybettiğimiz bir kültürün, mazinin hatırlanışıdır. Evin Ön Sözü: “Bahçeler evlerin ön sözü, bahçeler hayatın ve dünyanın minyatürüydü.” Pencereler: “Mahrem sırların en suskun şahididir pencereler ve bilinmesi, görünmesi istenmeyen cümle ahvalin örtüsü.” Kapılar: “Ekmek kapısı, gurbet kapısı, dünya evinin kapısı peş peşe alır bizi içine.” Oda: “Sessiz bir dost, dilsiz bir sırdaştır oda.”

Dördüncü ve son bölüm: “Geldi Geçti Ömrüm Benim” Bu bölüme Nef‘î ile başlıyoruz: “Bir düş gibidir hak bu ki ma‘nîde bu âlem./ Kim göz yumup açınca zamânı güzer eyler.” Kırk’a Dair: “Sükûnet limanının uzaktan göründüğü yaşlardır kırklı yaşlar.” Dünya: “Dünya kendisini sevdirmek isteyen çocuklar gibi dolaşır durur ayaklarımıza.” İmtihan Dünyası: “Her an önümüze kilitli bir sandık koyar dünya, her açtığımız kapının ardında yeni bir kapı bekler bizi.” Gönül Darlığı: “Daralan gönlümüze şiirler, şarkılar, sevdalar misafir olmuyor.” Hastane Önünde İncir Ağacı: “Hastalık acısı görmeyen kalp, gün görmeyen meyve çekirdeği gibi kurur kalır olduğu yerde.” Kafesten Kuş Uçmuş Gibi: “Ölüm gelir ve ödünç verilen nefesi alır ruhumuzdan, gölgemiz dahi terk eder peşimizi. Dünya kitabının son sayfasıdır ölüm, herkes için.” Ölüm, ömür, yalnızlık, yorgunluk, hüzün ve dünyanın aldatıcı yüzü. Akşam Ağrısı aslında bir yolculuğun, bir ömrün hikâyesidir. Hüseyn Kaya’nın dünyadan geçişini, duraklarını, dertlerini, sığınaklarını, gönül evini ve gideceği menzili okuyorsunuz. Türü deneme olsa da bilinçli bir kurgu ve kompozisyon ile bir ömrün serencamına şahit oluyorsunuz. Şiir değil ama şiir denizinden alınan mürekkeple yazılan denemeler okuyorsunuz. İçinde şiir, yanık türküler, hüznün dile gelmiş hâli ve yalnızlığın resmini değil kendisini buluyorsunuz. Akşam Ağrısı, sadece adında ağrı olan ama içinde her kalbe şifa olacak bir eser.


kaynak: sebilürreşad dergisi, haziran 2023, sayı:82

21 Ocak 2023 Cumartesi

anahtar

Evden çıkmaya hazırdı artık. Çayının yarısını bardakta bırakmış, çantasını akşam bıraktığı yerden almış, her zamanki sabahlardan birine doğru yürümeye başlamak üzereydi. Pek de uzun sürmeyecek bir yolculuktan sonra iş yerine ulaşacak, sözden çok işaretle verilen selamlara yorgun ve uykulu gözlerle karşılık verecek, kendine geldiğinde gün çoktan yarılanmış olacaktı. Sanki her şeyiyle ezberlenmiş bir hayatın kendine ait olmayan cümlelerini tekrar edip duran oyuncusuydu. Yalnız hayat değil elbette rüyalarının, epeydir unuttuğu hayallerinin dahi kendisine ait olup olmadığı hakkında fikri yoktu. Aynı yollar, aynı yüzler, aynı gürültü içerisinde her gün aynı rüyaya düşüyor gibiydi uyandığı andan itibaren. Bu düşünceler içinde her akşam evine gelir gelmez anahtarlığını bıraktığı askılığın yanına geldi ve gözlerini aşağı indirmeye ihtiyaç hissetmeden anahtarına uzandı ancak anahtarı her zamanki yerinde değildi. Dikkatini toplayarak bu kez gözleriyle bulmaya çalıştı anahtarını ancak anahtar yerinde yoktu. Sağı solu, ceplerini yokladı gittikçe büyüyen bir telaşla fakat halen anahtarını bulamamıştı. Vakit kaybetmemesi gerekiyordu zira beş dakika geç çıkması evden, her şeyi alt üst edebilirdi. Hızla odasındaki çalışma masasına doğru ilerledi; çekmeceleri açtı, yokladı; masanın üzerini, rafları taradı gözleriyle.  Önceki akşam elleri dolu olduğu için doğrudan mutfağa geçtiğini hatırladı ve telaşla mutfağa geçti. Masanın, sandalyelerin ve tezgâhın üzerine baktı, nafile. Yanından hiç ayırmadığı küçük el çantasının gözlerinde kalmıştı son umudu. Çantayı açmadan birkaç kez salladı, ters çevirdi anahtar şıkırtısına benzer bir ses duyabilmek maksadıyla. Metal sürtünmesine benzeyen sesler duyunca çantasının fermuarlarını hızla açtı birer birer ancak birkaç metal para, yanından ayırmadığı küçük çakı ve dolap anahtarlarından başka bir şey bulamadı. Diğer elinden hiç bırakmadığı telefonundan saate baktı beş dakika geçmişti bile. 

Bir an kapıyı çekip çıkmayı düşündü. Akşam iş dönüşü nasıl olsa bir şekilde kapıyı açmanın yolunu bulurdu.  Yedek bir anahtarım olsaydı, dedi kendi kendine. Zihninde binbir düşünce ile hareketsiz öylece kalakaldı. Bir yandan hayıflanıyor, bir yandan anahtarı bırakma ihtimali olan yerleri düşünüyor, bir yandan ceplerini yoklamaya çalışıyordu. Çantasını tamamen boşalttı, ceplerinin astarını dışına çıkardı. Daha önce dolaştığı her yeri bir kez daha ve detaylı süzerek dolaştı: yoktu. Bu, sıkıntılı bir rüya mıydı, halen uyanamamış mıydı? Yeniden saate baktı. On beş senelik memuriyet hayatında bir kez olsun işine geç kalmadığını hatırladı ve hiç değilse bir kez buna hakkım olsun, diye içinden geçirdi. Hatta hiç gitmese bugün işe kim ne diyebilirdi ki? Hem onca yıl koştura koştura gitmenin, vazifelerini aksatmamanın karşılığını görebilmiş miydi? On beş yılda ancak bir kez, iki gün mazeret izni kullanmıştı, rapor almışlığı bile yoktu. Hepsi hepsi bir gün işe geç kalmanın yahut hiç gitmemenin kendisi için bir sıkıntı doğurmayacağını düşündü. 

İyi de nereye koymuştu anahtarını. Artık onu evde bulamayacağına kendini ikna etmeye başlamıştı içten içe. Bu saatte ne yapabilirdi ki kapıyı çekip çıkmaktan başka. Kapıyı çekip çıksa akşam dönüşte bir çilingire haber verse ve kilidi değiştirse aslında sorun kalmayacak gibiydi. Gün boyu zihninde kayıp bir anahtarla dolaşmak ve kilitli kapıyı düşünmek de pek akıl kârı bir iş değildi. Düşünceler ve evhamlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir git gel yaşıyordu. 

Kısa süren çırpınışların, telaşın yerini yılların yorgunluğu almaya başlamıştı bile. Birkaç gece gördüğü rüya geldi birdenbire aklına. Cuma ya da bayram namazı sonrası cami çıkışında ayakkabılarını bulmaya çalışmış ancak bulamamıştı rüyasında. Önce kalabalığın çekilmesini beklemiş, sonra ayakkabılıktaki tüm bölümlere bakmış ama ayakkabılarını görememişti. Terlikle olsun evine dönmek için epey çaba sarf etmişti caminin son cemaat yerinde ancak ne terlik ne de eski bir çift ayakkabı kalmıştı kendisine. Dışarda kar vardı üstelik. Yorgunluğa bezenmiş bir sıkıntıyla uyanmış, gün boyu birkaç kez bu rüyayı hatırlamıştı. Gerçi annesi: Kış düşü, boş düşü, derdi ve içinde kar olan rüyaları yorumlamazdı. Sığınmıştı o zaman bu söze: Kış düşü, boş düşü… Şimdi içinde bulunduğu halin de bir rüya olmasını ne çok isterdi. 

Zihni durmadan çalışıyor, bütün uzak ihtimallerin karmaşık yumağını önüne bırakıyordu. Gece hırsız girmiş olabilir miydi evine? Öyle bir durum olsa duyardı, uyanırdı ihtimal. Zaten en küçük çıtırtıya bile uyanır, tam dalamazdı ki… Bu ihtimale kendisi de inanmadı ancak yine de eşyaları süzerek sağa sola hızlıca bakmaktan kendini alıkoyamadı. Her şey yerli yerindeydi. Evet, her şey yerli yerindeydi ama ya hırsız gelip anahtarı aldıysa ve sokağın bir köşesinde kendisinin evden çıkmasını bekliyorsa… Son zamanlarda bu türden bir olayın ne mahallede ne şehirde yaşandığını düşünerek bu karanlık endişelerden kendisini uzaklaştırmaya çalıştı. 

Birazdan iş yerinden arayan birileri illaki olur, diye düşündü. Göz ucuyla yeniden saate baktı, dakikalar her zamankinden daha hızlı ilerliyordu. Anahtarımı kaybettim de o yüzden henüz evden çıkamadım, böyle bir mazeret ne kadar sahici yahut geçerli olurdu arkadaşlarının, müdürünün nazarında. Kaybetmeyen bilemezdi ki bu sıkıntıyı. Anahtar başka şeye benzemezdi; kimlik, banka kartı kaybetmek kadar hatta daha da riskli bir durumdu. Bu anahtar sadece kapı açmaya yarayan küçük bir metal değildi. Kendisine ait bir dünyanın, ülkenin mecazıydı. Anahtarı neden ceplerimizde, elimizin hemen altında saklıyorduk ki önemsiz olsa. Neden herkesin kilidi başka, anahtarı başka oluyordu önemsiz olsa. Anahtardı bu, başka şeye benzemezdi. Dolap anahtarı, çekmece anahtarı da değil kocaman bir dünyanın, mahreminin, evinin anahtarıydı kaybettiği. Daha önce hiç ev anahtarı kaybetmemişti. Çocukluğunda, gençliğinde evin anahtarını yanında bile taşımamıştı. Aslında babası da anahtar taşımazdı çünkü annesi hep evde olurdu. Evde hep biri olur ve gidenleri uğurlar, gelenlere kapıyı açardı. 

Düşünmekten ve oraya buraya bakmaktan iyice yorgun düşmüştü kısacık sürede. Oysa bambaşka dertleri vardı her gün kendisini yoran, kıvrandıran. Küçücük bir anahtar tüm sorunları başka bir mekana kilitlemiş, kendisini de her akşam bir an önce gelmek için can attığı evine hapsetmiş gibiydi. Artık anahtar arayacak takati kalmamıştı. Zaten aklı almıyordu evde anahtarın nasıl kaybolduğunu, kaybolacağını. Koridordan odaya doğru sürüklenircesine yürüdü, en yakın çekyatın kenarına oturdu. Yine istemsizce gözleri saate takıldı. Sağ eli çekyatın kenar boşluklarında geziniyordu. Kendisi aramayı bırakmış olsa da eli anahtarı aramaya devam ediyordu. Böylesi durumlarda okunan dualar, sureler olduğunu hatırladı. Nerede, hangi kitaptaydı? Dünya, her şey bir anda nasıl da gerisine düşmüştü bir anahtarın? Bildiği duaları okumaya çalıştı. Yapacak başka bir şey de yoktu zaten. İş yerinden ararlarsa telefonu açmamaya karar verdi. 

Pencereden dışarıya baktı göz ucuyla. Her zamankinden daha hızlı ilerleyen saate baktı. Çantasını toparladı, kıyafetini düzeltti. Kapıyı çekip çıkmaya, akşam bir çilingirle kapıyı açıp yedek anahtarı da bulunan bir kilit taktırmaya karar verdi. Telaş ve gerginlik yerini kendiliğinden sükunete ve kabullenişe bırakmıştı. Hepsi hepsi bir anahtardı. Kapıyı açarak dışarı çıktı ve ayakkabılarını giydi. Kapıyı çekeceği anda kapı kolunun altında anahtarını ve salınan anahtarlığını gördü. Rüya mıydı, şaka mıydı? Elleri dolu olduğu için anahtarı sonradan almak üzere kapının üzerinde bırakmış olmalıydı. Kapıyı kilitledi, anahtarı avcuna alarak yakından baktı. Tebessüm etti. Birden yeniden telaşlandı, geç de olsa iş yerine ulaşmalıydı artık. Koşar adım merdivenlerden indi. Başka bir sabaha, başka bir dünyaya uyanmıştı sanki. Hızlı adımlarla iş yerine doğru ilerlerken günlerden pazar olduğunun farkında değildi. 

2022 aralık


13 Ağustos 2020 Perşembe

hüseyin kaya ile sühan dergisi ve dergicilik üzerine söyleşi

konuşturan: beria erva eriş, semanur abidan dalkıran

S.A.D:   Cemal Süreyya  “Şairin hayatı şiire dahil”  diyor. Sühan da sizin hayatınızın bir parçası olduğunu düşünerek bize biraz Sühan’dan bahseder misiniz? Nerede, nasıl, ne zaman, kimlerle bu yolculuk için karar aldınız?

Dergi yayımlama hevesi tıpkı tiyatrocuların “sahne tozu yutmak” deyimi gibi hastalıktır, bulaşıcıdır biraz. Bir kez matbaa kokusuna, o heyecana şahit olmuşsanız o his ömür boyu bırakmaz peşini. Eski bir hastalık gibi avare kaldığınız her an hatırlatır kendisini. İki binli yılların başlarıydı. Öğrencilik yıllarımızda zaten dergi tecrübesi kazanmıştık.  Artık her birimiz maaşlı olduğumuza göre daha kaliteli ve maddi bakımdan sıkıntıya düşmeden bir dergi yayımlayabiliriz diye düşündük.  Türlü vesilelerle bir araya geldiğimiz okuyan yazan arkadaşlarla bu fikri geliştirdik ve neticede ortaya Sühan çıktı.

B.E.E:Sühan ismi Şeyh Galip Hüsnü Aşk’ına telmih mi? Bu ismi neden seçtiniz?

Eski edebiyatta sık sık zikredilen bir kelime sühan. Hatta sühan kasideleri, sühan redifli gazeller var. Dergi ismi aradığımız dönemde aklımıza gelen her kelimeyi not alıp paylaştık. Bir kış akşamı dergi kadrosunda da olan bir arkadaşla hem yürüyor hem de dergiye isim düşünüyor, konuşuyoruz. O sırada aklıma geldi, “sühan” olabilir mi, dedim. Kelimenin anlamını arkadaşların çoğu bilmiyordu.  Hem edebiyattaki karşılığını hem de Hüsn ü Aşk’taki yerini öğrenince arkadaşlar kabul etti bu ismi. Başlangıçta edebiyat çevresinden bu ismi “arkaik” bulanlar oldu ama zamanla dergimiz benimsendi ve isim kabul gördü. Hatta edebiyat çevresinden bazı kalemlerin teveccühünü dergimiz  daha ellerine ulaşmadan sırf ismi ile kazandı diyebilirim.

B.E.E: “Çıkarını düşünenlerin bir çoğu dergi çıkarır.”  Hüseyin Akın siz sühanı hangi çıkarı gözeterek çıkardınız.

Herkesin bir dergi çıkarma amacı vardır şüphesiz ve bir “çıkar” adına dergi çıkaran yüzlerce ehl-i kaleme şahitlik etmiştir edebiyat tarihimiz. Sühan’ı farklı kılan da zaten “edebiyat”tan başka bir amaç ve çıkar peşinde olmaması idi. Okuyan, yazan insanlar bu samimiyeti gördükleri için dergide desteklerini esirgemediler. “Benim”, “bizim” değil Türk edebiyatının dergisi olma endişesiyle yayınlandı Sühan.  En azından benim “çıkar” endişem olmadı. Dergiye omuz veren arkadaşlar arasında bu tür beklentileri olanlar varlığından ise son sayımızda haberdar oldum.

S.A.D: Özel sayılarınız çok ilginç geldi bize. Özellikle Yenge özel sayısı Şair, yazarlar ve dergi çıkaranlar için bu bağlamda eşleri bir engel midir? Kocaeli merkezli bir yayın olduğu için rahat olabilirsiniz.

Her derginin değilse bile Sühan gibi dergilerin ailelere getirdiği birtakım yükler mevcut. Dergici eşleri şayet edebiyata aşina değillerse sitem etmez, engel de olmaz ama çoğu zaman anlam veremez bu çabaya. Bizim anlayışımızla yayın yapan dergiler çoğu zaman evin küçük çocuğu gibidir. Yazı ve şiir, evet eşler için “kuma”dır biraz zira ömürden ömür isteyen, candan can isteyen bir yanı var yazmak fiilinin. Bu kanaat de yalnızca kendi yazı dünyam için geçerli.  Yazmayı eğlenceye yahut bir çeşit gelir kaynağına dönüştürenler için bu dediklerim geçerli olmayabilir.

B.E.E: Hazır özel sayılara girmişken 10 ve 11. Sayı kapanan dergilerin hikâyelerine ayrılmış. Bu, dergi çıkarmayı düşünenler için bir vazgeçişe neden olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Dergi çıkarmayı düşünenleri değil, geçmişte dergi çıkaranları düşünerek hazırlandı o sayılar. Bir vefa sayısı idi her ikisi de. Aslında tek sayı ile o dosya kapanacaktı ama ilgi gördü, ikincisini de hazırladık ve bu Türkiye'de “ilk” olma niteliği taşıyan bir düşünce. Diğer sayılarımızda da olduğu gibi sonradan bu düşünceyi kullanan, tekrar eden yayınlar çıktı piyasaya. Hem de Sühan’dan hiç bahsetmeden yaptılar bu işi bazıları.  Sühan edebiyat tarihine notunu düştü bu sayılarla. Görmezden gelen yahut taklit edenler düşünsün hallerini.

Dergi çıkarma fikri öyle telkinle, konuşmayla, yahut akıl vermekle vazgeçilecek bir düşünce değil zannımca. Bir zihne dergi fikri düşmüşse dönüşü olmuyor onun, belki erteleniyor ama günün birinde mutlaka o dergi çıkıyor. İlk gençlik yıllarında çıkaramadığı dergiyi profesör olunca, vali olunca, belediye başkanı olunca çıkaran insanlar var bu ülkede.

S.A.D: 10 ve 11. Sayıları yayımlamadaki amacınız neydi?

Aslında az evvel verdim bu sorunun cevabını. Vefa sayısı idi. Belki dergi mezarlığında adı sanı bile bulunmayan merhumlar için bir taziye düşüncesi.  Hissî bir sayı idi ve yazılar da hisli idi. Geçmişte dergi çıkaran arkadaşlarımıza, emekleriniz boşa gitmedi, mesajı da vardı bu düşüncenin altında. Bu sayılar için geride kalan dergiler adına “bir rahmet okuma çabası”, “hayırlı yâd ediş” de diyebiliriz.

B.E.E:10. Sayınızdaki” Aşinaya Aşina Bigâneye Bigâneyiz!”   ve 11. sayı “Hitab-ı Aşkı Kim Anlar Kiminle Söyleşelim” başlıklarınızı oldukça manidar geldi bize. Bu bir sitem mi? 

Evet, sitem vardı biraz. Düşünün, Türkiye’nin değil dünyanın en farklı edebiyat dergisini çıkarıyorsunuz ve hatta dünyanın dört bir yanına dergiyi gönderiyorsunuz. Abartı değil bu Asya’dan Amerika’ya, Balkanlar’a, Avrupa’ya gidiyordu dergi.  Değil yayımlanmış, düşünülmemiş sayıları hazırlıyorsunuz ama kimi çevreler bu çabayı görmemek adına başını kuma sokuyor ve az evvel de dediğim gibi sizin sayılarınızdan ilham alarak çalışmalar yapıyorlar bir taraftan... Üstelik sizin çalışmalarınızı görmezden gelerek. Edebiyat camiasının maalesef böyle bir  tabakası da var. Ne diyelim, “aşinaya aşina, biganeye biganeyiz”. Halen...

S.A.D: Turan Karataş taşra dergisi hikâyesini ‘’Kabuk Bağlamayan Yara’’ olarak sundu. Sizce Sühan hala kanayan bir yara mı?

Sühan dergi olarak bir yara değil. Onurla ömür defterim arasında muhafaza ettiğim bir hoş hatıra... Bir baki sedâ. Yara, olan kısmı arkadaşlıklar, dostluklar bağlamında yaptığım hatalar ama acısı yok onun da. İnsan tarafımız bu.

B.E.E: Dergi hikâyelerinin anlatıldığı yazıların başlıkları da hayli ilginç:

-Rüzgârın Kırdığı Dal: Burak

-Palandöken Hep Karla Kaplı Kalacak

-Susku Sustu Susalı

-Kırkikindi: Sona Eren Her Türkü Yanıktır.

Dergicilik bir romantiklik mi?

Elbette romantik. Akıllıca bir izahı var mı beş yıl boyunca ek ders ücretlerini geri gelmeyeceğini bile bile dergiye yatırmamın? Akıllıca bir izahı var mı -9 dereceyi bulan arızalı bir çift göz ile sabahlara kadar dergi tasarımı, tashihi yapmanın?  Bayram günlerini, tatil günlerini hiçbir karşılık beklemeden birilerinin yazılarını tashih ile geçirmenin?..

Anadolu dergiciliği romantiktir. Mücadeleci ruh taşıyan dergiler dahi  “yel değirmenleri”ne karşı “merkez”e karşı yapılmış Don Kişotluktur.  Buralarda bir söz var “Oturduğun ahır sekisi, söylediğin İstanbul türküsü” derler.  Elbette İstanbul türküsü söylemeye çalışan dergiler de var. Allah hidayet versin...

S.A. D :Yahya kemal :

Bir bitmeyecek şevk verirken beste,

Bir tel kopar âhenk ebediyyen kesilir..diyor  Sühan'ın kapanması sizde  bu hissi uyandırdı mı?

Hayatımda bir boşluk oluştuğu doğrudur. Her hafta kapıma bir çanta dergi, kitap getiren postacının kapımızı unuttuğu doğrudur. Susmak bilmeyen telefonların artık bayramda, kandilde dahi tenhalaştığı da doğrudur. “Altın altına gider, bakır bakıra doğru”. Kurduğumuz dostluklar, tanışıklıklar olumsuzlukları unutturacak nitelikte. Ahenk kesilmedi ama değişti... Hakiki dostlar, dostluklar kaldı geriye, bu yeterli.

B.E.E: Sühan ismini bize verirken evladını evlatlık veren bir ebeveynin hüznünü duydunuz mu?

Kelimeler kimsenin değil Allah’ındır ve emanettir hepimize. Yazdıklarım dahil şahsım adına ne varsa âlemde miri malıdır. Kaynak dahi verilmeden kullanılabilir. Bilakis mutlu oldum. Fuzûlî’nin, bu ismi tercihine dair bir rivayet var biliyorsunuz. İki manalı bir kelime fuzuli... Sühan da öyle.  “Boş lakırtı” anlamı da var bu kelimenin. Ümidim güzel manası ile yayıncılığa devam etmeniz, lakin bizi de arada yad etmeniz. Bizi derken “Sühan”ı kastediyorum elbet.

S.A.D: Sorularımızı samimiyetle cevapladığınız için Mehmet Akif Ersoy Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi, Sühan dergisi adına sizlere teşekkür ederiz.

Dergi çıkardığım dönemlerde bile “yeni bir dergi” fikri beni hep heyecanlandırdı ve bu düşüncede olan arkadaşlarla gençlerle tecrübelerimi paylaşmaktan memnuniyet duydum. Her yeni dergi klasik söylemle yeni bir umut. Kim bilir aranızdan kimlerin dünyasında yeni kapılar aralanacak, kimlerin yıllar sonra bu hastalığı yeniden nüksedecek... Kimler bu dergiden aldığı heyecan ve şevkle edebiyat öğretmeni, şair, yazar olma sevdasına düşecek. Vefadarlığınız ve iyi niyetiniz için teşekkür ediyor, selamlarımı gönderiyorum. Güzel haberlerinizi, sayılarınızı ben de heyecanla bekliyorum.

mart 2016

28 Temmuz 2020 Salı

rüzgara söylenen türkü

hüseyin kaya

İçimde oralı bir bülbül vardır

(Rıza Tevfik)

Eğer uzaklardaysanız ondan, adını her duyuşunuzda bir bıçak yürür yüreğinizin üstünde usulca. Kızgın bir gün geçer açık yaralarınızın üstünden ya da bir yayla rüzgârı değmeye başlar bağrınıza usul usul. Önce bir bulut kaynar içinizde, ardından gurbet ufuklarında yükselir başı pare pare dumanlı dağlar  Türküler dolanır da dilinize hiçbiri kendisini söyletmez her gayda, her kelime alevden bir yumak olur oturur gırtlağınız üstüne. Gözünüzde tekrar tekrar canlanır o ayrılık sahnesi… Vakit ihtimal akşamdır ve yine ihtimal; mevsimlerden sonbahardır. Ardınızdan baktığını sandığınız bir çift buğulu göz, istasyonda kalabalık arasından size sallandığını zannettiğiniz yorgun bir el ya da ana babasının yanında başını doğrultup da helaline bakamayan mahcup bir gelin yüzü gibi yerleşir kalır aklınızın, yüreğinizin bir kenarına o veda günü ve hiçbir vuslat kabuk bağlatmaz daha, açılan bu ilk yaraya.

Etinizin kemiğinizin ve ruhunuzun hamuru onunla mayalanmış gibidir. Ondan başkasını bulamazsınız kendinize yakışan. Ondan kaçış, onu unutuş yoktur… Nereye giderseniz gidin içinizde götürürsünüz onu da. Karanlıkta bile yanınızda yürüyen bir gölgedir unutturmaz kendini. Kim, kimin için ne zaman yakmış olursa olsun bütün türkülere ondan sinmiş bir şeyler vardır.

Göğsünüzün orta yerinde kimin koyduğunu bilmediğiniz bir avuç toprak sanki hep geldiği yere doğru dökülmek, rüzgârlarla o tarafa savrulmak ister ve yağmur çağırır durmadan çaresizliğine.

Hasret, en çok onadır. Gurbet, ondan uzak kalmaktır.

Gün geçer, ömür geçer; dönersiniz bir gün bıraktığınızı sandığınız yere. Dönersiniz yüzünde göz izini göreceğinizi bilmeden, düşünmeden. Ne siz bırakıp gidensinizdir ne de o öylece orada kalandır aslında. Dönüp de görmemek dedikleri,  biraz da bu olsa gerektir.

***

Eğer uzakta değilseniz ve hiç uzak kalmamışsanız ondan, bir zalim zülf-i leyla gibi çoktan bağlamıştır yollarınızı, bahtınızı. Kalmışsınızdır çaresiz, ağır aksak bir türkünün ortasında. Ya baba ocağını tüttürme endişesi, ya albümlerde sararmaya durmuş bir kaç aydınlık hatıra ve nihayetinde viran olası hanede evlad ü iyal yüzünden aklınızın ucundan bile geçmez bırakıp da onu gitmek.

Nasıl ve ne zaman bu denli ona bağlandığınızı anlamanız mümkün değildir. Ondan başka yâr, ondan başka diyar olduğunu düşünemezsiniz. O, her halinizi bilir ve kendisini sevene her zaman gurbetten daha zalimdir. Tıpkı mevsimler, aylar günler gibi öğretir size caddelerini, sokaklarını, önünden geçtiğiniz bahçe kapılarını. Farkında olmadan bütün nakışlarını, renklerini ezberlediğiniz bir küçük namaz kilimi gibi ezberletmiştir size tüm renklerini.

Bahar gelir, cemre düşer, kapınızdaki akasyanın ne zaman çiçek açacağını, madımağın, yemliğin ne zaman çıkacağını, iğde kokularının yolları ne zaman saracağını bilirsiniz. Güz gelir, yapraklar savrulur ilk karın ne zaman düşeceğini bilirsiniz. Hangi tren kaçta gelir istasyona ezberlersiniz ve ezberlersiniz bu şehirdeki bütün yolların sonu niçin hayal denizlerine, umutsuzluk rıhtımlarına çıkar.

Bayramlar bayramlara karışır, düğünler düğünlere. Çocuklar geçer yanınızdan şarkılar söyleyerek, oyunlar oynayarak.  Siz farkına varmadan, sessiz sedasız çocukluğunuz da yanınızdan savuşur gider ve karışır kalabalıklara. İlkin çocukluğunuz yiter adı bile değişen sokaklarda sonra erken inen bir kış akşamı gibi usul usul karanlıkta kalır, sizi yolcu eder gençliğiniz.

Hatıralarınız, unuttuklarınız, alışkanlıklarınız, alışamadıklarınız hâsılı ömrünüz cami bahçelerinde ihtiyar çınarların kökleri gibi her mevsim biraz daha fazla uzar ayaklarınız altından yaşadığınız şehrin derinliklerine. Gölgeniz uzayıp yapraklarınızı, dallarınızı rüzgâr dövdükçe köklerinize bakarsınız. Başınızda dönen şamatacı kuşların kanatlarıyla tutunursunuz hayata.

Bir gün gitmek zorunda kaldığınızda, ayrıldığınızı sansanız, sansalar da doğduğunuz şehirde her bahar yeşeren ve gövdesinin yokluğunu hisseden kökleriniz öylece kalır.

Bu şehirde yaşıyor ve yaşlanıyorsanız; ağır, içli bir türküdür ömrünüz neye ve niçin yakıldığını asla hatırlayamadığınız, söylenir ve biter…


25 Temmuz 2020 Cumartesi

sühan'dan sivas özel sayısı


Milli Gazete, Kültür Sanat

 

27 Ekim, 2007

 

Özel sayılarıyla dikkat çeken Sühan dergisi son sayısında Sivas a yer veriyor. Orta boy bir kitap hacminde olan dergide, Sivaslı yazarların yanında Sivaslı olmayan fakat hayatlarında bu şehre dair izler bulunan pek çok yazar da yer alıyor

Edebiyat dergiciliği sahasında kendine yeni bir kulvar açarak beş yıldır yoluna devam eden Sühan, "Sivas" özel sayısıyla okuyucusunun huzuruna çıktı. Hüseyin Kaya editörlüğünde, üst üste çıkardığı özel sayılarla, dergicilikte kendi tarzını yerleştiren Sühan, yayın merkezi olan şehre dair de bir özel sayı yapmış oldu. Dergi daha önce; Gavur Dostlarımız, Kapanan Edebiyat Dergilerinin Hikayeleri, Yenge, Oyuncak, Dede ve İstasyon özel sayılarıyla, farklı kesimlerden büyük ilgi görmüş ve edebiyat dünyasına taze bir soluk getirmişti.

Sivas, Sühan ın 17. sayısının konusu oldu. Orta boy bir kitap hacminde olan Sivas Özel Sayısında, Sivaslı yazarların yanında Sivaslı olmayan fakat hayatlarında bu şehre dair izler bulunan pek çok yazar da yer alıyor. A. Turan Alkan, Beşir Ayvazoğlu, Berat Demirci, Müjgân Üçer, Kadir Üredi, Hüseyin Kaya, Turan Karataş, Mustafa Balel gibi Sivaslı kalemler, Sadık Yalsızuçanlar, Mehmet Cangir, Metin Önal Mengüşoğlu, Halim Şafak, Nazım Hikmet Polat, Nihat Dağlı, Mehmet Aycı gibi aslen Sivaslı olmayıp Sivas ı bir şekilde tanıyan kalemlerle Sühan ın sayfalarında buluşuyor. Herhangi bir dergide bir araya gelmesi zor görünen bir yazar kadrosu Sühan ın Sivas özel sayısında bir araya gelmiş bulunuyor. Derginin sayfalarını çevirdiğinizde, böyle bir sayının sıradan bir şehir için değil Sivas gibi özellikli bir şehir için mümkün olabileceğini anlıyorsunuz. Sivas ın sosyo, kültürel ve tarihi özelliklerini her yazar kendi penceresinden ele alıyor; tasvir ediyor, eleştiriyor,  tahlil ediyor çoğu zaman da "aah" ediyorlar.

 

23 Temmuz 2020 Perşembe

edebiyat öğretmeni, yazar hüseyin kaya ile röportaj


konuşturan: neslihan yancı

 

-Merhaba Hocam, öncelikle kendinizden biraz bahseder misiniz?

1975 doğumluyum. Sivaslıyım. 1993 yılından beri çeşitli dergilerde yazıyorum. Üniversite yıllarımızda Rûzigâr ve iki binli yıllarda Sühan isimli edebiyat dergilerini yayımladık arkadaşlarla. Yayımlanmış dört kitabım var. Edebiyat öğretmeniyim aynı zamanda. On beş yıldır, mezunu olduğum Halil Rıfat Paşa Anadolu lisesinde çalışıyorum.

-Küçüklükten itibaren hayaliniz ne olmuştu? Okul hayatınızı anlatır mısınız?

Çocuklukta kurulan hayaller çoğunlukla büyüklerin izlerini taşıyor. Bir dönem subay olmak istemiştim, bir dönem pilot… Liseden itibaren edebiyat öğretmeni ve yazar, şair olma hevesine kapıldım. Elbette edebiyat öğretmenlerimin etkisi büyük bu hevese kapılmamda.

Okurken, yazarken galiba bir yandan mesleğime doğru ilerliyordum o yıllarda. Lise son sınıfta artık tek temennim vardı, o da edebiyat öğretmeni olmak. Üstelik “yazan” bir edebiyat öğretmeni olmak.

-Hedefinize ulaşırken çektiğiniz zorluklar neler olmuştur?

Her alanda, her meslekte karşılaşılan sıkıntılar aslında. İmkânsızlıklar, dar çevreler… En büyük sıkıntım galiba dost ve arkadaş çevresi edinmekti. Arkadaşım çoktu ama okuyup yazan arkadaşlar değildi hiçbiri. Bu ihtiyacımı öğretmenlerimle giderdim. Öğretmenlerimin bir kısmı aynı zamanda arkadaşımdı. Yaz tatiline, şubat tatiline gittiği şehirlerden bana yeni kitaplar getiren öğretmenlerim vardı. Çarşıda çay içmeye çağıran, kitaplığını benimle paylaşan öğretmenlerim…

Üniversiteye başladığımda, fakülteye benimle aynı endişelerle gelen arkadaşlarım oldu. Fakültede de yeni hocalarımın teveccühü, teşviki sayesinde yazmaya şevkim arttı.

Sivas’ta yaşamak belki yazan, okuyan biri için o yıllarda sıkıntı olarak değerlendirilebilir. Düzenlenen kültürel etkinlikler sınırlı, kitapçılar sınırlı… Belki İstanbul’da olsam elini öpüp, sohbetini dinleyebileceğim yazarların, şairlerin kitaplarına bile ulaşamıyorum bazen, durum öyle vahim yani…

-Sevdiğiniz mesleği mi yapmaktasınız başka bir meslek düşündünüz mü?

Evet, az evvel de dedim ya… Klasik söylemle yeniden dünyaya gelsem yine öğretmen olurdum. Yine şiir, deneme yazar, kendime kitaplardan bir dünya kurardım.

Öğretmenlik dışında ne yapabilirdim, diye düşündüğüm vakitler de var elbet. Mesela matbaacılık yapabileceğim bir meslek gibi görünüyor bana. Kitapçılık da öyle… Belki size tuhaf gelecek ama çiftçilik, hayvancılık, marangozluk hoşuma giden işler.

-Başarıya ulaşmak için ne yapmamız gereklidir?

Sabır ve dua kâfi lakin burada ben “başarı” kelimesine takıldım. Başarı nedir ki hiçbir şeyin yerli yerinde kalmadığı bir dünyada? Tek başarı, insan olarak geldiğimiz dünyada insan olarak yaşamak ve geldiğimiz gibi dönmek olsa gerek.

-Bana ve benim gibi bu yola çıkmış gençlere tavsiyelerde bulunur musunuz?

Elbette. Her ortamda, sürekli önünüze sürülen yazarlara ve eserlere daima bir şüphe taşıyın. Okumaya klasiklerden başlayın. Zamanın süzgecinden günümüze kadar gelebilmiş Doğu ve Batı klasiklerini ciddiye alın. Çok okuyun, çok yazın ama az yayımlayın. Benzemeye çalıştığınız büyük şairler yazarlar olsun ama taklit etmeyin, edebiyat dünyasındaki yerlerine, seslerine imrenin, özenin… Edepsiz edebiyat olmaz, edip de olmaz. Yazarken ve okurken edep hassasiyetini koruyun.

Dünyada yeterince çirkinlik var. Çirkinlikleri anlatmak yerine güzellikleri anlatmaya yönelin. Çirkinlikler zamanla geçer, değişir, unutulur ama güzellikler bakidir.

Yazarken kendinizi sıkmayın. Yazmak zor bir eylem. Canınızdan can, ruhunuzdan ruh katmadığınız her cümle bir çeşit yalancılıktır. Kur’an’da olumsuz özellikleri çizilen şairleri ve özelliklerini daima kalbinizde tutun ki onlara benzemeyesiniz.

Henüz adım atmadığınız basamağı anlatmaya uğraşmak yerine üzerinde durduğunuz, geride bıraktığınız basamağı anlatmaya çalışın.

-Yazı yazarken hissettiğiniz duygular nelerdir?

Dünyada iken yazmaya başlarım ama yazının bir yerlerinde mutlaka dünya ile irtibatımı keserim. Bu trans hali değil ama o an yazdığım şeyler dışında her şey değerini yitirir dünyada. Yazı bittikten sonra hem bir yorgunluk hem kısa bir sevinç kalır geride. Her yazı öncesi ise bir gerginlik, daralma hissi…

-Türkiye’deki edebiyatı nerede görüyorsunuz?

Git gide laçkalaşan, cıvıyan, kirlenen bir yöne doğru ilerliyor. Samimiyet ve iyi niyet uzaklaşıyor Türk edebiyatından. Genelleme yapmak istemem lakin mimarimiz, müziğimiz nerede ise edebiyatımız da işte orada. Görebildiniz mi manzarayı siz de.

-Edebiyat sizin için ne ifade ediyor?

Dünyaya ve hayata anlam verme çabası.

-Yazar olmanızda sizi destekleyen kişi kimdir?

Lise edebiyat hocam, Gönül Çubukçu, Mehmet Konukçu, üniversite hocalarım Nazım Hikmet Polat, Bekir Oğuz Başaran. Sonraki yıllarda arkadaşlarım, ailem.

-Yazarlığın size kattığı maneviyatlar nelerdir?

Sözün, kelimelerin kutsal olduğuna iman ettim. En büyük katkısı bu.

-‘’Siyah-beyaz vardır, gri yoktur.’’ Düşüncesine katılıyor musunuz?

Elbette. Gri, siyahı da beyazı da değersizleştirir. Kendisi yoktur aslında varlığını ödünç aldığı beyaz ve siyaha borçludur.

-Yazarlığa merakınız kaç yaşlarda başladı?

Bunu cevapladık sanırım.

-‘’Hüseyin Kaya’yı üç kelimeyle anlatır mısınız?

Tembel, yorgun, bıkkın.

 

kaynak: https://gencyasa.wordpress.com

10 Mayıs, 2016

Mehmet Gökhan Ay Anadolu Lisesi

Edebiyat Kulübü


13 Temmuz 2020 Pazartesi

lâl

beni böyle sınama yetmez gençliğim

yetmez iğdelerin çiçek açması

beni sen bilirsin

başkası değil

varsın yalan olsun tutunduğum dal

varsın yılan olsun

varsın zehir olsun tek tebessümün

tek kanadım kalsın

düştüğü yerde

beni sen bilirsin böyle sınama

 

demedim kimseye

senden bu acı

senden bu koca dağ yazgım üstünde

senden bu ağzımdan sızan kan

senden

demedim

savurma yapraklarımı

 

aşkla ağuladın beni sen

aşkla

lâl olayım yar dedim

lâl olayım

yar

bir kez olsun bana ismimi söyle

ben senin ismini hiç demeden gideceğim


12 Temmuz 2020 Pazar

hüseyin kaya okumak zenginliktir

ihsan yıldırım

 

Şubat soğuğunun açtığı derin yaralar henüz sarılamamışken, İmam Hatip Lisesi hazırlık sınıfına başlıyordum. Öğrenci mevcudunun iki haneli rakamları geçmediği koca binalarda tutunmaya çalışıyorduk hayata.Karacabey İmam Hatip Lisesi de o dönem bu okullardan biriydi sadece. Neresinden bakarsanız bakın sıkıntılı yıllardı yaşananlar. Sıkı dostluklar kurup, derin muhabbetlere dalmanın yanında, okulun kocaman bahçesinde boş bulduğumuz her vakti top peşinde koşturarak değerlendirmekten başka yapacak tek şey kalıyordu geriye; kitaplar!

Dersteki ilgim dikkatini çekmiş olacak ki edebiyat hocamız, “ Yitik Düşler” Dergisini tutuşturdu elime. Çok sonraları sıkı bir okuyucusu olacağım yazarın ismine ilk defa o mütevazı dergide rastladım. Sonra bir arkadaşın “Çekil Gideyim Hayat” kitabından bir şiirini okuyup, hüzünlenmesiyle, dikkatimi çekmeye başlamıştı şair. İkindi ezanının hemen sonrasına denk gelen edebiyat derslerinde Hocamızın “Sühan’dan” okuduğu denemeleriyle, yaralı kalbimi, fethediyordu yazar. Serde gençlik, gönülde aşk dilimde onun şiirleri vardı. Kısa zamanda dilime dolanmıştı şiirleri. Gitmesem de görmesem de, Sivas, cümlelerinde canlanıyordu gözümde. Çocukluğumda dinlerken içimi ısıtan masallar, dinlediğim türkülerdi onun satırları adeta.

Yazdıklarını takip etmeye devam ederken, deneme kitabı için çalıştığını, kısa bir zaman da çıkacağını haber almıştım. İçimde bir heyecan belirmiş, sık sık kitapçılara kitabın yayımlanıp yayımlanmadığını soruyordum. Lakin aldığım cevap uzun bir süre olumsuz oldu. Ta ki bir gün şairi bana tanıtan edebiyat hocam kitabın çıktığını müjdeleyene dek. Yayımlandıktan yaklaşık bir ay sonra ancak ulaşabilmiştim kitaba. Bir an önce okumak için sabırsızlanıyordum. Bir çay molasında, insanı adeta hatıraların diyarında gezdiren kitabın adı “Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz”.

Popüler olmak gibi bir kaygısı olmayan, hatta tabiri caizse popüler olmamak için mücadele eden yazarın, gerek kitabı gerek başlığı gerekse anlattıkları kendisi gibi son derece mütevazı. İlk paragrafıyla adeta yüreğinize dokunuyor kitap. ”Bir öğle vakti, üzerimizde ince elbiselerle geziniyorken dışarıda, birdenbire yaz yağmuruna tutulmak ve bir yandan ıslanırken bir yandan evimizde açık bıraktığımız pencereleri hatırlamak gibidir yirmili yaşları geride bırakmak. Şaşırır kalırız, başımızda bir ikindi uykusu mahmurluğu. Yağmurun, şiirlerin, şarkıların ve hayallerin bittiği yerden adım atarız otuzlu yaşlara.” Bu satırlarla anıların ortasına yığılıyorsunuz, sere serpe. Zira en savunmasız tarafından vuruyor insana yazar. Başa dönüp tekrar tekrar okuduğunuz cümleler, siyah önlüklü günlerinize geri götürüyor sizi.

Hatıraların içinde, uzunca bir süre yolculuğa çıkıyorsunuz, farkında olmadan. Her cümlenin, dilinize ayrı bir tat verdiğini hissederek ilerliyorsunuz, sayfalar arasında. Babasıyla, baba oğul bağı kuramamış bütün Anadolu çocuklarına tercüman olmuş sanki Hüseyin KAYA. “Her çocuğun, kabuğunu ne zaman kavlatsanız kanayan ve asla iyileşmeyen yarasının adıdır baba.” diyen şair hayata dair her şeyi bohça misali kitabında toplamış. Yapraklar yavaş yavaş ilerledikçe ruhunuzun yorgunluğu artıyor. Ama ruhun yorgunluğuna, hayal kırıklıklarına, gönül incinmelerine ve özlemlere rağmen kendini, okutmaktan asla vazgeçmiyor kitap.

Sayfalar sola doğru düşerken birden karşınıza Refik Halid çıkıyor. “Ya Eskici Yazılmasaydı?” sorusuyla tekrar kayboluyorsunuz hatıralarda. Lise yıllarımda, derste bu hikâyeyi okurken sesi çatallaşmış Özlem adındaki arkadaşı anımsatan yazar “ Eskici’yi” sınıfta sesli okurken öykünün bitimiyle birlikte ağlayarak, sınıftan nasıl koşup çıktığını anlatıyor. O bunları anlatırken ben Refik Halid’in “Gurbet Hikâyeleri”ni ilk okuduğumda yüzümün nasıl şekilden şekle girdiğini anımsıyorum. “Yara, Zincir, Eskici, Testi,” gibi öykülerin içinde kayboluyorum uzun bir süre.

Hatıralardan bahsedilen bir yerde vedalar, ayrılıklar olmazsa olmazıdır yaşamın. Bu husustaki söyledikleriyle de yaralar insanı Hüseyin KAYA. “İki ayrılık arasına sıkıştırılmış bir dünyada, misafir olduğunu unutmadan dolaşmaktır adına hayat dediğimiz şey. Ayrılıkla başladığımız hayata ayrılıklarla veda ederiz. Bu yüzden ayrılığa yakılmış her türkü, ayrılık hüznüyle söylenmiş her şarkı ve yazılmış her şiir kaç yaşımızda ve nerde dinlersek dinleyelim titretir ruhumuzu. Uzun bir ayrılıktır insan, kalbi kendi yalnızlığına gömülü.” Bir şiirin mısraları gibi duygusal olan bu cümleler, derin kuyular açar gönülde. Bu satırlar, gözlerinin buğulanmasına neden olur insanın, . Şefkatle gözlerinizi siler, devam edersiniz sayfaları sola doğru çevirmeye.

Yüzünüzü tebessümün kaplayacağı, ancak hüznün ağırlığı altında kalacağınız “Ömrünüzün Rüyası” bölümüyle anılar treninde devam ettiriyor yolculuğa yazar. Henüz benliklerimizi yitirmediğimiz zamanlarda birçok anlam ve anı yüklediğimiz eşyalardan söz ediyor bu bölümde. Uzun kış geceleri hepimizin etrafında masallar dinleyerek ısındığımız sobayı, evin en güzel yerini işgal eden kitaplığı, annemizin özenle yıkayıp cebimize koyduğu beyaz mendilimizi, moderniteyle birlikte cebinizin yerini almaya çalışan el çantasını, arkasına ilk aşkımıza dair şiirler yazdığımız biricik defterimiz ve televizyonun evlerimizi henüz işgal etmediği zamanlarda mütevazılığıyla şarkılar, şiirler, haberler ve arkası yarınları dinlediğimiz radyolar.

Kendine has üslubuyla adeta insanı büyüleyen kitap, yazarın yaşadığı şehir ve istasyon yazılarıyla son buluyor. Sühan’dan alışık olduğumuz bu yazılarla, Hüseyin KAYA bizi bizden alıp doğduğumuz yerlere götürüyor sanki. Hayatını doğup büyüdüğü şehirden uzak, gurbette yaşayanlarımız için acının da ötesinde bir şey bu. Evet, Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz ya da hepimizin hatıraları…

 

 kaynak:

www.haberkultur.net

02-06-2013


nun dergisine dair

Nun, üç yıldır Sivas’ta yayımlanan şirin bir edebiyat dergisi. Çoğumuzun yakından bildiği yaşadığı bir hikayesi var derginin. Öğrenci harçlıklarıyla iki yıldır ayakta kalma çabası içerisindeki dergi her sayısında çıtayı biraz daha yükseltiyor.              Genç öğretmen adayı Ubeydullah Öz’ün çabalarıyla yayımlanmaya başlayan derginin editörü Neslihan Ermahiş. Dergiye omuz veren bazı isimler de şöyle: Mücahit Yıldız, Eyüp Aktuğ, Dilek Çay, Şeyda Tarhan, Sümeyye Yöner, Kaan Çapkın, Muhammet Tâhâ Turan, Onur Gökdal, Orhan B. Akgül…

Büyük idealleri olsa da derginin büyük harflerle konuşmuyor yazanları. Çoğunlukla dergi kadrosunun ve bu kadronun yakınlarının ürünlerinin yayımlandığı dergide şiir ağırlıklı olmak üzre hikaye ve denemelere de yer veriliyor. İlk zamanlar okuma kitabı ebadında ve kendinken kapaklı yayımlanan dergi şimdilerde kare ebadı ve renkli kapağıyla göz dolduruyor.

Dergi ekibinin öğrencilerden oluşması dergiye ayrı bir dirilik ve farklılık katıyor.

Dergi parayla satılmıyor, vakıf ve dernek adına da çıkmıyor. Hemen hemen her sayısında bir de mülakat yayımlayan derginin tüm sayılarının içeriğine www.nundergisi.com adresinden ulaşmak mümkün. İlgilenenler için derginin diğer irtibat adresleri aşağıda:

 

iletişim: 0-553 243 8950

e-mail: nun@nundergisi.com


9 Temmuz 2020 Perşembe

biyografi

Hüseyn KAYA (1975, Sivas)

 

1975'te Sivas’ta doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Sivas'ta okudu. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde başladığı edebiyat eğitimini de Sivas Cumhuriyet Üniversitesinde tamamladı. 

1995-1996 yılları arasında arkadaşlarıyla 13 sayı, Rûzigâr isimli edebiyat dergisini yayımladı.

2003-2008 yılları arasında 18 sayı, Sühan isimli edebiyat dergisini yayımladı. 

Yitik Düşler, Az Edebiyat ve Hayat Ağacı dergilerinin yayın kadrosunda yer aldı.

Şiir ve nesir çalışmaları; Yitik Düşler, Martı, İnsan Saati, Kuyudaki Koro, Hayat Ağacı, Irmak Yazıları, Sultan Şehir, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Lika, Kum Yazıları, Rûzigâr, Sühan, Dergâh, Süveydâ, Dize, Irmak Yazıları, Az Edebiyat, Sade, Şiar, Aydost, İstanbul Bir Nokta, Kırağı, Çeto, Hece Taşları, Mavi Yeşil, Hece, Serazat, Özel Eğitim Çocuk, Mostar ve Semerkand dergilerinde yayımlandı.

 

Çekil Gideyim Hayat, 2006 (Şiir)

Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz, 2011, 2021, 2022 (Deneme)

Melal Bahçesi, 2013 (Şiir)

İlk Arkadaşım,  2013 (Hikaye)

Ülkü Tamer Şiirinde Yapı ve İzlek 2016 (İnceleme)

Akşam Ağrısı, 2023 (Deneme)

Kurtarma Yazılısı, 2024 (Şiir)

Sessiz Rüya, 2024 (Şiir)

Tayyib Atmaca ile Hece Yürüyüşü, 2024 (Söyleşi)

Detaylı bilgi için:

http://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/huseyin-kaya

dostluk üzerine

 

Kendimizi ansızın tam ortasında bulduğumuz büyük ıssızlıkların, yalnızlıkların adıdır dünya. Bu ıssızlıkta yarım ve sahipsiz olmanın uğultusuyla savruluruz bir sağa bir sola. Her adımda, her bakışta kendimiz gibi olanı, bize benzeyeni ararız. Yüzümüzü bir yüzde, bakışlarımızı başkasının gözlerinde seyretmek isteriz. Bir ayna olsun isteriz kâh karşımızda kâh yanı başımızda. Bir ayna olsun ve hatırlatsın bize bizi, bir ayna olsun ve azaltsın kimsesizliğimizi…

Dibi yokmuş gibi uzayan karanlık bir kuyudur bazen hayat, nefes aldıkça düşer, düşerken tutunacağımız bir dal, gözümüzün önünde bir ışık olsun isteriz. Ömür ise çoğu zaman gümbürtüsü başımıza vuran uğultulu bir ormanı geceler gündüzler boyu dolaşıp durmaktır. Yanımızda bir ses olsun isteriz bu ormanda dolaşırken, adımları adımlarımıza karışan bir gölge… Uçsuz bucaksız bir çöldür yürüdüğümüz, her adımı bambaşka seraplarla, yanılgılarla dolu. Güneş tam tepemizdeyken, içimizde ve dışımızda büyüyen bu dünya çölünde duadan bir bulutun gölgesinde yürümek isteriz.

Önceleri adlandırmakta zorluk çeksek de, dört harfli bir kelimenin karşılığında saklıdır bunca müşkülümüzün çaresi. Dört harften ibaret bir kelimedir dost ve tıpkı aşk gibi o da tek heceden ibarettir.

“Geldim cihana garip oldum güle andelip

 Her dem ciğerim delip çağırıram dost dost”

(Niyazi-i Mısrî)

Ezberden bildiğimiz şiirlerin şarkıların redifi, sonu gelmeyen romanların, hikâyelerin, mesnevilerin eskimeyen, değerini yitirmeyen kahramanıdır dost. Ekmek kadar gerekli, su kadar azizdir dostun varlığı. Ne kardeşe benzer ne arkadaşa. Dostun kalbinden kalbimize uzayan yol; kardeşimizin, arkadaşımızın hatta annemizin babamızın dahi kalbinin kıyısından geçer. Dost dışındaki cümle tanıdıklarımız hayatın, dünyanın bir hatırası olarak yaşar ve kalır içimizde; ancak dostluk ezeli ve ebedi bir hatıranın tekrar tekrar yaşatmasıdır kendisini. Dostluğun ağır usul ve kendiliğinden kurulması, konuşmadan dahi dostlarla anlaşabilmemiz biraz da bu yüzdendir.

Her dostluğun bir lisanı vardır ezelde öğrenilmiş. Başkalarının bilmeyeceği, anlayamayacağı türden bir dildir dostluğun dili. Dost dilini bilenlerin dünyasında sözlükler anlamsızlaşır, tanımlar bir yığın ruhsuz cümleye dönüşür.

Tıpkı sohbeti, tebessümü gibi suskunluğu da derindir dostun ve kelimeler yalnızca muhabbet taşır bir kalpten diğerine.

Zahirde onlarca dostumuz olsa da, yalnızca bir tanesi gerçek dosttur onca kalabalık içerisinden. Yanlış anlayan dost, dost olsa da gerçek dost değildir mesela. Dostluk teslimiyet bahçesinde yedi yılda bir açan nazenin çiçeklerdendir, sorgusuz sualsiz anlaşmanın ve anlamanın beslediği. Gerçek dostluklar ne artar ne eksilir ne de solar zamanla. Zira dostluğun nakışı dünyanın ipliğiyle işlenmiş değildir.

Dostun gülü incitmez aslında; yalnızca başkasına incinmek istemeyen gönül incinir dostun gülüne.

***

Manası kişiye, zamana, medeniyetlere göre değişse de dostluk her daim aşkın kıyısında açan bir çiçektir.

Aşkın aşkınlığı, kasırgası, fırtınası iniş çıkışları bazen sebepsiz kapanan gökyüzü, birden soluveren bahçesi vardır. Ancak dostluk daima aydınlık vakitlerin hazan görmeyen bahçesidir. Aşk dünyayı kısa bir süreliğine de olsa kendi rengine boyar; oysa dostluk kendi toprağına ayak basanları her zaman hakikatin rengiyle renklendirir.

Kimileri için dost, dünyayı katlanılır kılan kişi değildir de, dünya dostun hatırına uğranmış bir misafirhanedir.

“Dostum alem seninçün ger olur düşmen bana

Gam değil zira yetersin dost ancak sen bana”

(Fuzûlî)

Kırgınlıklar, küskünlükler, usanmalar, tahammülsüzlükler yeşermez dostluk bağında. Bir yangından ötekine düştüğümüzde, bir fırtınadan diğerine savrulduğumuzda, bir kuyudan ötekine atıldığımızda, hastalıklar, ölümler, ayrılıklar, sıkıntılar yolumuz üstünde sıralandığında; herkesin, dünyanın kıyısına vurduğumuzda yanımızda gördüğümüz, yüzünde yüzümüzü seyrettiğimiz, dualarına, sesine tutunarak yürüdüğümüz tek kişidir dost. Onun tesellisinden, tebessümünden sabah aydınlığı ve ümidi dolar ruhumuza. Dost, sesimizin çığlığımızın yankısı, cümle dualarımızın sessiz karşılığıdır. Dağın taşın, kurdun kuşun uykuya daldığı vakitlerde bizim için avuçlarını göğe açandır.

Dost odur ki kendisine gönderemediğimiz mektupları satır satır okusun bize, kendimize dahi sormaya korktuğumuz soruların cevabıyla çözsün kalbimizdeki düğümleri.

***

“Ben dost ile dost olmuşum

Kimseler dost olmaz bana.”

(Yunus Emre)

Dost tek ve tek heceli olsa da dostluklar başka başkadır.

Güneş yıldızlarla dosttur mesela ve ay gecenin karanlığıyla… Dağların dostu bulutlardır, denizlerin dostu kıyılar. Cuma ve cumartesi dosttur, pazar ve pazartesi… Gündüz gecenin dostudur; kış, sonbaharın… Kayalar, dost olmasa çiçeklerle, onların köklerini basar mıydı bağırlarına? Toprak insanı dost bilmese serilir miydi ayakları altına?

Ne görür ne duyarız etrafımızdaki binbir türlü dostluğu. Halbuki sessiz ve duru bir ırmak gibi yakınımızda akıp giden başkalarının yaşadığı dostluklardan dahi içimize dolan bir huzur vardır ve bu dostlukların bereketinden sessiz sedasız nasiplenir kavruk yüreğimiz.

***

Bu fani dünyada okuduğunuz kitapları, seyrettiğiniz filmleri, dinlediğiniz şarkıları paylaşacak bir dost bulamadıysanız; kaybolur sesiniz, çığlığınız mavi göğün altında, silinir şiirlerin ahengi, şarkıların ritmi, ufalanır toza döner zamanın çarkları arasında. Bir ömür fırtınalı karanlık okyanuslarda dünyanın yükü omuzlarınızda gezinir durursunuz, şayet cümle yükünüzü kabul edecek dost bir limanınız yoksa.

Bütün renkler gridir tek başınıza bakıyorsanız, bütün mevsimler hazandır, içinden yalnız geçiyorsanız.

Ansızın yakalandığınız bir yaz yağmurunda beraber ıslanacağınız bir dostunuz yoksa, hiçbir yağmurun bereketinden nasibinizi almamışsınızdır. Hiç değilse ömrünüz içinde bir kez karlı yollarda üşüyerek dolaştığınız bir dostunuz olmadıysa, kış kelimesinin karşılığı yarım kalmıştır lügatinizde.

Suyu acı, ekmeği katıdır, bir kez olsun dosta kurulmamış sofraların.

***

“Seyyah olup şu âlemi gezerim

Bir dost bulamadım gün akşam oldu”

(Kul Himmet)

Yeryüzünde kalbimizi en çok kanatan yara, sürekli yanımızda yakınımızda olmasa da çiçeklerin kaderinden, kelebeklerin ömründen, gülün renginden bahsedebileceğimiz yahut saatlerce birlikte susabileceğimiz bir dostun yokluğudur. Bir dost bulamayışımızdandır sendeleyişimiz, yarımlığımız, ürkekliğimiz ve adına hayat denilen oyunu hep kıyısından izleyişimiz. Zor zamanlarda iltica edilebilecek komşu ülkeler gibi hemen sınırların gerisinde duran, ağladığımızda susturmayan, suskunken konuşturmayan, vaktini bekleyen yağmurlar gibi yokluğunun duasını, varlığının şükrünü hatırlatan ve kalabalıklar arasından bizi kendine Hira huzuruyla çağıran bir dost bulamayışımızdan…

 

semerkand, temmuz 2013


hüseyin kaya anlattı...

konuşturan: nurettin durman

 

Hüseyin Kaya Sivas’ta yaşıyor.

Öğretmen.

Sühan dergisini çıkardı. Sühan dergisinde uzun süre şiire yer vermedi sayfalarında. Halbuki dergiye yazı verenlerin yüzde 98’i (yanılmıyorsam) şair kişiliğiyle tanınmış isimlerdi. Nedense ona göre iyi şiirler yazılmıyordu, kendisi Sühan’ını matbaaya vermek için çabalarken. Tabii kendisi de şair olarak tanınıyordu ama dergisinde şiire yer yoktu. Çekil Gideyim Hayat, çıkardığı şiir kitabına isim oldu. Şimdi görünüyor yavaştan yavaştan dergilerde şiirleriyle. O arada iyi bir şiir kitabı da çıkarmıştı şiirsizlik var sandığı piyasada. Halbuki edebiyat dünyası bazen görünmez gibi işler yapar ama sonrasında o yapılmış işlerin iyi işler olduğu ortaya çıkmış olur. Öyle bir şey işte… Âlemse devran eder.

Yazmak yazılmışsa ne yapılsa boşunadır. Hikâyecinin dediği gibi: “Yazmasaydım çıldıracaktım. Kalemi elime aldım…” Böyledir yani.

Hüseyin Kaya ile bir Viranşehir gezimiz vardır.

Muhabbetin ve dostluğun tanış olduğu, pekiştiği bir gezi.

Diyarbakır Havaalanı’nın önünden Müştehir Karakaya ile şehre doğru bir yürüyüşleri vardır.

Velhasıl bir soruda dergisizlik üzerine olmalıdır elbet…

 

Çocukluğunuz nasıl geçti?

 

Çocukluğumun bir kısmı köyde geçti. Belki de bu yüzden iki cami arasında kalan bînamaz gibi ne köy çocuğu oldum ne de şehirli bir çocuk gibi geçirebildim çocukluğumu. Yalnız bir çocukluktu yani yaşadığım. Akşamları mesaiye kaldığı için geç gelen, hafta sonları da çalışmak zorunda kalan babam bize çok vakit ayıramadı o yıllarda. Tek şansım çocukluğumun hep bahçeli evlerde geçmesi oldu sanırım. Okumayı öğrendikten sonra arkadaş ihtiyacı da hissetmedim zaten. Ders kitaplarındaki örnek metinlerle başlayan okuma hevesim bir zaman sonra kitapların eşiğine bıraktı beni. Televizyonun çok uzun zaman sonra girdiği evimizde kitaplardan ve radyo tiyatrolarından ibaret küçük bir dünyam vardı.

 

Hülasa içine kapanık ve yalnız bir çocukluktu yaşadığım. Hep köyü; kuzuların peşinde koştuğum, gözelerden su içtiğim yerleri özlerdim, iyi hatırlıyorum.

 

Yazmaya ve okumaya dair teşvik edenler var mıydı?

 

Evet, yazıyla, okumayla ilgilendiğimi bilen hocalarım, büyüklerim, arkadaşlarım hep önümü açma endişesi taşıdılar bunu hep fark ettim. Bilhassa lisede edebiyat öğretmenlerim Gönül Çubukçu ve Mehmet Konukçu; üniversite hocalarımdan Bekir Oğuzbaşaran ve Nazım Hikmet Polat öğrencileri olduğum demlerde her anlamda bana “hoca”lık ettiler diyebilirim.

 

Yine üniversite yıllarımda öğrencisi olduğum iki edebiyat fakültesinde de sınıf arkadaşlarım edebî faaliyet anlamında “yapalım” dediğim her faaliyette yanımda bulundular. Orta yaşlara doğru ise Ahmet Turan Hoca, sağ olsun, teşviklerini ve desteklerini esirgemedi. Tüm bunlar yazmaya ve okumaya olan hevesimi ve sonraki dönemde bağımı pekiştirdi elbette.

 

Lise öğrencisi iken Sait  Hocamızın yalnızca iki sayı çıkarabildiği “Kıvılcım” isimli dergi, adımı sayfalarında gördüğüm ilk dergidir. Her iki sayısında da birer şiirim vardı derginin. Dergi 1992 ve 93 yıllarında çıkmıştı.

 

Okuduğum ilk kitap Balina Avcıları idi. Şiir adına okuduğum ilk şiir üstadın “Kaldırımlar” şiiriydi. Sur, okuduğum ilk dergiydi. İlk diyebileceğim bir gazete ve yazı hatırlamıyorum maalesef.

 

Şiir yazdınız ve yayınladınız. Neler hissettiniz?

 

Bazı sabahlar bilhassa bahar sabahları insan sokağa çıkar da sonsuz bir hayat sevinci dolar ya içine, öyleydi sanırım ilk şiirimi dergi sayfalarında gördüğümde. Çocuksu ve saf…  Şiir kitabımı elime aldığımda da aynı çocuksu heyecanı yaşadım. Dünyada olduğumu, elimde tuttuğum kitabın dünyada benden çok kalacağını düşündüm.

 

Yazar olmak için bir çabanız oldu mu, neler yaptınız yazar olmak için?

 

Bilhassa ilk gençlik yıllarımda bir hırs vardı bir şeyler olabilmek, bir yerlere gelebilmek adına. Ancak zamanla gördüm ki yazarlık, basamakların en yukarısında daima ulaşmak için çalışılacak bir yer, bir meslek ya da kişilik değil. Yazmak, hayatın neresinde olursanız olun, yanı başınızda sizinle yürüyen ve yüzüne baktıkça, size tebessüm ettikçe sizi mutlu kılan bir yoldaş. Ya da uzun bir yolu yalnız başınıza yürürken kendi kendinize söylediğiniz, içlendiğiniz, mutlu olduğunuz bir türkü… Tüm bunlar yazarlığın, kişinin derununda kendiliğinden açan bir çiçek olduğu anlamına gelmez elbette. Çıkardığım dergiler, yazdığım dergiler, okuduğum kitaplar, katıldığım programlar hep bir gayret ve emek değil mi bu yolda sarf edilmiş. Her şey meşk ile bu dünyada. Yazmak da öyle galiba…

 

Bir de dergi çıkarıp o kadar teferruatla uğraştıktan sonra dergiyi kapattınız. Dergisizlik özlemi çekiyor musunuz? Nasıl bir şey dergisiz kalmak?

 

Her zaman değil; ama zaman zaman oluyor özlem. Bizim çıkardığımız dergilerde hep bir duygusal taraf vardır, biliyorsunuz. Biz dergi çıkarırken âşık olduğumuz zamanlardakine yakın heyecanlar, hevesler, ümitler büyütürüz içimize. Çoğu zaman çocuğumuza gösterdiğimiz şefkat ve özeni dergilerimize de gösterir; ona bir şahsiyet atfeder; onu, bir canlıyı sever gibi severiz. Belki doğru bir yaklaşım değil bu ve bu yüzden dergicilere biraz hasta gözüyle bakılır bizim camiada.

 

Evimizin bahçesinden yol geçmesi ya da köyümüzün baraj altında kalması gibi bir şey bir derginin kepenklerini indirmek. Biraz da kiraya çıkmak gibi; işe, eve kendi aracınız yerine belediye otobüsüyle gidip gelmek gibi. Zaman zaman güzel isimler geliyor aklıma, ‘bundan bir dergi ismi olur’ deyip not alıyorum kenara ya da güzel kâğıtlar gördüğümde, ‘buna ne güzel dergi basılır’ dediğim oluyor. Hevesim ve heyecanım hep var ancak cesaretim yok maalesef yeni bir dergiye başlayabilmek için.

 

Nurettin Durman epeydir görüşmediği bir dostuyla söyleşti…

 

29 Mayıs 2010 Cumartesi

kaynak: www.dunyabizim.com

 

http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=3711


emekli

 

Aslında emekli olmayı hiç istememişti fakat kendisiyle emsal arkadaşları birer ikişer emekli olmuş artık iş yerinde dostu, arkadaşı kalmamıştı. Otuz beş yıl dile kolaydı. Her gün sabah altı buçukta fabrikanın sireniyle yola düşüp akşam beşte yine fabrika sireniyle evinin yolunu tutmuştu yıllar yılı. Atelye borusu derlerdi fabrikanın sabah akşam aynı saatte çalan sirenine. Sabah ezanı, iftar topu kadar aşikârdı bu ses demiryollarında çalışanlar için.

 Şimdilerde ya sesi azalmıştı bu sirenin ya da duyulmaz olmuştu şehrin gürültüsünden. Siren sesi olmasa da her gün sabah ezanıyla uyanmak ve ezanların ruhunda yankılandığını bilmek yetiyordu ona. Bir de ne vakit sâlâ okunsa pencereleri açıyor pür dikkat dinliyordu sonuna kadar. Çoğunu tanıyordu sâlâ sonrası ismi okunan merhum kişilerin. Tanımasa bile salasını duyduğu her cenaze namazına iştirak etmeye çalışıyordu.

 Tıpkı okul arkadaşlıkları gibiydi iş arkadaşlıkları da. Mezun olur olmaz koparılıp atılan dostluklar gibi emekli olanların da birbirlerini arayıp sorduğu nadirdi. Ömür geçse de meşakkat bitmiyordu. Kimi torununa bakıyor kimi halen bir baltaya sap olamamış kızını oğlunu bir yerlere yerleştirme endişesiyle sağa sola koşturuyordu. Hiçbir derdi kalmayan ve emekliliğin tadını çıkarma endişesinde olanlar ise ya köylerine geri dönüyor ya da şehrin kıyısında bir arazi alıp toprakla uğraşıyorlardı. Aslında onun da böyle bir hayali vardı yıllar önce. Emekli olduğunda köyüne dönecek ve harman yerine küçük bir ev yapacaktı. Çocukluğunda gençliğinde dolaştığı dağlarda yeniden dolaşacak, berrak gözelerden su içecek, yemlik madımak toplayacaktı bahar zamanı bayırdan, dağdan… Olmadı, olamadı…

 Emekliydi ve yıllar yılı baş başa kalamadığı eşiyle bir apartman dairesinin üçüncü katında ömrünün kalan günlerini tamamlıyordu. Nasılsın, diyenlere; eksik günleri tamamlıyoruz, derdi. Köyünde geçen çocukluk, gençlik yıllarından sonra demiryollarında işe girmiş, çoluk çocuğa karışmış, annesini babasını ahrete uğurlamış, dört evlat yetiştirmiş, iyi ya da kötü tüm günleri geride bırakmış şimdilerde batmaya duran ömür güneşini seyrediyordu ufukta. Tüm hayatının özeti bu kadardı işte. Gün geldi, tepeye dikildi, derdi, hayattan ömürden mevzu açıldığında.

 

Sabah küçük bir bidonla evinin yakınındaki mahalle çeşmesinden tatlı su getiriyor, ardından belediye büfesinden ekmek alıyor, karı koca bir Köroğlu bir Ayvaz yaptıkları kahvaltıdan sonra çarşının yolunu tutuyordu. Eşi, bu durumdan şikâyetçi değildi. Kocasının dışarıda geçirdiği vakti o da evin içinde kendince uğraşlar bularak geçiriyordu. Otobüs durağı hemen kapısının önündeydi ancak yetmişe yaklaşan yaşına rağmen onun otobüse bindiği vakitler sayılıydı. Otobüs duraklarında bekleşen çocukları, gençleri anlamıyordu. Belki iş arkadaşlarından köylülerinden birine rastlayabilme ümidi ile yolları arşınlıyor gah maziyi konuşacak birilerini bulabiliyor gah bulamıyordu. Asıl amacı öğlen namazını ve ikindi namazını hiç değilse iki vakit namazı ulu camide kılmaktı. Öğlen vakti inmişse çarşıya öğleyi ve ikindiyi Ulu camide kılarak dönüyordu evine şayet ikindi vakti inmişse çarşıya akşam namazını da kılarak dönüyordu. Camii etrafında kendisi gibi vakit geçirmek için gelmiş ihtiyarların hepsinin simasını tanıyordu hemen hemen. Kimi gelininden, kimi damadından, kimi oğlundan kimi eşinden şikayetçiydi yaşlıların. O yüzden fazlaca dahil olmazdı onların sohbetlerine.

 Bazen minaresini seyrediyordu camiinin bazen duvar taşlarıyla konuşuyordu. Bazen kapısına selam veriyordu bazen minberiyle mihrabıyla içten içe konuşuyordu. Yaklaşık bin yıldır burada böylece duran bu yapının kim bilir içinde kimler namaza durmuş, kimler hangi dualarla, ümitlerle avuçlarını açmışlardı sonsuzluğa.

Muhakkak namaz vaktinden bir süre önce girmeliydi camiye. Camiinin kocaman taş sütunlarından yeşile boyanmış olan sütunun yanında durmalı ve hiç değilse bir vakti orada eda etmeliydi.

 O gün de öyle yaptı. Camiden en son o çıktı. İkindiye kadar oyalandı sağda solda. Camii avlusundaki mezarların başında bekledi, Fatiha okudu bir süre. Kıyıdaki köşedeki çiçekleri seyretti, kuşların zikrini dinledi. Kuş sesleri önce çocukluğunun kıyısına götürdü onu sonra gençliğinin. Hayat kısa, derlerdi de inanmazdı. Ne zaman kocamıştı, ne zaman çoluk çocuğa kavuşmuş ne vakit torun torba sahibi olmuştu. Tarlada, bostanda geçen vakitlerini düşündü. Çocuklarını hatırladı, sonra torunlarını… Doluktu, tanıdık birileriyle karşılaşmak istemedi bu haliyle. Şadırvana yöneldi, ikindi namazı için abdestini tazeledi. Henüz vakit vardı ancak yine de camiye girdi. Kuytuda bir köşede üzerinde Kur’an bulunan rahlenin önüne oturdu. Bir süre Kur’an okudu. Kur’an okumayı kendi kendine emekli olduktan sonra öğrenmişti. Bu yüzden yüksek sesle okumaya çekinir ya sessiz sessiz okurdu ya da yüksek sesle okuyanları takip ederdi.

 

Hangi sureyi okuduğunu, kaç sayfa okuduğunu fark etmedi bile. Camii kalabalıklaşmaya başlayınca Kur’an’ı kapadı ve her zamanki gibi yeşil sütunun yanına namazını kılmak üzre gitti ancak her zaman namaz kıldığı yerde bir başkası oturuyordu. Bir an göz göze geldi ve tebessümle göz kırptı kendi yerinde oturan ihtiyara. Bu bakışma iki namaz arasındaki bütün gamını dağıtmıştı. Namaz bitti, tesbihatını yaptı, duasını etti. Şükrün verdiği huzurla ışıdı kalbi. Farzın hemen ardından camii tenhalaşmaya başladı ancak o her zaman olduğu gibi camiden en son çıkanlar arasındaydı. Artık eve dönmeliydi. Bahçeye çıktığında içerde göz göze geldiği yanında namaz kılan adam bitiverdi birden önünde. Adamın heybetinden biraz irkilse de tebessümle kendisine doğru uzanan elinde bir aşinalık, huzur hissetti. Belki kendisiyle aynı yaştaydı ancak garip bir dirilik vardı bu adamın duruşunda, bakışlarında. Adamın, Allah kabul etsin, duasına aynı samimiyetle karşılık verdi. Elini geri çekmek istiyor, çekemiyordu, sanki konuşacağı söyleyeceği bir şeyler varmış gibi adam bırakmıyordu ihtiyarın elini. Tuttuğu elde bir ırmağın huzuru, uzak iklimlerin dinginliği vardı. Adam, yine samimi ve sevecen bir sesle; kusura bakma, dedi, hakkını helal et, galiba namaz yerini ben kaptım. Adamın cevap beklemediği belliydi bu sözleri ederken. Devam etti konuşmaya; dikkat ediyorum hep aynı yerde kılıyorsun namazını, bir sebebi var mı bunun?

 İhtiyar, başını öne eğdi, göz göze gelmek istemedi nedense, elinin içindeki ele baktı… Mahcubiyetle Hızır Aleyhisselam, dedi… O sütunun adı, Hızır direğidir ve Hızır Aleyhisselam günde bir vakti bu sütunun yanında kılar muhakkak. Bize böyle söyledi büyüklerimiz, bu sebeple hiç değilse günde bir iki vakti o direğin yanında kılmaya çalışıyorum.

 Adam tekrardan Allah kabul etsin, dedi. Elini usulca elinden ayırdı ihtiyarın. İhtiyar adam arkasını döndü ve evine doğru yürümek için camii bahçesinin kapısına doğru ilerledi. Camiinin dışına çıkınca geri döndü az evvel konuştuğu adamı aradı gözleri. Camide kimse kalmamıştı. Sağ elinden kalbine doğru ilerleyen bir üşüme hissiyle evinin yolunu tuttu.

 

sade edebiyat dergisi, sayı:3, yaz 2015