5 Şubat 2021 Cuma

kaybetmek risalesi

Hevesle uzanarak tuttuğumuz ne varsa dünyada, parmaklarımız birer birer çözülüyor üzerinden ve bizi bir boşluğa bırakarak uzaklaşıyor bizden. Bazen bir hayale dönüşüyor dokunduklarımız bazen eriyip dökülüyor avucumuzda tuttuklarımız. Benim, dediğimiz her şeyin bizi terk ederek gidişini sadece izlemek düşüyor bize, çaresizliğin kalbimize işlediği derin bir sükût ile. Dökülürken yapraklar takvimlerden, veda etmek zorunda kalıyoruz bizim olduğunu düşündüğümüz her şeye. Kaybettiğimiz her şeyin ardından eksildiğimizi hissediyoruz her geçen gün biraz daha. 

Günün herhangi bir vaktinde, uzandığımızda yerinde bulamadığımız bir anahtar, elimizi attığımızda yerinde bulamadığımız cüzdan, kütüphanemizde yokluğunu fark ettiğimiz bir kitap, hayata açılan tüm odaların kapılarını bir anda kilitleyerek kendi yokluğunun karanlığına esir ediyor zihnimizi. Çekmeceleri, rafları, ceplerimizi tekrar tekrar yokluyor, bütün ihtimalleri değerlendiriyoruz yitiğimizi bulmak için. Bazen buluyoruz yitirdiğimizi bazen kaybetmenin karanlığına teslim oluyoruz yorgun argın. Bazen de farkına bile varmıyoruz kaybettiklerimizin. Oysa ömür hikâyesinin hep tekrar eden belki de tek gerçeği kaybetmek. Kaybediyor ve alışıyoruz sonra yine kaybediyoruz yine alışıyoruz er ya da geç. Yaz mevsiminin en aydınlık vaktinde yaşadığımız bir güneş tutulması, suyun en berrak yerinde bizi içine çeken bir girdap kaybetmek hissi, ansızın başlayan ve bazen uzun bazen kısa süren bir zelzele hayatımızda.

Ne acı, kaybetmek için sahiplik

Ölümlüyü sevmek ne korkulu iş.

(Necip Fazıl)

Manasını ömür lügatimizde sürekli silip değiştirdiğimiz bir kelime kaybetmek. Kaybederek başladı Âdem’in hikâyesi, bizim de kaybederek başlıyor yeryüzündeki hikâyemiz ve kaybederek sona eriyor. Cennetten üzerimize sinen kokuyu, küçücük ellerimizi, masum yüzümüzü, uykuda yüzümüze konan tebessümleri kaybediyoruz önce, sonra kundağımızı, beşiğimizi, kulağımıza okunan ninnileri. Önce bilyelerimiz düşüyor ceplerimizden, sonra uçurtmalarımız kayboluyor gökyüzünde. Ürkek adımlarla düştüğümüz okul yolundan silgimizi, kalemimizi, şapkamızı kaybederek dönüyoruz eve ilk zamanlar. Kaybettiğimiz oyunlar, maçlar, sınavlar; kaybettiğimiz günler gibi kuş olup kanat çırpıyor yukarılara doğru bahçemizden. Yalnız oyunları, oyuncakları değil oyunlarda kaybetmeye üzülmeyi dahi kaybediyoruz vakit ilerledikçe. Yanımızda, yöremizde kazandığımız kadar kaybettiğimiz arkadaşlarımız oluyor yaşımız büyüdükçe ve nihayet çocukluğumuz kayboluyor çıkmaz sokaklarında aydınlık bir ülkenin. Masum tebessümlerimizi, hüzünlerimizi, incecik sesimizi, hıçkırıklarımızı, yakınlarımızı, uzaklarımızı, rüyalarımızı, merakımızı, hayata verdiğimiz cevaplarımızı, bizi dünyaya inandıran her şeyi kaybediyoruz çocukluğun yurdundan çıkarken. Ahengi bozuluyor adımlarımızın, sırı dökülüyor baktığımız aynaların. Çocukluğumuzu geride bırakırken bir dünyayı kaybediyoruz aslında, bir dili unutuyoruz yıllar sonra yokluğunu fark ettiğimiz.

                                        bir adım attığım yerde

                                                ne vardı ki

                                           gitmemle kayboldu

                                                (Âsaf Hâlet)

Bir kez kaybetmekle bitmiyor hayat, bir kere kazanmakla bitmediği gibi. Bir kez kaybetmekle sıyrılmıyor dünyanın yüzündeki renkli peçe.

Henüz neleri yitirdiğimizin farkına varamadan gençliğimiz seriliyor önümüze, bitmeyecek bir öğle vakti, geçmeyecek bir bahar mevsimi gibi. Karşı dağa ulaştığımızda, bulutları uçan halı yapıp yıldızlarla konuşabileceğimize inanıyoruz bu demlerde. Cüssemizden büyük ümitler, kalbimizden taşan hayallerle gençlik çölünde her serabın peşinde tüketiyoruz sayılı yılları, ayları, haftaları. Elimizde ibresi bozuk bir pusula ile uçsuz bucaksız bir okyanusta yön değiştirmekten bitkin düşene kadar savruluyoruz. Gemimizin su aldığını fark ettiğimizde azalıyor telaş, yavaşlıyor kalbimizin ritmi. Güneş solarken ufukta vedalaşıyoruz sonu gelmeyen yollarla, renkten renge giren ümitlerle, hayallerle. Gençliğimizi kaybettiğimizde ve onun verdiği heyecanı, ümidi, coşkuyu yitirdiğimizde sakin bir sahil kıyısında buluyoruz kendimizi. Hayaller, harabeler altında kalıyor; sevinçler, gömülüyor mazi karanlığına. Kaybettikçe içimize çöken tortuya kimileri tecrübe diyor kimileri kemale erme. Kaybetme korkusunun soğuk ikliminde dolaşıyor düşüncelerimiz bir süre. Bir çalı bülbülü gibi en küçük çıtırtıda yuvasından havalanıyor, ürkekleşiyor ruhumuz. Dili değişiyor hislerin, eşyanın, kainatın. Gürültü yapmadan, sızan kanı ve akan gözyaşını göstermeden kimselere kaybetmeyi öğreniyoruz, kaybedeceğimizi biliyoruz hayatın ilerleyen safhalarında. Zaten hiçbir şeyin sahibi olmadığımızı, her şeyin emanetçisi olduğumuz bir yolda yürüdüğümüzü kazıyor kalbimize zaman demirden tırnaklarıyla. 

Bazı çocukların kalbinde yitirdiğim gibi

Birçok kere yitirdim denizde kendimi

Gidiyorum aramaya, suyu bilmeden

(Federico Garcia Lorca)

Veda ederek yahut ansızın, farkında olarak yahut olmadan kaybediyoruz ve kaybettiğimiz şeylerin sureti, izi siniyor bakışlarımıza. Gönlümüzde, zihnimizde gittikçe uzayan bir listeye kendi kendini ekliyor kaybettiğimiz her şey. Elbette mağlubiyetlerimiz kadar zaferlerimiz de oluyor geçerken dünyadan lakin yüzü buruk, tadı ekşi oluyor her kazancın ve siliniyor kaybetmekle kazanmayı birbirinden ayıran çizginin rengi. Kazanmak anlık, kaybetmek ebedi. 

Alışıyoruz kaybetmeye. Dünya yangınında küle dönen, sele kaptırdığımız her şeye alışıyoruz. Binbir mihnetle büyüttüğümüz çiçeği kaybedince biliyoruz önce sahip olduğumuzu sandığımız tüm çiçekleri kaybedeceğiz, ardından bahçeyi, baharı. Kelimeleri, kelimelerin anlamlarını, rüyalarımızı, gerçeklerimizi, sevgimizi, nefretimizi, etrafımızı kuşatan sessizliği, içimizde dalgalanan ağlamayı ve gülmeyi kaybedeceğiz. Kan kaybeden yaralı gibi çaresiz bakacağız kaybettiğimiz şeylerin akıp gidişine yanımızdan. Sevinçlerimizi, anlık mutluluklarımızı, olmazsa olmaz dediğimiz her şeyi yitireceğiz. Yusuf’un Kenan ilinde, Mecnun’un çölde, Ferhat’ın dağlarda kaybolduğu yerde kapanacak sayfaları kıssanın. Elde etmek için ömürler adadığımız fani olan her şeyi kaybedeceğiz. Güneşin, ayın ışığı, gözlerimizin feri kaybolacak. Her kaybettiğimizle bizden koparak kaybolacak bir parçamız. Geçmişi, ânı, anıları, yarını kaybedeceğiz bir eşiğin önünde; bilmeyi, bilmemeyi. Her gün bir taşını kaybettiğimiz duvar tümüyle yıkılacak, bazılarının duyduğu ama kimselerin aramadığı kayıp bir kıtaya dönüşecek ömrümüz yeryüzünde. Kaybetmeyi kaybedene kadar kaybedeceğiz. Kaybetmeden nasıl bulabiliriz ki kendimizi adına yaşamak denen bu tufandan sonra, nasıl kalabiliriz ki kendimizle baş başa, nasıl dönebiliriz ki başladığımız yere?

Kaybetmek, anayurdu dünyanın, mayası varlığımızın. Kaybetmek ilk ve son öğretmeni hayatın. Kaybetmek, bir şuura eriştiğimiz andan itibaren ruhumuzu ıslatan sağanak. Zor olsa da alışmak, kaybetmek; acziyetin, faniliğin, yolun, yolculuğun, kulluğun desenini ruhumuza çizen nakkaş; boyun eğmenin, razı olmanın, kabullenmenin durmadan kanayan saklı çiçeği kalbimizde. 

ocak, 2021