asaf halet çelebi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
asaf halet çelebi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Şubat 2021 Cuma

kaybetmek risalesi

Hevesle uzanarak tuttuğumuz ne varsa dünyada, parmaklarımız birer birer çözülüyor üzerinden ve bizi bir boşluğa bırakarak uzaklaşıyor bizden. Bazen bir hayale dönüşüyor dokunduklarımız bazen eriyip dökülüyor avucumuzda tuttuklarımız. Benim, dediğimiz her şeyin bizi terk ederek gidişini sadece izlemek düşüyor bize, çaresizliğin kalbimize işlediği derin bir sükût ile. Dökülürken yapraklar takvimlerden, veda etmek zorunda kalıyoruz bizim olduğunu düşündüğümüz her şeye. Kaybettiğimiz her şeyin ardından eksildiğimizi hissediyoruz her geçen gün biraz daha. 

Günün herhangi bir vaktinde, uzandığımızda yerinde bulamadığımız bir anahtar, elimizi attığımızda yerinde bulamadığımız cüzdan, kütüphanemizde yokluğunu fark ettiğimiz bir kitap, hayata açılan tüm odaların kapılarını bir anda kilitleyerek kendi yokluğunun karanlığına esir ediyor zihnimizi. Çekmeceleri, rafları, ceplerimizi tekrar tekrar yokluyor, bütün ihtimalleri değerlendiriyoruz yitiğimizi bulmak için. Bazen buluyoruz yitirdiğimizi bazen kaybetmenin karanlığına teslim oluyoruz yorgun argın. Bazen de farkına bile varmıyoruz kaybettiklerimizin. Oysa ömür hikâyesinin hep tekrar eden belki de tek gerçeği kaybetmek. Kaybediyor ve alışıyoruz sonra yine kaybediyoruz yine alışıyoruz er ya da geç. Yaz mevsiminin en aydınlık vaktinde yaşadığımız bir güneş tutulması, suyun en berrak yerinde bizi içine çeken bir girdap kaybetmek hissi, ansızın başlayan ve bazen uzun bazen kısa süren bir zelzele hayatımızda.

Ne acı, kaybetmek için sahiplik

Ölümlüyü sevmek ne korkulu iş.

(Necip Fazıl)

Manasını ömür lügatimizde sürekli silip değiştirdiğimiz bir kelime kaybetmek. Kaybederek başladı Âdem’in hikâyesi, bizim de kaybederek başlıyor yeryüzündeki hikâyemiz ve kaybederek sona eriyor. Cennetten üzerimize sinen kokuyu, küçücük ellerimizi, masum yüzümüzü, uykuda yüzümüze konan tebessümleri kaybediyoruz önce, sonra kundağımızı, beşiğimizi, kulağımıza okunan ninnileri. Önce bilyelerimiz düşüyor ceplerimizden, sonra uçurtmalarımız kayboluyor gökyüzünde. Ürkek adımlarla düştüğümüz okul yolundan silgimizi, kalemimizi, şapkamızı kaybederek dönüyoruz eve ilk zamanlar. Kaybettiğimiz oyunlar, maçlar, sınavlar; kaybettiğimiz günler gibi kuş olup kanat çırpıyor yukarılara doğru bahçemizden. Yalnız oyunları, oyuncakları değil oyunlarda kaybetmeye üzülmeyi dahi kaybediyoruz vakit ilerledikçe. Yanımızda, yöremizde kazandığımız kadar kaybettiğimiz arkadaşlarımız oluyor yaşımız büyüdükçe ve nihayet çocukluğumuz kayboluyor çıkmaz sokaklarında aydınlık bir ülkenin. Masum tebessümlerimizi, hüzünlerimizi, incecik sesimizi, hıçkırıklarımızı, yakınlarımızı, uzaklarımızı, rüyalarımızı, merakımızı, hayata verdiğimiz cevaplarımızı, bizi dünyaya inandıran her şeyi kaybediyoruz çocukluğun yurdundan çıkarken. Ahengi bozuluyor adımlarımızın, sırı dökülüyor baktığımız aynaların. Çocukluğumuzu geride bırakırken bir dünyayı kaybediyoruz aslında, bir dili unutuyoruz yıllar sonra yokluğunu fark ettiğimiz.

                                        bir adım attığım yerde

                                                ne vardı ki

                                           gitmemle kayboldu

                                                (Âsaf Hâlet)

Bir kez kaybetmekle bitmiyor hayat, bir kere kazanmakla bitmediği gibi. Bir kez kaybetmekle sıyrılmıyor dünyanın yüzündeki renkli peçe.

Henüz neleri yitirdiğimizin farkına varamadan gençliğimiz seriliyor önümüze, bitmeyecek bir öğle vakti, geçmeyecek bir bahar mevsimi gibi. Karşı dağa ulaştığımızda, bulutları uçan halı yapıp yıldızlarla konuşabileceğimize inanıyoruz bu demlerde. Cüssemizden büyük ümitler, kalbimizden taşan hayallerle gençlik çölünde her serabın peşinde tüketiyoruz sayılı yılları, ayları, haftaları. Elimizde ibresi bozuk bir pusula ile uçsuz bucaksız bir okyanusta yön değiştirmekten bitkin düşene kadar savruluyoruz. Gemimizin su aldığını fark ettiğimizde azalıyor telaş, yavaşlıyor kalbimizin ritmi. Güneş solarken ufukta vedalaşıyoruz sonu gelmeyen yollarla, renkten renge giren ümitlerle, hayallerle. Gençliğimizi kaybettiğimizde ve onun verdiği heyecanı, ümidi, coşkuyu yitirdiğimizde sakin bir sahil kıyısında buluyoruz kendimizi. Hayaller, harabeler altında kalıyor; sevinçler, gömülüyor mazi karanlığına. Kaybettikçe içimize çöken tortuya kimileri tecrübe diyor kimileri kemale erme. Kaybetme korkusunun soğuk ikliminde dolaşıyor düşüncelerimiz bir süre. Bir çalı bülbülü gibi en küçük çıtırtıda yuvasından havalanıyor, ürkekleşiyor ruhumuz. Dili değişiyor hislerin, eşyanın, kainatın. Gürültü yapmadan, sızan kanı ve akan gözyaşını göstermeden kimselere kaybetmeyi öğreniyoruz, kaybedeceğimizi biliyoruz hayatın ilerleyen safhalarında. Zaten hiçbir şeyin sahibi olmadığımızı, her şeyin emanetçisi olduğumuz bir yolda yürüdüğümüzü kazıyor kalbimize zaman demirden tırnaklarıyla. 

Bazı çocukların kalbinde yitirdiğim gibi

Birçok kere yitirdim denizde kendimi

Gidiyorum aramaya, suyu bilmeden

(Federico Garcia Lorca)

Veda ederek yahut ansızın, farkında olarak yahut olmadan kaybediyoruz ve kaybettiğimiz şeylerin sureti, izi siniyor bakışlarımıza. Gönlümüzde, zihnimizde gittikçe uzayan bir listeye kendi kendini ekliyor kaybettiğimiz her şey. Elbette mağlubiyetlerimiz kadar zaferlerimiz de oluyor geçerken dünyadan lakin yüzü buruk, tadı ekşi oluyor her kazancın ve siliniyor kaybetmekle kazanmayı birbirinden ayıran çizginin rengi. Kazanmak anlık, kaybetmek ebedi. 

Alışıyoruz kaybetmeye. Dünya yangınında küle dönen, sele kaptırdığımız her şeye alışıyoruz. Binbir mihnetle büyüttüğümüz çiçeği kaybedince biliyoruz önce sahip olduğumuzu sandığımız tüm çiçekleri kaybedeceğiz, ardından bahçeyi, baharı. Kelimeleri, kelimelerin anlamlarını, rüyalarımızı, gerçeklerimizi, sevgimizi, nefretimizi, etrafımızı kuşatan sessizliği, içimizde dalgalanan ağlamayı ve gülmeyi kaybedeceğiz. Kan kaybeden yaralı gibi çaresiz bakacağız kaybettiğimiz şeylerin akıp gidişine yanımızdan. Sevinçlerimizi, anlık mutluluklarımızı, olmazsa olmaz dediğimiz her şeyi yitireceğiz. Yusuf’un Kenan ilinde, Mecnun’un çölde, Ferhat’ın dağlarda kaybolduğu yerde kapanacak sayfaları kıssanın. Elde etmek için ömürler adadığımız fani olan her şeyi kaybedeceğiz. Güneşin, ayın ışığı, gözlerimizin feri kaybolacak. Her kaybettiğimizle bizden koparak kaybolacak bir parçamız. Geçmişi, ânı, anıları, yarını kaybedeceğiz bir eşiğin önünde; bilmeyi, bilmemeyi. Her gün bir taşını kaybettiğimiz duvar tümüyle yıkılacak, bazılarının duyduğu ama kimselerin aramadığı kayıp bir kıtaya dönüşecek ömrümüz yeryüzünde. Kaybetmeyi kaybedene kadar kaybedeceğiz. Kaybetmeden nasıl bulabiliriz ki kendimizi adına yaşamak denen bu tufandan sonra, nasıl kalabiliriz ki kendimizle baş başa, nasıl dönebiliriz ki başladığımız yere?

Kaybetmek, anayurdu dünyanın, mayası varlığımızın. Kaybetmek ilk ve son öğretmeni hayatın. Kaybetmek, bir şuura eriştiğimiz andan itibaren ruhumuzu ıslatan sağanak. Zor olsa da alışmak, kaybetmek; acziyetin, faniliğin, yolun, yolculuğun, kulluğun desenini ruhumuza çizen nakkaş; boyun eğmenin, razı olmanın, kabullenmenin durmadan kanayan saklı çiçeği kalbimizde. 

ocak, 2021

27 Temmuz 2020 Pazartesi

kalbimizin durgun kıyısı

hüseyn kaya

Çalkantılı dünya denizinde gönül gemimizin yılda iki kez sahiline vardığı rüya ile gerçek arasında bir adanın ismidir bayram. Dünyada sürüklenmekten yorgun ruhlarımız orda kurtuluşa erer, huzuru teneffüs eder. Orada dünyayı ve dünyanın telaşını uzaklarda bırakır, arınmışlığı hissederiz. İster hayatta ister dar-ı bekaya göçmüş olsun; kalbinin sesini duymak, yüzünün nurunu görmek istediğimiz, özlediğimiz herkesle o adada buluşur hemhal oluruz. Serçelere duyduğumuz şefkat, karıncalara duyduğumuz merhamet, bulutlardan kopup gelerek yüzümüzü okşayan rahmet hep oradan eserek gelir ve diriltir içimizi. Kervanlar oradan taşır uzak diyarlara, dünyaya; rikkati, uhuvveti.

***

Büyürüm de kimse anlamaz

Kolay yürürüm yollarda

Bayram yaklaşırken.

(Fazıl Hüsnü)

Adı ve vakti herkes için aynı olsa da herkese başka türlü gelir bayram, gelir ve mekânları değiştirir, zamanı durdurur.

Yeni yeni aklı yeten küçücük bir çocuk için heyecandan uyunmamış bir gecenin sabahıdır bayram. Uzaktan gelecek akrabaların, yeni alınan kıyafetlerin mutluluğu, küçücük kalplerde ümit yeşertir, sevinç çoğaltır. Çocuklar farkında olmasalar da en çok bayramlarda büyürler…

Hanımlar, genç kızlar için ellere boğum boğum kına yakılarak beklenen kutlu bir misafirdir bayram ve ayrılıklar, hasretler; günlerle, aylarla değil geride bırakılan bayramlarla sayılır.

İhtiyarlar için ezeli bir tanıdıktır o; fakat yine de her seferinde bambaşka bir havayla gelir. Onunla fani ömür içerisinde bir kez daha karşılaşmak şükürlerin en büyüğünü gerektirir. Bayramlarda sayılır geride kalan yıllar uzakta kalan dostlar, ebediyete uğurlananlar…

 Bayramın selamladığı şehirlerde yetimlerin saçları arasında kutlu bir el dolaşır yoksulların sofrasına saadet misafir olur, kimsesizlerin kapısında sıraya girer bayramı kuşanmış yürekler.

Bayram geldiğinde takvimlerin sayfaları koparılacak kalır duvarlarda. Onunla her şeyin rengi değişir, rayihası farklılaşır, gecelerin karanlığı dahi bağrında bir nur; yarışır sabah vakitlerinin aydınlığı ile. Cennetten süzülüp gelen bir esinti dolaşır sokak aralarında, parklarda, dağların yamaçlarında. Her bayram öncesi özlediğimiz hissetmeye çalıştığımız ve her bayramda içimize dolan cennetten gelen bu esintidir aslında. Adı ve vakti herkes için aynı olsa da herkese başka türlü gelir bayram, gelir ve giderken hep bir şeyleri yarım bırakarak gider.

***

Sabahın sevinci içimde

Bayramın sevinci içimde

Katar

Katarın içinde

(Asaf Halet Çelebi)

Sofradaki bayram aşı sokaktaki insanların saf ve temiz telaşı bayram sabahlarına mahsustur yalnızca. Seherle beraber süpürülen kapı önleri, pencerelerden eşiklerden hanelere dolan bereket ve rahmet havası yalnız bayram sabahlarınındır. Sabahın ilk ışıklarıyla vakti her geldiğinde yeniden tarif edilen tek namazdır belki de bayram namazı.

Cami bahçelerinden kaldırımlara taşan seccadelerin üzerinde yeni bir güne değil de hayata başlamanın heyecanıyla beklerken; yüzümüzü okşayıp kalbimizi titreterek geçer bayram serinliği.

Işıltılı bir pınar, duru bir ırmaktır bayram kana kana suyunu içtiğimiz, berraklığında arındığımız ve yeniden hayat bulduğumuz. Kuruyan yapraklarımız o suyun iksiriyle hayat bulur çatlayan kalbimiz o iksirle giderir susuzluğunu.

***

Geride bıraktığımız günlerin özeti gibidir bayramlarda yaşadığımız hüzünler sevinçler. Ayrılıklar vedalar yaşamışsak bayrama ulaşıncaya kadar, lokmalar boğazımıza dizilir kalabalık bayram yemeklerinde ya da saadet dolu günler bırakmışsak geride ve yeni fertler katılmışsa ailemize bayram günü artar sürurumuz, aydınlanır dünyamız. Sahip olmanın sevincini, yitirmenin hüznünü bayramlar tattırır bize ve yıllar geride kaldıkça yine bayramlar öğretir ki hakikatte ne sahip olma vardır ne kazanma ne kaybetme.

İster hüzünle çalsın kapımızı ister sevinçle, bayramın olduğu yerde takvimler silinir saatler boşa döner duvarlarda. Zaman yalnızca bayrama ayarlıdır. Dünyanın telaşı bitip de kalbimiz durgun sularda sakin bir kuğuya döndüğünde hatırlama ve hatırlanma vaktidir bayram.

Küçücük bir çocuktur o; her arefe gününde kapımıza tıklatır ve sevecen bakışlarla kalbimizin en rikkatle dolu yerine dokunarak şeker ister, tebessümle süslenmiş merhamet dolu bir bakış ister.

Bayramda kapısı çalınmayan, eşiğinden içeri misafir atlamayan, çalacağı kapısı olmayan ve ziyaretine gideceği bir mezar dahi bulunmayan kimse gerçekten yalnızdır yeryüzü gurbetinde.

***

Babamızın boynuna uzun uzun sarılmak, annemizin göğsüne yaslanıp kalmak, damarları çıkmış kuru ellerini cennet çiçeklerini öper gibi öpmek için en güzel bahanedir bayram. Çocuklarımızın gözlerinden yüzlerinden doya doya öpmek ve kokularını içimize çekmek, onları caddelerde boyunlarımızda taşımak, tanımadığımız insanlara selam vermek tebessüm etmek, aksakallı dedelerin gül suyu kokan yüzüne yüzümüzü yaslamak için bulunmaz bir fırsat, kabul olunduğunu gördüğümüz duadır…

Hani sebepsiz ağlayan biri iseniz saklamanıza gerek yoktur gözyaşlarınızı bayram sabahlarında; zira sebebi sorulmaz bayramda dökülen gözyaşlarının.

Küskünlüğün, düşmanlığın içeri alınmadığı, her burcunda ebediyet arzusuyla işlenmiş bayrakların dalgalandığı bir kutlu şehir, bir mübarek ülkedir o.

***

Yıldızlara

Bahçelere bakıyorum

Her yer bayram

Dönüp içime bakıyorum

(Mevlana İdris)

Bayramlar peş peşe gelir ve geçer. Aslında bayram değildir gelen, geçen; yürüdükçe yaşadıkça bizim yolumuz düşer bayramların kapısına. Attığımız adım, aldığımız nefes bizi hep yeni bayramlara taşır. Zahirde sayılı olsa da eşiğine vardığımız bayramlar, türlü türlü küçücük bayramlar da vardır kapısı önünden geçtiğimiz, eşiğinden atladığımız. Gökyüzüne bakabilmenin, çiçeklerle sohbet edip, akan sularla söyleşmenin hatta kimi vakitler nefes alıp verebilmenin dahi bizi o kapıların önüne taşıdığı olur. Bazen Eyyub gibi sınanır ve yaralarımızdan kurtuluruz o günde bazen Yakup gibi hasretini çektiğimiz Yusufumuzu kucaklarız, fer gelir gözlerimize. Bazen Âdem gibi cennetimizde yitirdiğimiz Havva’yı yeniden buluruz,  yeryüzü sürgününde… Onca kıssa yalnız bizim yazgımızda tekrar etmez; kurt kuş, börtü böcek, bulut çiçek, dağ taş dahi cüssesince aynı hal üzre yürür ve benzer kapılardan geçer; bulutun yağmura döndüğü, ağacın meyveye durduğu, kelebeğin güneşi selamladığı, çiğdemlerin topraktan başını uzattığı, turnaların vatanına vardığı, ırmakların okyanusu bulduğu vakittir bayram.


ağustos, 2011


hüzün bahsi

Ya kuşlar, yağmurlar, şarkılar alır götürür sizi o ıssız sahile yahut bir gurbet akşamı, ansızın ortasına düştüğünüz bir veda sahnesi... Ya eski bir fotoğraf karesi alır çeker sizi içine ıssızlığın yahut uzaklardan duyulan bir hıçkırık sesi.

Bir bulut birdenbire belirir başınız üzerinde ve içinizdeki, dışınızdaki her şeyi gölgesi altına alır. Ruhunuzun derinliklerinde bir tel kopar, bir kapı kapanır, bir pencere kırılır, ürkek bir kuş sürüsü havalanır sonsuzluğa doğru. Kollarınız iki yana düşer, gözleriniz bir noktaya sabitlenir, derin bir ırmağın sessiz akışında bulursunuz kendinizi. Siyah beyaz şekiller uçuşur gözlerinizin önünden. Güneş tutulur günün en aydınlık vaktinde. Hüzün kuşları gelir, dizilir içinize sıra sıra, ne renkleri bellidir ne sesleri duyulur.

 Heyecanların, hırsların, özleyişlerin, kırgınlıkların, pişmanlıkların,  mutlulukların, bekleyişlerin içi boşalır, dünyaya dair hiçbir şeyin manası kalmaz, hüzün gelip de kapınızdan içeri süzüldüğünde. Diliniz lal, gördüğünüz hayaldir bu demlerde ve her şey size, sizi fısıldar; buğulanan pencere, ucu kırılan kalem, saçak altında tüneyen kuş, kapı önünde kıvrılmış yatan kedi, saksıdaki çiçek, sessizce uzaklaşıp giden zaman.

Hangi dağın kuytusunda hangi çölün ortasında kaldığınızı bilemezsiniz. Arkadaşları çoktan ufukta gözden kaybolmuş yaralı bir göçmen kuş gibi yalnız ve çaresiz kalırsınız soğuk iklimlerde.

***

“sebepsiz hüzün hocamdı

boş odalar mektebinde”

(asaf halet çelebi)

Ümidin ve ümitsizliğin ötesinde, kapılarını herkesten gizlediğimiz renksiz bir bahçedir hüzün yahut kalbimizin üzerinde vakitli vakitsiz açan, renklerini seçemediğimiz garip bir çiçek.

Her gün yeniden acemisi olduğumuz bu dünyaya ait olmadığımızı hüzün bulutları hatırlatır, hüzün rüzgârları fısıldar ruhumuza. Dünya gurbetini, durup dururken iliklerimize kadar hissettiren bir iksirdir hüzün; dağlara, ırmaklara, denizlere bakarken; yıldızları sayarken, uzaklara giderken çağrılmadan gelir ve üşüşür kalbimize. Ötelerden sükut suretinde gelen bir misafirdir hüzün. Gözlerimizi yumarak okuduğumuz şiir de o getirir uzak iklimlerden bizlere içimizi çizerek geçen şarkıların sözlerini de.

Ne eleme benzer hüzün ne acıya, mutsuzluğa, ne ıstıraba… Ne kırgınlıktır hüznün karşılığı ne küskünlük.

Herkes üzülebilir ama hüzünlenemez. Hüzün başka; gam, keder, tasa, dert başkadır. Üzüntüler, kederler, Mutsuzluklar, acılar hep bir sebebin kolunda gelir bulur bizi. Hüzün öyle değildir oysa bekler ve bulur kendi sahibini.

Kelimelerin gücü yetmez hüznü tarif etmeye lügat sayfalarında zira hüzün; yaralı harflerin kurduğu dostluklardan oluşan küçücük bir kelimedir ve hüznün karşılığı yalnızca hüzündür.

Neşe kuşları gibi ansızın uçup gitmez penceremize konan hüzün kuşları.

Kırk yıllık dost gibi gelir hüzün. Atar elini omzumuza ve karanlık koridorlarda uzun bir yürüyüşe çıkarır bizi. Sağır ve dilsiz yürürüz takatimiz kesilinceye kadar.  Adını koyamadığımız, sırrına eremediğimiz hakikatler ayan olur hüzünle kol kola yürürken; lakin hisseder, anlayamayız hiçbirini.

 

***

“yalnız hüznü vardır kalbi olanın
hüzün öylece orta yerdedir”

(İlhami Çiçek)

Yaşadığımız her şeyin, sonu yakın bir oyun; kâinatın kocaman bir hayal olduğunu hüzünlü vakitlerde hissederiz en çok. Güneşin, ayın, yıldızların, ırmakların, denizlerin konuştuğu lisanı hüzünlü vakitlerde anlarız. Hüzünlü vakitlerde içi boş evler, kullanılmadan eskiyen eşyalar gibi öylece bir köşede mahzun kalırız.

Bizi, bize bırakıp bırakıp gider sahip olduğumuzu sandığımız her şey. Kendimize rastladığımız son nokta, kendimizi bulduğumuz son duraktır hüzün vakti; o vakit tüm gemileri tekrar tekrar yakarız yepyeni bir ülkenin eşiğinde. Şairler o ülkede fetheder kelimelerin kalbini, âlimler ilmini, âşıklar sevdasını o ülkeden devşirir ve dervişler o ülkede öğrenir yanmayı, sınanmayı.

Kalp aynasından dünyanın buğusunu sildiğimizde karşılaştığımız kendi yüzümüzdür hüzün.

Hüzünle çıkılmayan yolun vuslatı da olmaz ayrılığı da. Hüzünle başlamayan şiirin kelimeleri uçar gider rûzigâr üflediğinde. Hüzünsüz şarkılar eğlenmez kimsenin kalbinde, zihninde.

Hüzünle bakmayan annesine, babasına, çocuğuna, eşine bilmez, anlamaz emanetin sırrını, hakikatini. Hüzün ağarmış saçlarını koklayamadığımız anadır, çatlamış kavruk yanaklarını öpemediğimiz babadır, aşrı aşrı memleketlerde sesine hasret kaldığımız abladır, yolunu gözlediğimiz ağabeydir, geceleri üzerini örttüğümüz kardeş, hayat oyununu birlikte oynadığımız eştir kimi zaman.

 Hüzünle ıslanmadığımız yağmurlardan rahmet, hüzünle süslemediğimiz muhabbetten hikmet düşmez nasibimize.

Hüznü bilmeyen, tanımayan kalp eksiktir, yarımdır; hüzünle bakmayan göz yalnızca dünyanın zahirine resmine aşinadır.

Yakub’un (as) gözlerinde perde, Yusuf’un (as) dilinde duadır hüzün.

 

***

“Dünya yolcusunun azığı yalnızca hüzündür.”

(Feridüddin Attar)

Kainatın ve hayatın öznesidir hüzün.

Mutluluk, mutsuzluk, kızgınlık, sevinç, yalnızlık, ümit ve ümitsizlik hatta bir anlığına da olsa çehremize misafir olan tebessümler dahi hep hüzünden alır mayasını.

Bahar, hazan; hüzünle değiştirir örtüsünü dağların. Kar hüzünle iner yeryüzüne. Gelip geçen her yaz bir parça hüzün bırakır elinin değdiği her kara parçasında. Bir hüznün ahengiyle döner dünya, değişir mevsimler… Sular ezeli bir hüzünle arar menzilini. Ağaçlar, çiçekler kuşlar hüzünle tamamlar ömrünü. Yıldızlar, neşeyle değil hüzünle göz kırpar uzaklardan ve gündüz geceye, kalp kemale aynı hüznün ahengiyle kavuşur.

Çocukların gözlerindeki masumluğu, yaşlıların gözlerindeki mahzunluğu hüzün taçlandırır. Bitip tükenmek bilmeyen kaynak suları nasıl nereden gelir ve nasıl dolaşırsa yeryüzünü hüzün de öyle dolaşır aşinası olduğu gönüllerin vadilerini.

 

***

“Hüzün benim ayrılmaz arkadaşımdır.”

(Hadis-i Şerif)

Servisi kaçıran memur, okula geç kalan öğrenci, yere düşmeye hazırlanan titrek bir yaprak henüz çiçek açmış bir ağaç dalı, az evvel solmuş bir gül yaprağı, sokaklarını ilk kez adımladığınız bir şehrin uğultusu, havasını ilk kez ciğerlerinize çektiğiniz bir dağın suskunluğu, alır götürür gönül sandalınızı hüznün okyanusuna.

Biraz da kapanmayan bir yaranın, dolmayan bir boşluğun durup durup kendini hatırlatması, ruhumuzda bir yerleri sızlatmasıdır hüzün ki gözyaşı ilacıdır cümle sızılarımızın. 

Kalbimizin kırıklarını içinde sakladığımız, hep gözümüzün önünde olsun istediğimiz yaldızlı küçücük bir sandıktır hüzün bakarız ve buğusu gözlerimizde çiçeklenir kimi zaman.

Kısacık dünya rüyasının tek gerçeğidir hüzün belki de ve bu yüzden hep hayatın kıyısını işaret eder bize. Dünya karmaşasında unuttuğumuz ne varsa benliğimize, elest bezmine dair, o bize hatırlatır ve arındırır dünyanın tortusundan kalbimizi. Ezeli bir dost, ebedi bir yoldaştır ve tükenmez bir azıktır hüzün dünyayı kalbinin ışığıyla arşınlayanlar için.

Hüzün kutlu bir yadigârdır bize. Uhud’u, Hira’yı, Kerbela’yı taşır durmadan içimize.


aralık, 2014


20 Temmuz 2020 Pazartesi

türkü söyle kitap oku

cevat  akkanat

 

Âşık Veysel’in gönülleri göynüten bir türküsü var: “Çırpınıp içinde döndüğüm deniz...” diye başlayıp giden…

“Çırpınıp içinde döndüğüm deniz

Dalgalanır çoşar ürüzgârından

Mevce gelip cûş eden aşkımız

Ah çektikçe kaynar gelir derinden…”

Türkünün tamamını dinlemeyi, tabii ki Âşık Veysel’in sesinden, size bırakıyoruz. Biz, gönül tellerini birbirine çarpan bu dizelerin edebî âlemde nasıl ömür sürdüğüne bakacağız!

Sanatlar arası bir geçişkenlikten bahsediyoruz; müzikten edebiyata, türküden denemeye, daimi bir yolculuk…

Herhangi bir sanat eserini yeniden üretmek farklı bir sancıyı giyinmek anlamı taşır. Sancının birkaç sebebi vardır: Kaynak metin yahut kişiyle özdeşleşmek, onu yaşayıp aşmak, o kişi veya metinle bir şekilde hemhal olmuş kişilerin ezberiyle mücadele etmek vb…

Geleneği yenilemek, özgün bir kimlikle yeniden üretmek diyoruz biz buna…

Hüseyin Kaya, Âşık Veysel’in bir türküsünün ilk dizesini alıp, kitabına ad olarak seçeceğini söylediğinde, tamam demiştim, bu senin denemelerin için yüzde yüz isabetli bir seçim… Hüseyin Kaya’nın bizim görüşümüze de müracaat etmesi, bu tercihte bizi ne kadar pay sahibi kılar bilemeyiz, fakat eser yayınlandıktan sonra, sayfaları arasında göz gönül keyfini sürdükçe, şöyle diyoruz: Bereketlendi dünyamız. Halimiz vaktimiz, engin bir canlılıkla hem kederlendi hem şenlendi! Evet, şimdi bir kitabın adında yaşıyor Âşık Veysel’in türküsü: Hüseyin Kaya’nın deneme kitabında…

Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz (Ötüken Yayınları-2011) dört bölümlük bir deneme kitabı: “Hüseynim Geçiyor Gençlik Çağları!”, “Havada Kar Sesi Var”, “Ömrümüzün Rüyası” ve “Bir Şehirden Gidememek”…

Eseri okudukça bu bölümlerin hayatın farklı kompartımanlarına denk düştüğünü görmemeniz mümkün değil. Yani bir nevi otobiyografik sunumlar yapıyor Hüseyin Kaya… Bu sunumlarını sadece zaman üzerinden gerçekleştirmiyor, eşyayı ve mekânı da katıyor araya; pek tabii olarak kimi olaylarla birlikte duygu, düşünce ve hayalleriyle harmanlayarak…

Bu harmanlama içinden daha somut halleri seçmeli… Buyuralım, hep beraber bakalım, Hüseyin Kaya neleri yazmış: Çocukluk manzaralarını, kış güneşinin gönlü avutan yansısını, baba kokusuyla iç içe geçmiş oğul kokusunu, hayatın içine girilen yaşamaları, okul çağlarında kitaplık kolunda olunan kitap kurtluğunu, kırları şenlendiren nevruz kuzulatma oyununu, bozkırda kuruyan ırmağı, tiryakisi olunan yazarları, dedeyle akran yaşanan ömrün ilkbaharını, açılan ve kapanan dergilerin aziz hatıralarını, ayrılıkları, yolculukları, güzleri, kışları, çiçek dilini, bahar şarkısını, oyun bahçesini ve daha nice şeyleri yazmış…

Hüseyin Kaya’nın Çırpınıp İçinde Durduğum Deniz’de yaslandığı tek kültür adamı Âşık Veysel değil. Onunla birlikte onlarca tarihi kimlik eserin sayfaları içinde size el ediyor. Kimi zaman bir ara başlık içinde, kimileyin gizli bir iz şeklinde satır aralarında… Bunlardan bir kısmını saysak fena olmaz sanırım: Meselâ kitabın ilk bölümüne ad olan başlık bir Çorum Türküsü’dür. Bu çeşit kullanımları seviyor olmalı Hüseyin Kaya, zira Bâkî’den Fuzulî’ye, Turabî’den Yahya Bey’e, Ziya Osman Saba’dan Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya… Hayır, bu böyle geçiştirilmemeli, yazar kimlerden el aldıysa tek tek belirtilmeli.

İşte o şanlı ve şöhretliler kadrosu: Cengiz Aytmatov, James Cllarence Mangan, Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin, Kemal Sayar, Keçecizade İzzet Molla, Necati, Fasih, Şehriyar, Saint Exupery, Herman Hesse, Tolstoy, Bukovski, Nietzsche, Goethe, Tagore, Attar, Hafız, Andre Gide, Rilke, Eliot, Dostoyevski, Puşkin, Oscar Wilde, Kafka, Borges, Paul Auster, Balzac, Hölderlin, Nerval, Gorki, Hugo, Salome, Vasnocelos, Muhibbi, Nâbî, Cinâni, Mevlana İdris, Karacaoğlan, Usulî, Cemil Meriç, Arif Nihat Asya, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yahya Kemal, Vâsıf, Cahit Sıtkı Tarancı, Cenap Şehabettin, Attila İlhan, Turgut Uyar, Halil Cibran, Erdem Bayazıt, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sezai Karakoç, Sedat Umran, Asaf Halet Çelebi, Edip Cansever, Metin Altıok, Rıza Tevfik, Cafer Turaç, Tuğrul Tanyol, Can Yücel, Özdemir Asaf…

Hüseyin Kaya, Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz’in bir yerinde “Hayret eden, şaşırabilen çocuklardık. Gördüğümüz, duyduğumuz garip şeyleri dikkatle izler, dinler ve her şeyden kendimizce anlamlar çıkarmaya çalışırdık” diyor. Bu ifadelerden ben, yazarın türküsünü bitirmeyeceğini, yeni türkülere doğru yol alacağını çıkarıyor, Hüseyin Kaya’nın yeni denemelerini bekliyorum…

 milli gazete, 26 temmuz 2012

 


17 Temmuz 2020 Cuma

rüya

hüseyn kaya

Bazen yüzümüzde tuhaf gülümsemeler bazen garip acılarla uyanırız uykulardan. Bazen ümitle doğruluruz yattığımız yerden, bazen sıkıntılarla. Gün, tabir edilmemiş rüyalarla başlar çoğu kez bazılarımız için hâlbuki rüya sonrası uyandığımız her gün; yeni değil, eskimiş bir gündür.

Önceleri her anını hatırlarız az önce düşler ülkesinde bıraktığımız rüyanın, sonra unutmamak için bir yerlere yazmak isteriz bazılarını yahut birilerine anlatmak isteriz gördüklerimizi; ancak ürkek kuşlar gibi ilk fırsatta havalanır uçar zihnimizden rüyalar… Tıpkı kalemi elimize aldığımızda kaçışan kelimeler, cümleler gibi rüyalar da anayurdunda kalmak ve orada bilinmek ister. Unutulan rüyaları hatırlamaya çalışmak nafiledir, yorar insanı çünkü yaşanmışlık izi vardır cümlesinin gölgesinde dahi.

Her gün kısa süreliğine de olsa uğramazsak öleceğimiz bir ülke gibidir düşler ülkesi. Oraya gider, sığınır ve kurtuluruz dünyanın acıtan ağırlığından. Bazen biz yürürüz onun eşiğine bazen o gelir umulmadık bir vakitte bizi yakalar ve sürükler derinliklere. Anlarız ki hayat yalnızca dünyadan ibaret değil, anlarız ki misafiriz yeryüzünde.

Son merhale bir fasl-ı hazandır ki sürer

Geçmiş, gelecek cümlesi rüya görünür

(Yahya Kemal)

***

Durmadan ayaklarımız altında kayan bir yolda sürekli bir yürüyüştür rüya, uyku kapısını aralar aralamaz bir boşluğa düşercesine serilir ayaklarımız altına rüya yolu.

Büyüsek, değişsek, yaşlansak da rüyalarımız hep aynı yerde aynı renklerde canlanır gözlerimiz önünde. Çocukluğumuz oradadır, gençliğimiz, ihtiyarlığımız… Ölmüşlerimiz de oradadır daha doğmamışlarımız da.

Başımızın üstünden geçen bulutlar, tepemizde dolaşan kuşlar gibidir rüyalar. Ne biz çağırırız onları ne de uzanıp dokunabiliriz herhangi birine. Yalnızca seyrederiz uzaktan uzağa. Dokunmaya çalıştığımızda yerle yeksan olduğumuz da olur arşa yaklaştığımız da.

Dilsiz, konuşur; duyamayan, duyar; görmeyen, görür; yürüyemeyen koşar rüyalarında. Yüzümüz, parmak izimiz kaderimiz gibi rüyalarımız da benzemez birbirine. Herkesin rüyası başka başkadır. Gözlerine bakamadığınız sevgili, istemeden de olsa kalbini kırdığınız dost, dizlerinde yatamadığınız anne gelir gider rüyalarınıza sormadan, sual etmeden.  Kimi cam kâseden yeşil badeler içer maşukunun elinden kimi ömür boyu bir daha ne rüyada ne dünyada göremeyeceği iklimleri dolaşır. Kimi cennetini görür uykularında kimi cehennemini… Kimi güneşin ve ayın secdesini görür kimi kendi oğlunu kurban ettiğini. Tıpkı uykusu gibi rüyası da ibadettir kimilerinin.

Dağların bile kaldıramadığı yükün altında ezilen insanlığımıza yüce bir lütuftur yerine göre bazı rüyalar. Rüya karanlığın ve gecenin dilidir fısıldar bize uyku eşiğinden atladığımız andan itibaren.

Aşinası olduğumuz, peşimizi bırakmayan rüyalar gelir misafiri olur uykularımızın. Dekor hep aynıdır, renkler, kişiler ve sıkıntılar daima aynı. Ormanlarda kayboluruz, uçurumlardan atlarız yemyeşil vadilere… Bir dersin sınavına yetişmeye çalışırız, bir namaz için durmadan abdest alırız mesela. Yıllar önce dünyadan göçmüş yakınlarımız bazen sıklaştırır rüyalarımızda ziyaretini ki ölmüşlerimiz dahi aslında hayatta olduğunu o âlemde anlar, yaşarız.

Her sabah dünyanın bir köşesinde mutlaka rüyalarını anlatan yahut anlatacak birilerini arayan insanlar vardır ve onlar rüyalarını anlatırken birilerine başkaları misafir olur rüya âlemine. O âlemde annenizi görür uyanır ararsınız onu, oğlunuzu görür koşar yatağına bakarsınız oğlunuzun. Yıllar önce dünyadan göçmüş dedenizi görür dualarla yad edersiniz. Çözülmesi müşkül metinler gibi, cevabı zor bilmeceler gibidir rüyalar. Anlatmak da zordur rüyaları anlamak da. Zira ruhumuzun aynasıdır rüyalar karmakarışık bir yumak gibi gün boyu dolaşan, ömür boyu düğümlenen.

***

Aynalar görürüm, aynalarda rüyalar

(Asaf Halet)

Rüyalar arındırır dünyadan kalbimizi ruhumuzu. Türlü türlü aynalardan örülü bir ormanıdır rüyalar uykularımız üzerine sıralanmış.

Süresi ve mekânı belirsiz bir filmin içinde sayfaları esrarlı bir kitabın sayfalarında gibisinizdir rüyalar aleminde. Dipsiz karanlık kuyular gibidir rüyalar üzerine eğiliriz ve kendi suretimizle karşılaşırız o karanlık suların yüzünde belli belirsiz. Her şeyin herkesin aslında ne kadar uzağında olduğumuzu rüyalarda yaşar, hissederiz en çok. Sahip olduğumuz şeylerin asıl yüzüyle rüyalarda karşı karşıya geliriz. Korkularımız, ümitlerimiz, heveslerimiz, tutkularımız rüyalarda gerçek rengiyle çıkar karşımıza.

Askerde bir ranzanın alt yatağında yahut bir öğrenci yurdunun soğuk döşeğinde, ilaç kokulu bir hastanenin loş koğuşunda sizi ağlatarak uykudan uyandıran rüyalarınız vardır muhakkak. Uyandığınızda tuhaf bir boşluk ve acıdan başka bir şey kalmaz kalbinizde.
Sayıklamalar, ağlamalar, ansızın sıçrayıp kalkmalar rüyalara dahi sığmayan büyük hakikatlerin ruhumuzda bıraktığı derin izlerden başka nedir ki aslında.
Bir de sır gibi sakladığınız ve bir ömür gerçekleşmesini beklediğiniz rüyalarınız vardır herkese anlatmadığınız,  bazen yeniden aynı rüyayı bir kez daha görme ümidiyle yastığa baş koyduğunuz. Bir çerçeveye koyup duvara asmayı istediğiniz yahut bir kağıda yazıp cebinizde dua niyetine taşımak istediğiniz rüyalar zihninizde, ruhunuzda her dem tazeliğini korur ve sıklaştırır ilmeklerini kalbinizin.

İçimizde kalmış bir yarım şarkıdır, şiirdir bazı rüyalar. Çoktan uzaklaştığımız kıyılar gibi, uzağına düştüğümüz mevsimler gibi tekrarı olmaz istesek de.

Dünya hayat ve ölüm arasında dolduramadığımız tüm boşluklar dolar rüya ırmağıyla. Bizi bırakıp giden her şey yahut bırakıp ayrıldığımız her şey rüyaların renginde yaşar bu yüzden rüyalar hayalden ve ümitten, geçmişten ve gelecekten bir mecaz barındırır içinde. Manasını bilemediğimiz kelimeler gibi önümüzde o pencerenin ardında renkler ve ışıklar arasında daima seyrettirir bize acıyı rüyalar.

Ölünün gördüğü dünya yaşayanın gördüğü ölümdür rüya.

***

Ne güzel vak'adır kim bu açıp can gözümü,

hab-ı gaflette geçen ömrümü rüya gördüm

(Zatî)

Bir rüyadan uyanıyoruz ve başlıyor her şey belki de bitiyor. Tablo değişiyor, zaman ve mekan değişiyor. Sanki uykudayız ve rüya içinde görüyoruz bütün rüyaları. Saysak da bir şey ifade etmiyor saatler takvimler tıpkı rüyalarımızdaki gibi. Zaman, mekan ve görüntüler durmadan değişiyor, etrafımızdaki suretler durmadan değişiyor, bizler değişiyoruz. Aynaya baktığımızda önce bir çocuk görüyoruz karşımızda sonra genç… Bir gün bakıyoruz aynaya kırağı düşmüş saçlarımıza. Kah çocuk sesleriyle uyanıyoruz dünyaya kah sevdiklerimizin salasıyla hayata. Dünyanın kısa bir düş olduğunu anladığımızda aslında gerçekle rüya birbirine karışıyor. Rüyalar nerede başlıyor ve gerçek nerede bitiyor anlayamıyoruz. Sabun köpüğü üzerinde gördüğümüz suretler, eşyalar, mekanlar gibi kayboluyor her şey, kayboluyor gökyüzü ve büyük bir ıssızlığın ortasında yaşıyoruz aslında yaşadığımız, yaşadığımızı sandığımız her şeyi. Ömür gecesinde gördüğümüz pınarlara anlatılası bir rüya gibi yürüyoruz dünya hayatının içinde.

2014

22 Haziran 2020 Pazartesi

kapılar

kapıyı çalsam

içerden ben çıkacağım

(Asaf Halet)

 

Zahiren birbirinin aynı gibi görünseler de ne hikâyeleri benzer birbirine ne sesleri. Hiç biri diğeri gibi durmaz durduğu yerde, hiç biri diğeri gibi bakmaz karşısındakine. Kimi mütebessimdir kimi mağrur… Kimi yorgun, kimi dilsiz, kimi yıllardır kendisine uzanacak bir insan eline hasret… Kimi kuşlar gibi kanatlı, kimi çocuklar gibi kırgın, kederli. Titredikleri de olur öfkeli ellerin, ayakların haşmetiyle içten içe ağlayıp sızladıkları da. Bazısı alabildiğine sevinçli, mahcup delikanlılar gibi içine kapanıktır bazısı. Kiminin tek dostu saba rüzgârı, kiminin çoktan çivilerle, zincirlerle, kilitlerle bağlanmıştır bahtı.

Onun ardına sığınırız dünya kalabalığından, gecenin karanlığından. Onun ardında inşa ederiz kuleleri yalnızlığımızdan örülü sarayları. Odur bizi bekleyen günahın da tövbenin de önünde. Bahçemiz de ona emanettir kalbimiz de.

***

Kapı, der geçeriz içinden kaygısızca. Biz geçeriz, o kalır.

Oysa her şey bir kapının önünde başlar ya da son bulur. Kapı çalınır, ümitle heyecanla titrer kalpler, kapı kilitlenir çoğalır yalnızlıklar, hüzünler.

Önünde ya da arkasında olmak hiç fark etmez bir kapının. Ha bir vuslatın eşiğinde durmuşsunuz ha bir ayrılığın kapısında. Yol yürünecektir ve tuhaf bir rüya gibi biz içinden geçtikçe önce kapanacak sonra silinecektir geride bıraktığımız kapılar.

Uzanır gider ömrümüz içinde kapılar; çiçekler gibi renk renk, birbirine bakan aynalar gibi iç içe... 

Bir kapımız salona açılır, bir kapımız balkona, bahçeye… Bir kapımız geceye açılır diğeri sehere. Gün biter, gece siyah bir tül gibi usulca uzanır eşiklere...

***

Her kapıyı açan bir anahtar, aralayan bir çift söz mutlaka bulunur kalbin derinliklerinde. Hiçbir eşik sonsuza kadar karanlık değildir önünde beklemesini bilenler için; fakat nasıl çalacağımızı, hangi anahtarla açacağımızı bilemediğimiz ve önünde öylece kalakaldığımız kapıların önünden de geçer yolumuz. Bu kapıların eşiğinde sabır yağmurlarıyla sulanır ümitler, korku; ümidin yanında boy verir kalbimizde. Açılmayan tüm kapıların hüznü uzun bir âh olur dilimizde ve uzanır arşın kapılarına.

Bir de çoğu kez anlayamadığımız sebeplerden, ya yüzümüze yahut üzerimize kapanan ve bizi karanlıkta bırakan, nasibimizin kesildiği kapılar vardır. Öylece dökülür de eşiklere yüzümüz, toplayan olmaz. Göğe açık avuçlarımızla dua kapılarını çalar, rahmetin eşiğine bırakırız alnımızı.

***

Okul kapısında, sınıf kapısında, rüyalar âleminin önünde uyku kapısında, bir türlü kuramadığımız oyunların kapısında yoruluruz, kanar ayaklarımız… Ya açar ya açmaz bezirgânbaşı kapıları.

Kapı önlerinde biz akşamı beklerken, farkına bile varmadan çocukluk kapısı kapanır ardımızdan. Arkasını bilmediğimiz kapıların önünde dolaştırıp durur bizi dünya. Aralansa da açılmayan kapıların önünde şiirler, türküler biriktirir, cenge tutuşuruz kendi gölgemizle. Boynumuzda zincir-i cünun, gözlerimiz yere çakılı, kalbimiz elimizde kim bilir kaç kez önünden geçeriz Leylâ kapısının. Gençlik kapısından ne vakit geçtiğimizi ancak ihtiyarlık kapısında fark ederiz.

Ekmek kapısı, gurbet kapısı, dünya evinin kapısı peş peşe alır bizi içine. Baba evinden ayrılırken dış kapı yapışır da elimize dönemeyiz geri. O anlarda bir evin kapısı değildir sanki dışarıya aralanan iki kalbin kapısıdır. Anne baba o kapının ardında öylece kalıverir… Gözlerimiz gözyaşlarımızla dökülür eşiklere.

Döner döner ararız geçtiğimiz eşikleri arkamızda, hatıralar; hayalden bir kapının ardında toplanır ve ne vakit yakınına gitsek o kapının, fanilik hazin bir şarkı olur sızar ruhumuza.

Biz usul usul salınırken kırk kapılı ömür gemisinin içinde, fani denizlerde; mevsimler gelir geçer kapımızdan kimi telaşlı kimi aheste. Bir gün bahar çalar çiçekleriyle kalbimizin kapısını bir gün serin güz rüzgârı. Yağmur pencereler kadar kapılarımızda da dolaştırır incecik parmaklarını. Bütün mevsimlerin bittiği yerde, anlarız ki aslında mevsimler değil de bizizdir aslında savrulan eşikten eşiğe.

Kâh geçeriz kapılardan kâh çarpar kapılara eşiklerine düşeriz. Bazı eşiklerin yüzümüzdeki, kapıların elimizdeki izini gül taşır gibi taşırız bir ömür yüzümüzde, elimizde…  Bu izlerden tanırız birbirimizi fırtınalı dünya denizinde.

***

Yorgun ellerimiz dünyanın ellerinden kaymaya başladığında, sakin bir kıyıya çekilir ve kitaplardan, hatıralardan, ümitlerden, hayallerden; yalnızca kendimizin sığabileceği dar kapılar aralarız. Unuturuz eskiyen ayakkabılarımızı şiirlerin, şarkıların, kitapların, hatıraların kapısında.

Hastalıklar, kederler, ayrılıklar çoğunlukla ne zaman aralandığını fark edemediğimiz bir kapıdan sızarlar hayatımıza yahut o kapıdan içeri alırlar bizi... Bir anda kesilir müziğin sesi, değişir çiçeklerin, gökyüzünün rengi ve dört mevsim daima soğuktur bütün hastane kapılarının önü.

Yalnız bizim hikâyemiz değildir kapı önlerinde başlayıp kapı önlerinde biten. Her harf bir diğerine açılan kapıdır, kelimeler ülkesi böyle böyle oluşur ve kelimeler birbirlerine açtıkça kapılarını sözden şehirler, ülkeler kurulur.

Dakikalar; saatlere hep aynı kapılardan geçerek kavuşur, saatler; günleri, haftaları aynı kapılardan içeri alarak biriktirir.

Ağaçlar meyve kapısından, çiçekler tohum kapısından geçer ve ırmaklar kapısıdır uzak okyanusların.

***

Açıldıkça çarpar, içe dönük bir kapı

(Behçet Necatigil)

Kapı, der; açar açar kapatırız. Hâlbuki sebebidir kapılar dünyaya inmişliğimizin, uzaklarda kalan çocukluğumuzun, yeryüzünde kaybolmuşluğumuzun. Sebebidir kapılar komşuluğumuzun, dostluğumuzun.

Tahammül edebilmek dünyaya, peş peşe ömrümüz içine serpiştirilen kapıların hatırınadır bazen. Tüm kapılar silindiğinde yolumuz üzerinden, karşımıza çıkan her eşik, her kapalı kapı küçücük ümitler yeşertir kalbimizde. Dönüp dolaşıp yeniden bulduğumuz, eşiğine tutunduğumuz dua kapılarının, tövbe kapılarının önünde filizlenir dünyanın kuruttuğu parmaklarımız.

Her yolun sonu bir kapıya ulaşır; çünkü kapı, sonuna konmuş bir noktadır yolun.

Eşiğinden geçtiğimiz kapılar kadar yol yürür, iz bırakırız dünyada; eşiğinde durduğumuz kapılar kadar nefes alıp veririz ki aldığımız her nefes, atılmış bir adımdır hem hayatın hem ölümün kapısına. Ayları, yılları sayarız da ardımızda bıraktığımız kapıları saymayız; oysa kaç yıl dolaşırsak dolaşalım yeryüzünde, gördüğümüz, geçtiğimiz kapılar kadardır yaşımız.

Kapı aralanır, yol görünür. Kimi karanlık kimi kıvrım kıvrım, yollar binbir türlüdür. Hangisinde yürürsek yürüyelim kendimizi buluruz bütün yolların sonunda ve kendimizdir aradığımız bütün kapıların ardında.