16 Ocak 2025 Perşembe
abdurrahim karakoç için...
5 Şubat 2021 Cuma
kaybetmek risalesi
Hevesle uzanarak tuttuğumuz ne varsa dünyada, parmaklarımız birer birer çözülüyor üzerinden ve bizi bir boşluğa bırakarak uzaklaşıyor bizden. Bazen bir hayale dönüşüyor dokunduklarımız bazen eriyip dökülüyor avucumuzda tuttuklarımız. Benim, dediğimiz her şeyin bizi terk ederek gidişini sadece izlemek düşüyor bize, çaresizliğin kalbimize işlediği derin bir sükût ile. Dökülürken yapraklar takvimlerden, veda etmek zorunda kalıyoruz bizim olduğunu düşündüğümüz her şeye. Kaybettiğimiz her şeyin ardından eksildiğimizi hissediyoruz her geçen gün biraz daha.
Günün herhangi bir vaktinde, uzandığımızda yerinde bulamadığımız bir anahtar, elimizi attığımızda yerinde bulamadığımız cüzdan, kütüphanemizde yokluğunu fark ettiğimiz bir kitap, hayata açılan tüm odaların kapılarını bir anda kilitleyerek kendi yokluğunun karanlığına esir ediyor zihnimizi. Çekmeceleri, rafları, ceplerimizi tekrar tekrar yokluyor, bütün ihtimalleri değerlendiriyoruz yitiğimizi bulmak için. Bazen buluyoruz yitirdiğimizi bazen kaybetmenin karanlığına teslim oluyoruz yorgun argın. Bazen de farkına bile varmıyoruz kaybettiklerimizin. Oysa ömür hikâyesinin hep tekrar eden belki de tek gerçeği kaybetmek. Kaybediyor ve alışıyoruz sonra yine kaybediyoruz yine alışıyoruz er ya da geç. Yaz mevsiminin en aydınlık vaktinde yaşadığımız bir güneş tutulması, suyun en berrak yerinde bizi içine çeken bir girdap kaybetmek hissi, ansızın başlayan ve bazen uzun bazen kısa süren bir zelzele hayatımızda.
Ne acı, kaybetmek için sahiplik
Ölümlüyü sevmek ne korkulu iş.
(Necip Fazıl)
Manasını ömür lügatimizde sürekli silip değiştirdiğimiz bir kelime kaybetmek. Kaybederek başladı Âdem’in hikâyesi, bizim de kaybederek başlıyor yeryüzündeki hikâyemiz ve kaybederek sona eriyor. Cennetten üzerimize sinen kokuyu, küçücük ellerimizi, masum yüzümüzü, uykuda yüzümüze konan tebessümleri kaybediyoruz önce, sonra kundağımızı, beşiğimizi, kulağımıza okunan ninnileri. Önce bilyelerimiz düşüyor ceplerimizden, sonra uçurtmalarımız kayboluyor gökyüzünde. Ürkek adımlarla düştüğümüz okul yolundan silgimizi, kalemimizi, şapkamızı kaybederek dönüyoruz eve ilk zamanlar. Kaybettiğimiz oyunlar, maçlar, sınavlar; kaybettiğimiz günler gibi kuş olup kanat çırpıyor yukarılara doğru bahçemizden. Yalnız oyunları, oyuncakları değil oyunlarda kaybetmeye üzülmeyi dahi kaybediyoruz vakit ilerledikçe. Yanımızda, yöremizde kazandığımız kadar kaybettiğimiz arkadaşlarımız oluyor yaşımız büyüdükçe ve nihayet çocukluğumuz kayboluyor çıkmaz sokaklarında aydınlık bir ülkenin. Masum tebessümlerimizi, hüzünlerimizi, incecik sesimizi, hıçkırıklarımızı, yakınlarımızı, uzaklarımızı, rüyalarımızı, merakımızı, hayata verdiğimiz cevaplarımızı, bizi dünyaya inandıran her şeyi kaybediyoruz çocukluğun yurdundan çıkarken. Ahengi bozuluyor adımlarımızın, sırı dökülüyor baktığımız aynaların. Çocukluğumuzu geride bırakırken bir dünyayı kaybediyoruz aslında, bir dili unutuyoruz yıllar sonra yokluğunu fark ettiğimiz.
bir adım attığım yerde
ne vardı ki
gitmemle kayboldu
(Âsaf Hâlet)
Bir kez kaybetmekle bitmiyor hayat, bir kere kazanmakla bitmediği gibi. Bir kez kaybetmekle sıyrılmıyor dünyanın yüzündeki renkli peçe.
Henüz neleri yitirdiğimizin farkına varamadan gençliğimiz seriliyor önümüze, bitmeyecek bir öğle vakti, geçmeyecek bir bahar mevsimi gibi. Karşı dağa ulaştığımızda, bulutları uçan halı yapıp yıldızlarla konuşabileceğimize inanıyoruz bu demlerde. Cüssemizden büyük ümitler, kalbimizden taşan hayallerle gençlik çölünde her serabın peşinde tüketiyoruz sayılı yılları, ayları, haftaları. Elimizde ibresi bozuk bir pusula ile uçsuz bucaksız bir okyanusta yön değiştirmekten bitkin düşene kadar savruluyoruz. Gemimizin su aldığını fark ettiğimizde azalıyor telaş, yavaşlıyor kalbimizin ritmi. Güneş solarken ufukta vedalaşıyoruz sonu gelmeyen yollarla, renkten renge giren ümitlerle, hayallerle. Gençliğimizi kaybettiğimizde ve onun verdiği heyecanı, ümidi, coşkuyu yitirdiğimizde sakin bir sahil kıyısında buluyoruz kendimizi. Hayaller, harabeler altında kalıyor; sevinçler, gömülüyor mazi karanlığına. Kaybettikçe içimize çöken tortuya kimileri tecrübe diyor kimileri kemale erme. Kaybetme korkusunun soğuk ikliminde dolaşıyor düşüncelerimiz bir süre. Bir çalı bülbülü gibi en küçük çıtırtıda yuvasından havalanıyor, ürkekleşiyor ruhumuz. Dili değişiyor hislerin, eşyanın, kainatın. Gürültü yapmadan, sızan kanı ve akan gözyaşını göstermeden kimselere kaybetmeyi öğreniyoruz, kaybedeceğimizi biliyoruz hayatın ilerleyen safhalarında. Zaten hiçbir şeyin sahibi olmadığımızı, her şeyin emanetçisi olduğumuz bir yolda yürüdüğümüzü kazıyor kalbimize zaman demirden tırnaklarıyla.
Bazı çocukların kalbinde yitirdiğim gibi
Birçok kere yitirdim denizde kendimi
Gidiyorum aramaya, suyu bilmeden
(Federico Garcia Lorca)
Veda ederek yahut ansızın, farkında olarak yahut olmadan kaybediyoruz ve kaybettiğimiz şeylerin sureti, izi siniyor bakışlarımıza. Gönlümüzde, zihnimizde gittikçe uzayan bir listeye kendi kendini ekliyor kaybettiğimiz her şey. Elbette mağlubiyetlerimiz kadar zaferlerimiz de oluyor geçerken dünyadan lakin yüzü buruk, tadı ekşi oluyor her kazancın ve siliniyor kaybetmekle kazanmayı birbirinden ayıran çizginin rengi. Kazanmak anlık, kaybetmek ebedi.
Alışıyoruz kaybetmeye. Dünya yangınında küle dönen, sele kaptırdığımız her şeye alışıyoruz. Binbir mihnetle büyüttüğümüz çiçeği kaybedince biliyoruz önce sahip olduğumuzu sandığımız tüm çiçekleri kaybedeceğiz, ardından bahçeyi, baharı. Kelimeleri, kelimelerin anlamlarını, rüyalarımızı, gerçeklerimizi, sevgimizi, nefretimizi, etrafımızı kuşatan sessizliği, içimizde dalgalanan ağlamayı ve gülmeyi kaybedeceğiz. Kan kaybeden yaralı gibi çaresiz bakacağız kaybettiğimiz şeylerin akıp gidişine yanımızdan. Sevinçlerimizi, anlık mutluluklarımızı, olmazsa olmaz dediğimiz her şeyi yitireceğiz. Yusuf’un Kenan ilinde, Mecnun’un çölde, Ferhat’ın dağlarda kaybolduğu yerde kapanacak sayfaları kıssanın. Elde etmek için ömürler adadığımız fani olan her şeyi kaybedeceğiz. Güneşin, ayın ışığı, gözlerimizin feri kaybolacak. Her kaybettiğimizle bizden koparak kaybolacak bir parçamız. Geçmişi, ânı, anıları, yarını kaybedeceğiz bir eşiğin önünde; bilmeyi, bilmemeyi. Her gün bir taşını kaybettiğimiz duvar tümüyle yıkılacak, bazılarının duyduğu ama kimselerin aramadığı kayıp bir kıtaya dönüşecek ömrümüz yeryüzünde. Kaybetmeyi kaybedene kadar kaybedeceğiz. Kaybetmeden nasıl bulabiliriz ki kendimizi adına yaşamak denen bu tufandan sonra, nasıl kalabiliriz ki kendimizle baş başa, nasıl dönebiliriz ki başladığımız yere?
Kaybetmek, anayurdu dünyanın, mayası varlığımızın. Kaybetmek ilk ve son öğretmeni hayatın. Kaybetmek, bir şuura eriştiğimiz andan itibaren ruhumuzu ıslatan sağanak. Zor olsa da alışmak, kaybetmek; acziyetin, faniliğin, yolun, yolculuğun, kulluğun desenini ruhumuza çizen nakkaş; boyun eğmenin, razı olmanın, kabullenmenin durmadan kanayan saklı çiçeği kalbimizde.
23 Temmuz 2020 Perşembe
hüseyin kaya'nın derin hüznünün acı meyvası
selçuk karakılıç
Yahya Kemal, ne zaman yazdığını tespit edemediğimiz “Resimsizlik ve Nesirsizlik” başlıklı yazısında, “Milliyetimizi, kendime göre idrak ettiğimden beri dilimden düşmeyen bir cümle budur: Resimsizlik ve nesirsizlik… Bu iki feci noksanımız olmasaydı bizim milliyetimizi bugün olduğundan yüz kat daha kuvvetli olurdu.” diyerek resim ve yazıya olan kayıtsızlığımızdan bahseder.
Paris’te Louvre Müzesini gezen, Picasco’nun sergilerindeki hıncahınç kalabalık karşısında hayranlığını gizleyemeyen ve Madrid Büyükelçiliği sırasında davet edildiği şatolarda, ressam Velaskes ve Goya’nın tablolarının önünden dakikalarca ayrılmayan Yahya Kemal’in memlekete döndükten sonra resim aşkının günbegün arttığı görülüyor. Daha çok parnasyen şairlerin etkisiyle resme ilgi duyan Yahya Kemal, sözünü ettiğimiz “Resimsizlik ve Nesirsizlik” yazısına şöyle devam ediyor:
“Eğer Türk milletinin resim bir, nesir iki, bu iki sanatı olsaydı bugün milliyetimizin kudreti, olduğundan yüz kat daha fazla olurdu. Muhayyileyi en fazla işleten bu iki sanatı talih bizden esirgedi. Cedlerimizin resimleri yok, onları hemen hemen bilmiyoruz. Minyatürlerden Avrupa’nın o asırlardaki ressamlarının levhalarından hayal meyal onları seziyoruz. Nesrimiz, resmimize göre vardı. Lakin yazık ki nesrimiz, üç kusurla maluldür. Çok az yazı yazmışız, çok kötü yazı yazmışız, çok kısa yazı yazmışız.”[1]
Bu ilginç yazıdan çıkaracağımız tabii sonuç, o yıllarda zengin ve seçkin şiir hayatının olması kadar, nesre ve resme yeteri kadar eğilim göstermediğimiz ve önemsemediğimizdir. Aslında Göl Saatleri’ni (Evkaf Matbaası, 1921, s. 63) yayımlayarak akşamın dinginliğini ruhlarımıza üfleyen Ahmet Haşim, önce “Örümcek Ağı” (1925) ile başlayan sonra “Kaldırımlar” (1928) ile devam eden Necip Fazıl şiirinin eksantrik ve mistik havası, Faruk Nafiz’in memleket kokan şiirlerinin yanında Refik Halit’in Memleket Hikâyeleri (1919) gibi, Yakup Kadri’nin Erenlerin Bağından (1922) gibi, Halide Edip’in Ateşten Gömlek (1923) gibi kuvvetli, özenli ve artistik nesir yazarlarının ve eserlerinin olması bile, bu resmi olmayan nesri kıymetlendirmiyor Yahya Kemal için...
Şairimizin, bu “seçkin nesir”lerin varlığına rağmen nesirsizlikten şikâyetini anlamlandıramıyoruz. Üstelik artistik nesrin fikir ve çığır açıcısı Falih Rıfkı, Suriye hatıralarını Ateş ve Güneş’te (1918) toplamış, 1930’lara doğru ise orijinal yazış ve duyuşa sahip fantezist nesrin yazıcısı Arif Nihat’ın ayak sesleri de duyulmaya başlamışken…
Fakat “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” gibi bir şahesere imza atan şairin seziş ve hissediş kabiliyeti burada daha da bir anlam kazanıyor: Mehmet Akif hariç kimsenin aklından geçirmediği yahut geçirdiyse bile dillendiremediği “resim” sanatının yokluğunu ilk fark eden sanatkâr olması ve bunu ifade edebilmesi önemli bir fark ediştir.
İşte bu, şairin çağrışımlarla dolu muhayyilesinin devamlı aksiyon içinde olduğunu gösteriyor. Onun şiirde olduğu kadar, nesirde olduğu kadar resim sanatının da farkında oluşu, sanatkâr sezgisinin kuvvetinden ileri gelmektedir.
Ne var ki, bugünlerde, Yahya Kemal’in eleştirdiği resimsiz ve nesirsiz edebiyat ırmağının yerine “şiirsiz bir edebiyat âlemi” karşımızda bulunuyor. Ancak bizim asıl şikâyetimiz, şairsiz ve şiirsiz oluşumuzdan ileri gelmiyor. Aksine şair bolluğunun olduğu bir ortamda, yeni ve farklı bir şiirin uzun zamandır sesini duymamamızdan kaynaklanıyor. Bizi, maddeci dünyanın demir pençesinden bir nebze kurtaracak, hislendirecek, sevindirecek “has şiire” ihtiyacımız çoğalarak artarken bu iştiyakımızı karşılayacak, hasretini çektiğimiz şiire ruh üfleyecek şairler arıyoruz.
İşte, şairlik kumaşı sağlam, gelenekten beslenerek yenilenmiş bir şiirle beslenen Hüseyin Kaya’nın mısraları bu şiirsizlik ortamında bizi alıp götürüyor âdeta. Son yirmi yılda, şiirimizin lirizme hapsolduğu bir dönemden sonra Kaya’nın şiirleriyle hüznü, acıyı, kederi yeniden hatırlamış olduk.
Hüseyin Kaya, 2006 yılında yayımladığı Çekil Gideyim Hayat isimli şiir kitabı ile beş yıl sonra neşrettiği Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz (Ötüken, 2012) ve Melâl Bahçesi (Sütun, 2013) isimli (ilki ve üçüncüsü şiir, ikincisi ise nesir) kitaplarıyla bizde bıraktığı ilk intiba romantik ve hüzünkâr bir şairin ele avuca sığmayan melali oldu.
Şairin melali gün geçtikçe artmış, kederi çoğalmış, hüzün evine bağdaş kurmuş oturmuştur. Ve en sonunda ise melal bahçesinde elem çiçekleri açmıştır… Aşırı hassas ruh hâlinin açtığı yaralar ise şairi, iç dünyasının dışına çıkarmıyor. Aksine içine kapattıkça kapatıyor, hüznün kalesine girdikçe giriyor…
Yalnız şair, Çekil Gideyim Hayat’ta (Kaya, 2006: 7), “Hüzünler evi” ismiyle bir bölüm açıyor. “Hüzünler evi”nde karamsar bir ruh hâline sahip şairin kimseye belli etmediği, ama fark edilen hüznünün tablo tablo resimleri de bulunuyor.
Yusuf suresinin 86. ayeti olan “Ben hüznümü, kederimi ancak Allah’a şikâyet ederim”i epigraf olarak seçen şairin tercihinin bize çok anlamlı geldiğini söyleyebiliriz. Bu gizlenmeye çalışılan hüznün, kederin sonu yok mu? Şair, daha önce Çekil Gideyim Hayat’ta kederini “Hüzünler evi”ne saklamışken Melâl Bahçesi’nde artık melâle dönüşmüş, evden bahçeye çıkmış, hayat karşısındaki yorgunluk artmış, bezgin ve bedbin bir ruha evrilmiş bulunuyor. Yani azalacağının, şairin peşini bırakacağının yerine hüzün çoğalmaya devam ediyor…
Onun şiirlerinde, dışa dönük, sosyal veya toplum merkezli bakış açısından ziyade sanatçının kendi “ben”i ön plandadır diyebiliriz. Kaya’nın iç dünyasının izlerini taşıyan hem nesri hem de şiirlerinin en belirgin özelliği “hüzün kuşatması” altında olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Bu hüzün ve karamsarlığın altyapısını oluşturan, şairi melankoli denizinde yüzdüren asıl duygu ise yaşanılan hayatın çekilmezliği olabilir mi? Şair mi bu dünyanın yükünü kaldıramıyor yahut dünya mı şairin yükünü çekemiyor?
Çekil Gideyim Hayat’ın (Lamure, 2006: s. 7) iç kapağına bilerek ve isteyerek “hüzünler evi” yazan şairin yaşadığı elemin arka planını şu kelimelerden yola çıkarak takip etmek ve Kaya’nın hüznünü daha da anlamlandırmak mümkündür: “Hep aynı çöl”, “bu hüzün kıssasının ortasındayım”, “hayatın mültecisi bir kalp”, “yağmalanmış ömrüm”, “kısadır geçer hayat dediğin”, “kavruk yüreğim”, “surların önündeyim”, “beni hayata değil kendine bağla”, “acıyla sarıyorum acıyan yerlerimi”, “içimde tek hüzün kaldı” gibi söz veya söz öbeklerine bakılırsa şairin hassas ruh hâli ve karamsarlığı görülecektir.
Elem ve kederi sevincin bir parçası gören Suarés, “elem birdir” diyerek aslında bütün kederlilerin bir mabette toplandığını söylerken hiç de haksız sayılmaz. Hüseyin Kaya’nın şiirleri aynı kederi ve ızdırabı paylaşanların aynı mabette toplandıklarını da gösteriyor: “Çöl”, “Hüzün Kıssası”, “Nehir”, “Elem Çiçeği”, “Ortada”, “Muğber”, “Masalın Bittiği Yer” başlıklı şiirler sanatçının hüznünü ele veren, kuşatılmışlık duygusunu gözler önüne seren parçalardır.
Hüzünler devşirip, onları bir bahçede toplayan Hüseyin Kaya’nın Melâl Bahçesi, şairin daha önce yayımladığı Çekil Gideyim Hayat isimli ilk şiir kitabından seçme şiirler ile birlikte yeni şiirlerden oluşmaktadır. Yani bir bakıma şair, kendince bir seçim yaparak eskilerle yenileri hüzün bahçesinde harmanlamayı denemiş…
Melâl Bahçesi’nin ilk şiiri ise “Rüya” ile başlıyor. Fakat bu, sevgilinin adını yazmak bir yana dursun, ismini dilinde gezdirmek yükünü bile taşıyamayan şairin korkulu hülyasıdır bu rüya… Uyanıkken görülen rüyanın sonunda yorgun ve kırgın, yalnız ve kederli bir şair görünür ufkumuzda:
“ah efendim sizin de yanar mı içinizde
unutulmuş bir sure gibi uzak her yıldız
yoruldum ah efendim bu dünya denizinde
aynı rüyada bile yalnızız hep yalnızız”
Melâl Bahçesi’nin “beytü’l ahzan” bölümüne kadar ölüm temasının arttığını görmekteyiz. “Gölgesi bile ağır bu hayatın altında” şairin kalbi kırıldıkça kırılıyor, teselliden ise nasibi azaldıkça azalıyor…
“gölgesi bile ağır bu hayatın altında
kalmıyor teselliden sabırdan nasibimiz
hepimizin içinde gün görmeyen bir oda
yağmur bile dokunsa kırılıyor kalbimiz”
Şair, kitaba ismini veren ve böylece ön plana çıkıveren “Melâl Bahçesi”nde, Cahit Sıtkı’yı aratmayacak ölüm vurgusu ve yalnızlık korkusuyla bizi başbaşa bırakıyor:
“her çiçeği süsler ölüm korkusu
güz ne kadar uzak durursa dursun
perdelere sinmiş yağmur kokusu
anneniz uyuyor çocuklar susun
….
ve kalp de yorulur hep titremekten
bir gülün üstüne gülden habersiz
göçüyorum parça parça gölgemden
ah çocuklar sararıyor bahçemiz”
“ah çocuklar sararıyor bahçemiz” diyerek etrafındaki dostlarının başka bir mekâna göç eylediğini söyleyen şair “Dünya Hâli”nde, sonsuzluk kervanının yaklaştığını belirterek uyku gibi gelen ayrılığı şöylece tarif etmektedir:
“uyku gibi gelir ayrılıklar da
ağırlaşır kollar saatler kanar
son sayfası eksik bir kitap dünya
şiirler şarkılar buraya kadar”
Melâl Bahçesi’nin ilk bölümünde Kaya, hayat karşısında yılgın bir görüntü vermektedir. “Rüya”, “Dünya”, “Kelebeklerin Ahı”, “Melâl Bahçesi”, “Kaza Namazı”, “Hatıra”, “Küstüm Çiçeği”, “Dünya Hâli” yalnız bir adamın kuşatılmışlığını en iyi ifade eden örneklerdir.
Melâl Bahçesi’nin (2013, s. 27) “beytü’l ahzan” bölümünün ilk şiiri olan “Çöl”de ise anlatılmaz bir karamsarlık havasının hâkim olduğu daha ilk mısralarında kendini ele veriyor. Kuşkusuz her sanatçı, yaşayıp gördüğünü terennüm etmekle görevini yapmış oluyor. Hayatın bir tarafı sevinç, öteki tarafı kederden ibaretse her ikisinin aynı ölçü içinde seyretmesi daha bir insanı kuşatıyor. Ama buradan bakıldığında şairdeki yeis ve karamsarlık alıp başını gitmişe benziyor:
“bir hicrana emanet yele düşmüş ömrüme
bundan sonra bin bahar gelse ne gelmese ne”
Burada şairin, ömrünün son baharını yaşayan bir kimse gibi ümitsizliğe kapılması bir kırgınlığın varlığını hissettiriyor. Şiirin kalan dörtlüğünde, asıl varmak istediği menzili haber veriyor. Yaşama hevesini kaybetmiş görünen, serazat ve boş vermişlik hissi uyandıran bu şiirde, Kaya’nın rest çeker gibi bir hâli vardır:
“olsa ne olmasa ne bu masalın sonrası
hep aynı çöl ruhumdan cennetime dökülen
yeniden yaşasaydım dediğim bir günüm yok
çekil gideyim hayat çekil gideyim senden”
Şairi hayattan bu kadar kopartan ve uzaklaşma isteğini doğuran ana sebep ne olabilir? Aşk vurgunu mu, baba özlemi mi, dost kahrı mı, hayatın çekilmezliği mi, yalnızlık mı? Bu saydıklarımızın belki sadece biri, belki de tamamı sebeplerden biri olabilir. Ama onun asıl melalini artıran, kalabalılar içinde yalnızlaştıran hatta hayattan uzaklaşma eğilimini günbegün artıran unsurun zaman ve mekân karşısında tutunamayışı gibi geliyor.
Zaman zaman bizler de yeis, ümitsizlik denizinde savrulmuyor muyuz? Tutunacak dalımızın olmadığı hissine kapılarak “hayattan çekilmeyi” düşünmüyor muyuz? İşte şair, belki de sadece kendi ben’ini merkeze alarak yazdığı “Çöl”de, hemen hemen herkesin başındaki elemi farkında olmaksızın dile getirdiğini söyleyebiliriz.
Türk şiirinde “baba”ya yazılmış şiirler belki bir elin parmaklarını geçmezken, “anne” şiirleri yahut “anne”den bahseden mısraların hacmi epey büyük bir yer teşkil eder. Aradaki bu orantısızlığın sebebi, “baba”larımızın çocuklarını kucaklarına almayışı, onları açıktan sevmeyişi veya çocukla arasına belirgin bir mesafe koyması olabilir. Baba-oğul arasındaki derin kırılmaların meydana getirdiği “baba kompleksi” ise şiirimize de yansıyor…
Bu itibarla birkaç örnek verecek olursak Mehmet Akif-Emin, Tevfik Fikret-Haluk, Nâzım Hikmet-Memet gibi şair babalar ile oğulları arasındaki yol ayrılıkları, çocukların babalarına olan sevgisini azaltmış, onları birbirinden uzaklaştırmıştır. Tabii, bütün toplumu çocukları görerek onların doğru yolu bulmaları için çırpınan şair babalar, esasında kendi öz çocuklarının acılarıyla, sevinçleriyle yeterince ilgilenememekte daha da ötesi onların duygularına hitap edecek sözler söyleyememektedirler. Bütün bunlar daha sonraları başlayacak kasırgaların, kırgınlıkların habercisi ve babaya olan soğuk bakışın işaretleridir. Yeniden şiir tarihimize dönelim ve asıl sorumuzu soralım: “Türk şiirinde babasına seslenen veya doğrudan baba özlemiyle şiir yazan kaç şair vardır?”
Necip Fazıl Kısakürek üç Ömer Bedrettin Uşaklı iki, Fazıl Hüsnü Dağlarca üç, Arif Nihat Asya bir, Yavuz Bülent Bakiler altı şiirini annelerine hasretmelerine rağmen, babalarına dair ya hiç şiir yazmamışlardır yahut temas edip geçmişlerdir.
Şiirimizde belki yukarıda işaret ettiğimiz sebeplerden ötürü babasına şiir yazan şair sayımız ne yazık ki çok azdır. Baba temalı yazılmış şiirlerde ise en belirgin özellik kuşatılmışlık hissi veren ve sitem yüklü mısraların ördüğü şiirler ön plandadır.
İşte baba kompleksi taşımadan, babasına doğrudan seslenen, onun yokluğundan doğan acılarını yine ona anlatan Hüseyin Kaya, “Geçerken” şiirinde yalnız, çaresiz, yaşama hevesini ve umudunu yitirmek üzere bir genç adamın hüznünü anlatır. “Sen baba sen bilirsin bu öykünün sonunu” diyen şair, yanında olmayan sevgili babasına şöyle sesleniyor:
“bana ne yaşamak de
ne de denizi anlat
hiçbir yerinde böyle
böylece bu hayatın
hiçbir yerinde aşkın
her yerinde acının
ben burda
kaldım baba
ben
böyle yaşıyorum
yaşadığımı
böyle
ben böyle geçiyorum geçtiğim ateşlerden”
“Elem Çiçeği”nde ise şair, babasının yokluğunu, çocuk yüreğinde bıraktığı kavruk yaranın acısını, ondan çok uzakta, belki hiç gelmeyecek babasına sitemkâr bir edayla sesleniyor:
“bir kez oğlum deseydin olmazdı acılarım
kıncıtmazdım dağımda yeşeren baharları
baba
sevgili babam
ben böyle yitiyorum
bir kez karanlığıma doğmadan bakışların”
Şair, babasının bir kez bakışına (bu bakış ister tebessüm eden ister sert bir baba bakışı olsun) karanlıktan çıkmak için ümit bağlamaktadır. Hüseyin Kaya, “Masalın Bittiği Yer” şiirinde ise aşk vurgunu bir kalbin hicranını çok sakin bir üslupla anlatıyor:
“beni bilme
akıyor iki gözüm önüme
unutulan yeminin bedeli böyle imiş.”
Hüseyin Kaya’nın masalı burada bitiyor. Yalnız bitmeyen, artan, çoğalan bir hisler yumağı var. Hüseyin Kaya, elem çiçeklerini, Melâl Bahçesi’nde büyütmeye, onlarla yaşamaya devam ediyor. Bakalım bu melal daha ne kadar sürecektir?
9 Temmuz 2020 Perşembe
berat demirci ile yeni kitabı ve eski kitapları üzerine
konuşturan: hüseyn
kaya
—Deneme türü bazı
kaynaklarda yazarın kendi kendisiyle hasbıhali olarak tanımlanıyor, sizi
sizinle hasbıhal ettiren sebepler nelerdir?
Döne döne “Kendi
efkârımla okuryazarım!” deyişime de uyuyor sizin aktardığınız tanım. Ancak
“deneme” kelimesi deneme tarzının ağırlığını ifade edemediği için midir
bilinmez, bu türe mensup sayılan çoğu yazı “devran havadisi” ile meşgul. Usul
açısından, zaman boyutunda geçmiş-bugün-gelecek ve mekân boyutunda
mahallî-millî-evrensel dairesini sağlam kurmaya çalışıyorum; doğru kendi
kendime konuşuyorum, ayna olmaya ve yansıtmaya çalışıyorum. Bazı edebiyat
otoriteleri, yazdıklarım konusunda fena halde ahkâm kesiyor. “Şu yazı iyi olmuş
da, bunu anlamadık!”, “Bu yazı zamanında yazılmalıydı!” gibi zamane tenkitleri
yahut “Hangi türe sokacağız bu yazıyı?” sadedinde gerilenler… Hiçbir ard
niyetleri yok biliyorum ama yorulduklarına değmez; çokça görünmek, edebiyat
ortamlarınca bilinmek umurumda değil; özellikle namlı kalemşorların böyle
zahmetlere girmeleri beni mahcup eder, zaten kimseye mukabelede bulunacak basın
yayın çevrelerinde de değilim. Gelenekten inhirafım yok; birilerine kendimi
anlatmak, kabul ettirmek derdine düşecek ne zamanım var, ne niyetim, ne de
enerjim. Yazarken deneme türünde yazıyorum gayretiyle de yazmadım, deneme
dediler, desinler; ama demeseler de olur. Bir türün alışılagelmiş sınırlarının
içine sığmak zorunda olmadığımı düşünüyorum. Donanmaya yazılan yahut donanmaya
yazılmak için artistik patinaj yapanlardan değilim; korsanım. Hadi bir de “Bize
Hayreddinli derler!” mısraını da ilave edeyim de ben sizin bildiğiniz
korsanlardan değilim demiş olayım; korsanlığıma azıcık şerh olsun.
—Önce şiirde,
sonra hikaye ve romanda bilhassa son yirmi yılda çeşitli arayışlar,
bulanıklıklar yaşandı ve ardından sanki daha popülist, sığ, günübirlik tüketime
yönelik ürünler ve bunların yayıncıları ortaya çıktı. Belki cumhuriyet sonrası
dilde yaşadığımız kırılmanın bir neticesi şu an içinde bulunduğumuz durum lakin
deneme türü biraz daha bu kırılmadan diğer türlere göre az etkilendi gibi.
Deneme türü de bu tarz bir tenakuzu yaşayacak mı ya da yaşıyor mu?
Yaşıyor. Çünkü
denemenin insanın kişiliğiyle sınırlı, dediğiniz gibi “Kendi kendiyle
konuşmak!” hürriyetine malik bir alan oluşu yanlış anlaşılıyor galiba; bu
hürriyet zaman zaman “Ne yazsan gider!” sallapatiliğine dönüşüyor. Kolay yazmak
moda, yazacak çok sayıda gazete, dergi var; tabii sanal âlem… Yazan kişi
muhteremdir, kimseyi rencide etmek de istemem ama böyle de olmuyor… Bir de son
zamanlarda yazı çizi işlerinde bir nevi çeteleşme başladı; çete aslında
incitilecek bir kavram değil, şirketleşme mi diyelim… Senede en az iki koli
dergi geliyor, okumazsam hakta kalacağımı düşünerek başım azıcık selamete
erdiğinde okuyorum. Arada bir kendimce şiirler, ümitler görüyorum;
heyecanlandığım oluyor. Ama antolojilere baktığımda daha çok donanmacı veya
şirketten isimler görüyorum.
—Berat Demirci
ismi şimdilerde bir deneme ustasının ismi olsa da bir dönem mühim şiirlerin
altında yer aldı ve bir şair ismi olarak bilindi. Bu geçiş iç yoluculuğunuzla
ilgili bir tercih midir? Ne yazdığınız kadar hangi türde yazdığınız da mühim
midir sizce?
Şiiri bırakarak
deneme dedikleri tarza geçmiş filan değilim, denemenin “ferdiyet” ile bağı
aynıyla şiir için de geçerli. Yazıyorum, arada bir binbir tereddütle
yayınladığım da oluyor; ama ortalık hayli karışık. İçlerinde Hüseyin Kaya’nın
da olduğu sayılı insanla şiirlerimi paylaşıyorum, böyle gidiyor.
—Şiirden
kopmadığınızı ve yılda en azından üç beş şiir yazıp bunlardan bir kaçını
yayımladığınızı biliyoruz. Berat Demirci’nin divanı ya da divançesi de
kitaplığımızı süsleyecek mi bir gün?
Ömür içinde mi olur;
sonra mı kestiremem ama olur. Ufak ufak kıtır atanlar var, “Ellisinden sonra
mı?” diye dudak büzenler filan. Bir de günümüz şiir anlayışından ayrı durduğumu
ifade eden, diplomatik dil kullanan otoriteler var. Türkler, zaman şuuru
konusunda hiç bu kadar yalama olmamışlardı, sadece bu kadarını söyleyeyim,
çünkü uzatırsam konuyu dedikoduculara malzeme çıkarmış olurum. “Akıntıya karşı
yüzmek!” dedim bir yerde, ben ne dedim, el ne anladı…
—Beethoven’in
Gözleri üçüncü kitabınız ve kitaplarınızın üçü de farklı yayınevlerinden çıktı.
Gerçi okur kitlesi birbirine yakın yayınevleriydi bunlar ancak içinizde
kitaplarınızın hakiki okuruna ulaşamadığına dair tereddütler oluyor mu zaman
zaman yoksa okurunuzun ilgisinden memnun musunuz?
Ferfir Yayınevi yeni
kuruldu, heyecanlarına ortak oldum. Elbette, yayınlandıktan çok sonra beni
tanıyanlar ve daha önce neden okumadım diye hayıflananlar oluyor ama gam değil.
Bulanlar okur, bulamayanlar sonra okur; hepsi kader. İşin ucunda ticaret olduğu
için yayınevleri de belki mazur; popüler kitaplar basmaya meylediyorlar. Galiba
derin bir okuyucum var, istisnası yok son kitabımı okuyan ciddi okuyucular
araya başka bir şey sokmadan sonuna kadar okuduklarını söylüyorlar. Bir kitabın
fasılasız sonuna kadar okunması bence güzel bir şey; önceki iki kitap için de benzer
şeyler söylenmişti. Turna Ve Gayda’nın Dergâh baskısının korsanları satılıyor,
ilginç ve hatta komik geldi bana. Birileri “Korsanım!” dediğimi duymuş olmalı…
—Yazılarınızın
tamamında derinden akan bir sözlü geleneğin, yerli bir hayatın, izleri var. Yazılarınız
artık rastlayamadığımız bu güzellikler için bir mersiye mi yoksa bu
güzelliklerin yeniden inşası için yapılan bir dua mı?
Evet, ağladığım
oluyor ama gönlümün taşkınlığından; kesinlikle ağıtçılardan, yazıkçılardan
değilim. “Hisseme düşen vaktin önünü temiz tutmaya” çalışıyorum. Belki gelecek
için yazıyorum, yazarken henüz hesabı kapatmamışlardan olduğumu hissettirmemeye
çalışıyorum; “Savaşçı Ahlakı”na kudretim miktarınca sadık kalmaya çalışıyorum;
heyhat ki, acının da piyasası var ve o piyasadan korkuyorum; dünya ahvali bir
yana daima umutluyum. Dilerim ömrüm yokuş aşağı inerken sabra mecalim
yetmeyecek bir derdim olmasın bu fanide. Şimdi biraz kaş çatayım: Bir şeye çok
üzülüyorum, bu memleketin sakinlerine “Köle ahlakı” yakışmıyor ama var; bunu da
güya taktik olarak yahut bilmem ne açılımının bilmem ne uzanımı gibi de
yutturmaya çalışıyorlar. Gündemi biliyorum ama gündemin dışında birbirimize
söyleyeceğimiz en ufak bir söz kalmamış olmasını toplumun kaymak tabakası
olarak afişe edilenlere yakıştıramıyorum. İktidar sevdasının erbab-ı kalem
geçinen pek çok zevatı yumoşlaştırdığı bir ortamda ne söylerseniz gündelik
hesaplara çekiliyor. Yakınlarda beni çok tanımayan ileri bir bürokratla
karşılaştım, hiçbir sohbetimiz ve geçmişimiz olmamıştı; “Çok sert!” olduğumu
söyledi, anladım tabii kendi görüşü değil, birilerinden istihbarat edinmiş.
Sadece köleliği değil, hasetliği de ahlak edinmiş hacıyatmazlar giderek
artıyor; beni tanımayan bir zat, hakkımda böyle bir yargıda bulunabiliyor. Bir
şey demedim, demem de; eğriler eğriler ile doğrular doğrular ile tartılır ve
neticede âdemzâde için Hakk’ın nasıl bildiği önemlidir. Sert olacağımız yer de
vardır, mülayim olacağımız yer de; her şey vaktince ve demince. “Köle ahlakı”
korkarım giderek yaygınlaşıyor ve diplomatik dile kavuşuyor; adını yumuşaklık
yahut hoşgörü koyuyorlar. Bu gibi yalamalıkların arkasından inşallah “millet-i
beyzâ”yı topyekûn huzursuz edecek belalar gelmez, ciddi emareleri var çünkü…
Sert olunacak mahalde, çaput gibi yumuşak durmak zeval getirir; biz zincire
vurulduğumuz anda dahi efendiyiz, öyle olmalıyız. Birilerinin höt dediği
anlarda bu ortalığın zibilleri karanlığa çekiliyor; bencileyin beceriksizler
namert taifesiyle karşı karşıya kalıyor. Çevreme şöyle bir bakıyorum canım
sıkılıyor; dar zamanlarda salyangozlaşanlar, azıcık feraha erince beş paraya on
tombalak aşıyorlar; makam, mevki v.s. için.
—İnsan yaşadığı
yere benzermiş. Sivas cidden size benziyor mu? Yahut benzer miydi?
Eskiden daha çok
benzeşirdik. Hala benzeşiyoruz galiba, seher vaktinde özellikle; ayrıca çok az
sayıda da olsa sizin gibi eşim dostum var; şehir bazen birkaç kişidir, belki
eskiden beri böyleydi. Ama vazifemdir, söylemem gerek: Sivas’ın tarihi dokusuna
çok hasar verdiler. Büyük mimarımız merhum “Turgut Cansever”in “Kale Evleri”
projesi, gelecek nesillere gösterebileceğimiz bir Sivas mahallesi, dışardan
gelenler için de bir cazibe merkezi olacaktı. Sivas’la asla mukayese
edilemeyecek şehirler (ki onları kutlarım) benzer projeleri başardılar; Sivas
maalesef başaramadı. Sivas’ın ricali ve politikacıları çok cılız… Şehrin yedi
göbek yerlisi havasında caka satanların, kentsoylu takılanların ağzından da şimdiye
kadar Sivas’la ilgili yaraya merhem bir şey çıktığını hatırlamıyorum. Söyleyeni
de derhal ince taktiklerle refüze etmeye çalışıyorlar. Sivas’la ilgim yavan bir
Sivaslılık aşkından kaynaklanmıyor, Sivaslı olmak benim emek vererek kazandığım
bir şey değil. Dünya görüşüm gereği, nerede ve hangi zamanda yaşarsam
yaşayayım, defterime işlenecek bir hayırlı iş gerçekleştirebilirsem ne âlâ.
Yoksa kuru hemşo söylemlerinden, kent şovenizminden tiksinirim.
—Kıyıda olmak
şairin dediği gibi selamette olmak için gerekli midir? Büyük şehirlere gitmeyi
düşündüğünüz oluyor mu hiç?
Kıyıdaysam kendi
seçimim, öyle kalmaya da çaba gösteriyorum. “Bana kimse dokunmasın!” gibi bir
şey değil kıyıda olmam, desem de bu yaşa erdim konuşulması gereken yerde
sıvışmayı öğrenemedim. “Dervişin yakasından bit, paçasından it, tepesinden
yezit eksik olmaz!” diye bir söz vardır; atasözü efendim, mecaz; öyle
söylüyorum, yoksa dervişlik kim biz kim; sadece bir kelam-ı kibarın ışığında
dünyaya sefa sürmeye gelmediğimizi ifade etmeye çalışıyorum. Aslında bu
dünyanın merkezi, kıyısı yok; bulunduğum an içinde güzel, doğru, iyi adına ne
yaparsam kârdayım… Büyük şehir deyince aklıma sadece İstanbul geliyor;
“İstanbul’u manası ve ruhuyla yaşamak” için orda olmayı tercih ederdim,
İstanbul’da yaşamak ise meşakkatten başka bir şey değil… Ve tabii İstanbul’da
da olsam vazalaklı, kumpaslı ortamlardan, uzak durur yine kendi efkârımla
okurdum, yazardım. Büyük şehrin imkânları dedikleri şeyler beni pek cezp
etmiyor, bir yerlere de zaten yamanacak, eklenecek mizaca sahip değilim. Kalıcı
olarak gitmeyi düşünmedim, arada bir ziyaretlerim oluyor ama kader ne yazmıştır
onu da bilemeyiz; gidersek de arkamıza bakmadan gideriz, biz siyaseten
Türklerden değiliz; Osmanlı Türküyüz, bir ayağımız üzengidedir. İzninizle merhum
Necip Fazıl üstadın pek sevdiğim bir dörtlüğüyle muhabbete mola verelim.“Ne
azap ne sitem bu yalnızlıktan;Kime ne, aşılmaz duvar bendedir.Görülmez gemiler
geçse açıktan,Sanırım gittiği diyar bendedir.”
az edebiyat dergisi,
7. sayı, haziran 2010