Nerede yaşarsak
yaşayalım, kaç yaşında olursak olalım, türlü sıkıntılar musibetlerle dolu
yeryüzünde hep bir sığınacak köşe, bir dulda duvar dibi ararız kendimize. Her
ne kadar bazen üzerimize üzerimize yürüse de duvarlar, yükünü sırtımıza indirse
de gökyüzünü kapayan tavanlar; kerpiçten, taştan, ahşaptan, tuğladan yahut
betondan inşa edilmiş dört duvarın etrafımızı kuşattığını görmek çoğu zaman
huzurun, sakinliğin limanına taşır kalbimizi. Geceden, kardan, yağmurdan,
güneşten, rüzgârdan, kötülüklerden emin olmak; endişesiz bir bekleyişle sabaha,
bahara ulaşmak için odalar kurarız kendimize özgü, evlerimizin en ücra
köşesinde. Dünyanın uğultusuna kulaklarımızı, rengine gözlerimizi kapayıp
yalnızca kendimizi duymak, görmek istediğimizde eşiğinden atladığımız başka bir
âlemdir oda. Orada eşya dile gelir, mazi sahipsiz gölgeler gibi dolaşır
duvarlarda. Orada canlanır hayaller ve ümitler, pişmanlıklar alçacık bulutlar
gibi dolaşır durur tepemizde. Kimsenin gürültüsünü duymadığı meydan savaşları orada
verilir, orada sarılır mağlubiyetlerin yaraları, orada asılır galibiyetin
bayrağı. Mahremiyetin eşsiz barınağıdır oda, sükûtun inzivadaki şiiri,
bestelenmemiş şarkısı. Eşiği eşik değil odamızın, dünyaya çekilmiş bir sınır;
duvarı duvar değil odamızın, her şeye çekilmiş bir perde.
Oda, düşler sığınağı,
yalnızlık kalesi; oda, hayaller sahili, sessizlik yurdu. Oda, ev ülkesinin
biricik şehri.
İnsan bir adadır.
Oda: Bir dünya.
(İlhan Berk)
Her şey birbiriyle
ilintili odamızı süsleyen, her şey bizden bir parça odamıza taşıdığımız,
odamızda barındırdığımız. Batık bir gemiden yalnızlığın adasına taşır gibi
taşırız dünyayı odamıza. Köşede sandık, yanda dolap, koltuktaki yastık, yerdeki
minder, duvardaki raf, çerçeve… Hiçbiri rastgele oraya konmuş, hiçbiri öylesine
yerini bulmuş değildir eşyamızın. Vakti gelip perdeler çekilince ve kapı
kapanınca dile gelir duvarlar, tavan ve eşyalar, sonsuz bir sohbet başlar odada
seslerin uzağında. Hürriyetin de esaretin de içine sığdığı yegâne kara
parçasıdır oda.
Bizimle vücut bulmamış
olsa da bizimle renk, koku değiştirir odalar. İçimizin durgunluğu, coşkusu gibi
bungunluğu da yansır odamızın yüzüne. Önce oyunları, oyuncakları yığarız
odamıza; sonra kaybetmekten korktuğumuz, önemli bulduğumuz şeyleri ve en
sonunda yalnızlığımızı. Zira daha oyuncaklarımız eskimeden bitmesin istediğimiz
oyunlar biter. Hayatımızdan gitmesin
istediğimiz herkes gider bırakarak odamıza bir parçasını. Biz geçerken bir
gününden bir gününe ömrümüzün; çocukluğumuz, gençliğimiz bir görünüp bir
kaybolur odamızda. Başucumuzdaki saat yorulmaz, karşımızdaki ayna eskimez ama
eskir odalarda yüzümüz, ellerimiz, bakışlarımız.
Bir oda, içinde bir saat sesi
Hayatın sırtımdan giden pençesi
(Ziya Osman)
Duvarın hemen önüne
konulmuş bir masa, masa üzerinde defter, kitap, kalem, bardak, anahtar...
Masanın dibindeki kova, kovanın içindeki kağıt parçaları. Ya kapı ardında yahut
yanında bir askı, binbir özenle duvarlarda kendisine yer bulmuş çerçeveler.
Pencere önünde kendi kendine neşelenip hüzünlenen çiçekler… Odamıza biz şekil
verdiğimizi zannederiz oysa zamanla odamız da şeklini işler içimize. Karanlık
da aydınlık da orada dolar içimize, hüzün de sevinç de oradan, o odadan başlar
göç etmeye kalbimize. Sessiz bir dost, dilsiz bir sırdaştır oda. Pencere önüne
misafir ettiği kuşlara dahi anlatmaz bildiklerini. Şahididir ömrümüzün,
kederlerimizin, mırıldandığımız şiirlerin ve şarkıların, kırgınlıklarımızın,
kızgınlıklarımızın hatta şahididir hayallerimiz kadar düşlerimizin,
sayıklamalarımızın. Hepsini, her şeyi bilir de söylemez bir başkasına bir gün
onu terk edip gittiğimizde bile. Biz odamızda yaşarız, odamız yaşar bizim
içimizde.
Evren içinde evren, dünya
içinde dünya, can içinde canan gibi ev içinde evin adıdır oda. Aldığımız
nefesten, sesimizin renginden, kalbimizin ritminden, yüzümüzün tebessümünden,
bakışlarımızın dilinden bize ait bir şeyler siner yaşadığımız odaya. Duvarının
rengiyle, penceresinin perdesiyle bütünleşir benliğimiz. Biz nasıl başkalarının
odalarında tedirginliğin soğuk ırmağına düşüyorsak odalar da başkalarını
misafir ederken tedirgin olur. Kimseler girmesin ister sahibinden başka
içeriye. Dışarıda üşüyen ruhumuzun libasıdır oda ve dünyaya karşı örtündüğümüz,
ördüğümüz kabuk.
Akşam olduğunda kurdu kuşu
yuvasına döndüren ne ise bizi evimize koşturan, odamıza çağıran da odur. Gün
boyu bin parçaya ayrılan kalbimizin yaralarının kabuğa durduğu tedavi alanı,
evimizin bizi bekleyen tek gözüdür oda. Biz nasıl ondan uzak kaldığımızda
yokluğunu hissedip özlersek onu, o da bizi özler, boşluğun sağır eden uğultusu
yankılanır içinde yokluğumuzda. Başka şehirlere gittiğimizde, başka bir eve
taşındığımızda etrafımızı kuşatan kaybolmuşluk hissi aslında odamızın uzağına
düşmemizdendir biraz da. Odamızın dışında hep küçücük de olsa bir gurbet
ağırlığı biner sırtımıza. Akşam tez gelsin isteriz dönmek için odamıza. Beşiğin
ardı gibi gurbettir biraz odanın ardı da.
Kırk kapı açtık Mavi Sakal öldü
Kırk odanın içinde güzel aslanlar
güldü
(Sezai Karakoç)
Odalar büyüklü küçüklü,
odalar kat kat, odalar türlü türlü. Dünyaya değil odalara açılan bir hayat
aslında yaşadığımız. Kırk odalı bir
dünyaya bölünmüş zamanı tüketerek geçiyor ömrümüz. İster biz kuralım ister
başkaları bizim için kurmuş olsun her oda başka bir âlem. Doğum odası, hastane
odası, öğretmen odası, otel odası, bekleme odası, müdür odası, oturma odası,
misafir odası… Kendimize ait bir odamız
olsa da her birine düşüyor yolumuz geçerken dünyadan ve en sonunda kırkıncı
odanın önüne düşüyoruz. Kırkıncı oda kapısız, penceresiz. Kırkıncı oda ufacık,
serin ve karanlık. Altı, dört yanı toprak;
üstü tahta, üstü taş; o da bir oda. Tıpkı içinde yaşayıp içimizde
taşıdığımız bütün odalar gibi.
Bir oda yaptırdım türbeye yakın
Odam karanlıktır çifte mum yakın
(Erzurum türküsü)
Bütün kıyılardan kendi
yatağına çekilen durgun bir ırmak gibi çekildin en karanlık odasına kalbinin.
Bir odan oldu kapısını taşlarla ördüğün, odanda bir masan, bir kitaplığın.
Kalemler biriktirdin, saklanan kelimeleri bulabilmek için; defterler yığdın,
uçuşan cümleleri sayfalarına bağlayabilmek için. Şimdi sessizliğin rüzgârıyla
savruluyor yarım şiirlerin, başlanmamış hikâyelerin, unutulmuş türkülerin
kelimeleri dört yanında. Dudaklarını
kapatıp duvarlarla konuşuyor, gözlerini kapatıp tavanla bakışıyorsun. Şimdi kalbinin sesiyle titriyor zamanın
yaprakları. Her şeyden uzak odandasın. Yağmurda unutulmuş resim gibi renkleri
darmadağın hayatının. Pencereye varmadan görebiliyorsun dışarıyı, pencereyi
açmadan duyabiliyorsun dünyanın dönerken çıkardığı sesi. Başka bir odanın
çağırısı duyuluyor uzaktan uzağa. Oda evin içinde, oda bu dünyada değil, her
şey gibi o da senin içinde.
güz, 2021