sezai karakoç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sezai karakoç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2022 Salı

sezai karakoç’a dair

 

On beş yaşımdaydım. Sivas’tan Hatay’a kadar sürecek otobüs yolculuğum henüz başlamıştı ki yanıma oturan temiz giyimli genç, elimdeki birkaç kitabı görünce galiba ilgilenmek, sohbet etmek ihtiyacı hissetti yanında oturan çocukla. Kitaplara, yazarlara dair bana yönelttiği sorularla başladı sohbetimiz. Necip Fazıl’dan, Abdurrahim Karakoç’tan Cahit Sıtkı’dan haberdar olduğumu öğrenince Sezai Karakoç’u sorudu bana. Küçük bir antolojide birkaç şiirini okumuştum üstadın ancak ne kitaplarını biliyor ne kendisini tanıyordum. Yol boyu Sezai Karakoç’u dinledim daha sonradan hâkim adayı olduğunu öğrendiğim yol arkadaşımdan. O yaşlarda biriyle edebiyata, düşünce hayatına dair bir şeyler konuşmak, birilerinin tecrübelerini dinlemek hayli hoşuma gitmişti doğrusu. Yolculuk bitip de ayrılık vakti gelince bana adresini verdi, bulamadığım kitap olursa yazmamı istedi kendisine.

Hep böyle değil midir dünya? Küçücük anlar, karşılaşmalar ilerde aralanacak yeni kapıların önüne bırakır bizleri.

Bir hafta kadar Hatay’da kaldıktan sonra döndüğüm Sivas’ta ilk işim Sezai Karakoç kitaplarını aramak oldu. Kitaba ulaşmanın şimdiki kadar kolay olmadığı yıllardı. Yine de birer ikişer bulmaya, okumaya başladım Karakoç’un kitaplarını. Onun kitaplarını aramak, bulmak yeni yeni tanışıklıklara vesile oldu ve onu tanıyanlarda, okuyanlarda tarifi çok da mümkün olmayan bir samimiyet, yakınlık her zaman mevcuttu. Yitik Cennet’i fotokopi yaptırırken tanıştığım kırtasiyeci, Edebiyat Yazıları’nı sipariş verirken tanıştığım kitapçı, Leyla ile Mecnun’u elimde görüp de yolda durduran İsmail…

Şimdilerde insanlar yalnızca Monna Rosa efsanesi ile Sezai Karakoç’u kıyısından köşesinden biliyorsa da Monna Rosa, benim belki de en son varlığından haberim olan şiiriydi üstadın. Monna Rosa ile Karakoç artık zihnimde değil ruhumda, kalbimde bir yerleri kendine mekan etmişti. Kitaplarını temin edip okuma süreci bitince Diriliş dergisinin sayılarını temin etmeye çalıştım birkaç yıl boyunca. Büyük şehirlere giden, sahaflarla tanışıklığı olan arkadaşlar sayesinde derginin sayılarını tamamlamak nasip oldu.

İlk gençlik yıllarımda çok istedim kendisiyle tanışmayı, sohbet etmeyi ancak o yıllarda münzevi bir hayat yaşadığı ve kimseyle görüşmediği anlatılırdı. Görüşmeye gidenlerin kapıdan döndüğü rivayetleri anlatılır dururdu. Hatta kendisinden habersiz çekilmiş fotoğraflarını yayımlayan bir dergi bile oldu doksanlı yılların ortasına doğru. İlerleyen yıllarda Sezai Karakoç’u ziyaret eden, onun sohbetinde bulunan insanlar haber getirmeye başladılar uzaklardan. Hatta parti bürosu açılırsa Sivas’a gelebileceğini bile söylemişti bir arkadaşımıza. Gençliğin, öğrenciliğin verdiği heyecanla birkaç hafta bu tarz bir mekan ayarlayabilir miyiz, telaşına düştüğümüz dahi oldu. Ne parti bürosu açabildik ne de ziyarete gidebildim. Hem gitsem ne konuşacaktım ki? Ne sorabilirdim kendisine?

Oradaydı ve orada olduğunu bilmek kâfiydi Sezai Karakoç’un. Yine de hiç değilse bir kez, sadece birkaç dakika yanında susmak isterdim, nasip olmadı.

Sezai Karakoç’la aynı çağda yaşamak, aynı ülkede bulunmak ve aynı dili konuşmak büyük bir lütuftu bizler için ancak o bizimle aynı çağda, ülkede ve dünyada yaşadı mı, kelimelerimiz aynı olsa da bizimle aynı dili konuştu mu, muamma.

İlerleyen senelerde Sezai Karakoç herkesin yanına uğrayabildiği ve sohbetini dinleyebildiği biri oldu. Artık şiirine ve düşüncelerine aşina olan ve İstanbul’a yolu düşen herkes uğrayabiliyordu üstadın yanına.  Ziyaretinden dönenler coşkuyla anlatıyordu ona dair her detayı. Artık kitapları da neredeyse her şehirde hatta il, okul kütüphanelerinde bile ulaşılabilir hale gelmişti. Sezai Karakoç adına dergiler özel sayılar, dosyalar hazırlamaya başladı hızla, akademik çalışmalar yapılmaya başlandı.

Onun anlatmaya çalıştığı şey bambaşkaydı, onu tanıyanların, tanıdığını zannedenlerin anladıkları şey çoğunlukla bambaşka. Sezai Karakoç, Tanzimat’tan beri yönümüzü döndüğümüz Batı önünde, Batı’yı inkâr etmeden, küçümsemeden ve Doğulu olduğumuzu unutmadan nasıl yaşayabileceğimizin iksirini sunmaya çalıştı Doğunun Yedinci Oğlu olarak. Şair olma, şair kalma gibi bir endişesi olmadı onun. İnsan olunmadan, ölüp de dirilmeden dünyada kazanılan sıfatların hiçbirine talip değildi. İsmini dergilerde görmek için çaba sarf etmedi, kitaplarım çok okunsun gibi bir derdi de olmadı hiçbir zaman. Ne şiir gecelerine katıldı ne edebiyat festivallerine. Gazetelere mülakat vermedi; boynuna fular bağlayıp televizyonlarda edebiyat, sanat, fikir, siyaset konularında boy göstermedi. Adını yaşatmak, yüceltmek derdinde değildi bilakis kendi adını dahi Diriliş düşüncesinin içinde eritmeye, silmeye adadı ömrünü. Gençlik yıllarında yayımladıkları hariç kendi yayımladığı dergi dışında başka dergilerde yazdıklarını yayımlamadı. Yazarken yazarlığı, çevirirken çevirmenliği, şiirleriyle şairliği, düşünceleriyle fikir adamlığı duruşunu ima etti hâl diliyle ancak bu dili anlamak, düşünmek yerine onu yüceltirken dahi sömürme ve kendisine bir paye edinme yolunu tercih etti hem bizim hem bizden sonra gelen neslin çoğunluğu.

Şiirin şahidi şairin hayatıdır, gerçekliğini ve geçerliliğini ancak şairin hayatıyla kazanır şiir. Ezelden beri aynı kelimelerle aynı şeyleri anlatan şairler arasından bazılarına kalıcılığı bahşeden en büyük unsur şairin ömründen şiirine yansıyan sahiciliktir. O sahici bir şairdi ancak yalnızca şair değildi. Kimine göre yalnızca İkinci Yeni şairlerinden biri, kimine göre Monna Rosa’nın şairi. Kimileri için Diriliş eri, fikir adamı. Kimilerine göre derviş, kimilerine göre siyasi parti önderi. Kimileri için âlim, üstat. Kimileri için dünyada bulunmuş ama yaşamamış bir öteli. Sezai Karakoç üzerine çok şey yazıldı, konuşuldu ve daha da yazılacak birçok şey. Yeni akademik çalışmalar yapılacak belki ve yeni özel sayılar çıkarılacak. Onun, fikirlerinin ve şiirlerinin buna hiçbir zaman ihtiyacı olmadı ancak bizim onu gerçekten tanımaya çok ihtiyacımız var.

 “Ve Monna Rosa”

Gizli bir cemiyetin mensubu olmak gibiydi bizim nesil için Monna Rosa’yı ve kulaktan kulağa aktarılırken efsaneleşmiş hikâyesini bilmek. Şayet biri bu şiiri ve hikâyesini biliyorsa adını dahi sormadan onunla arkadaş, dost olabilirdiniz, ona güvenebilir, onunla saatlerce sohbet edebilirdiniz. Bir define haritası gibi saklardık ceketimizin iç cebinde yahut kitaplığımızın en kuytu köşesinde bu şiirin değişik nüshalarını. Bizim için bir gün kabul olunacak duanın metniydi Monna Rosa, kırılmış kalplerimiz her sancıdığında sürdüğümüz efsunlu merhem. Herkesin bu şiiri bilmesi, herkeste bu şiirin bulunması üzerdi bizi, yalnız hâl ehlinin elinde, dilinde ve üç kişiyi geçmeyen ortamlarda konuşulmalıydı hikâyesi ve okunmalıydı şiiri Monna Rosa’nın. Yeni bir nüsha bulduğumuzda elimizde olanla karşılaştırır, eksiklikleri tamamlar, daktilo ile yahut kesik uçlu kalemlerle yazar, ehli ile paylaşırdık bu gizemli şiiri. Bizim nesil Monna Rosa’yı okuyarak değil yazarak ezberledi en çok. Zamanla her şeyin olduğu gibi Mona Roza’nın da büyüsü bozuldu. Şüphesiz üstadın şiiri küçük değişikliklerle yayımlamasında da bu durumun etkisi var ancak asıl mesele bizce ehil olmayan insanların da şiirin hikâyesini iyice efsaneye dönüştürmesi ve efsanenin şiiri geride bırakmasıydı. Monna Rosa, dile düşmesin diye fısıltıyla kalbimize okuduğumuz, her dizesinde içimizde fırtınalar koparan şiir, herkesin yerini bildiği ve saygısızca kazdığı bir define alanına, herkese açık bir müzeye dönüştü sonraları.

kasım 2022

29 Ekim 2021 Cuma

oda

 

Nerede yaşarsak yaşayalım, kaç yaşında olursak olalım, türlü sıkıntılar musibetlerle dolu yeryüzünde hep bir sığınacak köşe, bir dulda duvar dibi ararız kendimize. Her ne kadar bazen üzerimize üzerimize yürüse de duvarlar, yükünü sırtımıza indirse de gökyüzünü kapayan tavanlar; kerpiçten, taştan, ahşaptan, tuğladan yahut betondan inşa edilmiş dört duvarın etrafımızı kuşattığını görmek çoğu zaman huzurun, sakinliğin limanına taşır kalbimizi. Geceden, kardan, yağmurdan, güneşten, rüzgârdan, kötülüklerden emin olmak; endişesiz bir bekleyişle sabaha, bahara ulaşmak için odalar kurarız kendimize özgü, evlerimizin en ücra köşesinde. Dünyanın uğultusuna kulaklarımızı, rengine gözlerimizi kapayıp yalnızca kendimizi duymak, görmek istediğimizde eşiğinden atladığımız başka bir âlemdir oda. Orada eşya dile gelir, mazi sahipsiz gölgeler gibi dolaşır duvarlarda. Orada canlanır hayaller ve ümitler, pişmanlıklar alçacık bulutlar gibi dolaşır durur tepemizde. Kimsenin gürültüsünü duymadığı meydan savaşları orada verilir, orada sarılır mağlubiyetlerin yaraları, orada asılır galibiyetin bayrağı. Mahremiyetin eşsiz barınağıdır oda, sükûtun inzivadaki şiiri, bestelenmemiş şarkısı. Eşiği eşik değil odamızın, dünyaya çekilmiş bir sınır; duvarı duvar değil odamızın, her şeye çekilmiş bir perde.

Oda, düşler sığınağı, yalnızlık kalesi; oda, hayaller sahili, sessizlik yurdu. Oda, ev ülkesinin biricik şehri.

İnsan bir adadır.

Oda: Bir dünya.

(İlhan Berk)

Her şey birbiriyle ilintili odamızı süsleyen, her şey bizden bir parça odamıza taşıdığımız, odamızda barındırdığımız. Batık bir gemiden yalnızlığın adasına taşır gibi taşırız dünyayı odamıza. Köşede sandık, yanda dolap, koltuktaki yastık, yerdeki minder, duvardaki raf, çerçeve… Hiçbiri rastgele oraya konmuş, hiçbiri öylesine yerini bulmuş değildir eşyamızın. Vakti gelip perdeler çekilince ve kapı kapanınca dile gelir duvarlar, tavan ve eşyalar, sonsuz bir sohbet başlar odada seslerin uzağında. Hürriyetin de esaretin de içine sığdığı yegâne kara parçasıdır oda.

Bizimle vücut bulmamış olsa da bizimle renk, koku değiştirir odalar. İçimizin durgunluğu, coşkusu gibi bungunluğu da yansır odamızın yüzüne. Önce oyunları, oyuncakları yığarız odamıza; sonra kaybetmekten korktuğumuz, önemli bulduğumuz şeyleri ve en sonunda yalnızlığımızı. Zira daha oyuncaklarımız eskimeden bitmesin istediğimiz oyunlar biter.  Hayatımızdan gitmesin istediğimiz herkes gider bırakarak odamıza bir parçasını. Biz geçerken bir gününden bir gününe ömrümüzün; çocukluğumuz, gençliğimiz bir görünüp bir kaybolur odamızda. Başucumuzdaki saat yorulmaz, karşımızdaki ayna eskimez ama eskir odalarda yüzümüz, ellerimiz, bakışlarımız.

Bir oda, içinde bir saat sesi

Hayatın sırtımdan giden pençesi

(Ziya Osman)

Duvarın hemen önüne konulmuş bir masa, masa üzerinde defter, kitap, kalem, bardak, anahtar... Masanın dibindeki kova, kovanın içindeki kağıt parçaları. Ya kapı ardında yahut yanında bir askı, binbir özenle duvarlarda kendisine yer bulmuş çerçeveler. Pencere önünde kendi kendine neşelenip hüzünlenen çiçekler… Odamıza biz şekil verdiğimizi zannederiz oysa zamanla odamız da şeklini işler içimize. Karanlık da aydınlık da orada dolar içimize, hüzün de sevinç de oradan, o odadan başlar göç etmeye kalbimize. Sessiz bir dost, dilsiz bir sırdaştır oda. Pencere önüne misafir ettiği kuşlara dahi anlatmaz bildiklerini. Şahididir ömrümüzün, kederlerimizin, mırıldandığımız şiirlerin ve şarkıların, kırgınlıklarımızın, kızgınlıklarımızın hatta şahididir hayallerimiz kadar düşlerimizin, sayıklamalarımızın. Hepsini, her şeyi bilir de söylemez bir başkasına bir gün onu terk edip gittiğimizde bile. Biz odamızda yaşarız, odamız yaşar bizim içimizde.

Evren içinde evren, dünya içinde dünya, can içinde canan gibi ev içinde evin adıdır oda. Aldığımız nefesten, sesimizin renginden, kalbimizin ritminden, yüzümüzün tebessümünden, bakışlarımızın dilinden bize ait bir şeyler siner yaşadığımız odaya. Duvarının rengiyle, penceresinin perdesiyle bütünleşir benliğimiz. Biz nasıl başkalarının odalarında tedirginliğin soğuk ırmağına düşüyorsak odalar da başkalarını misafir ederken tedirgin olur. Kimseler girmesin ister sahibinden başka içeriye. Dışarıda üşüyen ruhumuzun libasıdır oda ve dünyaya karşı örtündüğümüz, ördüğümüz kabuk.

Akşam olduğunda kurdu kuşu yuvasına döndüren ne ise bizi evimize koşturan, odamıza çağıran da odur. Gün boyu bin parçaya ayrılan kalbimizin yaralarının kabuğa durduğu tedavi alanı, evimizin bizi bekleyen tek gözüdür oda. Biz nasıl ondan uzak kaldığımızda yokluğunu hissedip özlersek onu, o da bizi özler, boşluğun sağır eden uğultusu yankılanır içinde yokluğumuzda. Başka şehirlere gittiğimizde, başka bir eve taşındığımızda etrafımızı kuşatan kaybolmuşluk hissi aslında odamızın uzağına düşmemizdendir biraz da. Odamızın dışında hep küçücük de olsa bir gurbet ağırlığı biner sırtımıza. Akşam tez gelsin isteriz dönmek için odamıza. Beşiğin ardı gibi gurbettir biraz odanın ardı da.

Kırk kapı açtık Mavi Sakal öldü

Kırk odanın içinde güzel aslanlar güldü

(Sezai Karakoç)

Odalar büyüklü küçüklü, odalar kat kat, odalar türlü türlü. Dünyaya değil odalara açılan bir hayat aslında yaşadığımız.  Kırk odalı bir dünyaya bölünmüş zamanı tüketerek geçiyor ömrümüz. İster biz kuralım ister başkaları bizim için kurmuş olsun her oda başka bir âlem. Doğum odası, hastane odası, öğretmen odası, otel odası, bekleme odası, müdür odası, oturma odası, misafir odası…  Kendimize ait bir odamız olsa da her birine düşüyor yolumuz geçerken dünyadan ve en sonunda kırkıncı odanın önüne düşüyoruz. Kırkıncı oda kapısız, penceresiz. Kırkıncı oda ufacık, serin ve karanlık. Altı, dört yanı toprak;  üstü tahta, üstü taş; o da bir oda. Tıpkı içinde yaşayıp içimizde taşıdığımız bütün odalar gibi.

Bir oda yaptırdım türbeye yakın

Odam karanlıktır çifte mum yakın

(Erzurum türküsü)

Bütün kıyılardan kendi yatağına çekilen durgun bir ırmak gibi çekildin en karanlık odasına kalbinin. Bir odan oldu kapısını taşlarla ördüğün, odanda bir masan, bir kitaplığın. Kalemler biriktirdin, saklanan kelimeleri bulabilmek için; defterler yığdın, uçuşan cümleleri sayfalarına bağlayabilmek için. Şimdi sessizliğin rüzgârıyla savruluyor yarım şiirlerin, başlanmamış hikâyelerin, unutulmuş türkülerin kelimeleri dört yanında.  Dudaklarını kapatıp duvarlarla konuşuyor, gözlerini kapatıp tavanla bakışıyorsun.  Şimdi kalbinin sesiyle titriyor zamanın yaprakları. Her şeyden uzak odandasın. Yağmurda unutulmuş resim gibi renkleri darmadağın hayatının. Pencereye varmadan görebiliyorsun dışarıyı, pencereyi açmadan duyabiliyorsun dünyanın dönerken çıkardığı sesi. Başka bir odanın çağırısı duyuluyor uzaktan uzağa. Oda evin içinde, oda bu dünyada değil, her şey gibi o da senin içinde.

güz, 2021

20 Temmuz 2021 Salı

evlerin ön sözü

Boyası solmuş, tahtalarının arası açılmış, üzerinde yarısı paslanmış bir kapı numarası bulunan bahçe kapılarının ardındaydı hayat. Betondan değil taştan, briketten, kerpiçten örülmüş duvarların arasında samimiyetin ve mahremiyetin narin perdesiydi bahçe kapıları. O kapıdan bir özge aleme adım atılır, o kapıdan dünyaya karışılırdı. Anahtarı, kilidi dahi olmayan o kapının ardındaydı ev dediğimiz evren ve o kapının ardındaydı bütün sevinçler, hüzünler, acılar, saadetler. 

Önce bahçe vardı, sonra ev. Bahçeler evlerin ön sözü, bahçeler hayatın ve dünyanın minyatürüydü. Yerini yadırgamayan ve mutlaka meyve yüklü iki üç dalı duvarların dışına taşan cömert birkaç ağaç, ağaçların dallarını süsleyen halinden memnun kuşlar, kuş cıvıltılarına karışan çocuk sesleri, kıyıda köşede her güz göçüp her bahar yeniden ziyarete gelen çiçekler, hafif rüzgarlarla dans eden rengarenk çamaşırlar, her ortamda kendisine bir uğraş bulamayı başaran haylaz bir kedi, ara ara su çekilen yorgun tulumba... 

Bütün mevsimlerin resmî geçit töreni yaptığı küçücük alandı bahçeler. Faniliği ve sonsuzluğu, ölümü ve yeniden dirilmeyi bahçemizden geçen zaman işlerdi kalbimize. Mevsim baharsa toprak önce bahçelerde kımıldardı, sonra dağlarda. Önce bahçelerde tomurcuğa dururdu ağaçlar, toprak kokusu bahçelerden yayılırdı şehre. Mevsim kışsa haftalarca ayakta duracak kardan adamlar bahçelere yapılır, kardan kaleler bahçelerde kurulurdu. Sonbaharda önce bahçeler boyanırdı sarıya, kızıla. Sabahları çiğ düşmüş yaprakların kokusu uğurlardı işe giden babaları, okula giden çocukları. Kısalan günlerin en sıcak vakitlerinde üstesinden gelinirdi kış hazırlıklarının bahçe duvarlarının ardında ve elbette yaz mevsimiydi bahçelerin en renkli olduğu vakitler. Kahvaltıların, yemeklerin, çayın, sohbetin ve oyunların mütebessim şahidiydi bahçeler. Akşamın ilk karanlığıyla dışarıya taşan cılız ışığın huzuru, ay ışığının sükutu ile birleşirdi geceler boyu.

İlkin sakin kiraz bahçeleridir andığım eski günlerden

(Sezai Karakoç)

Biz o bahçelerde büyüdük; kötülüklerin, fenalıkların kapısını aralayamadığı, türlü renklerin, kokuların arasında o bahçelerde yaşadık yaşanılması gereken her şeyi. O bahçelere serilmiş minderlerde, sofra tahtaları üzerinde tamamladık ödevlerimizi. O bahçelerde kedilerle koşuştuk kelebeklerin ardından. Ağaca tırmanmayı, salıncak kurmayı, toprağı işlemeyi, çiçeği koklamayı o bahçelerde öğrendik. Yoruluncaya kadar oynamayı, dünyayı unutmayı, sabahın duruluğunu, gecenin koyuluğunu orada tanıdık. Karıncalara yardım etmeyi, serçeleri beslemeyi; taştan, topraktan, çamurdan oyuncaklar icat etmeyi bahçeler fısıldadı çocuk ruhumuza. Yol gözlemeyi, yolcu etmeyi, yalnızlığı, kalabalığı, neşeyi ve kederi işledik küçücük kalplerimize bahçe duvarlarının ardında. Annelerimizin neden her mevsim biraz daha sessiz çiçekler gibi çabucak yorulduğunu, solduğunu da o bahçelerde gördük. Biz giden mevsimleri izledik, mevsimler bizi izledi, sessizce büyüyüşümüzü. Her mevsim başka bir renk her mevsim başka koku, başka bahçe idi serilen kapılarımızın önüne. 

Özlemedik bahçemiz varken uzak diyarları, başka şehirleri. Yıldızları izledik, başımızın üstünde şekilden şekle giren bulutları. Duru bir dinginlik; bahçelerden sokağa, sokaktan semtlere, tüm şehre yayılırdı her günün sabahı, akşamı, gecesi. Hastalıklar da o duvarların ardındaydı, sağlık da. Neşe de o duvarların ardındaydı keder de. 

Bir dağın eteğine kurulur gibi kurulurdu evler bahçelerin bağrına mütevazı ve her halinden emin. Bir gün evleri ayırdılar bahçelerden, o gün başladı üzgün hikayemiz.

Hatırlatacak bize şen çocukluğumuzu,

Erguvanlı bir bahçe, mor salkımlı bir duvar.

(Ziya Osman)

Bahçe; kimimiz için çoktan sararmaya durmuş bir fotoğraf, unutulmaya yüz tutmuş anılar yurdu kimimiz için duyulmuş ancak görülmemiş bir masal ülkesi.

Önce çiçekler soldu, ağaçlar kurudu, sonra sustu bahçeler küserek terk etti evlerin önünü. Serçeler, kelebekler uzaklaştı bütün mevsimleri de alarak kanatlarının altına. Bir hatıra gibi taşıdık çiçekleri saksılara, bir yazıt gibi ağaçları parklara. Duldasında, gölgesinde silindi rengarenk bahçelerin, sonsuz bir saklambaç oyununda kayboldu çocukluğumuz. Kaybolan ne bir bahçe ne bir çocukluk, koca bir dünya idi yokluğunun farkına vardığımızda. 

Şimdilerde evler bahçesiz, yetim çocuklar gibi. Şimdilerde evler sessiz. Şimdilerde küçücük balkonlarda kuruyor çamaşırlar, küçücük balkonlarda bahçe hayali yeşertmeye çalışıyoruz çocukların zihinlerinde.

Yağmur suyunun tadını, bir ağaç altında yorgunluktan uykuya dalmanın huzurunu, yanı başlarından havalanan serçelerin heyecanını yaşayamadan büyüyor çocuklarımız. 

Başkalarının hayatını yaşıyor gibi yaşıyoruz bizler de hiç bir zaman her şeyiyle bizim olmayacak soğuk evlerde.  Mevsimlerin, yeşilin, bütün renklerin uzağında kalbimiz, gözlerimiz. 

Çıksak bir seher vakti yahut akşam üstü yürümeye, ansızın omzumuza dokunan bir dut dalı,  gölgesinde nefes alacağımız bir ceviz ağacı uzatmıyor kollarını alçak duvarlardan. İğde, ıhlamur kokuları çağırmıyor dalgın adımlarla arşınlarken yolları. Çiçekli bir vişnenin mütebessim selamından da uzağız hayli zamandır. Nazlı nazlı salınarak bir kedi eşlik etmiyor adımlarımıza yanı başımızda uzanan bir bahçe duvarı üzerinde. Nicedir yas yeri evler, sokaklar, şehirler.  Caddeler yoruyor, sokaklar boğuyor, dört duvar üzerimize yürüyor ve hep kurtulmak istiyoruz kendi  ellerimizle kurduğumuz dünyadan. Uzakları özlüyoruz, başka şehirleri, başka ülkeleri. Nicedir sırtını dağlara, yamaçlara vermiş bahçeli ev resimleri yok öğrencilerin resim defterlerinde. Nicedir bir bahçe kapısını aralayamamaktan kederli ellerimiz. Çocuklar evlerin içinde değil parklarda, oyun alanlarında kendilerine emanet edilen küçücük mutluluklarla teselli buluyor. Huzura açılmıyor kapılar ve evlerin kapısında her sabah, her akşam aynı soğukluk.

Bahçesiz, üst üste yığılan evlerimiz de bizler gibi nefes almaya muhtaç. Toprak kokmuyor kapı önleri, bizden bir şeyler sinmiyor evlerimizin pencerelerine, duvarlarına; huzura açılmıyor kapılar içerden dışarı, dışarıdan içeri. Parklarda, yol kenarlarında mahzun ağaçlar, çiçekler. Kuşlar küskün, kediler sahipsiz, karıncalar şaşkın. Sadece birkaç metrekarelik bir toprak parçası değil bahçeyle bizden uzaklaşan koca bir âlem. Bahçesiz evler, ev değil tünek şehrin uğultusundan kendimizi içine attığımız. Bahçesiz evler, ev değil barınak yaşamak tufanından kurtulmak için bir köşesine sığındığımız. Bahçesi olmayan ev nedir ki soğuk ve renksiz dört duvardan, gidip gelip içinde boğulduğumuz kasvetten başka. 

Bahçe; evin dışındaki dünya, dünyanın dışındaki hayat. Bahçe, göğe, sonsuzluğa açılan penceresi evlerin. Bahçe, biz binbir mevsimi içinde yaşamış olsak da belli ki bir mevsimlik rüya. 



5 Ağustos 2020 Çarşamba

bahar şarkısı

hüseyn kaya

 

Hava birdenbire değişir, bulutları kendi aralarında garip bir telaş alır ve başınızı göğe kaldırdığınızda ansızın bir damla düşüverir göklerden yüzünüze, sonra bir damla elinize, bir damla daha… Yağmurun başladığını fark ettiğinizde artık çok geçtir. Sağa sola bakıp sığınacak bir yer arasanız da yakalanmışsınızdır bir kez yağmura. Şen ve oyun düşkünü küçücük bir kız çocuğu gibi siz kaçtıkça ondan, o habire kovalar sizi. Ya bu oyuna kendinizi kaptırır tamamen ıslanmayı göze alır ve şaşkın bakışlar arasında ıslanarak ve etrafa tebessümler dağıtarak ilerlersiniz yollarda ya da tüm işlerinizi unutup bir saçak altına sığınarak yağmurun sesiyle uzaklara dalarsınız dakikalarca.

***

Gökyüzünden değil de başka bir dünyadan düşüyor gibidir her bir yağmur damlası. Mağaza önlerinde, otobüs duraklarında onlarca insan birbiriyle konuşmadan, birbirinin yüzüne dahi bakmadan öylece bakakalır yollara, boşluğa. Yağmur yıkar götürür tüm gürültüleri, sesleri. Arabaların sesi azalır, etraftan yükselen müzik sesleri duyulmaz olur ve yalnız yağmur konuşur. O konuştukça rahmetle aydınlanır şehrin yüzü. Yüzlerce mısra üşüşür şairlerin kalbine, anneler çocuklarına şefkatle sarılır, toprak usulca kımıldar, ağaçların dallarına can yürür, serçeler bahar sarhoşluğuyla zikre hazırlanır çatı aralarında ve herkesin bildiği içinde yağmur geçen tekerlemeler usulca kalbinize kendini fısıldayarak akıp uzaklaşır zihninizden.

Yağmur dinip bulutlar dağılmaya yüz tuttuğunda sizden geriye küçük bir çocuk kalır ve yağmurun hediyesi rengarenk bir ebemkuşağı arar gözleriniz uzaklarda. Yağmur aslında en çok çocuklar için yağar ve en güzel çocuklar karşılar onu kapı önlerinde, pencere önlerinde. Vakit geceyse hisli ninnileri uzaklardan fısıldayan bir annedir yağmur.

***

Varsın bahçelerde rüzgâr gezinsin,

Yağmur ince ince toprağa sinsin

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Yazın da yağmuru vardır, güzün de ve her vakit yağan yağmurun güzelliği başka başkadır; fakat yağmurun kendi mevsimi bahardır. Öteki mevsimlerin beklenen ya da beklenmeden kapıyı vuran telaşlı misafiridir o.

Bahar geldiğinde dağ, taş, toprak, ağaç, kurt, kuş yüzünü göğe döner ve kutlu bir misafiri bekler gibi onu bekler. Bilirler ki o gelmeden bahar da gelmiş sayılmaz. Vakit gelip yağmurun eli toprağı okşadığında bahar; bayrama dönüşür, hasret; vuslata.

***

Nasıl ki güz; yaprak diliyle, kış; kar diliyle konuşur, bahar da yağmur diliyle selamlar yeryüzünü ve toprağa yağmurla söyler şarkısını. Yağmur; biraz hasretle, hüzünle; fakat en çok ümitle kendini bırakır toprağın bağrına. Sevinçten çığlık çığlığa toprağa düşen her yağmur damlasının ayrı bir sesi, ayrı bir hikayesi vardır ve her biri kendi hikayesinin duyulmasını ister. Dışarıda olmadığımız vakitlerde pencerelerimizi tıkırdatıp kaçan yağmur tanelerinin tek niyeti de budur aslında. Yağmurun hikayesi biraz da insanın hikayesidir ve ciğerlerimizi patlatırcasına içimize çekmekten huzur duyduğumuz yağmur kokusu; farkında olmasak da kendi kokumuzdur.

***

İyi ki bilmiyor kalabalıklar

Yağmura bakmayı cam arkasından

(Sezai Karakoç)

Yalnız toprağı değil düşlerimizi, hayallerimizi, çocukluğumuzu, insan yanımızı uyandırandır yağmur. Dünyada olduğumuzu, yalnızlığımızı onunla hatırlar; biraz da onu elimizde, yüzümüzde, gözlerimizde hissettikçe yaşadığımızın, rahmetten mahrum yaşayamayacağımızın farkına varırız.

Hiçbir yağmur üşütmez yalnızca içimizi titretir aslında.

Tıpkı yağmur duası gibi yağmurun da bir duası vardır yalnızca kendisini tanıyanların bildiği, duyduğu. Bu yüzden kadrini, kıymetini bilmeyenlere, duasını duymayanlara bazen küstüğü de olur yağmurun ve özletir kendini. Onun yüz çevirdiği, az uğradığı yahut uğramadığı baharlarda, şehirlerde hep bir şeyler yarım, eksik kalır; yürekler kasavetten daralır, çiçeklerin yüzünde durgunluk, ağaçların yapraklarında hüzün okunur. Suyu azalan ırmakların sinesinde balıklar endişeyle dolaşır ve nihayet kuşanılan çocuk safiyetiyle yağmur için yağmurun sahibine el açılır, dua edilir. Kalpler; kuru, çatlak topraklar gibi onun gökten inmesini beklerken; o, göğün rahmani bir dokunuşuna dönüşür ve düşer kendisi için açılmış avuçlara. Yağmur gökleri üzerimizde durdurandan umut kesmemeyi öğretir bekleyenlerine böyle zamanlarda.

Kim bilir, kimin göğe doğru açtığı avuçlar hatırına kabul olmuş birer duadır; kaldırımlara, yeni yeşermiş yaprakların uçlarına dökülen küçücük yıldızlardır üzerimize rahmet serpiştirerek geçen yağmur tanecikleri.

***

İçimdeki şarkıyı bazan dinleten bana

Bazan da gözyaşıma ayak uyduran yağmur

(Cahit Sıtkı Tarancı)

Yağmur dindiğinde çiçekler, ağaçlar, kuşlar şükranla el sallar onu getirip bırakan bulutlara. Toprağa günler sonra ilk kez ayak basan Nuh’un heyecanı, umudu ve dünyanın arınmışlığıdır aslında her yağmur sonrası kalbimizde hissettiğimiz sıcaklık. Sulara karışarak uzaklaşır bizden yüzümüz, ellerimiz, kalbimiz, cümle ağırlıklarımız ve içinde boğulduğumuz karanlık dünyamız. Gözleri ve kalbi neşeyle parıldayan ıslak bir çocuğa çevirir bizi, şayet ona yakalanmışsak bu oyunda.

***

Ben nerede yağmur yağarsa orada şemsiye kırmanın kitabıyım

(Mevlana İdris)

Her annenin çocuğuna yağmurlu gecelerde anlatacağı, içinde melek ve yağmur bulunan bir yağmur masalı olmalı. Her şairin, içinde yağmur geçen bir şiiri mutlaka olmalı ve her bestekâr içinde yağmurun sesini duyabileceğimiz bir şarkı bırakmalı yaşadığı dünyadan giderken. Yağmurlu bir günün resmini çizmemişse, çizmeyi düşünmüyorsa eğer bir ressam, resim çizmeyi bırakmalı ve yağmurlu günlerde şemsiye satışları, şemsiyeyle sokağa çıkmalar yasaklanmalı. Yalnızca yağmurun yağdığı vakitlerde yürümek için kaldırımlar, parklar, yollar inşa edilmeli bütün şehirlerde. Her yağmurdan evine kuru dönenler kapıdan içeri alınmamalı çünkü insan her bahar en az bir kez tepeden tırnağa ıslanmalı ve yağmur yağarken dünya ile ilk kez merhabalaşan tüm bebeklerin adı yağmur konulmalı.

27 Temmuz 2020 Pazartesi

sabah kasidesi

hüseyn kaya



Sabah uyanıp karşılamak yeniyi 
Ufuklara bakıp beklemek yeniyi 

Sezai Karakoç

Uykulardan, rüyalardan geçer ve ulaşır sabaha yolumuz. Her sabah yeniden yaratılır dünya ve bizler her sabah yeni bir dünyaya açarız gözlerimizi. Hiçbir şey akşamdan bıraktığımız gibi karşılamaz bizi sabaha vardığımızda. Gökyüzü değişmiştir, bulutlar, rüzgâr, ağaçlar değişmiştir. Yüzümüz, kalbimiz, ellerimiz değişmiştir… Sabah, tekrar tekrar yabancısı, acemisi olmaktır hayatın, dünyanın.

Sular serinler bu demde, çimenlere çiğ misafir olur, bağlar bahçeler asıl sahibinin diliyle söyleşir durur; bülbüller, serçeler, serviler ve rûzigâr aynı lisan ile terennüm eder. Bu vakitte coşkun ırmaklar, dereler dahi durulur ve sükûttan nasibini alır, dağlar usul usul yeniden yeryüzüne kondurulur…

Kervanlar sabah vakti yola koyulur, gecenin siyah kanatları altında gizlenen kuşlar, sabah yeniden dağılır yeryüzüne şen çocuklar gibi ve ilk onlar karşılık verir sabahın selamına.

Sabah seyredilen her ufukta meleklerin izinden, sabah çıkılan her yolculukta yerin, göğün zikrinden muhakkak bir şeyler değer üşüyen kalbimize.

Her sabahın yeni bir dünya olduğunu görmemek, hissetmemek vaktin selamına karşılık vermemek, sabahı ve sabahın sahibini incitir farkında olmasak da.

***

Sabaha ermek uzun bir yoldan dönmektir kendimize. Bilmediğimiz mekânlardan, zamanlardan geçer, aramadan buluruz kendimizi her sabah bıraktığımız yerde.

Bütün hislerden, kişilerden, kalabalıklardan arınarak açarız dünyaya gözlerimizi ve dünya yeniden dolar gözlerimizden usul usul cümle varlığımıza.

Hayat bir sabahtan diğerine kendimizi taşıyıp durmaktır biraz da.

Nasıl ki akşamlar ayrılığa, hicrana, yalnızlığa açılan bir kapıdır, sabah da kavuşmaların, ümitlerin, heyecanların kapısıdır. Küskünlükler, kırgınlıklar, sitemler sabah kapısının gerisinde kalır. Geceden sabaha mum gibi erir akar ruhumuzun katılıkları.

Bilmediğimiz şehirlere, kasabalara çoğu zaman sabah vakti adım atarız ilk kez. Gurbetin içimizi yakan havasını ilk kez sabah vakti çekmişizdir ciğerlerimize. Gurbetten sılaya dönüşümüz de muhakkak bir sabah vaktindedir yine.

En güzel haberler sabah vaktinde çalar kapımızı. Her vakit hayırlıdır fakat sabah hayırların vaktidir.  Bir yolun sonu yeni bir yolun başlangıcıdır her sabah.

Bir yol başlıyor gibi, ümitli, rahat.

Tanrım! bu sabah içim senin eserin

Ziya Osman Saba

***

Diğer bütün vakitler gibi sabah vakti de bir ayete dönüşür harflerini tanıyabilenler için. 

Yıldızlar dökülürken göğün denizine, ay silinirken sessizce, usul usul açılan güller, kendinden geçmiş cümle çiçekler sonsuz bir sabahın ülkesini müjdeler hasretle, hüzünle. Kuşlar o ülkeden gelen rayihalarla kanat çırpmayı, rüzgâr diyar diyar dolaşmayı unutur. Cümle mevcudat aynı hayret denizinin sularında sallanır durur.

Herkese başka gelir sabah, her mevsime başka. Bebekler; çiçekler gibi bekler sabahı, gecenin karanlığından değil sabahın hasretinden nemlenir onların gözleri.  Çocuklar biraz daha büyür her sabah, her sabah başka ümitlerin ırmağında yıkanır kalpleri ve yaşlılar biraz daha yaklaşır kendilerini bekleyen büyük sabaha her günün aydınlığında.  

Sabahın yağmurla geldiği olur bazen kapımıza, penceremize. Bulutlardan ruhumuza dökülen bir sükûnun adı olur sabah ve caddeler, sokaklar, evlerin çatıları yıkanıp arınırken, hafifçe karıncalanır kalbimiz.

Karla uyandığımız sabahlar bembeyaz hatıralarla işlenir ömür defterimize. Yolların, dağların karla kaplandığı sabahlar bütün gözlere ayan olur dünyanın yeniden yaratıldığı.

Güneşli sabahlar yalnızca çocukluğumuzdan el sallar, hatırlatır kendini. Binbir çeşit kuş sesi gelir kulağımıza uzaktan, hatıralar arasından.

Bahar, yaz yahut kış sabahı… Hepsi aynı şiirin başka mısraları gibi ahenkle gelir geçer penceremizden, bahçemizden ve savrulur dururuz bahar sabahından yaz sabahına, yaz sabahından kış sabahına. Herkese başka gelir sabah, her mevsime başka.

Ömrümüzün en unutulmaz sabahları şüphesiz bayram sabahlarıdır. Cennetten gelir gibi gelir ve çalar kapımızı, penceremizi bayram sabahı. Kapılar, pencereler o gelmeden evvel açılır onun bereketine, huzuruna. Aslında sabahın kendisi bir bayramdır da bizler onu bir türlü hatırlayamayız. Sabahın da bayram olduğunu en iyi hatırlayanlar umutsuz hastalar ve sokaklarda sabahlayan evsizlerdir çoğu zaman.

Tatil sabahları yeniden dünyaya, sevdiklerimize bahşedilmişliğimizin huzuru ile uyanırız. Tebessüm bütün yüzlere misafir olur. Uzun bir ayrılıktan dönmüş gibidir tüm sevdiklerimiz. Uykunun, evin, çayın, ekmeğin ve zeytinin gerçek manasına erişilir bu demlerde. Cennetten bir esinti gelir geçer kalplerimiz üzerinden.

Uyandığınız yer neresi, uyandığınız gün hangisi olursa olsun sabah umuttur. Gece siyah saçlarını usul usul toplayıp ayrıldığında yeryüzünden, sonsuza kadar sürecekmiş gibi uzayan bir huzuru, sessizliği bırakır yokluğunun yerine. Sabah en büyük mucizedir paslanmış bakışlarımız için. Vakt-i seherde göz aydınlanır, kalp titrer ve gün yalnızca doğuşuna şahit olanlara bağışlar sırrını, bereketini.

Hatalardan, günahlardan uzaklaşmamız için bir fırsat daha verildiğinin ilanıdır gözlerimizi açtığımız her sabah. Tövbeler, pişmanlıklar, şükürler yükselir arzdan arşa yeni başlayan bütün sabahların içinden.

Henüz bestelenmemiş şarkıların, yazılmamış şiirlerin müjdesi gizlidir sabah vakitlerinde. Bacalarda duman, yaprakta çiğ, bebeklerin yüzünde tebessüm, besmeleyle düşülen yol, umutla açılan kepenktir sabah. Uyuyan bebekler sabahtan alır yüzlerindeki ışığı, nuru, huzuru. Çiçeğe duran ağaç, pencereye tırmanan sarmaşık sabahtan alır cesareti, ümidi.

umut gibi ışı

ezan gibi uzan her sabah

Sezai Karakoç

***

Sabahı olmayanın öğleni de olmaz akşamı da. Gün kalesinin fethi sabahın fethiyle mümkündür ancak. Uyuyakalınmış, uykuyla değişilmiş sabahlar, kayıp zamanlarıdır ruhumuzun. Böyle vakitlerde tazelik ve umut uzağına düşer kalbimizin. Baş ağrıları, sıkıntılar, pişmanlıklar dolanır durur üzerimizde. Bir önceki günün üzerine eklenmiş bir gündür yaşadığımız. Yollarda kendi ayak izlerimize rastlarız, gökyüzü bıraktığımız yerde gibidir. Bulutlar dahi değişmemiş görünür gözümüze. Ne sabaha kadar yıldızlar yanmıştır gökyüzünde ne seher rüzgarı dolaşmıştır kapı kapı. Çayın tadı aynıdır, ekmeğin tadı aynı… Adımlarımız yolları incitir, serçeler ürker nefesimizden. Ne ağaçların selamını alırız ne bulutların… Kokusu, rengi uçar yaklaştığımız tüm çiçeklerin. Dilimiz dönmez olur, sesimiz kısılır, yarım kalır şiirler, şarkılar.

Bütün vakitler sabahın başladığı yerden devam eder ve taşır bizi diğer vakitlere. Sabahı nasıl yaşamışsak öyle yaşarız akşamı, geceyi de ve sabahları nasıl geride bırakmışsak öyle bırakmışızdır bütün ömrümüzü de.


nisan, 2013


kelimeler

hüseyn kaya

Onlarla başladı hikâyemiz; öncesi büyük sessizlik. Duyduk ve var olduk, duyduk ve inandık her şeye.

Yalnızlıklarımızın da ayrılıklarımızın da sebebi onlar; hüznün, gözyaşının, tebessümün zaman zaman gelip otağını içimize kurmasının da…

Kimileri; hayat, der içimizde gitgide ağırlaşan bu yüke, kimileri dünya. Oysa gittikçe ağırlaşan yükümüz yalnızca onlardır bu dünyada. Zihnimizde yeşerse de kökü kalbimizde yürür, büyür bütün kelimelerin.

***

“Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine.”

(Sezai Karakoç)

Tıpkı harfler gibi kelimeler de bizlere benzer. Onların da suskunu, konuşkanı, yaşlısı genci, zengini, fakiri vardır. Kimi kandırır sürekli, kimi içten pazarlıklıdır, kimini nereye isterseniz oraya çeker götürürsünüz öylesine saftır. Gökyüzüne ya da karanlığa açılan bir pencere, ufka açılan kapı gibidir bazıları, onların gösterdiğinden başkasına kör, onların fısıldadığından başkasına sağır olursunuz.

Biz mi açarız onca pencereyi, kapıyı duvarlarımıza yoksa kendileri mi beliriverir önümüzde bilemeyiz, biz mi rengini veririz kelimelere yoksa onlar mı renklendirir bahçemizi meçhuldür çoğu zaman.

***

"ey hep bir kelime arayan kalbim

sonra arayan tekrar arayan kalbim"”

(Erdem Bayazıt)

Kelimeler ararız durmadan bir şeyleri hatırlayabilmek, anlatabilmek için. Kelimeleri sobeler ve kelimelere sobeleniriz karanlık ormanlarda. Şarkılara, şiirlere, hikâyelere çağırırız onları; oysa her kelime yankısı içimizi titreten bir şiirdir, şarkıdır, hikâyedir başlı başına.

En beklenmedik vakitlerde gelir, dilimize kıymık gibi saplanırlar. Ya bir çiçeği soldururlar ya bir yarayı kanatırlar. Tuz ırmağı gibi akıp giderler kalbimizin üzerinden.

Bizler konuştuğumuzu, yazdığımızı sanırız oysa onlar bir türlü netleştiremediğimiz suretleriyle köşekapmaca oynuyorlardır zihnimizde, kalbimizde. Düşündüğümüzü sanırız oysa onlar bizim bilmediğimiz bir yolculuğa çıkmışlardır içimizde bilmediğimiz diyarlara doğru. Bazen uzaktan gemilerle geçerler de duymazlar sesimizi, dönüp bakmazlar el sallayışımıza, uğramazlar ıssız adamıza. Çağırırız gelmezler, göndermek isteriz gitmezler. Bazıları rüyalarımıza kadar takip eder bizi. Nereden geldiklerini, nereye gideceklerini bilemeyiz tıpkı ne zaman geleceklerini bilmediğimiz gibi.

Şairin, yazarın oyuncağı sanırız kelimeleri oysa onlar en sevgili oyuncağıdır bütün kelimelerin. Kelimeler onlara tutunur, onlar kelimelere ve öylece dolaşırlar sarp kayalıklarında ilhamın.

Âlimlerin ayakları dolaştığında birbirine hikmetin, hakikatin kıldan ince kılıçtan keskin köprüsünde, kelimelerin himmetiyle yürür geçerler karşıya.

Kimileri için ekmek kapısı olsa da yeryüzünün en faydasız uğraşlarından birisidir kelimeleri sınıflandırma çabası zira hiçbirini bulamazsınız bıraktığınız yerde. Yaramaz, huysuz çocuklar gibidir kelimeler ne avuca sığar, ne ele.

Herkesin aynasında başka bir resme, hakikate dönüşür kelimeler. Gökyüzündeki bulutlar, sahildeki dalgalar gibi durmadan şekilden şekle girerler lakin yine de kifayetsiz kalırlar çoğu zaman hâle tercüman olmaya.

Bir kelime sevmeye yeter bazı insanları, bazı şiirleri. Bir kelime küstürebilir bizi birilerine. Bir kelime yüzünden bir türkü ateş olur düşer içimize. Bir kelime yüzünden bir şiir çatlatır şairin kalbini geceler boyu… Belki bir kelime yüzünden başlayan, biten savaşlar da vardır yeryüzünde.

Karanlığa götüren de bir kelimedir cümlemizi aydınlığa götüren de.

***

“kelimeler, bazıları tüyden bazısı demir”

(İsmet Özel)

 Yaprağa benzer bazı kelimeler, sararır ve düşer serin rüzgârlarla gözlerimizin önünde terk eder bütün manasını, boşunadır öyle kelimelerin ardından koşmak, onları tekrar düştüğü dalın ucuna yapıştırmaya çalışmak. Aylar sonra bir başka yaprak yeşerse aynı yerden, düşen o yaprağın yeri sonsuza kadar boş kalır. Kalbinizde bir ize, gözlerinizde fersizliğe dönüşür bu türden kelimelerin bıraktığı boşluklar.

Yağmur gibi ansızın pencerenizi tıklatan yahut yol ortasında sizi sırılsıklam bırakan kelimeler de vardır, renkli kelebekler gibi peşine takılıp dere tepe aştığınız kelimeler de. Hayal gibi, umut gibi görünüp görünüp kaybolanı yahut vehim gibi aslında olmayan ancak sizi varlığına çağıranı da vardır kelimelerin.

Bir de söz avcılarından yalnızca hikâyelerini dinlediğimiz lakin asla görmediğimiz duymadığımız kelimeler vardır, kimi kaf dağının ardında yedi yılda bir açar, kimi okyanusların ıssız derinliklerinde yaşar.

Kelimeler, bazen her şeyin müsebbibidir bazen hiçliğin sessiz karanlığı.

Rengini kalbimizden, kanımızdan alan tuğlalardır bazıları. Nerede, hangi şehirde yaşıyorsak yaşayalım o tuğlalarla inşa edilmiş kalenin duvarlarıyla sınırlıdır dünyamız.

Yazgımıza serpiştirilmiş kelimeler en zor en uzun kelimelerdir. Dilimiz kâh döner kâh dönmez, harf harf, hece hece durmadan okuturlar kendilerini. Rastladığımız tüm kitaplarda mahzun ve sahipsizdirler, yuvasını kaybetmiş kuşlar gibi uçuşurlar satır aralarında. Lügatler takatsiz düşer, kocaman defter yığınlarına dönüşür bu kelimelerin önünde.

 Görmeyenin ışığı, hastanın hekimi, bebeklerin, dilsizlerin kirlenmemiş cennetidir kelimeler. Dikkatle dinlediğimizde uzak diyarların özlemini, bilinmeyen dünyaların esrarını duyarız her kelimenin uğuldayan boşluğunda çünkü kelimeleri hiçbiri dünyaya ait değildir aslında. Harfler onları var etmek için bulunmuş şekiller değildir, harfler yalnızca terzisi ve cümleler elbisesidir onların.

***

“Kelimeler var seni anlatamadığım içinde deniz gibi boğulduğum”

(Behçet Necatigil)

Tıpkı harflere benzediğimiz gibi yeryüzüne serpiştirilmiş kelimelere de benzeriz biraz yahut içimizde taşıdığımız, içimize taşıdığımız kelimeler bizi benzetir kendilerine. Sesteş kelimeler gibi suretlerimiz aynı olsa da her birimizin mana aynasında başka başkadır yüzü. Tıpkı kelimeler gibi bir manasını ararız suretimizin, sesimizin ömür boyu. Ömrümüzü verir o manayı satın almaya çalışırız dünya pazarında.

Bir ömür kelimeleri taşırız içimizde, bir ömür kelimelere taşırız içimizi. Hepsi budur dünyanın, hepsi bu kadardır hayatın.


aralık, 2013

26 Temmuz 2020 Pazar

hüseyin kaya ile mülakat

konuşturan: hatun uzunpınar, sivas anadolu lisesi öğrencisi.

1. Hatırlayabildiğiniz kadarıyla nasıl bir çocuktunuz?

Çok bilmiş, büyüklerle gevezelik eden, oyun bilmeyen, oynadığında da hep kaybeden… Çok arkadaşı olan ama dostu olmayan, top oynayamayan, beden eğitimi ve müzik derslerini sevmeyen bir çocuktum hatırladığım kadarıyla. Büyüklerle sohbet etmeyi, onları dinlemeyi, meclislerinde bulunmayı severdim. Yaşıtlarımla pek anlaştığım söylenemezdi herhalde.

 

2. Lisedeyken edebiyatla aranız nasıldı?

Edebiyata ilgim büyük oranda lisede başladı. Herkesten ve her şeyden çok edebiyatla aram iyi oldu o yıllarda.

3. Ailenizde sizden başka edebiyatla uğraşan var mıydı?

Hayır, ne edebiyatla ne de sanatın başka herhangi bir dalıyla uğraşan olmadı ailemde.

4. Kendinize örnek aldığınız birisi var mıydı?

Örnek almadan ziyade “olmak istediğim” kişiler vardı hem bizim edebiyatımızda hem de dünya edebiyatında. Lisede Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’u ardından Tolstoy ve Exupery’yi çok sevdim. İlerleyen yıllarda Niyazi-i Mısri, Fuzuli, Şeyh Galip gibi isimler de bu listeye dahil oldu. Halen bu isimlere –belki üç beş tane daha ekleyebiliriz- saygım ve muhabbetim devam etmekte.

5. Neden hikâye roman değil de, şiir?

Şiir diğer türlere nazaran daha içsel ve daha çok ferdi ilgilendiren bir yapı arz ediyor. Edebiyatın en yoğunlaştırılmış hali, özü belki. Roman, hikaye ya da diğer türlerin çoğunda dış dünyaya sizi taşıyan ve dışarı ile ilgili olmanız gerektiren unsurlar var sanki. Şiir için başkalarının dünyasına girmeniz, onları gözlemlemeniz, onları anlatmanız gerekmiyor. Size, siz yetiyorsunuz yani belki bu yüzden oldu. Ayrıca şair mi şiiri seçer yoksa şiir mi şairi seçer bu da düşünülmeli elbette.

Hikaye ve masal denemelerim de oldu ama şiirin farklı bir tarafı var ve izahı zor bunun.

6. Yazarken nelerden ilham alırsınız?

Şiir arar ve bulur söyleyenini ve hiçbir zaman birbirine benzemez gelişi. O yüzden yorar, şaşırtır söyleyenini. Şiiri söylerken şair başkalarından önce kendisi yaşar onun heyecanını her sefer. Eğer alışkanlık haline gelmişse şiir söylemek ve hazırlıklıysanız zaten şiir sahihliğini, içselliğini yitiriyor demektir.

7. Sizce de edebiyat hayatın içinde midir?

Edebiyat hayatın kendisidir ilgilenenler için. Hayatın dışında bir edebiyat elbette rüya, sayıklama ya da oyalanmadır. Belki yalanla meşgul olmaktır.

8. Türk ve dünya edebiyatında örnek aldığınız yazarlar hangileridir?

Tolstoy, Rilke, Hesse, Andre Gide, Exupery dünya edebiyatından aklıma gelen isimler. Türk edebiyatından ise, Fuzuli, Şeyh Galip, Sümmani, Erzurumlu Emrah, Niyazı-i Mısri, Ziya Osman Saba, Sezai Karakoç gibi isimleri söylebilirim.

 

9. Yazacağınız şiirleri kimlere ithaf ediyorsunuz?

(yazdığınız olmalı)

Benim için bütün şiirlerin ithafı sözün sahibine, onu söyletenedir. O’nu ima etmiyorsa da yine O’na ithaftır. Söz emanettir, emanet aldığınız bir şeyi başkasına ithaf etmek doğru değildir düşüncesindeyim.

10. Edebiyat öğretmeni olduğunuz için mi yazar oldunuz, yoksa yazar olduğunuz için mi edebiyat öğretmeni oldunuz?

İkincisi daha doğru. Edebiyat sevgisi beni edebiyat öğretmenliğine yönlendirdi. Umduğum gibi bir sistem ve ortamı hiçbir zaman bulamadım edebiyat öğretmenliğinde ama yine de yorulmadan yapabileceğim tek iş bu galiba.

 

11. “çekil gideyim hayat” adlı kitabınızın nasıl oluştuğunu anlatır mısınız?

Çeşitli dergilerde yayımlanmış yaklaşık on yılın şiiri var o kitapta. Lise yıllarımdan beri bir kitabım olsun istemiştim; ama artık kitabım olmasa da olur, diye düşünmeye başladığım zamanlarda kitap yayımlandı. İyi mi oldu kötü mü halen karar verebilmiş değilim zihnimde. “Ne olmuşsa iyi olmuştur” diyerek geçiştiriyorum bu durumu.

 

12. Şiir yazarken ne tür sorunlarla karşılaştınız?

Şiirin kendisi bir sorundur zaten.

Bu sorunu algılamakta yaşadığım sıkıntılardan belki bahsedebiliriz. Bu pek çoğumuzun ortak sorunu aslında. Kurulan ilişkiler samimi, ciddi ve sahih olmaktan öte hep çıkarlara dayalı. Tüccar ve “bizdense iyidir” mantığı dergilere, ders kitaplarına, üniversitelere kadar girmiş durumda. Temiz, sahih kişiler, ürünler bulmak çok zor. Nasıl gıda ortamında bir kirlilik varsa edebiyat şiir ortamında da aynı sağlıksız ve hormonlu ürünlerle tiplerle karşılaşmak mümkün. Bunları tanımak zararlarını görmek bazen çok zaman alıyor ve sağlığınız bozulabiliyor.

 

13. Yazdığınız şiirlerin konusunu neye göre belirliyorsunuz?

O kendisini belirleyerek yazdırıyor zaten ben çok müdahale etmiyorum.

 

14.edebiyata karşı siz de ilk ilgi ne zaman nasıl uyandı?

İlk gençlik yıllarımda.

 

15. Çalışkan bir öğrenci miydiniz? Hangi dersleri sever, hangilerinden nefret ederdiniz? Öğrencilik hayatınıza ilişkin anmak istediğiniz bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?

Tembel bir öğrenci değildim; ama çok çalışkan da değildim. Öğretmenlerimle aram hep iyi oldu ve ders, not dışındaki yönleriyle onlardan bir şeyler almaya çalıştım. Sanırım onlar da benim bu yönümü gördükleri için beni sevdiler. Tüm çıkar münasebetlerinden uzaktık yani birbirimize. O yüzden ben de öğrencilerimle benzer münasebetler kurmaya çalışıyorum. Notlardan, buçuklardan, küsuratlardan öte bir münasebet.

Liseye dair pek çok güzel hatıra var zihnimde ancak bunları yeri geldiğinde paylaşmak daha anlamlı sanırım.

 

16. Bugünkü edebiyatımız hakkındaki yargınız nedir?

Durum iç acıcı görünmüyor zira ciddi bir dil problemi yaşıyoruz millet olarak. Beraberinde insanların hayat tarzları da elbette yazdıklarına siniyor. Hayatların parçalandığı, dünyaya, eğlenceye, gündelik telaşlara ömürlerin heba edildiği bir zamanda iyi ürünler, iyi şeyler görmek, görüyorum demek mümkün değil. Dışarısı, yani dış dünya olanca oburluğuyla bekliyor orada ama bana düşen kendi sorumluluklarım elbette. Yaşadığım sürece yavaş yavaş da olsa yazmam gerektiğine inanıyorum.

17. Edebiyatımızın gelişmesi için neleri gerekli görüyorsunuz?

 

Suni müdahalelerle netice almak pek mümkün değil bu hususta. Toplumdaki her şey birbiriyle ilgili aslında. Edebiyatta gördüğümüz sıkıntılar müzikte de var, sinemada da var. Okullarda ve eğitim kurumlarında bazı tedbirler alınabilir belki ama bu yıllarda bile başlansa tedbirler alınmaya neticeye ulaşmak çok uzun sürecektir.

 

18. Son olarak günümüz gençlerine ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?

Gençlik ve tavsiye… Zıt anlamlı kelimeler kadar uzak iki kelime aslında. Yine de düşünmelerini, okumalarını, dinlemelerini, yine düşünmelerini tavsiye ederim.

2009 nisan

"ver cüceye onun olsun şairlik"

hüseyn kaya

 

Gerek Türk gerek dünya edebiyatında öteden beri sanatçı yahut şair duruşu toplumun genel yapısından farklı, sıra dışı birtakım tavırlar bütünlüğünde algılana gelir. Mezkur duruş bir genelleme olmasa da halen sanatkar yahut şair kimliği telaffuz edildiğinde muhakkak zihinlerde alışılmış karşılığını bulur.

İslamlaşmış toplumlarda ve Batılılaşma dönemine kadar olan Türk edebiyatında ve “şair” çoğunlukla hikmet, hakikat avcısı, onur sahibi bir bilgedir. Öyle ki devlet yöneticileri dahi şairliğe heveslenir ve şairlere özel bir değer verir. Sultanlar halktan ziyade şairlerin dilinden duymak ister kendi meziyetlerini. Bu durum kimi şairlerde sarayla barışık kalabilmek adına kişilik zafiyetine yol açsa da hakiki şair daima hakikatten ve katıksız şiirden yana sergiler tavrını.

Batılılaşma süreciyle beraber toplumsal olayların merkezine daha çok yerleşen ve kısmi bir kırılmaya uğrayan şair kimliği, kişiliği Milli mücadele yıllarında da bu vazifeyi üstlenmeye devam eder. Cumhuriyet döneminde değişen toplum ve yönetim anlayışıyla beraber asıl ve büyük kırılmaya maruz kalan şair kimliği neredeyse tüm olumlu vasıflarına veda eder. Rahat düşkünü, hercai, menfaatten yana ve mücadeleden uzak şair tavrı bu dönem şiirine mührünü vurur.

Makam, rütbe ve şöhretin cazibesine kendini kaptıran pek çok bu dönem şairi; artık hikmet, hakikat, sonsuzluk, ilahi aşk gibi arayışların ötesinde günübirlik yaşayan ve arzularının peşinden sürüklenen, ilhamın kapısına yalnızca çıkarlar adına uğrayan, kalemini yalnızca menfaatleri için kullanan hercai bir asalağa dönüşür. Bu dönemde şair sayılabilmenin, belli kapıları açabilmenin en kolay yolu “haklı haksız” demeden “eskiye sövmek ve yeniyi övmek”ten geçer. Dönemin tüm olumsuzluklarına rağmen kişiliğinden, şair şuurundan, doğru bildiği davasından vaz geçmeyen, şiirin ve insanlığın yüz akı az sayıda isim de vardır muhakkak.

Toplumların büyük sarsıntılar geçirdiği bulanık dönemlerde, dışlanmaya, “öteki” ilan edilmeye, sürgüne, mahpusa maruz bırakılmalarına rağmen daima “hakikatin sesi”olan ve eğilip bükülmeyen şairler her millettin zihninde ebediyen yaşar.

Mehmet Akif, bu manada son dönem edebiyatımızda emsaline az rastlanan bir kişiliğin, tavrın sahibidir.

  Kişiliğini ve hakiki kimliğini, sahte bir şair kimliği ile takas etmeyecek kadar hak ve hakikat taraftarı olan Mehmet Akif’i millet hafızasında yücelten değer şüphesiz onun yalnızca İstiklal Marşı şairi oluşula izah edilemez. Onu bize sevdiren, benzerlerinden farklı kılan, onun Safahat’ını hepimiz için başucu kitabı yapan, onun kelimeleri, mısraları değil “bizden” olan “bize” tarafıdır. Hepimizin ortak vicdanı, hislenişi ve seslenişidir Mehmet Akif biraz da.

Mehmet Akif yegane çabasının şiir ve şairlik yönünde olmadığını Sahafat’ın ilk sayfalarında söylemek çekinmez:

“Bir yığın söz ki, samîmiyeti ancak hüneri;

 Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.

Şi’r için “göz yaşı” derler; onu bilmem, yalnız,

Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!”

Onun için asıl hüner samimiyettir, acziyetini anlayabilmektir. Ne divan şairleri kadar kendisini, şiirini övmeyi hazzeder Akif ne de günümüz şairleri gibi övülmek, medhedilmek ister. Onun şiiri doğrudan doğruya hayatından damıtılmış bir çilenin özetidir aslında:

 

“Safahât’ımda, evet, şi’r arayan hiç bulamaz,

Yalınız, bir yeri hakkında: “Hazin işte bu!” der.

-Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi ya?

-Üç buçuk nazma gömülmüş, koca bir ömr-i heder?”

Pek çok şiirinde; sanat, edebiyat kaygısı gütmediğini ifade eden şair, şiiri yüceltmez, putlaştırmaz ve yalnızca bir araç olarak görür hakikati dile getirebilmek adına.

“İnan ki, her ne demişsem, görüp de söylemişim

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:

Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!”

Akif’in şiir anlayışı, Şuara suresinin ikazını kendisine düstur eden bir zemin üzerine kuruludur ve o, bu düstur dışında şiir adına hiçbir ölçüyü kabul etmez. Mehmet Akif, Sebilürreşat dergisinde “Millete Musibet Şairler” başlığı ile kaleme aldığı yazısında; “dilini maymuncuk gibi kullanan”, “bir kafiyeye bin hakikati kurban eden” şairleri “serseri”, onlara iltifat edenleri de “kopuk” olarak vasıflandırmaktan çekinmez.

Şiir ve edebiyatın sınırları Mehmet Akif ‘e göre İslamın kabul edebildiği ölçüde ve ahlak, millet menfaatine icra edilmelidir. Edebiyatı, milletin ruhu olarak nitelendiren Mehmet Akif çok yakından aşinası olduğumuz “şair kokuşması”nı “toplumdaki bozulmanın göstergesi olarak algılar : “Allah korkusu namına kalbinde hiçbir şey taşımayan; zulme, haksızlığa karşı bütün samimiyetiyle karşı çıkmayan şairler, hangi toplumda çok miktarda varsa, Allah o topluluğun belasını vermiş demektir.”

Sezai Karakoç’a göre Mehmet Akif: “toplumun var veya yok olma savaşını şairliğinden önde tutmuş”tur ve onun şiiri “batmakta olan bir toplumu kurtarmanın çığlığı, sesi, öfkesi, yalvarışı ve direnişi”dir. Mehmet Akif’i milletin gönlünde yaşatan, Safahat’ı yücelten ve ölümsüzleştiren en büyük etken şüphesiz onun samimiyeti, çığlığı, sesi öfekesi, yalvarışı ve direnişidir; şiir, şöhret adına hakikat çizgisinden dönmeyişidir.

 

 


12 Temmuz 2020 Pazar

çay

biriniz birkaç yıldız taksın gökyüzüne / biriniz çay hazırlasın”

(Mevlâna İdris)

Siz ne zaman fark ettiniz onun ehemmiyetini?

Lise yıllarında, kalbinizin ritmini yakalamaya çalıştığınız arkadaş ve dost meclislerinde mi, yoksa geçmek bilmeyen saatleri birbirine uladığınız askerlik günlerinde mi? Belki kıramayacağınız birilerinin ısrarı ile dahil olduğunuz bir sohbet meclisinde, belki de sabaha kadar ders çalışmak zorunda kaldığınız uzun bir kış gecesinde… Belki de halen onun sizi götürdüğü diyarların, size açtığı kapıların farkında değilsiniz.

Hayatımızın kıyısına sessiz sedasız ilişen ve ancak kendisinden uzak düştüğümüzde kıymetini anlayabildiğimiz, tıpkı aşk gibi üç harflik bir kelimedir çay. Ve tıpkı aşk gibi ne vakti vardır bir bardak çayın ne sebebi ne de mevsimi.

Çay gelir, bütün makamlar, sıfatlar terk eder gider sahibini.

***

“vadilerden renkli yağmurlar gibi gelir / içtiğimiz çay”

(Sezai Karakoç)

Günler çay dolu bardaklarla kovalar birbirini, mevsimler çay dolu bardaklarla döner durur.

İlkbaharda güneşin ışıkları çiçeklerin yapraklarında nasıl kendi rengini bulursa, çay bardağının yüzünde dahi bambaşka bir ışıltıya dönüşür. Çay değil de bir yudum sabah aydınlığı, bahar tazeliğidir ruha dolan çay dolu bardaklardan. Ümit ve şükür çayın üzerinde buğudur, usul usul çayın ve ümidin sahibine yükselir.

Güneşin kavurduğu, sineklerin dahi kanatlarının kımıldamadığı yaz öğlelerinde buzlu suların, soğuk meşrubatların veremediği serinliğe bir bardak sıcak çayın araladığı kapıdan ulaşılır. Çay öyle bir kapıdır ki önünde durduğunuz vakte göre kâh serinliğe açılır kâh sıcacık iklimlere.

Mevsim sonbaharsa şayet, güneşin solgun yüzü düşer çay dolu bardaklar üzerine. İçtiğiniz çay ne kadar sıcak olursa olsun, uçuşan sarı yapraklar, yağmur çağıran bulutlar her yudumda faniliğin tadını bırakır damağınızda.

***

“Biraz çay soğuklarda / Ne kadar acı şu dünya”

(Behçet Necatigil)

Çayın ekmek kadar değerli, su kadar aziz olduğunu çoğunuz erkenden havanın karardığı uzun kış gecelerinde tecrübe etmişsinizdir. Ki o gecelerde çaydan bahanelerle yakın uzak cümle dostların kapıları çalınır, sohbet meclisleri kurulur. Bulutlar yaklaşır yeryüzüne sırf bu sohbetlerden nasibini almak için. Dağlara taşlara sükutun gölgesi düşer, ırmaklar durgunlaşır. Çaydan söze, sözden kalbe ince ince dokunur nakışları hikmetin, hakikatin.

Saatler, takvimler hükmünü yitirir,  zaman unutulur, dünya durur çayın sonsuz ırmaklardan bardaklarla doldurulduğu sohbetlerde.

Çayın demini alması ne birkaç dakikalıktır ne birkaç saatlik… Çay asırdan asıra, diyardan diyara dolaşırken hem süzülür hem alır demini, rengini. Ondan uzak duranlar, farkında olmasalar da telafisi nâmümkün bir ziyanın içindedirler.

***

“ama bu kente gelirsen unutma beni ara,

sana bir çay ve temiz yaralar ısmarlarım”

(Osman Konuk)

Dostlarla bir bardak çay içebilmek hatırına köylerin, kasabaların, şehirlerin gerilerde bırakıldığı da olur, otobüslerin, trenlerin kaçırıldığı da. Uykusuz ve uzun kış gecelerinin kâh mihmanı kâh mihmandarıdır çay dolu bardak. Onunla ısınır soğuk odalar, muhabbetler renklenir, dostluklar tazelenir. Dostluklar, muhabbetler gibi yalnızlıklar da onunla büyür kalbin en kuytu kenarında.

Bazen yağmurun, bazen usul usul başlayan karın tam ortasında düşer aklınıza onun yokluğu bir kıymık gibi. Gecenin en karanlık yerinde kendine çağırdığı da olur, ilk ışıklarıyla da sabahın sizi uyandırdığı da.

Çay hem ümittir hem hüzün hem gurbettir hem sıla.  Ressam için adı konulmamış bir renktir çay, şair için sessiz bir mısra.

Günün hangi vakti olursa olsun, bazen her yudum başka bir şükre dönüşür dudaklarınızda. Bardak parmaklarınızın arasında camdan bir tespih gibi dolaşır. Uzar gider göğe doğru bardağınızın üzerinden harfler, şekiller. Bir çocuk masumiyeti gelir, misafir olur yüzünüze.

***

“Es-sohbetü bilâ çay

Ke’s-semai bilâ ay”*

Çay olmadan bardağın bir mana ifade etmemesi gibi, bardak olmadan da çay bir mana ifade etmez. Masalar, ocaklar, mekânlar ya onunla değer bulur ya da değerine değer katar.

Yeryüzünün en bahtiyar bardağıdır çay dolu bardak. Zira bardağın yüzünü yalnızlığın, sevdanın, gurbetin rengine bezeyen yalnızca çaydır. Sihirli bir küreye benzer çay dolu bardak çoğu zaman. İçinde geçmişin karanlık dağları, geleceğin aydınlık ovaları ve koyu bir kalemle yazılmış kaderin harfleri dalgalanır durur. Onun misafir olduğu masadan tıpkı kırgınlıklar, kızgınlıklar gibi ağrılar, acıların dahi uzaklaştığı olur. Abartı değildir onunla şifa bulması bazı dertlerin.

***

“çay içiyoruz

mutlu bir sessizlik içinde”

(Cevat Çapan)

Tamam olan eksiğimiz, yarım kalan uykumuz, tazelenen ömrümüzdür bir bardak çay.

Öylesine vefalı bir dosttur ki o, hani uzak kalıversek kendisinden, unutur gibi olsak dünya telaşından, varamayacak olsak yanına, o bulduğu ilk fırsatta hatırlatır kendisini ve çıkar karşımıza. En zor, dar vakitlerde dahi bir yolunu bulup ulaşır bize. Ne kendisini tatsız bulup da şeker katanlara darılır, ne içine karanfil, tarçın atanlara. Ne yanına limon koyanlara küser ne de plastik, kâğıt bardaklarla sunanlara. Şehirlerarası otobüs yolculuklarında, terminallerde, istasyonlarda, uğultulu okul kantinlerinde, boğucu hastane koridorlarında, bir çay bahçesinde, kahvehanede bekleyişin karanlık duvarları onunla yıkılır, onun buğusuyla uçar gider başımızın telaşı, gönlümüzün darlığı. Onunla demlenir dünya, demlenir hayat.

Onun buğusuyla ulaşır göklere ahımız.

Bir bardak çayın kadrini, değerini bilmeyenler sohbetin, muhabbetin, dostun kadrini kıymetini de bilmez. Dönen çay bardaklarının sesleriyle süslenmeyen meclislerde dostluğun, yârin, yâranın izlerini aramak nafiledir.

Nerede kiminle hangi mevsimde, vakitte içiliyor olursa olsun, çay her meclisin öznesi, iyiliğin, sadeliğin hayatın resmidir.

Hayatımızın kıyısına sessiz sedasız ilişen ve ancak kendisinden uzak düştüğümüzde kıymetini anlayabildiğimiz, tıpkı aşk gibi üç harflik bir kelimedir çay ve tıpkı aşk gibi ne vakti vardır bir bardak çayın ne sebebi ne de mevsimi.

 

 

semerkand, haziran, 2013

*(Çaysız sohbet, aysız gökyüzüne benzer.)