Evler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Evler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Temmuz 2022 Cuma

bir varmış bir yokmuş

Mekânlarda geçiyor ömrümüz açık yahut kapalı, dar veya geniş. Yaşadığımız, çalıştığımız, misafirliğe gittiğimiz, eğitim aldığımız, geçerken uğradığımız yerler işliyor kendi yolunun haritasını adımlarımıza, resmini kalbimize. Farkına varmasak da sürekli değişse de tıpkı eşyaya olduğu gibi mekânlara da bir şeyler siniyor ömrümüzün tılsımından. Mekânlar bizi kendi şekilleriyle biçimlendirirken biz de mekânları kendi rengimizle süslüyoruz ve bağlanıyoruz birbirimize görünmeyen bağlarla. Ferdî tarihimizin küçücük kalelerine, sığınıklarına dönüşüyor; bir bağ kurduğumuz, havasını teneffüs ettiğimiz, kendisinden bir şeyler alıp kendimizden bir şeyler verdiğimiz mekânlar. Yolumuz yıllar sonra tekrar düştüğünde mazisi bizde saklı bir mekâna, karışıyor gerçek ve rüya zihnimizde birbirine. Bir hayal perdesi kendiliğinden seriliyor önümüze ve izliyoruz kendi geçmişimizi, bir yabancı gibi.

Dinle solgun bahçenin kalbe anlattığını

(Ziya Osman)

Bazen birkaç sokak ötede bazen dağlar ardında, seneler sonra uğradığınız bir köyde bir kasabada yahut şehirde, bir köşe başında aniden kalbiniz yavaşlar, zamanın ve hayatın gerisine düşersiniz eski bir evin önünde. Damarlarınızda kan yerine o andan itibaren anılar dolaşmaya başlar, işte çocukluğumu bıraktığım ev, dersiniz şayet yanınızda birileri varsa.

Yollar, gökyüzü değişmiş olsa da bir iz ararsınız etrafta gördüğünüz her şeyde, burada yaşadığınıza dair bir şahit. Yarısı kaybolmuş bahçe duvarı, yaşlanmış meyve ağaçları, paslanmış pencere demirleri ve boyası solmuş asla çalamayacağınız kapı; yıpranmış bir fotoğraf gibi alır götürür sizi uzak bir zamana, uzak dünyalara. 

Kulağınızda anne, baba, ağabey, abla, kardeş sesleri, çocukluk arkadaşlarınızın neşeli çığlıkları önce yankılanır, sonra uzaklaşır. Varlığı belirsiz ürkek serçeler havalanır ne yana dönüp baksanız. Irmakların, dağların, denizlerin ardında kalmış bir masal âlemidir çocukluğun yaşandığı ev, mahalle; zamanın dışında başka bir dünya. Mezun olduğunuz mahalle okulu; ekmek, gofret, leblebi tozu aldığınız bakkal; kızakla, bisikletle indiğiniz yokuş, peşinde ayakkabı eskittiğiniz lastik top, gri bir hayal olur dalgalanır önünüzde.

Şayet çocukluğunuzun geçtiği ev çoktan yıkılmış, yerine yeni binalar dikilmiş ise yahut çok uzaklarda, başka şehirlerde kalmışsa yine de kaybolmaz, silinmez o mekânlar hafızanızdan. Ya rüyalarınızda çağırır sizi bahçesine ya hayallerinizde. Dünyanın neresinde, kaç yaşında olursanız olun, sizi terk etmeyen, sizi kendisine çeken, size kendisini hatırlatan bir efsun vardır çocukluğunuzun geçtiği mekanlarda, evlerde.

Çocukluğundan kopmayan, kopamayan çoğu kişi için çocukluğun geçtiği yerleri ziyaret etmek; hayatın dik yamaçlarında oturup nefes almak gibidir, puslu bir aynanın önünde yorgunluk ve şaşkınlıkla dünyanın faniliğine yeniden inanmak gibi.

Ben de yaşadım buralarda, dersiniz kendi kendinize sessizce; ben de oyunlara tutundum gerçeklerden daha fazla, ben de bayramlar eskittim çocuk kalbimde, tatiller bitirdim bu odalarda bu sofada, bu sokakta.

Sanırsınız ki adım atsanız içeri, yeniden çocukluk günlerinize döneceksiniz; sanırsınız ki o sihirli kapının ardında, olduğu gibi duruyor eski eşyalar ve zaman. Sanırsınız ki birkaç adım ötede çocukluğun bütün kokuları, tatları, sevinçleri, saflığı.

Bir çocuk yaklaşır yanınıza dilsiz ve mahzun, sizin çocukluğunuzdur.

***

Çocukluğumuzun geçtiği yahut kaldığı ev ne kadar önemli ise bizim için, o ev için de çocukluğunu onun çatısı altında geçirenler o kadar önemlidir. Çocuklar kadar ne süsleyebilir ki bir evin pencere, kapı önlerini? Çocuk seslerinden, gülüşlerinden başka hangi sesin yankılanması mutlu eder evleri? Evlerin, bakımsızlıktan değil çocuksuzluktan çürür tavanı, tabanı ve çocuk seslerinden değil, sessizlikten çatlar, yıkılır duvarları. Hiç değilse odalarında bir çocuğun büyümesine şahit olmamış ev; suyu kesilmiş bahçe gibidir, balıkları göçmüş ırmak gibi.

Çocukla şenlenir bahçeler de evler gibi, çocuklar için yuva kurar saçak altlarına serçeler. Güneş çocuklar hatırına kurutur balkonda, bahçede serili çamaşırları. Çocuklar için iki oda bir sofa evlere talip olunur, çocuklar için bahçeler çevrilir, bahçelere ağaçlar dikilir. Huzurla tüter içinde çocuklar uyuyan evlerin bacaları, çocuklar için ocaklarda şükürle kaynar tencereler. Çocuklar içindir çiçekler, çiçekli yorgan yüzleri, yastık kılıfları. Çocukla ruhuna ruh üflenir odaların, evlerin; çocukla anlamını bulur dört duvar ve bir çatı.

Çocukluk nasıl insanın anayurdu ise çocukluğun anayurdu da çocukluğun geçtiği evdir.

Küçücük ilk adımlar orada atılır dünyaya, ilk tebessüm orada gelip konar yüzümüze, ilk kaybedişler hayata dair, ilk hüzünler, ilk zaferler orada yaşanır. 

Oradan, çocukluğumuzun geçtiği evden adım atarız dünyaya, gençliğe, hayata. Dirseklerimizdeki kızarıklık,  dizkapaklarımızdaki ilk yara orada oluşur. Orada duyarız ilk kez yağmurun sesini, sobanın nefesini, kışın ayazını, baharın şarkısını…  Çocukluğumuzun geçtiği ev, hayat bilgisi derisini almaya başladığımız ilkokulumuzdur biraz da. Hayat boyu anlamı içimize kök salan kelimeleri burada işleriz kalbimize. Anne, baba nedir; kardeş, ağabey, abla neresine düşer kalbimizin o evde öğreniriz. Arkadaş, oyun nedir; o evde tanırız. Ufacık bir dünya olsa da küçüklüğümüzün geçtiği ev, büyük dünyanın içerisine kurulmuş; orada talimini yaparız hayatın, ayrılığın, sabrın, hastalığın, acının, kaybetmenin, yalnızlığın. Ufacık bir dünya olsa da o ev, büyür bizimle, genişler zihnimizde çoğalan anılarla.

Çiçeğin rengi soldu, bitti şarkısı kuşun

(Ziya Osman)

Çocuklar büyüyüp de evlerinden ayrıldığında, başlar duvarların rengi solmaya, kapılar gıcırdamaya. Çocuklar taşınır taşınmaz eski evlerinden başka şehirlere, mahallelere; pencere önlerinde çiçekler solmaya yüz tutar, ağaçlar kurumaya. Çocuklar evden ayrılır, serçeler çatılardan, ağaçlardan. Issızlaşan evlerden, her mevsimin rüzgârı bir taş, bir tuğla alır götürür bilinmez nereye.

***

Çabucak geride kalıyor ninniler, oyunlar, oyuncaklar, yollar, sokaklar, evler, seneler… Yalnızca çocuk sesimizi, yüzümüzün rengini, kalbimizin neşesini süpürmüyor zaman; yaşadığımız, gördüğümüz, tutunduğumuz her şeyden de bir parçayı kopararak geçiyor üzerimizden. Sayfalarını yalnızca bizim çevirebildiğimiz ve asla kimselere gösteremediğimiz bir albüm oluyor maziye dair her mekân hafızamızda.

Bir rüyaya, masala dönüyor mazi, yürüdükçe bizler dünya üzerinde ve eşyalar, nesneler, mekanlar sessiz sedasız uzaklaşırken bizden, silinmiş harfler gibi kalıyor izleri hayat defterimizde.

Çocukluğumuzun geçtiği evler, mekânlar; çocukluğumuz kadar uzakta olmasa da önlerine vardığımızda hepsinin kulağımıza fısıldadığı ilk cümle: Bir varmış, bir yokmuş...

29 Ekim 2021 Cuma

oda

 

Nerede yaşarsak yaşayalım, kaç yaşında olursak olalım, türlü sıkıntılar musibetlerle dolu yeryüzünde hep bir sığınacak köşe, bir dulda duvar dibi ararız kendimize. Her ne kadar bazen üzerimize üzerimize yürüse de duvarlar, yükünü sırtımıza indirse de gökyüzünü kapayan tavanlar; kerpiçten, taştan, ahşaptan, tuğladan yahut betondan inşa edilmiş dört duvarın etrafımızı kuşattığını görmek çoğu zaman huzurun, sakinliğin limanına taşır kalbimizi. Geceden, kardan, yağmurdan, güneşten, rüzgârdan, kötülüklerden emin olmak; endişesiz bir bekleyişle sabaha, bahara ulaşmak için odalar kurarız kendimize özgü, evlerimizin en ücra köşesinde. Dünyanın uğultusuna kulaklarımızı, rengine gözlerimizi kapayıp yalnızca kendimizi duymak, görmek istediğimizde eşiğinden atladığımız başka bir âlemdir oda. Orada eşya dile gelir, mazi sahipsiz gölgeler gibi dolaşır duvarlarda. Orada canlanır hayaller ve ümitler, pişmanlıklar alçacık bulutlar gibi dolaşır durur tepemizde. Kimsenin gürültüsünü duymadığı meydan savaşları orada verilir, orada sarılır mağlubiyetlerin yaraları, orada asılır galibiyetin bayrağı. Mahremiyetin eşsiz barınağıdır oda, sükûtun inzivadaki şiiri, bestelenmemiş şarkısı. Eşiği eşik değil odamızın, dünyaya çekilmiş bir sınır; duvarı duvar değil odamızın, her şeye çekilmiş bir perde.

Oda, düşler sığınağı, yalnızlık kalesi; oda, hayaller sahili, sessizlik yurdu. Oda, ev ülkesinin biricik şehri.

İnsan bir adadır.

Oda: Bir dünya.

(İlhan Berk)

Her şey birbiriyle ilintili odamızı süsleyen, her şey bizden bir parça odamıza taşıdığımız, odamızda barındırdığımız. Batık bir gemiden yalnızlığın adasına taşır gibi taşırız dünyayı odamıza. Köşede sandık, yanda dolap, koltuktaki yastık, yerdeki minder, duvardaki raf, çerçeve… Hiçbiri rastgele oraya konmuş, hiçbiri öylesine yerini bulmuş değildir eşyamızın. Vakti gelip perdeler çekilince ve kapı kapanınca dile gelir duvarlar, tavan ve eşyalar, sonsuz bir sohbet başlar odada seslerin uzağında. Hürriyetin de esaretin de içine sığdığı yegâne kara parçasıdır oda.

Bizimle vücut bulmamış olsa da bizimle renk, koku değiştirir odalar. İçimizin durgunluğu, coşkusu gibi bungunluğu da yansır odamızın yüzüne. Önce oyunları, oyuncakları yığarız odamıza; sonra kaybetmekten korktuğumuz, önemli bulduğumuz şeyleri ve en sonunda yalnızlığımızı. Zira daha oyuncaklarımız eskimeden bitmesin istediğimiz oyunlar biter.  Hayatımızdan gitmesin istediğimiz herkes gider bırakarak odamıza bir parçasını. Biz geçerken bir gününden bir gününe ömrümüzün; çocukluğumuz, gençliğimiz bir görünüp bir kaybolur odamızda. Başucumuzdaki saat yorulmaz, karşımızdaki ayna eskimez ama eskir odalarda yüzümüz, ellerimiz, bakışlarımız.

Bir oda, içinde bir saat sesi

Hayatın sırtımdan giden pençesi

(Ziya Osman)

Duvarın hemen önüne konulmuş bir masa, masa üzerinde defter, kitap, kalem, bardak, anahtar... Masanın dibindeki kova, kovanın içindeki kağıt parçaları. Ya kapı ardında yahut yanında bir askı, binbir özenle duvarlarda kendisine yer bulmuş çerçeveler. Pencere önünde kendi kendine neşelenip hüzünlenen çiçekler… Odamıza biz şekil verdiğimizi zannederiz oysa zamanla odamız da şeklini işler içimize. Karanlık da aydınlık da orada dolar içimize, hüzün de sevinç de oradan, o odadan başlar göç etmeye kalbimize. Sessiz bir dost, dilsiz bir sırdaştır oda. Pencere önüne misafir ettiği kuşlara dahi anlatmaz bildiklerini. Şahididir ömrümüzün, kederlerimizin, mırıldandığımız şiirlerin ve şarkıların, kırgınlıklarımızın, kızgınlıklarımızın hatta şahididir hayallerimiz kadar düşlerimizin, sayıklamalarımızın. Hepsini, her şeyi bilir de söylemez bir başkasına bir gün onu terk edip gittiğimizde bile. Biz odamızda yaşarız, odamız yaşar bizim içimizde.

Evren içinde evren, dünya içinde dünya, can içinde canan gibi ev içinde evin adıdır oda. Aldığımız nefesten, sesimizin renginden, kalbimizin ritminden, yüzümüzün tebessümünden, bakışlarımızın dilinden bize ait bir şeyler siner yaşadığımız odaya. Duvarının rengiyle, penceresinin perdesiyle bütünleşir benliğimiz. Biz nasıl başkalarının odalarında tedirginliğin soğuk ırmağına düşüyorsak odalar da başkalarını misafir ederken tedirgin olur. Kimseler girmesin ister sahibinden başka içeriye. Dışarıda üşüyen ruhumuzun libasıdır oda ve dünyaya karşı örtündüğümüz, ördüğümüz kabuk.

Akşam olduğunda kurdu kuşu yuvasına döndüren ne ise bizi evimize koşturan, odamıza çağıran da odur. Gün boyu bin parçaya ayrılan kalbimizin yaralarının kabuğa durduğu tedavi alanı, evimizin bizi bekleyen tek gözüdür oda. Biz nasıl ondan uzak kaldığımızda yokluğunu hissedip özlersek onu, o da bizi özler, boşluğun sağır eden uğultusu yankılanır içinde yokluğumuzda. Başka şehirlere gittiğimizde, başka bir eve taşındığımızda etrafımızı kuşatan kaybolmuşluk hissi aslında odamızın uzağına düşmemizdendir biraz da. Odamızın dışında hep küçücük de olsa bir gurbet ağırlığı biner sırtımıza. Akşam tez gelsin isteriz dönmek için odamıza. Beşiğin ardı gibi gurbettir biraz odanın ardı da.

Kırk kapı açtık Mavi Sakal öldü

Kırk odanın içinde güzel aslanlar güldü

(Sezai Karakoç)

Odalar büyüklü küçüklü, odalar kat kat, odalar türlü türlü. Dünyaya değil odalara açılan bir hayat aslında yaşadığımız.  Kırk odalı bir dünyaya bölünmüş zamanı tüketerek geçiyor ömrümüz. İster biz kuralım ister başkaları bizim için kurmuş olsun her oda başka bir âlem. Doğum odası, hastane odası, öğretmen odası, otel odası, bekleme odası, müdür odası, oturma odası, misafir odası…  Kendimize ait bir odamız olsa da her birine düşüyor yolumuz geçerken dünyadan ve en sonunda kırkıncı odanın önüne düşüyoruz. Kırkıncı oda kapısız, penceresiz. Kırkıncı oda ufacık, serin ve karanlık. Altı, dört yanı toprak;  üstü tahta, üstü taş; o da bir oda. Tıpkı içinde yaşayıp içimizde taşıdığımız bütün odalar gibi.

Bir oda yaptırdım türbeye yakın

Odam karanlıktır çifte mum yakın

(Erzurum türküsü)

Bütün kıyılardan kendi yatağına çekilen durgun bir ırmak gibi çekildin en karanlık odasına kalbinin. Bir odan oldu kapısını taşlarla ördüğün, odanda bir masan, bir kitaplığın. Kalemler biriktirdin, saklanan kelimeleri bulabilmek için; defterler yığdın, uçuşan cümleleri sayfalarına bağlayabilmek için. Şimdi sessizliğin rüzgârıyla savruluyor yarım şiirlerin, başlanmamış hikâyelerin, unutulmuş türkülerin kelimeleri dört yanında.  Dudaklarını kapatıp duvarlarla konuşuyor, gözlerini kapatıp tavanla bakışıyorsun.  Şimdi kalbinin sesiyle titriyor zamanın yaprakları. Her şeyden uzak odandasın. Yağmurda unutulmuş resim gibi renkleri darmadağın hayatının. Pencereye varmadan görebiliyorsun dışarıyı, pencereyi açmadan duyabiliyorsun dünyanın dönerken çıkardığı sesi. Başka bir odanın çağırısı duyuluyor uzaktan uzağa. Oda evin içinde, oda bu dünyada değil, her şey gibi o da senin içinde.

güz, 2021