hüseyn kaya
Edebiyat fakültesinde ikinci sınıf öğrencisi olmuştum ve
edebiyat fakültesinde umduğunu bulamamanın şaşkınlığını yavaş yavaş üzerimden
atma aşamasındaydım. Her edebiyat fakültesinde birkaç öğrenci mutlaka olurdu o
yıllarda “edebiyat” kaygısı ile bu bölümlere kayıt yaptıran. Hasan Kaya da
benimle benzer düşüncelerle edebiyat fakültesine kayıt yaptırmış ancak umduğunu
bulamayan birkaç arkadaştan birisiydi. İsimlerimiz arasındaki akrabalık ve
soyadı benzerliği cisim ve suret farklılığımıza rağmen yıllarca “kardeş
misiniz?” sorusuna maruz bıraktı bizi.
Hasan
şiirle ilgilenmişti ve hikayeye ilgi duyuyordu, ben sadece şiirle uğraşıyor,
daha doğrusu uğraşmak istiyordum. Ders aralarında, çay ocağı ve kantin
muhabbetlerinde bir dergi yayımlama düşüncesi bir zaman sonra kendiliğinden
hasıl oldu. İkimiz de tecrübesizdik. Bir dergi yayımlama fikri lise yıllarından
beri zihnimde dolaşıp durmaktaydı ancak şimdi her şeye bu kadar yakın olmak
beni biraz ürkütüyor, çekingenliğe sevk ediyordu. Hasan ise olabildiğince
cesurdu ve kendine güveniyordu. Önce dergiye bir isim bulmamız gerekiyordu.
Birkaç gün düşündük, bu hususta da iş yine Hasan’a düşmüştü, Rûzigâr olsun, mu
dedi, olsun dedik ve derginin adı böylelikle netleşti. Derginin resmi müsaadesi
alındı, benim yaşım müsaade etmediği için künyede resmi bir sıfatım
olmayacaktı, Derginin sahibi bir süreliğine Erol Arslan, yazı işleri müdürü;
Hasan Kaya olmuştu bana ise “yayın koordinatörü” sıfatı düşmüştü. Artık dönüş
yoktu, heyecan heves, tutku, aşk… Evvelinde cümle güzel hissiyatı, ahirinde ise
hüzne ait ne varsa tamamını yaşatan bir maceranın arefesinde olduğumuzun
farkında değildik galiba. Matbaalardan aldığımız fiyatların harçlıklarımızı çok
aştığını görmek bu sevdadan vazgeçmek yerine derginin ebatlarını küçük
düşünmeye yönlendirdi bizi. Artık künyesi, ismi ve ebatları belirlenmişti
derginin. Destek alabilmek için birkaç hocamıza da derdimizi açmıştık; ama
hocalarımızdan kimi; “bunlar boş işler” ifadesiyle geçiştirdi, kimi; “niye
Farsça isim düşünüyorsunuz” dedi, en iyi niyetli yaklaşanı da “sizin bir motora
ihtiyacınız var, ben bu derginin motoru olayım” gibi bir ifade kullandı.
Dergide ve bizde “akademik” bir tarz, üslüp bulunmayışı yollarımızı daha başta
ayırmaya yetiyordu fakülte ile.
Büyük
laflar etmedik… İlk sayının sunuş yazısının altına “Taşralı Genç Edebiyatçılar”
ifadesini düşerken “taşra”dan utanmadık. Aklımıza bile gelmedi son yıllarda
iyice ayyuka çıkan “taşra” kompleksi. Bir “ilk sayı” nasıl çıkarsa öylece çıktı
Rûzigâr’ın ilk sayısı. 1995 senesiydi ve aylardan marttı. Sonrası bütün
dergilerde yaşanan hikâyelerin benzeri… Kitapçıların tavrı, insanların tavrı,
fakültede bazı hocaların ve arkadaşların tavrı… İlk sayılarda galiba hep şehir
dışından gelen tepkiler ümit oluyor dergilere.
Derginin
fiyatı ile o tam olarak iki bardak çay içilebiliyordu kantinden hatta Berat
Demirci hocamız dergideki “fiyatı” ibaresinin yanına iki çay bardağı resmi
koymamızı bile teklif etmişti yarı şaka ile.Yaklaşık dört yüz öğrenciden oluşan
edebiyat fakültesinde sekizinci sayıya kadar sadece bir abonemiz olduğunu
yıllarca çocuksu bir kahırla hatırladım.
Mektuplar
geldi, şiirler, yazılar geldi hatta abone bile geldi. Yeni bir çevre edindik bu
sayede üniversiteden, üniversite dışından. Umduğumuz gibi olmasa da fena
gitmiyordu işler. Her sayıya düşük paralarla da olsa reklam alıyorduk ama
yeterli olmuyordu. Sekizinci sayıda daha ucuz bir matbaaya geçtik. Ucuzluğun
neticesini sekizinci sayıdan sonraki dergilerde görebilmek mümkün tabii.
Rüzigar
on üç sayı çıktı ve on üçüncü sayısı on ikinci sayısı ile beraber basıldı.
Nihai Rûzigâr T.S. Eliot’un: Başlangıcımdadır benim sonum, sonumdadır benim
başlangıcım. Mısralarıyla veda etti bizlere.
Son
sayının ardından Hasan’ın evinde toplandık. Hasan dergi kadrosundan düşündüğü
herkesi çağırmıştı o gün. Çoğu lüzumsuzdu gelen isimlerin. Hatta böyle bir
tavır da lüzumsuzdu bana göre. Adeta bir miras taksimi vardı o gün.’Dergiyi her
sayı bin adet basmıştık, satılmayan bir hayli dergi vardı elimizde. Dergiler
takas edildi gelen arkadaşlara bir iki arkadaş dergiye ne kadar kıymet
verdiğini orda bir kez daha ima ederek bir işime yaramaz bunlar yük edinmeyeyim
edasına girdi. Hasan bilmiyor, görmüyor muydu bu tavırları halen anlamış
değilim. Ardından dergiye gelen kitaplar, dergiler de taksim edildi. Bahar
havası vardı dışarıda. Ellerimizde içi dergi dolu poşetlerle Erhan’la bir
müddet yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Hüzünlü, çok hüzünlü bir gündü. Yıllarca,
kolilerde taşıdım o dergileri, her ev taşıyışımda taşıdım ve “kıymet bilir”
diye düşündüğüm eşe dosta takım yapıp hediye ettim zaman zaman.
Derginin
ilk sayısına düşmeyi unuttuğumuz baskı tarihini, sonraki sayılarda fark
etmemize rağmen kasıtlı olarak düşmedik künyeye.
Rûzigâr’da
ilk şiirlerimi yayımladım, masal denemelerimi hatta müstear isimle bir de
hikayemi yayımladım. Her şey değilse de birçok şey Rûzigâr ile başladı benim
için. Hasan Yurtoğlu, Erhan Gazi(Paşazade), Burak Melkar, Mehmet Aycı, Uğur
Kutay, Erol Arslan, Münir Çakmak, Mustafa Ç. Eken, Berat Demirci, Selami Ece,
Kadir Ünal, Kadir Pürlü, Rıfat Kütük dergide, bizim dışımızdaki diğer
isimlerden aklımda kalanları.
Bir
derginin kapanmasının verdiği hüznü dağıtan tek şey o dergiyi ciltleyerek
kitaplığınızın en göze görünen yerine yerleştirmek olsa gerek.
Elbette
hatıralar da var, ufak tefek kırgınlıklar, lüzumsuz alınganlıklar da. Konya’da
yayımlanan bir yerel gazete derginin kapanışıyla ilgili “Rûzigâr Gibi Geçti”
başlıklı bir yazı yayımlamıştı. Galiba doğruydu.
Rûzigâr’dan
iki ay sonra Martı yayımlanmaya başladı Sivas’ta.