edebiyat dergisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
edebiyat dergisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2020 Perşembe

göğ ekini biçmiş gibi

hüseyn kaya

                                                                                                                  asım gültekin için…

Gündelik işlerin yoğunluğu arasında, yorgun argın vaziyette bir sonraki gün yapılacak işlerin çokluğunu düşünürken aniden çalan bir telefon, birden bire verilen acı haberle zihnimiz sıyrılır içinde boğulduğumuz dünyadan. Bir hastalık, kaza yahut ölüm haberi; bir dakika öncesine kadar bizi boğan telaşın anlamsızlığını yüzümüze vurur.  Bir dakika önceki hayatınızın aslından ne kadar da yaşanabilir olduğunu düşünürüz ancak artık o zamana dönmek imkânsızdır.

Şüphesiz ölümdür, ölüm haberidir bizleri en çok sarsan kapılmış gidiyorken dünya hayatına zira her ölüm büyük bir sarsıntı, bir büyük ayrılıktır dengeleri bozan, planları alt üst eden. Ölüm, ne kadar yakına düşerse o kadar solar dünyamızdaki renkler, siyah beyaza dönüşür. Değerli olan şeylerin sayısı azalır kalbimizde.

Giden mi üzgündür, kalan mı? Şüphesiz kalan… Gidenler kurtulur dünyanın yükünden, telaşından. Kalan içindir ayrılıklar hüzünler. Bitmemiş bir yolun ağırlığı biner hassas kalplerin üzerine her ölüm haberinde. Eksilen kalandır, yarım olan kalan.

Bunda hep gelenler gider

Hergiz gelmez yola gider

(Yunus Emre)

Dünya ne kadar yorucu, hayat ne kadar zor düşünceleri ile serzeniş halinde iken kendi kendimle bir akşamüzeri aldım Asım’ın ölüm haberini. Kendisiyle çok sık görüşen biri değildim ancak ne kadar yakınımda olduğunu bu haberle hissettim. Daha birkaç gün evvel bir sohbette anmıştık adını. Yanımdan, yöremden birinin daha eksildiğini hissettim, dünyamdan birinin daha eksildiğini. “Nasıl, neden” soruları aklıma gelmedi. Bir süre zihnimdeki fotoğraflarını sıraladım peş peşe. Mütebessim yüzünü, sakin tavırlarını tekrar tekrar hatırladım.

İlk şiir kitabım çıktığında bana ulaşan o idi, Sühan’ın ilk sayısı yayımlandığında da ulaşan o.

Kendisiyle ilk kez yüz yüze Dursunbey şiir programında yüz yüze tanışmak nasip oldu. Elinde fotoğraf makinesi, önünde bebek arabası ile çıkıp gelmişti programa. Hep öyle olur ya sanki yıllardır tanışan iki dost gibi saatlerce ve samimiyetle konuştuk birkaç gün boyunca. Durgun, sakin bir çehre; yumuşak, alçalıp yükselmeyen bir ses tonu ile konuşuyordu her masada, her sohbette. Zihnin hep dolu olduğu davranışlarına da yansıyordu. Gereksiz konuşmalardan kaçınır, konuştuğunda mutlaka ya bir dergiden yahut bir projeden bahsederdi. Yüz yüze tanıştığımız yılın konusu “dünyabizim” adlı sayfaydı. Baş başa kaldığımızda zihninde olanları paylaştı uzun uzun. Destek beklediğini söyledi. Bu tür programlarda çok kişiyle tanışılır, çok şey konuşulur ancak program biter, meclis dağılır ve unutulur konuşulanlar çoğunlukla.

Programdan birkaç gün sonra telefon trafiğimiz sıklaştı ve söz konusu sayfa için metin desteği isteğinde bulundu. Elimden geldiği kadar ilk zamanlar katkıda bulunmaya çalıştım projeye. Bu esnada o da Sühan dergisini ihmal etmedi, bizlere yazı gönderdi zaman zaman. Sonraki zamanlarda karşılaştığımız programlarda da Asım aynı Asım’dı. Hep ağırbaşlı, hep yalnızca gerektiğinde konuşan… Birebir sohbetlerde biraz daha konuşkandı. O yüzden ya uzaklaşarak kalabalık yerlerden yürüyüşlerde yahut kenarda bir masada anlattım, dinledi; anlattı dinledim.

Dostluğun, muhabbetin, sohbetin şüphesiz hususi olanı kıymetlidir. Onunla aramızdaki yakınlığın da hususi olduğunu biliyorum lakin şunu da biliyorum, Asım’ın dünyasında tanıdığı herkesin farklı ve mühim bir yeri vardı.  

Ehli kalem arasında sık sık şahit olduğumuz kırgınlıklara, dargınlıklara, alınganlıklara onun ayıracağı vakit hiç olmadı. Herkesle dosttu, herkesin derdini dinler, hatta derdi olduğunu bildiği biri varsa arar, derman bulmaya çalışırdı lakin kimseye demezdi derdini. Kimse sormadı belki de.

Ufku sınırsızdı ve tekrarı, sıradanlığı sevmezdi. Mesela “dünyabizim” sayfasının adını içeriğini de düşünerek önceleri “bizimdünya” olarak düşünmüştü. Kısa süre sonra “bizim dünya” sınırlayıcı bir ifade dedi, dünya bizim diyelim. Sanırım “Yedi Hilal” derneğini isimlendirirken de aynı şeyler düşündü.

Bir eylem adamı idi Asım Gültekin ancak kendisini tanıdığımdan beri hep ağırbaşlı, durgun tavırların sahibiydi. Hatta bir süre ilgilendiği mizah ve karikatür yayıncılığı bile bu olgunluk içerisinde vücut bulmuş gibiydi.

Aşsıza aş bulurdu, işsize iş. Gençler için her müşkülü halledebilecek “Asım Ağabey”di, Anadolu’da dergi çıkaranların büyük şehirdeki en samimi destekçisi, gür sesi. Sanırım herkese yakındı, herkese candan davranırdı. Paylaşmayı severdi, tanımadığı insanlarla bile. Halledemeyeceği bir mesele için söz vermezdi ama edebiyat, sanat alanında halledemeyeceği mesele de yok gibiydi. Onu bilen, tanıyan kim olursa olsun, ricasını geri çevirmezdi.

Asım Gültekin aramışsa mutlaka ya bir “beyaz haber” verirdi yahut bir projeden bahsederdi halim selim ses tonuyla. Aynı yaştaydık ama “abi” hitabını kullanırdı. Son iki görüşmemiz Sivas’ta oldu. Aynı şehirde yaşadığımız halde tanımadığım gençlerle tanıştırdı her seferinde. Yardımcı olmak, birilerinin önünü açmak ona huzur veren bir meşgale idi. Basılacak dosyam olup olmadığını sordu ilk görüşmemizde ve bir yayınevini arayarak söz aldı lakin ben biraz tembellikten biraz da heyecansızlıktan yayınevini tekrar aramadım.

Bize didar gerek dünya gerekmez

(Yunus Emre)

Son görüşmelerimizde etimolojiye ilgi duymaya başladığını söyleyince kendisiyle irtibatımız, görüşmelerimiz biraz bu yönde devam etmeye başladı. Geceler boyu uzayan kelime tahlilleri, manaları, kullanımlarına dair yazışmalarımız oldu zaman zaman. Eski eylem adamı yönü, yine gençlere yardımcı olmak manasında devam ediyordu ancak Asım’ın iç dünyasında birtakım değişiklikler yaşadığını da hissediyordum. Sürekli kelimeler dolaşıyordu zihninde ve yazıyordu da bunları uzaktan takip edebildiğim kadarıyla. Bir süre sonra beyaz camda kendisini derviş hırkası ile gördüğümde garip bir huzur kapladı içimi. Yakışmıştı sırtına ve kalbine. Açılmış bir kapıdan yeni ama yabancısı olmadığı bir yola düştüğü anlaşılıyordu. Sanırım iç dünyasında yaşadığı değişimler önce ilgi alanlarına sonra dış görünüşüne kadar sirayet etmişti. Tasavvuf klasiklerinin dünyasında iz sürüyor, Yunus’la yürüyordu artık.

Onda dinginlik, durgunluk hiçbir zaman yorgunluğa dönüşmedi. Bir kez olsun “dinleneceğim, yorgunum” kelimelerini kendisinden duymak mümkün değildi. Sabırla, azimle ve inançla yürüdüğü yolu tamamlayarak mütebessim bir fotoğraf bıraktı zihinlerde, gönüllerde ve aniden bir akşamüzeri ayrıldı aramızdan. Sıradanlıktan, tekrar etmekten hazzetmezdi, dedim ya. Sıradan bir gidiş olmadı onun dünya ile vedalaşması da. O, ani de olsa bir kervanın ucunda sessizce göçtü bu dünyadan, biz yine dağlar başında…

 eylül 2020

26 Temmuz 2020 Pazar

hüseyin kaya ile mülakat

konuşturan: hatun uzunpınar, sivas anadolu lisesi öğrencisi.

1. Hatırlayabildiğiniz kadarıyla nasıl bir çocuktunuz?

Çok bilmiş, büyüklerle gevezelik eden, oyun bilmeyen, oynadığında da hep kaybeden… Çok arkadaşı olan ama dostu olmayan, top oynayamayan, beden eğitimi ve müzik derslerini sevmeyen bir çocuktum hatırladığım kadarıyla. Büyüklerle sohbet etmeyi, onları dinlemeyi, meclislerinde bulunmayı severdim. Yaşıtlarımla pek anlaştığım söylenemezdi herhalde.

 

2. Lisedeyken edebiyatla aranız nasıldı?

Edebiyata ilgim büyük oranda lisede başladı. Herkesten ve her şeyden çok edebiyatla aram iyi oldu o yıllarda.

3. Ailenizde sizden başka edebiyatla uğraşan var mıydı?

Hayır, ne edebiyatla ne de sanatın başka herhangi bir dalıyla uğraşan olmadı ailemde.

4. Kendinize örnek aldığınız birisi var mıydı?

Örnek almadan ziyade “olmak istediğim” kişiler vardı hem bizim edebiyatımızda hem de dünya edebiyatında. Lisede Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’u ardından Tolstoy ve Exupery’yi çok sevdim. İlerleyen yıllarda Niyazi-i Mısri, Fuzuli, Şeyh Galip gibi isimler de bu listeye dahil oldu. Halen bu isimlere –belki üç beş tane daha ekleyebiliriz- saygım ve muhabbetim devam etmekte.

5. Neden hikâye roman değil de, şiir?

Şiir diğer türlere nazaran daha içsel ve daha çok ferdi ilgilendiren bir yapı arz ediyor. Edebiyatın en yoğunlaştırılmış hali, özü belki. Roman, hikaye ya da diğer türlerin çoğunda dış dünyaya sizi taşıyan ve dışarı ile ilgili olmanız gerektiren unsurlar var sanki. Şiir için başkalarının dünyasına girmeniz, onları gözlemlemeniz, onları anlatmanız gerekmiyor. Size, siz yetiyorsunuz yani belki bu yüzden oldu. Ayrıca şair mi şiiri seçer yoksa şiir mi şairi seçer bu da düşünülmeli elbette.

Hikaye ve masal denemelerim de oldu ama şiirin farklı bir tarafı var ve izahı zor bunun.

6. Yazarken nelerden ilham alırsınız?

Şiir arar ve bulur söyleyenini ve hiçbir zaman birbirine benzemez gelişi. O yüzden yorar, şaşırtır söyleyenini. Şiiri söylerken şair başkalarından önce kendisi yaşar onun heyecanını her sefer. Eğer alışkanlık haline gelmişse şiir söylemek ve hazırlıklıysanız zaten şiir sahihliğini, içselliğini yitiriyor demektir.

7. Sizce de edebiyat hayatın içinde midir?

Edebiyat hayatın kendisidir ilgilenenler için. Hayatın dışında bir edebiyat elbette rüya, sayıklama ya da oyalanmadır. Belki yalanla meşgul olmaktır.

8. Türk ve dünya edebiyatında örnek aldığınız yazarlar hangileridir?

Tolstoy, Rilke, Hesse, Andre Gide, Exupery dünya edebiyatından aklıma gelen isimler. Türk edebiyatından ise, Fuzuli, Şeyh Galip, Sümmani, Erzurumlu Emrah, Niyazı-i Mısri, Ziya Osman Saba, Sezai Karakoç gibi isimleri söylebilirim.

 

9. Yazacağınız şiirleri kimlere ithaf ediyorsunuz?

(yazdığınız olmalı)

Benim için bütün şiirlerin ithafı sözün sahibine, onu söyletenedir. O’nu ima etmiyorsa da yine O’na ithaftır. Söz emanettir, emanet aldığınız bir şeyi başkasına ithaf etmek doğru değildir düşüncesindeyim.

10. Edebiyat öğretmeni olduğunuz için mi yazar oldunuz, yoksa yazar olduğunuz için mi edebiyat öğretmeni oldunuz?

İkincisi daha doğru. Edebiyat sevgisi beni edebiyat öğretmenliğine yönlendirdi. Umduğum gibi bir sistem ve ortamı hiçbir zaman bulamadım edebiyat öğretmenliğinde ama yine de yorulmadan yapabileceğim tek iş bu galiba.

 

11. “çekil gideyim hayat” adlı kitabınızın nasıl oluştuğunu anlatır mısınız?

Çeşitli dergilerde yayımlanmış yaklaşık on yılın şiiri var o kitapta. Lise yıllarımdan beri bir kitabım olsun istemiştim; ama artık kitabım olmasa da olur, diye düşünmeye başladığım zamanlarda kitap yayımlandı. İyi mi oldu kötü mü halen karar verebilmiş değilim zihnimde. “Ne olmuşsa iyi olmuştur” diyerek geçiştiriyorum bu durumu.

 

12. Şiir yazarken ne tür sorunlarla karşılaştınız?

Şiirin kendisi bir sorundur zaten.

Bu sorunu algılamakta yaşadığım sıkıntılardan belki bahsedebiliriz. Bu pek çoğumuzun ortak sorunu aslında. Kurulan ilişkiler samimi, ciddi ve sahih olmaktan öte hep çıkarlara dayalı. Tüccar ve “bizdense iyidir” mantığı dergilere, ders kitaplarına, üniversitelere kadar girmiş durumda. Temiz, sahih kişiler, ürünler bulmak çok zor. Nasıl gıda ortamında bir kirlilik varsa edebiyat şiir ortamında da aynı sağlıksız ve hormonlu ürünlerle tiplerle karşılaşmak mümkün. Bunları tanımak zararlarını görmek bazen çok zaman alıyor ve sağlığınız bozulabiliyor.

 

13. Yazdığınız şiirlerin konusunu neye göre belirliyorsunuz?

O kendisini belirleyerek yazdırıyor zaten ben çok müdahale etmiyorum.

 

14.edebiyata karşı siz de ilk ilgi ne zaman nasıl uyandı?

İlk gençlik yıllarımda.

 

15. Çalışkan bir öğrenci miydiniz? Hangi dersleri sever, hangilerinden nefret ederdiniz? Öğrencilik hayatınıza ilişkin anmak istediğiniz bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?

Tembel bir öğrenci değildim; ama çok çalışkan da değildim. Öğretmenlerimle aram hep iyi oldu ve ders, not dışındaki yönleriyle onlardan bir şeyler almaya çalıştım. Sanırım onlar da benim bu yönümü gördükleri için beni sevdiler. Tüm çıkar münasebetlerinden uzaktık yani birbirimize. O yüzden ben de öğrencilerimle benzer münasebetler kurmaya çalışıyorum. Notlardan, buçuklardan, küsuratlardan öte bir münasebet.

Liseye dair pek çok güzel hatıra var zihnimde ancak bunları yeri geldiğinde paylaşmak daha anlamlı sanırım.

 

16. Bugünkü edebiyatımız hakkındaki yargınız nedir?

Durum iç acıcı görünmüyor zira ciddi bir dil problemi yaşıyoruz millet olarak. Beraberinde insanların hayat tarzları da elbette yazdıklarına siniyor. Hayatların parçalandığı, dünyaya, eğlenceye, gündelik telaşlara ömürlerin heba edildiği bir zamanda iyi ürünler, iyi şeyler görmek, görüyorum demek mümkün değil. Dışarısı, yani dış dünya olanca oburluğuyla bekliyor orada ama bana düşen kendi sorumluluklarım elbette. Yaşadığım sürece yavaş yavaş da olsa yazmam gerektiğine inanıyorum.

17. Edebiyatımızın gelişmesi için neleri gerekli görüyorsunuz?

 

Suni müdahalelerle netice almak pek mümkün değil bu hususta. Toplumdaki her şey birbiriyle ilgili aslında. Edebiyatta gördüğümüz sıkıntılar müzikte de var, sinemada da var. Okullarda ve eğitim kurumlarında bazı tedbirler alınabilir belki ama bu yıllarda bile başlansa tedbirler alınmaya neticeye ulaşmak çok uzun sürecektir.

 

18. Son olarak günümüz gençlerine ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?

Gençlik ve tavsiye… Zıt anlamlı kelimeler kadar uzak iki kelime aslında. Yine de düşünmelerini, okumalarını, dinlemelerini, yine düşünmelerini tavsiye ederim.

2009 nisan

19 Temmuz 2020 Pazar

rûzigâr'ın hikayesi

hüseyn kaya

Edebiyat fakültesinde ikinci sınıf öğrencisi olmuştum ve edebiyat fakültesinde umduğunu bulamamanın şaşkınlığını yavaş yavaş üzerimden atma aşamasındaydım. Her edebiyat fakültesinde birkaç öğrenci mutlaka olurdu o yıllarda “edebiyat” kaygısı ile bu bölümlere kayıt yaptıran. Hasan Kaya da benimle benzer düşüncelerle edebiyat fakültesine kayıt yaptırmış ancak umduğunu bulamayan birkaç arkadaştan birisiydi. İsimlerimiz arasındaki akrabalık ve soyadı benzerliği cisim ve suret farklılığımıza rağmen yıllarca “kardeş misiniz?” sorusuna maruz bıraktı bizi.

Hasan şiirle ilgilenmişti ve hikayeye ilgi duyuyordu, ben sadece şiirle uğraşıyor, daha doğrusu uğraşmak istiyordum. Ders aralarında, çay ocağı ve kantin muhabbetlerinde bir dergi yayımlama düşüncesi bir zaman sonra kendiliğinden hasıl oldu. İkimiz de tecrübesizdik. Bir dergi yayımlama fikri lise yıllarından beri zihnimde dolaşıp durmaktaydı ancak şimdi her şeye bu kadar yakın olmak beni biraz ürkütüyor, çekingenliğe sevk ediyordu. Hasan ise olabildiğince cesurdu ve kendine güveniyordu. Önce dergiye bir isim bulmamız gerekiyordu. Birkaç gün düşündük, bu hususta da iş yine Hasan’a düşmüştü, Rûzigâr olsun, mu dedi, olsun dedik ve derginin adı böylelikle netleşti. Derginin resmi müsaadesi alındı, benim yaşım müsaade etmediği için künyede resmi bir sıfatım olmayacaktı, Derginin sahibi bir süreliğine Erol Arslan, yazı işleri müdürü; Hasan Kaya olmuştu bana ise “yayın koordinatörü” sıfatı düşmüştü. Artık dönüş yoktu, heyecan heves, tutku, aşk… Evvelinde cümle güzel hissiyatı, ahirinde ise hüzne ait ne varsa tamamını yaşatan bir maceranın arefesinde olduğumuzun farkında değildik galiba. Matbaalardan aldığımız fiyatların harçlıklarımızı çok aştığını görmek bu sevdadan vazgeçmek yerine derginin ebatlarını küçük düşünmeye yönlendirdi bizi. Artık künyesi, ismi ve ebatları belirlenmişti derginin. Destek alabilmek için birkaç hocamıza da derdimizi açmıştık; ama hocalarımızdan kimi; “bunlar boş işler” ifadesiyle geçiştirdi, kimi; “niye Farsça isim düşünüyorsunuz” dedi, en iyi niyetli yaklaşanı da “sizin bir motora ihtiyacınız var, ben bu derginin motoru olayım” gibi bir ifade kullandı. Dergide ve bizde “akademik” bir tarz, üslüp bulunmayışı yollarımızı daha başta ayırmaya yetiyordu fakülte ile.

Büyük laflar etmedik… İlk sayının sunuş yazısının altına “Taşralı Genç Edebiyatçılar” ifadesini düşerken “taşra”dan utanmadık. Aklımıza bile gelmedi son yıllarda iyice ayyuka çıkan “taşra” kompleksi. Bir “ilk sayı” nasıl çıkarsa öylece çıktı Rûzigâr’ın ilk sayısı. 1995 senesiydi ve aylardan marttı. Sonrası bütün dergilerde yaşanan hikâyelerin benzeri… Kitapçıların tavrı, insanların tavrı, fakültede bazı hocaların ve arkadaşların tavrı… İlk sayılarda galiba hep şehir dışından gelen tepkiler ümit oluyor dergilere.

Derginin fiyatı ile o tam olarak iki bardak çay içilebiliyordu kantinden hatta Berat Demirci hocamız dergideki “fiyatı” ibaresinin yanına iki çay bardağı resmi koymamızı bile teklif etmişti yarı şaka ile.Yaklaşık dört yüz öğrenciden oluşan edebiyat fakültesinde sekizinci sayıya kadar sadece bir abonemiz olduğunu yıllarca çocuksu bir kahırla hatırladım.

Mektuplar geldi, şiirler, yazılar geldi hatta abone bile geldi. Yeni bir çevre edindik bu sayede üniversiteden, üniversite dışından. Umduğumuz gibi olmasa da fena gitmiyordu işler. Her sayıya düşük paralarla da olsa reklam alıyorduk ama yeterli olmuyordu. Sekizinci sayıda daha ucuz bir matbaaya geçtik. Ucuzluğun neticesini sekizinci sayıdan sonraki dergilerde görebilmek mümkün tabii.

Rüzigar on üç sayı çıktı ve on üçüncü sayısı on ikinci sayısı ile beraber basıldı. Nihai Rûzigâr T.S. Eliot’un: Başlangıcımdadır benim sonum, sonumdadır benim başlangıcım. Mısralarıyla veda etti bizlere.

Son sayının ardından Hasan’ın evinde toplandık. Hasan dergi kadrosundan düşündüğü herkesi çağırmıştı o gün. Çoğu lüzumsuzdu gelen isimlerin. Hatta böyle bir tavır da lüzumsuzdu bana göre. Adeta bir miras taksimi vardı o gün.’Dergiyi her sayı bin adet basmıştık, satılmayan bir hayli dergi vardı elimizde. Dergiler takas edildi gelen arkadaşlara bir iki arkadaş dergiye ne kadar kıymet verdiğini orda bir kez daha ima ederek bir işime yaramaz bunlar yük edinmeyeyim edasına girdi. Hasan bilmiyor, görmüyor muydu bu tavırları halen anlamış değilim. Ardından dergiye gelen kitaplar, dergiler de taksim edildi. Bahar havası vardı dışarıda. Ellerimizde içi dergi dolu poşetlerle Erhan’la bir müddet yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Hüzünlü, çok hüzünlü bir gündü. Yıllarca, kolilerde taşıdım o dergileri, her ev taşıyışımda taşıdım ve “kıymet bilir” diye düşündüğüm eşe dosta takım yapıp hediye ettim zaman zaman.

Derginin ilk sayısına düşmeyi unuttuğumuz baskı tarihini, sonraki sayılarda fark etmemize rağmen kasıtlı olarak düşmedik künyeye.

Rûzigâr’da ilk şiirlerimi yayımladım, masal denemelerimi hatta müstear isimle bir de hikayemi yayımladım. Her şey değilse de birçok şey Rûzigâr ile başladı benim için. Hasan Yurtoğlu, Erhan Gazi(Paşazade), Burak Melkar, Mehmet Aycı, Uğur Kutay, Erol Arslan, Münir Çakmak, Mustafa Ç. Eken, Berat Demirci, Selami Ece, Kadir Ünal, Kadir Pürlü, Rıfat Kütük dergide, bizim dışımızdaki diğer isimlerden aklımda kalanları.

Bir derginin kapanmasının verdiği hüznü dağıtan tek şey o dergiyi ciltleyerek kitaplığınızın en göze görünen yerine yerleştirmek olsa gerek.

Elbette hatıralar da var, ufak tefek kırgınlıklar, lüzumsuz alınganlıklar da. Konya’da yayımlanan bir yerel gazete derginin kapanışıyla ilgili “Rûzigâr Gibi Geçti” başlıklı bir yazı yayımlamıştı. Galiba doğruydu.

Rûzigâr’dan iki ay sonra Martı yayımlanmaya başladı Sivas’ta.


12 Temmuz 2020 Pazar

nun dergisine dair

Nun, üç yıldır Sivas’ta yayımlanan şirin bir edebiyat dergisi. Çoğumuzun yakından bildiği yaşadığı bir hikayesi var derginin. Öğrenci harçlıklarıyla iki yıldır ayakta kalma çabası içerisindeki dergi her sayısında çıtayı biraz daha yükseltiyor.              Genç öğretmen adayı Ubeydullah Öz’ün çabalarıyla yayımlanmaya başlayan derginin editörü Neslihan Ermahiş. Dergiye omuz veren bazı isimler de şöyle: Mücahit Yıldız, Eyüp Aktuğ, Dilek Çay, Şeyda Tarhan, Sümeyye Yöner, Kaan Çapkın, Muhammet Tâhâ Turan, Onur Gökdal, Orhan B. Akgül…

Büyük idealleri olsa da derginin büyük harflerle konuşmuyor yazanları. Çoğunlukla dergi kadrosunun ve bu kadronun yakınlarının ürünlerinin yayımlandığı dergide şiir ağırlıklı olmak üzre hikaye ve denemelere de yer veriliyor. İlk zamanlar okuma kitabı ebadında ve kendinken kapaklı yayımlanan dergi şimdilerde kare ebadı ve renkli kapağıyla göz dolduruyor.

Dergi ekibinin öğrencilerden oluşması dergiye ayrı bir dirilik ve farklılık katıyor.

Dergi parayla satılmıyor, vakıf ve dernek adına da çıkmıyor. Hemen hemen her sayısında bir de mülakat yayımlayan derginin tüm sayılarının içeriğine www.nundergisi.com adresinden ulaşmak mümkün. İlgilenenler için derginin diğer irtibat adresleri aşağıda:

 

iletişim: 0-553 243 8950

e-mail: nun@nundergisi.com