konuşturan: hüseyn kaya
-İkinci şiir kitabınız ilk şiir kitabınız Simurg’tan yedi
yıl sonra çıkmıştı Mahrem Mecazlar ismiyle. Mahrem Mecazlar’ın üzerinden on
küsur yıl geçti fakat yeni şiir kitabı yayımlamadınız. Ufukta yeni şiir kitabı
var mı?
Olmaz olur mu? Denize atılacak birkaç şişe hazır! Ama hangi
sahilden atılacak, hangi denize atılacak, bilemiyorum… Kitaplaşma bir şair için
görünür hale gelmedir. Ama sık sık ya da belli periyotlarla dergilerde şiir
yayımlatmamam, yeni kitapla görünmemem şiir yazmadığım anlamına gelmiyor,
gelmez de. Bu bir suskunluk değil, varsayın sükûnetimle baş başayım;
halvetimdeyim, tabiatın müziğini dinliyorum, kendimi dinliyorum. Şiirin bir
süreklilik sanatı olduğunu az çok bilirim. Bu disiplininden bir şey
kaybetmedim. Kader, nasip ve yaşama uğraşı! Şükürler olsun, şiirin büyük
sofrasından nasibim devam ediyor ve yazıyorum hâlâ!
Çocuklara yönelik olanını saymaysak, iki şiir dosyası yayıncısını bekliyor.
Kimi zaman bekleyeceğine okuyucusuna ulaşsa diye murat ettiğimiz oluyor
olmasına ama biz kimsenin kapısını çalmıyoruz, kimse de bizim kapımızı
çalmıyor!
– Kapı çalmak, bahsini biraz açabilir misiniz?
Lobi, çete ya da yayıncı seviciliğimiz yok yani. Her şeye rağmen yaşamak bir kaderdir, bahşedilen bir nimet, bir nasip diye algılarız onu! Şiir yaşamak denen çalkantıda, bir haysiyet sınavıdır. Evet, ben şiiri böyle bilir, böyle inanırım. Hiçbir kirliliğe, hiçbir kirli ilişkiye feda edemem onu. Nihayetinde erdemli bir uğraşın içindeyiz. Kendimizi, varoluşumuzu; şiirlerimizde kendine bir karşılık bulan insanları hakikatle, erdemli oluşla, sahih bir duruşla yüzleştirmeye çalışıyoruz. Şiir yüreğin, yüreklerin inşirahı; bir şairin en az çocukluğu kadar sahip çıkması gereken haysiyetidir, sorumluluğudur, sorumluluğundadır. İlk iki kitapta, şiirimin artık okurla buluşması gerekir, kanaatini bildirdi dostlar, tamam dedim. Yenileri için bakalım, nasip!
-Mahrem Mecazlar’ı, bir şairimiz Simurg’un gerisinde
bulmuş ve buna sebep olarak da taşraya yerleşmiş olmanızı göstermiş,
yaşadığınız ortamdan olumsuz etkilendiğinizi yazmıştı. Bu eleştiri ve
eleştirinin dayanakları için neler söylersiniz? Taşrada olmak zayıf olmayı,
zayıf kalmayı gerektirir mi?
O yazı üzerinden uzun bir süre geçti. Polemiğe girmek
istemiyorum. Şu an bir anlamı da yok zaten. Eleştiride kimsenin kalemine mani
olamazsınız. Yazıyorsanız şöyle ya da böyle mutlaka sizi de yazarlar. Taşraya
yerleşmek ya da yaşanılan ortamı üretmeye göre değerlendirirsek şairi olumsuz
yönde etkiler mi? Mümkündür, etkileyebilir… Yalnız bu durum, merkez neresiyse
orası içinde geçerli bir sebeptir. Taşranın kendine has sıkıntısı var,
imkansızlıklar üzerine kurulu farklı bir boğuculuğu söz konusu. Orada nefes
alıp veren aydının, şairin, öğretmenin, öğrencinin kaderidir bu. Ama bu şu
anlama da gelmiyor: Taşrada olmak iyi şeyler ortaya koymayı engeller! Böyle bir
şeye inanamam, böyle bir şeyi asla kabul edemem. Öyle olsaydı Anadolu’yu
mayalayanlardan “Türkçenin süt dişli şairi” Yunus çıkmazdı. Şiir, dili
itibariyle bir arıtma, ayıklama işi, nerede bulunduğun o kadar da önemli değil.
Taşradayım ve sıkıntısı, boğuculuğu hatta uyuşukluğuna rağmen bundan hiç
gocunmuyorum. Seviyorum taşrayı. Neden mi? Toprağın hakikatine daha yakın olmak
adına, iyimser ve temiz kalmak adına… Çünkü hayatın bu iyi bahanesiyle merkezin
birçok murdar ilişkisinden uzağım. Taşra, çocukluk, tabiat, bozkır gibi
zenginliklerim var ve bunlar beni şiire bağlayan, şiirimin vazgeçilmez
kodlarından… Tabiatla ya da bozkırla iç içeyim, barışık haldeyim ve söyleşir
dururum onunla. Taze, diri tutuyor bu iç içindelik beni. Şiirimde kent
yaşamının insanı telaşa sokan günlük devinimine, bunaltısına, karamsarlığına
yer yoktur. Varoluşum beni bunalıma değil hayranlığa, hayrete ve şükre
götürüyor. Tabiata çıkıyorum, gökyüzü bakıyorum, yeryüzünü okuyorum; “tabiat
harikulade çalışıyor!”. Kendi olan, hakikat olan her şey ilgimi çekiyor.
Buğdayıyla, yosunuyla, yusufçuğuyla, coşa gele, coşa giden masal yılkılarla, en
az ekmek kadar sevdiğim güzel gözlü göçmenim turna kuşum, toprağın yumuşaklığı,
bozkırın sade yüzü beni süzüle incele giden bir karınca, bir abdal yapmıştır.
Abdallığım, efkarım bundandır; bundandır şiirimi söylediğim, beni yazmaya alıp
götüren şey! Gördüğüm bir şeyin, bir nesnenin içimi göynütmesi bundan. Bir
ağacı şiir diline dahil etmemem, heybeme doldurup alıçlarımı şiirini söylememem
rahatsız eder oldu beni son yıllarda. Tabiatla ülfetim bir aşk hali, bir
yoğunluk, bir duyuş… Alıcından manolyasına, elmasından gülibrişimine,
bademinden mimozasına, üzümünden defnesine, eriğinden iğdesine, zeytininden
haşhaşına, incirinden narına tabiat bahçesi şiirimde çalışır durur oldu.
Tabiatın koca çınarına sırtımı dayayıp dinliyorum belki de herkese nasip
olmayacak bu büyülü sesi! Başım dönüyor… Tabiatın müziği, yaşadığım şey uluyan
bir dile, ululayan bir duaya dönüşüyor. Bundan yazıyorum ve bu bir zayıflık
değil. Evet, bir daha tekrarlıyorum: Bu bir nasip meselesi ve kulluk bilinciyle
rabbime şükrediyorum binlerce kez!
-Mahrem Mecazlar’ı başka bir şairimiz; şiir adına endişeli
sözlerin söylendiği bir zamanda Karakurt yeni kitabıyla şiir iklimimize yeni
tadlar, renkler getiriyor, sözleriyle değerlendirmişti. Ülkemizde şiir
eleştirisinin gereği gibi yapıldığına inanıyor musunuz, şairlerin şiir
eleştirisi yapmalı mı yoksa şiir eleştirmenliği ayrı bir yeteneğin ve çabanın
alanı mı?
Başka bir şairin, şiirim için “yeni tadlar, renkler
getiriyor” demesi hoş şey doğrusu. Umarım bu değerli şairi yanıltmamışımdır,
onun teveccühünü, takdirini boşa çıkarmak istemem. Böyle bir kanaatin
oluşmasında belki şiirimin kafa karışıklığına sebebiyet verecek bir özelliğinin
olmamasının da etkisi vardır, diye düşünüyorum. Basitten, olanı olduğu gibi
söylemeden hareket ediyorum özellikle son yıllarda yazdığım şiirlerde.
İstiyorum ki okuyucu, şiirimden duyduğu sıcaklığı ömrü boyunca unutmasın. İnsan
özünü bulduğu şiirler için “yeni bir tada, yeni bir renge sahip” diyebilir.
Yazılanların niteliği ne olursa olsun yazanın/şairin bir parçasıdır, eseridir,
yavrusudur; her halükarda onları koruyup kollamak ister. Bundan dolayıdır ki
eserler hakkında hakkıyla yapılan her eleştiri bir düşman kazanma sanatıdır.
Sen insanların nefsine salvoda bulunacaksan, bunun karşılığı kesinlikle “oh, ne
ala” olmaz! Türk Edebiyatına özelde Türk Şiiri eleştirisine hizmet eden yeni
açılımlar getiren eleştiriye, eleştirmenlere ihtiyaç olduğu kadar
eleştirmenleri anlayacak okuyucuya da ihtiyaç vardır. Eğer eleştiri ve
eleştirmenler karşılığını bulamazsa –ki hakkıyla yapılanlar böyle oluyor,
düşman kazanmadan gayrı bir getirisi olmuyor- yapılan çalışma, kendi alanında
çalıp oynamaktan başka bir şey değildir.
-1992 senesinde Türkiye Yazarlar Birliğinden şiir ödülü
almıştınız. Şiir ödülü almış biri olarak şiir ödüllerinin, yarışmalarının ve
yıllıklarının Türk şiirine katkıları hususunda ne düşünüyorsunuz?
Ödül bir işaret etme, bir göstermedir. Bunun ötesinde bir
şey değil. Eğer ki bir ötesi varsa, orda başka hesaplar olabilir. Nasıl mı?
Şöyle ki; maddi-manevi, ideolojik, cemaatleşme, lobileşme, koruma-kollama,
ahbap-çavuş ilişkisi, ayrıştırma gibi nemalanmalar… Ama bunlara benzer bir
hesap yoksa ortada, ödül neden olmasın? Pek ala verilebilir. Ki benim aldığım
ödülün maddi bir karşılığı yoktu. Manevi bir sorumluğu vardı sadece. Bütün
sanatçılar için ödül –yaşı her ne olursa olsun- bir onure etme, bir
farkındalık, bir diri tutma, belki yeni başlayanlar için bir teşvik, belki yol
haritası değerinde olabilir. Bu yönüyle verilmesi tarafındayım ben.
Ayrıca şiirle ödül arasında şöyle bir ilişki olduğunu da sanmıyorum: Şiir ödülü
aldıysan geleceğe taşınmam garanti! Yok böyle bir şey, kargalar bile güler
buna. Nerede olduğunuzu göremezseniz; belli bir disiplinle, belli bir çıtanın
üzerinde yazamıyorsanız, hiçbir ödül sizi kurtaramaz, hiçbir ödül sizi şiir
tarihine taşımaz. Ancak o ödülle adı-sanı unutulmuş nice yazar/şair gibi tarihe
karışır gidersiniz. Aslolan şu ki, senin dizelerinde okurun kendi kalbinin
derinliklerini görmesi ya da yaşadıklarının bir karşılığını bulmasıdır.
Dizelerinizde, şimşek çakımından çivi çakımına bir seyir olmalı. Eğer bu varsa,
şiirde sağlam yerdesiniz demektir. Şiir, körebe oyunundan farklı değildir ve
asla beceriksiz bir oyuncudan hazzetmez. Bu şair de olabilir, okur da!
Yarışmalar işin ayrı bir boyutu. Getirisi de olur, götürüsü de. Düzenleyeni,
jüriyi, katılımcıyı bağlayan esas, etik olmalıdır. Yoksa ahlaksız bir şey çıkar
ortaya, koku yayılır.
Yıllıklar ise “şiiri ve şairi yüceltme işi” değil bir seçkidir. Belli bir
beğeniyi ya da tarafı içerir ve hazırlayan(lar)ın tasarrufundadır. Kendi
kriterleri vardır, ona göre şairini ve eser(ler)ini seçer, bu tercih
doğrultusunda şiir yıllığını ya da yıllık şiir antolojisini oluştururlar.
Mesela ben yıllık hazırlasaydım kendimden hiçbir şey almazdım ve bahsetmezdim.
Kimi insanlar bu yıllıklara girmek için can-baş atarken, kimi umursamaz, -ki
benim için hep öyle olmuştur ama alır okurum bunları- hatta kimileri
yıllıklarda olmak istemeyebilir. Bu da bir tercihtir. Yalnız şu bir gerçek ki,
bizde yıllıklar daha çok belli bir zihniyetin elindeydi ve taraflıydı. Bunu
kimse inkar edemez. Bu tarafgir yönüyle olsun, şair/eser tercihleri bakımından
olsun bir yılın dökümü gibi lanse edilen yıllıklar, yayımlandıktan hemen sonra
eleştiri oklarını üzerine çekmiştir, etrafında polemikler olmuştur, olmaktadır.
Eleştirmek kolay. Her şeye rağmen aslında –işin ucunda para da olsa ki daha çok
hazırlayanın değil yayıncının işine yaradığını düşünüyorum- bunlar da bir emek
mahsulü, bu işi kotaranlara saygı duymak gerekir, diye düşünüyorum. Oturup
doğrudan kendinden bir şey yazacağına böyle bir dökümle uğraşıyor, emek
veriyor. Özellikle Hakan Arslanbenzer’in yaptığını takdirle karşılıyorum. ‘Epik
şiir’ tartışmasını da yabana atmamak lazım…
-Peki, o zaman şöyle soralım: Çağdaş Türk şiiri sizce bir
gün kendi akımlarını oluşturabilecek ve batıyı, doğuyu etkileyebilecek bir
derinliğe ulaşabilecek mi?
Çağdaş Türk şiiri, ağırlıklı olarak İkinci yeni şairlerinin yetenekleri, zihniyetleri, birikimleri ile evrilip çevrilmeye, onların başlattıkları yeniliğin etkisiyle yoluna devam etmektedir. Şimdiliğinden hareketle, merkezde ya da taşrada olan şair, bir grup içinde olmasa bile, bağımsız ve bireysel olarak İkinci Yeni ile başlayan bu yeniliği; diğer bütün şiir geleneklerine ait tecrübe süzgeci, kendi bakış açısı ve donanımıyla örerek modern Türk şiiri yelpazesine katkıda bulunuyor, bulunmaktadır. Hece’nin aruzu, Garib’in heceyi, İkinci Yeni’nin Garib’i yıktığı etki ve tonda bir başka şiir anlayışı ve eğilimi yok şu an yazılan şiirde. Bir akım formatında okunmasa bile değişik kırılmalar, farklı açılımlar ile iyi şiir, sıkı şiir yazılıyor. Ben buna inanıyorum. İyi yazılan şiirlerin sesi zamanla sınırlandırılamıyor. Suya atılan taşta, çocukluğun sesini dinler gibi o şiirlerin saflığı, o şiirlerin sesi her zaman duyulacaktır. Değil mi ki, Yunus hâlâ o seste! Karacaoğlan o seste!.. Tabiat zenginliği gibi zengin, derin, şimdiyi önceleyen bir şiir yazılıyor günümüz Türkçesinde. Burada sahihliği, tazeliği, hakikate yakınlığı sağlayan en önemli unsur; geçmişin, şimdinin ve geleceğin enstrümanı dil karşımıza çıkıyor. Şiirdeki derinlik, tazelik ve etki kullanılan dille, söz konusu olan Türk şiiri olduğuna göre, kullanılan Türkçeyle ilgilidir. Her dilde şiir, o dilin tazeliği ve sağlamlığı ile yazılmışsa, o yeni kalan ve çığır açan şiirdir. Yunus’un sadeliğindeki sesi bundan, Fuzulî’nin romantizmi, Karacaoğlan’ın kıvraklığı, Pir Sultan’ın asiliğindeki güzelliği, gür tonlaması Köroğlu’nun hep bundan… Türkçeyle, Türkçe yazılan şiir, Ispartalı Hakkı’nın şu tespitinin içini dolduran bir dil, bir şiir olmalıdır, ki ben olduğuna inanıyorum: “Türkçe, Türkün yaşamak için muhtaç olduğu gıdayı temin etmelidir.” Dilin gıda temin edici yanını yakalayan her şiir muteberdir ve Doğu-Batı fark etmez, insanlığa yeterince ulaştırıldığı oranda, her yönü etkisi altına alabilir. 80’lerde, 90’larda olduğu gibi, 2000’lerde de iyi şeyler oluyor. Şairlerimiz harikulade çalışıyor! Şiirin kaynağı, hem batıdan hem de doğudan didik didik ediliyor. Küreselleşmeye, postmodernizme tepkiler ortaya konuyor. Görselliği, somutluğu, letrizmi öne çıkaran deneyci şiir çalışmaları ise ayrı bir alem. Gerçi popülist düşünüldüğünde şiir eski yerinde değil gibi geliyor. Ama aslında öyle değil, bence her dönemde sıkı şiirin has okuru hep az olmuştur. Kalabalıkların başköşe ettiği bir sanat olduğunu kabul etmiyorum. Türk şiirinin sıkıntılarından biri de çeşitli lobilerden destek alanlar hariç hem içerde hem dışarıda gerçek okuruna yeterince ulaştırılamaması… Bu bir yara! Ama şiir tabiatı itibariyle bu yarayı seviyor.
-Şiir yazıları da yazıyorsunuz ancak hücum ve polemikten
uzak duruyorsunuz. Bu bir tarz ve kişilik meselesi mi? Bunca velveleden,
şamatadan iyi şeyler çıkabileceğine inanmıyor musunuz?
Evet, özellikle Az Edebiyat’ın ilk sayısından itibaren
neredeyse bir seri haline dönüşen “şiir yazıları” yazıyorum. Daha önce ara ara
başka dergilerde de yazmıştım. Bu bir yerde şair olmanın bir gereği oldu artık.
Türkçede artık şairler sadece şiir yazmıyor. Böyle şeyler de yazıyor.
Şu an ki yaşadığım coğrafya, bulunduğum bağlam itibariyle şiir üzerinden bir
hesaplaşma, bir iktidar oluşturma gibi bir derdim, bir niyetim yok! Bu daha çok
merkezin taşrasında yer alıp, taşrada iyi şiir yazılamayacağını düşünenlerin
bir hesabı! İşin garibi bu tür insanların besin yeri hep taşra olmuş yoksa
kentlerin, metropollerin bunalımı değil. Evet, yazılarımda hücum ve polemikten
uzak duruyorum. Çünkü burada saldırı ve savunma vardır. Benim yazdıklarım şiir
üzerine, şiire dair kendimce konuşmalardır, diyebilirim. Bunlar, bir kuram
ortaya koyma, bir şeyleri bozma, birilerine hücumda bulunma, birilerini taciz
etme düşüncesiyle yazılmıyor. Bu benim kişiliğimden kaynaklanan bir tarz, bir
tavırdır. Hani şiir yazarken, buradan, bozkırdan, toprağın hakikatinden,
hayatın canlılığı içinden, şiir sanatına nasıl baktığımı yazılara dönüştürmek
istedim. Burada, biraz da kendimi disipline etme düşüncesi de var. Yaptığın
işin farkına varma, inceliğini ve düzenini yakalama kaygısı yani. Zaten benim
yapım da, karakterim de buna uygun değil. Hücum ve polemikte her zaman denge
gözetilmeyebilir. Dengenin gözetilmediği yerdeyse çamur ve çirkeflik vardır.
Velveleden, şamatadan iyi şeylerden çok iyi reklam ürünleri çıkar, çıkmıştır
da.
Şair diye anılmak için kendini paralayan bir zihniyete sahip değilim! Şiir,
Rabbin bahşettiği dil billurunun içindeki yıldızdır. Zaman havai fişekle
yıldızın ayrımını yapacaktır.
-Bilhassa son dönem edebiyatımızda şairlerimiz,
yazarlarımız hatta yayıncılarımız arasında öğretmenlerin sayısı bir hayli
fazla. Öyle ki bir zamanlar Milli Eğitim Yayınevi, Öğretmen Yazarlar başlığı
altında bir kitap serisi bile neşretti. Siz de öğretmensiniz, mesleğinizin
edebi kişiliğinize etkileri hangi yöndedir. Kendinizi öteki mesleklerle
geçimini sağlayan yazarlardan şairlerden daha şanslı ya da şanssız hissettiğiniz
demler oluyor mu?
Öğretmenlik aslında kalp onarma mesleğiydi. Ama şu an böyle
bir özellikten uzak düştü. Öğrencinin ilgi ve beğeni iklimi değişti,
değiştirildi. Bunda aile hayatı, yenilik adı altında siyasi ideolojinin
dayatmaları ve başka şeylerin olduğu gibi, dershanelerin ve testçi mantığın
yayılmasının da olumsuz etkisi var. Öğrencinin derdi başka, öğretmeninki başka!
Neredeyse çoğu zaman aynı çatı altında farklı bir çalışma temposu içindeler…
Öğrenci yarış atı düzleminde testler arasında boğuşurken, öğretmen kendi
sorunlarıyla boğuşuyor.
Her şeyde olduğu gibi, ilk ve ortaöğretime yönelik 100 temel eser ve ders
kitapları da buna dahil olmak üzere, o seri de adından başlanarak sulandırıldı,
yapılmak istenen tam kotarılamadı.
Öteki mesleklerle tam olarak kastedilen nedir? Makam mı, parasal taraf mı?
Bunların karşılığına göre cevabın niteliği de değişebilir. Mesela
yayınevlerinin bunlara göre tavır aldıklarını, öncelik verdiklerini çok rahat
söyleyebiliriz.
-Şair olmak kadar şair kalmak da büyük bir zanaat. İsmail
Karakurt şair kalabilmek için neler yapıyor?
Haklısınız, bu bir sınav; var ile yok arasında. Ama ben sakinim. Varlığa kulak kesilmişim. İyilik çın çın ötüyor. Ruhumdan büyük hesabım yok. Çatlamayan narı neden dağıtayım? Şair kalırım ya da kalamam. Bir çocuğun gözleriyle baktığım ağaçlardan dostlarım var ya, onlar da yeter! Onlarla uyudum, onlarla uyandım, onlarla konuştum, kelimelerimi gezdirdim onlarda, onlarla arkadaşlık ettim, ediyorum da. Özellikle son birkaç yıldır yoğun ilişki kurduğum, Wagner’in “ruhunu aşktan başka bir şeyle anlatamam.”dediği bir alan: müzik! Tür ayrımı yapmadan onlarca, yüzlerce farklı coğrafyalardan derlenen albüm dinlemeleri, müzisyenleri tanıma çalışmaları. Allah’ın sürüp giden göğüne bakmak, “Aşk pazârına fuzûlî basılmayan ayak”, kelimelerin ruhuna saygı! Bütün tecrübeleriyle Türkçe şiir, ellerim titreyerek okuduğum Türkçeye kazandırılmış çeviri şiirler… Devasız olandan başka, çağıran, biriken bir şeyler var şuramda; şiirin böğründen bir damar, içimden gitmeyen bir keder mesela.
Az Edebiyat, Sayı:8, Güz: 2010