ismail karakurt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ismail karakurt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2021 Pazar

"yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez"

 Her şeyin bir tanımı, her şeyin bir izahı varsa da bazı şeyler sığmaz söze, gelmez dile. Yaşarız, hissederiz lakin anlatamayız.  Burada başlar şiire, edebiyata olan ihtiyacımız. Onlarca yazarın, şairin kapısına düşer yolumuz; yüzlerce kitabın, binlerce sayfanın eşiğine. Hâlimizi anlatacak bir çift söz, karanlığımızı aydınlatacak küçücük bir ışık, bizi felaha götürecek bir patika ararız. Çantamızın bir kenarında romanlar, hikâyeler, denemeler bizimle arşınlar durur yaşadığımız mekânları. Şiirler düşer dilimize, şarkılar, türküler, ilahiler. Uzadıkça dünyadaki yolumuz; bırakırız yol kenarlarına bize ağır gelen her şeyi. Yoruldukça ayaklarımız sözü, sözden ayırırız; gerçeği, yalandan. Uçuşur biriktirdiğimiz kitapların sayfaları zamanın rüzgârıyla sağımızdan solumuzdan, uçuşur zihnimizi kuşatan cümleler, şiirler, türküler lakin kalır Yunus. Ayırır kendini, kalır ve daha da pekiştirir içimizdeki yerini. 

Henüz dünyaya yabancı, beşikte salınan küçücük melekleri uykuya yollayan anneler de Yunus’un sözlerine koşar, hayatın bütün köşelerini arşınlamış ecel atını bekleyen dedeler de. Yunus’la başlar küçücük hikâyemiz ve Yunus’la biter nihayetinde.

Çocukluk ve gençlik yıllarımızın arasında, ya ansızın çevirdiğimiz bir ders kitabı sayfasında yahut ramazan, kandil gecelerinde bir ilahinin sonunda duyarız Yunus’un adını önceleri. Kenarları kıvrılmış sarı sayfalı eski defterlerden, katlanarak cebe konulmuş bir takvim yaprağından, kapağı yıpranmış ilahi kitaplarından ezberlenmeye çalışılan kalbe şifa Yunus şiirleriyle geçer teravihler, kandiller, sohbetler ve çocukluğumuz ve ilk gençlik yıllarımız.

Gün gelip gençlik rüzgarı başımızda deli deli estiğinde Âşık Kerem, Emrah, Sümmani, Karacaoğlan dolansa da dilimize,  bir mevsim yağan yağmur gibi uzaklaşır gider başımız üzerinden hepsi. Yunus, aydan arı yüzlü, güzel sözlü mümin bir şair olarak her dem hayatdar kalır zihimizde gönlümüzde. İrfan, ilim meclislerinde; dost, akraba buluşmalarında Yunus’tan bir ilahi okumak yahut bir beyit söylemek, yüceltir değerini okuyanın, ışıtır meclisi. Yunus, ne bir dönemlik misafiridir dilimizin ne bir mevsimlik yolcusudur kalbimizin.  

***

Yıllardır koşarım izinde pîrim

Ağlamak isterim dizinde pîrim

(Halide Nusret)

Yunus’un dili ayrı bir dil, sözü ayrı bir söz. Gönül, aşk, dünya, gurbet harflerini; çiçeğin, gülün, çiğdemin yazısını; derdin, dostun şiirini Yunus’un alfabesiyle heceleriz sınıflarda okumayı öğrenmeden önce. Karlı dağların başında salkım salkım olan bulutu onun sesiyle okuruz. Gökyüzünü, yeryüzünü ve yıldızları Yunus’un gözleriyle seyrederiz. Erik dalındaki üzümü Yunus’un rahlesinde misafir olanlar tanır ve tadar. Dertli dolabın iniltisini, saçın çözüp ağlayan bulutun sesini yalnızca Yunus’un lisanını bilenler duyar. Elif onunla bilinir, aşk onunla, sevmek onunla… Şol cennetin ırmaklarının huzur veren sesi onun kelimeleriyle ulaşır kurak dünyalarımıza.

Sevmeyi ve istemeyi onun alfabesiyle öğrenenler; gülü değil, gülü vereni; cenneti değil cennetin sahibini arzular. Onun dizeleriyle kâinata anlam vermeye çalışan herkesin ruhuna bir ışık düşer muhakkak onun söz aydınlığından. Gül onun anlattığı kadar güzeldir ve bülbül ondan öğrendiğimiz kadar dertli, sevgi onun bahsettiği kadar değerli. Onunla bilinir kadri kıymeti dostun, dostların; derdin, kederin. Dört kitabın biricik manasını o şerh eder dünyanın kararttığı, kalabalıklaştırdığı dağınık zihinlerimize, paslanmış gönüllerimize. Tekkeler, dergâhlar, meclisler, camiler, sınıflar onun sedasıyla dönüşür cennet bahçesine. Kalbimizin, ruhumuzun kılavuzudur Yunus, onun her dizesi gah Kaf Dağı’nın ardına gah sırlı bir kapının önüne gah perdelerin ardında bir âleme götürür bırakır bizi. 

***

Geldin ateş gibi geçtin âb gibi

(Halide Nusret)

Niyedir bilinmez yaşarken hep başkalarının hikâyelerini merak ederiz. Belki de bu yüzden kadim kitaplar bize hep başkalarınınmış gibi dinlediğimiz kıssalar anlatır. Kendi kıssamızdır aslında anlatılan bütün kitaplarda, mecmualarda. Merak eder, tekrar tekrar dinler sonra kendi hikâyemizi ararız duyduğumuz, okuduğumuz hikâyelerde. Kendimizden bir şeyler bulamadığımız hikâyelere kendimizden bir şeyler katarız ve bu yüzden birbirine benzer bütün hikâyeler, hikâyelerimiz. 

Yunus’un hikâyesi de sözü de kendimizden bir şeyler bulduğumuz ve yıllar yılı kendimizden de bir şeyler katarak kemale ermiş bir hikâye aslında. Kimine göre derviş, kimine göre şair, kimine göre bilge, kimine göre âşık…  Herkesin bir Yunus’u var.  Köydeki çiftçinin de dilinde onun dizeleri, şehirdeki memurun da. Gurbetteki öğrencinin de kalbinde onun şiirleri, evindeki öğretmenin de. Okuma yazma bilmeyenlerin de zihninde, gönlünde muhakkak bir yeri var onun şiirlerinin: mektep, medrese görenin de. Onu yüzyıllar boyu yaşatan, eskitmeyen ve yaşatacak olan da şüphesiz bu vasfı. Oysa onun muradı ne yaşamak asırlarca ne şair olmak ne tanınmak ne bilinmek.

“Yunus”, deriz, “Yunus Emre” deriz, bir dizesinin, bir beytinin ardından yürür gideriz, lakin onun kim olduğunu, ailesini, nerede ne zaman yaşadığını düşünmeyiz. Onun sözü, kendisiyle aynı dili konuşan, aynı mana ile kainata bakan her mekanda, her diyarda dört mevsim çiçekle bezeli bir bahçe. Menkıbelerini anlatır, içlenir, kendimize bir hakikat çıkarırız yaşadıklarından ancak düşerken onun kelimelerinin ardına, amacımız şiir okumak değildir çoğu zaman ve dinlerken menkıbelerini maksadımız değildir dinlemek bir hikâyeyi. Onun söz bahçesinde gezinirken o bahçede kendimizden bir şeyler ararız, buluruz, kendimizde olanı onda olana benzetmeye çalışırız. 

Sayıları az olsa da kendisiyle aynı yolda olan diğer isimler gibi asıl hikâyesi çoktan sır olmuş bir Türkmen kocası o. Şair değil şiirin kendisi, âşık değil aşk, insancıl değil insan.

Yunus zahitlerin yoluna yolu düşmeyen, hakikat ormanında kalbinin nuru ile kendi yolunu bulan ve yürürken yalnızca kendisiyle söyleşen bir mümin. 

***

Ah mirim, aşk elinden gideli

Odunlar eğri, od sönük, ocak kül

(İsmail Karakurt)

Adını koyamadığımız garipliğimizin, dilimizin dönmediği yangınların, ayrılıkların gözyaşlarının, dünyaya sürgünlüğümüzün tercümanıdır onun sözleri. Tıpkı dua okur gibi terennüm ederiz onun şiirlerini ve bir inşirah yayılır dünyadan bunalan ruhumuza onun kelimelerinden gelen nefesle.

Menkıbeleri, şiirleri unutulsun istemeyiz, ismi unutulsun istemeyiz ve bu yüzden çocuklarımızın isimlerinde yaşatırız onun ismini, nefesiyle süsleriz sözümüzü. 

Yunus yüzümüzün eksik yanını tamamlayan ayna, kalbimizin temiz kalmış köşesinin en suskun sahibidir biraz da. Ne vakit kendimize, kalbimize dönsek en çok orada rastlayıveririz Yunus’a. Çocukluğumuzda gönlümüze, ruhumuza, dilimize asılan duadır Yunus, bir ömür okuruz onu kalbimizin, ruhumuzun, dilimizin duvarında.  

eylül 2021 / mostar

9 Temmuz 2020 Perşembe

ismail karakurt'la mülakat

konuşturan: hüseyn kaya

 

 

-İkinci şiir kitabınız ilk şiir kitabınız Simurg’tan yedi yıl sonra çıkmıştı Mahrem Mecazlar ismiyle. Mahrem Mecazlar’ın üzerinden on küsur yıl geçti fakat yeni şiir kitabı yayımlamadınız. Ufukta yeni şiir kitabı var mı?

 

Olmaz olur mu? Denize atılacak birkaç şişe hazır! Ama hangi sahilden atılacak, hangi denize atılacak, bilemiyorum… Kitaplaşma bir şair için görünür hale gelmedir. Ama sık sık ya da belli periyotlarla dergilerde şiir yayımlatmamam, yeni kitapla görünmemem şiir yazmadığım anlamına gelmiyor, gelmez de. Bu bir suskunluk değil, varsayın sükûnetimle baş başayım; halvetimdeyim, tabiatın müziğini dinliyorum, kendimi dinliyorum. Şiirin bir süreklilik sanatı olduğunu az çok bilirim. Bu disiplininden bir şey kaybetmedim. Kader, nasip ve yaşama uğraşı! Şükürler olsun, şiirin büyük sofrasından nasibim devam ediyor ve yazıyorum hâlâ!
Çocuklara yönelik olanını saymaysak, iki şiir dosyası yayıncısını bekliyor. Kimi zaman bekleyeceğine okuyucusuna ulaşsa diye murat ettiğimiz oluyor olmasına ama biz kimsenin kapısını çalmıyoruz, kimse de bizim kapımızı çalmıyor!

 

– Kapı çalmak, bahsini biraz açabilir misiniz?

 

Lobi, çete ya da yayıncı seviciliğimiz yok yani. Her şeye rağmen yaşamak bir kaderdir, bahşedilen bir nimet, bir nasip diye algılarız onu! Şiir yaşamak denen çalkantıda, bir haysiyet sınavıdır. Evet, ben şiiri böyle bilir, böyle inanırım. Hiçbir kirliliğe, hiçbir kirli ilişkiye feda edemem onu. Nihayetinde erdemli bir uğraşın içindeyiz. Kendimizi, varoluşumuzu; şiirlerimizde kendine bir karşılık bulan insanları hakikatle, erdemli oluşla, sahih bir duruşla yüzleştirmeye çalışıyoruz. Şiir yüreğin, yüreklerin inşirahı; bir şairin en az çocukluğu kadar sahip çıkması gereken haysiyetidir, sorumluluğudur, sorumluluğundadır. İlk iki kitapta, şiirimin artık okurla buluşması gerekir, kanaatini bildirdi dostlar, tamam dedim. Yenileri için bakalım, nasip!

 

-Mahrem Mecazlar’ı, bir şairimiz Simurg’un gerisinde bulmuş ve buna sebep olarak da taşraya yerleşmiş olmanızı göstermiş, yaşadığınız ortamdan olumsuz etkilendiğinizi yazmıştı. Bu eleştiri ve eleştirinin dayanakları için neler söylersiniz? Taşrada olmak zayıf olmayı, zayıf kalmayı gerektirir mi?

 

O yazı üzerinden uzun bir süre geçti. Polemiğe girmek istemiyorum. Şu an bir anlamı da yok zaten. Eleştiride kimsenin kalemine mani olamazsınız. Yazıyorsanız şöyle ya da böyle mutlaka sizi de yazarlar. Taşraya yerleşmek ya da yaşanılan ortamı üretmeye göre değerlendirirsek şairi olumsuz yönde etkiler mi? Mümkündür, etkileyebilir… Yalnız bu durum, merkez neresiyse orası içinde geçerli bir sebeptir. Taşranın kendine has sıkıntısı var, imkansızlıklar üzerine kurulu farklı bir boğuculuğu söz konusu. Orada nefes alıp veren aydının, şairin, öğretmenin, öğrencinin kaderidir bu. Ama bu şu anlama da gelmiyor: Taşrada olmak iyi şeyler ortaya koymayı engeller! Böyle bir şeye inanamam, böyle bir şeyi asla kabul edemem. Öyle olsaydı Anadolu’yu mayalayanlardan “Türkçenin süt dişli şairi” Yunus çıkmazdı. Şiir, dili itibariyle bir arıtma, ayıklama işi, nerede bulunduğun o kadar da önemli değil.
Taşradayım ve sıkıntısı, boğuculuğu hatta uyuşukluğuna rağmen bundan hiç gocunmuyorum. Seviyorum taşrayı. Neden mi? Toprağın hakikatine daha yakın olmak adına, iyimser ve temiz kalmak adına… Çünkü hayatın bu iyi bahanesiyle merkezin birçok murdar ilişkisinden uzağım. Taşra, çocukluk, tabiat, bozkır gibi zenginliklerim var ve bunlar beni şiire bağlayan, şiirimin vazgeçilmez kodlarından… Tabiatla ya da bozkırla iç içeyim, barışık haldeyim ve söyleşir dururum onunla. Taze, diri tutuyor bu iç içindelik beni. Şiirimde kent yaşamının insanı telaşa sokan günlük devinimine, bunaltısına, karamsarlığına yer yoktur. Varoluşum beni bunalıma değil hayranlığa, hayrete ve şükre götürüyor. Tabiata çıkıyorum, gökyüzü bakıyorum, yeryüzünü okuyorum; “tabiat harikulade çalışıyor!”. Kendi olan, hakikat olan her şey ilgimi çekiyor. Buğdayıyla, yosunuyla, yusufçuğuyla, coşa gele, coşa giden masal yılkılarla, en az ekmek kadar sevdiğim güzel gözlü göçmenim turna kuşum, toprağın yumuşaklığı, bozkırın sade yüzü beni süzüle incele giden bir karınca, bir abdal yapmıştır. Abdallığım, efkarım bundandır; bundandır şiirimi söylediğim, beni yazmaya alıp götüren şey! Gördüğüm bir şeyin, bir nesnenin içimi göynütmesi bundan. Bir ağacı şiir diline dahil etmemem, heybeme doldurup alıçlarımı şiirini söylememem rahatsız eder oldu beni son yıllarda. Tabiatla ülfetim bir aşk hali, bir yoğunluk, bir duyuş… Alıcından manolyasına, elmasından gülibrişimine, bademinden mimozasına, üzümünden defnesine, eriğinden iğdesine, zeytininden haşhaşına, incirinden narına tabiat bahçesi şiirimde çalışır durur oldu. Tabiatın koca çınarına sırtımı dayayıp dinliyorum belki de herkese nasip olmayacak bu büyülü sesi! Başım dönüyor… Tabiatın müziği, yaşadığım şey uluyan bir dile, ululayan bir duaya dönüşüyor. Bundan yazıyorum ve bu bir zayıflık değil. Evet, bir daha tekrarlıyorum: Bu bir nasip meselesi ve kulluk bilinciyle rabbime şükrediyorum binlerce kez!

 

-Mahrem Mecazlar’ı başka bir şairimiz; şiir adına en­dişeli sözlerin söylendiği bir zamanda Karakurt yeni kitabıyla şiir iklimimize yeni tadlar, renkler getiriyor, sözleriyle değerlendirmişti. Ülkemizde şiir eleştirisinin gereği gibi yapıldığına inanıyor musunuz, şairlerin şiir eleştirisi yapmalı mı yoksa şiir eleştirmenliği ayrı bir yeteneğin ve çabanın alanı mı?

 

Başka bir şairin, şiirim için “yeni tadlar, renkler getiriyor” demesi hoş şey doğrusu. Umarım bu değerli şairi yanıltmamışımdır, onun teveccühünü, takdirini boşa çıkarmak istemem. Böyle bir kanaatin oluşmasında belki şiirimin kafa karışıklığına sebebiyet verecek bir özelliğinin olmamasının da etkisi vardır, diye düşünüyorum. Basitten, olanı olduğu gibi söylemeden hareket ediyorum özellikle son yıllarda yazdığım şiirlerde. İstiyorum ki okuyucu, şiirimden duyduğu sıcaklığı ömrü boyunca unutmasın. İnsan özünü bulduğu şiirler için “yeni bir tada, yeni bir renge sahip” diyebilir.
Yazılanların niteliği ne olursa olsun yazanın/şairin bir parçasıdır, eseridir, yavrusudur; her halükarda onları koruyup kollamak ister. Bundan dolayıdır ki eserler hakkında hakkıyla yapılan her eleştiri bir düşman kazanma sanatıdır. Sen insanların nefsine salvoda bulunacaksan, bunun karşılığı kesinlikle “oh, ne ala” olmaz! Türk Edebiyatına özelde Türk Şiiri eleştirisine hizmet eden yeni açılımlar getiren eleştiriye, eleştirmenlere ihtiyaç olduğu kadar eleştirmenleri anlayacak okuyucuya da ihtiyaç vardır. Eğer eleştiri ve eleştirmenler karşılığını bulamazsa –ki hakkıyla yapılanlar böyle oluyor, düşman kazanmadan gayrı bir getirisi olmuyor- yapılan çalışma, kendi alanında çalıp oynamaktan başka bir şey değildir.

 

-1992 senesinde Türkiye Yazarlar Birliğinden şiir ödülü almıştınız. Şiir ödülü almış biri olarak şiir ödüllerinin, yarışmalarının ve yıllıklarının Türk şiirine katkıları hususunda ne düşünüyorsunuz?

 

Ödül bir işaret etme, bir göstermedir. Bunun ötesinde bir şey değil. Eğer ki bir ötesi varsa, orda başka hesaplar olabilir. Nasıl mı? Şöyle ki; maddi-manevi, ideolojik, cemaatleşme, lobileşme, koruma-kollama, ahbap-çavuş ilişkisi, ayrıştırma gibi nemalanmalar… Ama bunlara benzer bir hesap yoksa ortada, ödül neden olmasın? Pek ala verilebilir. Ki benim aldığım ödülün maddi bir karşılığı yoktu. Manevi bir sorumluğu vardı sadece. Bütün sanatçılar için ödül –yaşı her ne olursa olsun- bir onure etme, bir farkındalık, bir diri tutma, belki yeni başlayanlar için bir teşvik, belki yol haritası değerinde olabilir. Bu yönüyle verilmesi tarafındayım ben.
Ayrıca şiirle ödül arasında şöyle bir ilişki olduğunu da sanmıyorum: Şiir ödülü aldıysan geleceğe taşınmam garanti! Yok böyle bir şey, kargalar bile güler buna. Nerede olduğunuzu göremezseniz; belli bir disiplinle, belli bir çıtanın üzerinde yazamıyorsanız, hiçbir ödül sizi kurtaramaz, hiçbir ödül sizi şiir tarihine taşımaz. Ancak o ödülle adı-sanı unutulmuş nice yazar/şair gibi tarihe karışır gidersiniz. Aslolan şu ki, senin dizelerinde okurun kendi kalbinin derinliklerini görmesi ya da yaşadıklarının bir karşılığını bulmasıdır. Dizelerinizde, şimşek çakımından çivi çakımına bir seyir olmalı. Eğer bu varsa, şiirde sağlam yerdesiniz demektir. Şiir, körebe oyunundan farklı değildir ve asla beceriksiz bir oyuncudan hazzetmez. Bu şair de olabilir, okur da!
Yarışmalar işin ayrı bir boyutu. Getirisi de olur, götürüsü de. Düzenleyeni, jüriyi, katılımcıyı bağlayan esas, etik olmalıdır. Yoksa ahlaksız bir şey çıkar ortaya, koku yayılır.
Yıllıklar ise “şiiri ve şairi yüceltme işi” değil bir seçkidir. Belli bir beğeniyi ya da tarafı içerir ve hazırlayan(lar)ın tasarrufundadır. Kendi kriterleri vardır, ona göre şairini ve eser(ler)ini seçer, bu tercih doğrultusunda şiir yıllığını ya da yıllık şiir antolojisini oluştururlar. Mesela ben yıllık hazırlasaydım kendimden hiçbir şey almazdım ve bahsetmezdim. Kimi insanlar bu yıllıklara girmek için can-baş atarken, kimi umursamaz, -ki benim için hep öyle olmuştur ama alır okurum bunları- hatta kimileri yıllıklarda olmak istemeyebilir. Bu da bir tercihtir. Yalnız şu bir gerçek ki, bizde yıllıklar daha çok belli bir zihniyetin elindeydi ve taraflıydı. Bunu kimse inkar edemez. Bu tarafgir yönüyle olsun, şair/eser tercihleri bakımından olsun bir yılın dökümü gibi lanse edilen yıllıklar, yayımlandıktan hemen sonra eleştiri oklarını üzerine çekmiştir, etrafında polemikler olmuştur, olmaktadır. Eleştirmek kolay. Her şeye rağmen aslında –işin ucunda para da olsa ki daha çok hazırlayanın değil yayıncının işine yaradığını düşünüyorum- bunlar da bir emek mahsulü, bu işi kotaranlara saygı duymak gerekir, diye düşünüyorum. Oturup doğrudan kendinden bir şey yazacağına böyle bir dökümle uğraşıyor, emek veriyor. Özellikle Hakan Arslanbenzer’in yaptığını takdirle karşılıyorum. ‘Epik şiir’ tartışmasını da yabana atmamak lazım…

 

-Peki, o zaman şöyle soralım: Çağdaş Türk şiiri sizce bir gün kendi akımlarını oluşturabilecek ve batıyı, doğuyu etkileyebilecek bir derinliğe ulaşabilecek mi?

 

Çağdaş Türk şiiri, ağırlıklı olarak İkinci yeni şairlerinin yetenekleri, zihniyetleri, birikimleri ile evrilip çevrilmeye, onların başlattıkları yeniliğin etkisiyle yoluna devam etmektedir. Şimdiliğinden hareketle, merkezde ya da taşrada olan şair, bir grup içinde olmasa bile, bağımsız ve bireysel olarak İkinci Yeni ile başlayan bu yeniliği; diğer bütün şiir geleneklerine ait tecrübe süzgeci, kendi bakış açısı ve donanımıyla örerek modern Türk şiiri yelpazesine katkıda bulunuyor, bulunmaktadır. Hece’nin aruzu, Garib’in heceyi, İkinci Yeni’nin Garib’i yıktığı etki ve tonda bir başka şiir anlayışı ve eğilimi yok şu an yazılan şiirde. Bir akım formatında okunmasa bile değişik kırılmalar, farklı açılımlar ile iyi şiir, sıkı şiir yazılıyor. Ben buna inanıyorum. İyi yazılan şiirlerin sesi zamanla sınırlandırılamıyor. Suya atılan taşta, çocukluğun sesini dinler gibi o şiirlerin saflığı, o şiirlerin sesi her zaman duyulacaktır. Değil mi ki, Yunus hâlâ o seste! Karacaoğlan o seste!.. Tabiat zenginliği gibi zengin, derin, şimdiyi önceleyen bir şiir yazılıyor günümüz Türkçesinde. Burada sahihliği, tazeliği, hakikate yakınlığı sağlayan en önemli unsur; geçmişin, şimdinin ve geleceğin enstrümanı dil karşımıza çıkıyor. Şiirdeki derinlik, tazelik ve etki kullanılan dille, söz konusu olan Türk şiiri olduğuna göre, kullanılan Türkçeyle ilgilidir. Her dilde şiir, o dilin tazeliği ve sağlamlığı ile yazılmışsa, o yeni kalan ve çığır açan şiirdir. Yunus’un sadeliğindeki sesi bundan, Fuzulî’nin romantizmi, Karacaoğlan’ın kıvraklığı, Pir Sultan’ın asiliğindeki güzelliği, gür tonlaması Köroğlu’nun hep bundan… Türkçeyle, Türkçe yazılan şiir, Ispartalı Hakkı’nın şu tespitinin içini dolduran bir dil, bir şiir olmalıdır, ki ben olduğuna inanıyorum: “Türkçe, Türkün yaşamak için muhtaç olduğu gıdayı temin etmelidir.” Dilin gıda temin edici yanını yakalayan her şiir muteberdir ve Doğu-Batı fark etmez, insanlığa yeterince ulaştırıldığı oranda, her yönü etkisi altına alabilir. 80’lerde, 90’larda olduğu gibi, 2000’lerde de iyi şeyler oluyor. Şairlerimiz harikulade çalışıyor! Şiirin kaynağı, hem batıdan hem de doğudan didik didik ediliyor. Küreselleşmeye, postmodernizme tepkiler ortaya konuyor. Görselliği, somutluğu, letrizmi öne çıkaran deneyci şiir çalışmaları ise ayrı bir alem. Gerçi popülist düşünüldüğünde şiir eski yerinde değil gibi geliyor. Ama aslında öyle değil, bence her dönemde sıkı şiirin has okuru hep az olmuştur. Kalabalıkların başköşe ettiği bir sanat olduğunu kabul etmiyorum. Türk şiirinin sıkıntılarından biri de çeşitli lobilerden destek alanlar hariç hem içerde hem dışarıda gerçek okuruna yeterince ulaştırılamaması… Bu bir yara! Ama şiir tabiatı itibariyle bu yarayı seviyor.

 

-Şiir yazıları da yazıyorsunuz ancak hücum ve polemikten uzak duruyorsunuz. Bu bir tarz ve kişilik meselesi mi? Bunca velveleden, şamatadan iyi şeyler çıkabileceğine inanmıyor musunuz?

 

Evet, özellikle Az Edebiyat’ın ilk sayısından itibaren neredeyse bir seri haline dönüşen “şiir yazıları” yazıyorum. Daha önce ara ara başka dergilerde de yazmıştım. Bu bir yerde şair olmanın bir gereği oldu artık. Türkçede artık şairler sadece şiir yazmıyor. Böyle şeyler de yazıyor.
Şu an ki yaşadığım coğrafya, bulunduğum bağlam itibariyle şiir üzerinden bir hesaplaşma, bir iktidar oluşturma gibi bir derdim, bir niyetim yok! Bu daha çok merkezin taşrasında yer alıp, taşrada iyi şiir yazılamayacağını düşünenlerin bir hesabı! İşin garibi bu tür insanların besin yeri hep taşra olmuş yoksa kentlerin, metropollerin bunalımı değil. Evet, yazılarımda hücum ve polemikten uzak duruyorum. Çünkü burada saldırı ve savunma vardır. Benim yazdıklarım şiir üzerine, şiire dair kendimce konuşmalardır, diyebilirim. Bunlar, bir kuram ortaya koyma, bir şeyleri bozma, birilerine hücumda bulunma, birilerini taciz etme düşüncesiyle yazılmıyor. Bu benim kişiliğimden kaynaklanan bir tarz, bir tavırdır. Hani şiir yazarken, buradan, bozkırdan, toprağın hakikatinden, hayatın canlılığı içinden, şiir sanatına nasıl baktığımı yazılara dönüştürmek istedim. Burada, biraz da kendimi disipline etme düşüncesi de var. Yaptığın işin farkına varma, inceliğini ve düzenini yakalama kaygısı yani. Zaten benim yapım da, karakterim de buna uygun değil. Hücum ve polemikte her zaman denge gözetilmeyebilir. Dengenin gözetilmediği yerdeyse çamur ve çirkeflik vardır. Velveleden, şamatadan iyi şeylerden çok iyi reklam ürünleri çıkar, çıkmıştır da.
Şair diye anılmak için kendini paralayan bir zihniyete sahip değilim! Şiir, Rabbin bahşettiği dil billurunun içindeki yıldızdır. Zaman havai fişekle yıldızın ayrımını yapacaktır.

 

-Bilhassa son dönem edebiyatımızda şairlerimiz, yazarlarımız hatta yayıncılarımız arasında öğretmenlerin sayısı bir hayli fazla. Öyle ki bir zamanlar Milli Eğitim Yayınevi, Öğretmen Yazarlar başlığı altında bir kitap serisi bile neşretti. Siz de öğretmensiniz, mesleğinizin edebi kişiliğinize etkileri hangi yöndedir. Kendinizi öteki mesleklerle geçimini sağlayan yazarlardan şairlerden daha şanslı ya da şanssız hissettiğiniz demler oluyor mu?

 

Öğretmenlik aslında kalp onarma mesleğiydi. Ama şu an böyle bir özellikten uzak düştü. Öğrencinin ilgi ve beğeni iklimi değişti, değiştirildi. Bunda aile hayatı, yenilik adı altında siyasi ideolojinin dayatmaları ve başka şeylerin olduğu gibi, dershanelerin ve testçi mantığın yayılmasının da olumsuz etkisi var. Öğrencinin derdi başka, öğretmeninki başka! Neredeyse çoğu zaman aynı çatı altında farklı bir çalışma temposu içindeler… Öğrenci yarış atı düzleminde testler arasında boğuşurken, öğretmen kendi sorunlarıyla boğuşuyor.
Her şeyde olduğu gibi, ilk ve ortaöğretime yönelik 100 temel eser ve ders kitapları da buna dahil olmak üzere, o seri de adından başlanarak sulandırıldı, yapılmak istenen tam kotarılamadı.
Öteki mesleklerle tam olarak kastedilen nedir? Makam mı, parasal taraf mı? Bunların karşılığına göre cevabın niteliği de değişebilir. Mesela yayınevlerinin bunlara göre tavır aldıklarını, öncelik verdiklerini çok rahat söyleyebiliriz.

 

-Şair olmak kadar şair kalmak da büyük bir zanaat. İsmail Karakurt şair kalabilmek için neler yapıyor?

 

Haklısınız, bu bir sınav; var ile yok arasında. Ama ben sakinim. Varlığa kulak kesilmişim. İyilik çın çın ötüyor. Ruhumdan büyük hesabım yok. Çatlamayan narı neden dağıtayım? Şair kalırım ya da kalamam. Bir çocuğun gözleriyle baktığım ağaçlardan dostlarım var ya, onlar da yeter! Onlarla uyudum, onlarla uyandım, onlarla konuştum, kelimelerimi gezdirdim onlarda, onlarla arkadaşlık ettim, ediyorum da. Özellikle son birkaç yıldır yoğun ilişki kurduğum, Wagner’in “ruhunu aşktan başka bir şeyle anlatamam.”dediği bir alan: müzik! Tür ayrımı yapmadan onlarca, yüzlerce farklı coğrafyalardan derlenen albüm dinlemeleri, müzisyenleri tanıma çalışmaları. Allah’ın sürüp giden göğüne bakmak, “Aşk pazârına fuzûlî basılmayan ayak”, kelimelerin ruhuna saygı! Bütün tecrübeleriyle Türkçe şiir, ellerim titreyerek okuduğum Türkçeye kazandırılmış çeviri şiirler… Devasız olandan başka, çağıran, biriken bir şeyler var şuramda; şiirin böğründen bir damar, içimden gitmeyen bir keder mesela.

 

Az Edebiyat, Sayı:8, Güz: 2010