günümüz türk şiiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
günümüz türk şiiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Temmuz 2020 Pazar

sühan dergisi hakkında hüseyin kaya ile mülakat

konuşturan: selçuk küpçük

 

SÜHAN iki ayda bir yayınlanan bir edebiyat dergisi ve Sivas’ta şair Hüseyin Kaya editörlüğünde çıkıyor. Hüseyin Kaya Sivas’ın ve genel anlamda da dergi dünyamızın damarlarına kan pompalıyor aslında. Geçmiş yıllarda farklı dergi tecrübelerine de sahip olan Kaya’nın bir süre evvel Lamure Yayınlarından ilk şiir kitabı da çıktı. SÜHAN ilk sayılarında şiir/edebiyat merkezli bir dergi iken ilerleyen sayılarında salt deneme metinlerine yönelerek kendisine özgün bir yer edindi. Yeni çıkan 15. sayısı da “İstasyon” temalı denemelerden oluşan bir dosya bütünlüğü sunuyor. Bu anlamda Hüseyin Kaya ile dergisini ve duruşunu konuştuk. Özellikle derginin şiirden uzaklaşma gerekçeleri bence yeni tartışmaları beraberinde getirecek gibi gözüküyor.

Sühan içerik anlamında bir dönüşüm yaşadı ve şiir/edebiyat dergisi iken salt deneme dergiciliğine yaslanan bir yayın politikası sürüyor artık. Bu dönüşümün gerekçeleri nelerdi?

 

Memlekette metrekareye düşen şair sayısı her geçen gün artarken şiir sayısı ters bir orantı ile azalıyor. Şiirde bir kırılma dönemi –fetret de diyebiliriz- yaşadığımızı artık tartışmak bile lüzumsuz. Bu has şiirin tükendiği anlamına elbette gelmiyor ancak güzel şiir çok az yazılıyor. Ayda yılda hakiki bir şiir yayımlayabilmek için, sayfalar dolusu “meşk” kırıntılarını yayımlayamayacak kadar kıymetlidir Sühan sayfaları. Bunun böyle olduğunu ancak derginin birinci senesinden sonra anlayabildik.

Şiir yayımlamak ve müteşairan ile uğraşmak hakikaten ömür törpüsü bir iş. Yazdıkları sanki çok kıymetli metinlermiş gibi sayfa beğenmezler, sıra beğenmezler… Kafa ağrıtırlar hasılı. Çoğu hastalıklı ve ne dediği belli olmayan metinler… açıkça söyleyecek bir şeyi yoktur zaten çoğunun. Söyleyecek şey çok aslında ama mevzuu dışına çıkmak istemiyorum. Zaten dergi çıkarmak sıkıntılı bir iş, bir de bunlara katlanmamak için böyle kökten bir çözüm bulduk. Dergi zaten kapaksız, resimsiz, reklamsız ve renksiz gibi vasıflar taşıyordu bazılarının gözünde, şiirsiz de olsa olur, diye düşündük ve oldu.

Deneme kaçışı olmayan bir tür. Şiir gibi geveleseniz de ortaya bir şeyler çıkmıyor ya da bunun kıymetli şeyler olduğunu ima edip kendi kendinize havaya giremiyorsunuz. Okur ile araya perde koyup da konuşmuyorsunuz yani. İşte bunlar ve bunlara benzer birçok nedenler yüzünden Sühan’a şairler yalnızca nesir kapısından girebiliyor.

Başlangıçta yine farkına varmadığımız bir husus da kendiliğinden geldi sonraki süreçte. Memlekette hikaye, öykü, şiir dergileri çıkmış şimdiye kadar ama “deneme” dergisi bu güne değin var olmamış hiç. Neden bu Sühan olmasın, diye içimizden geçti, halen de geçmekte. Sühan’a bu durum da farklı bir yol çizdi.

 

Sühan’ın çıkış süreci nasıl yaşandı peki ?

 

Bizler az çok gençlik yıllarımızda dergicilik işleriyle uğraşmış insanlarız. Ancak o yıllardaki uğraşlar hep “heves” olarak kalır bilirsiniz. Birçok sebepten yaşını doldurmadan sona erer bu dergiler. Artık büyümüştük az da olsa ama yine heyecan vardı. Bunu bir şekilde gün yüzüne çıkarmak gerekiyordu yoksa onlarca “yitik ağabey”lerin sonuna benzeyecekti sonumuz. Ömür tez geçiyor, hayat sürekli üstümüze geliyordu. Boyun büküp dergahına odun taşıyacağımız ya da postuna oturup kelamını dinleyeceğimiz büyüklerimiz ya uzaktı bizden ya da biz onlardan uzaktaydık. Mevcut dergilerin neredeyse tamamı “çete” usulüyle çalışıyordu ve verdiğiniz selam dahi “rüşvet” kabilinden değilse alınmıyordu. -Halen de böyledir.- Bize ait bir hayat belirtisi olsun dedik. Durmak ihanettir dedik kendi kendimize ve başladık. İlk sayıdan sonra sanki tüm şartlar Sühan için hazırlanmış gibi devamı geldi… öyle de gidiyoruz.

 

Kapanmış dergileri konu edinen dosyanız hariç hayatımızın içinde yer alan ama özgül ağırlığını fark edemediğimiz oyuncak, yenge, istasyon gibi temaları merkez alan dosyalar sundunuz. Sühan edebiyat dergiciliğimiz açısından kendisine özgün bir yer aralayan deneme dergiciliği yaparken, aynı zamanda kalıcı dosya konuları ile deneme yazarlarını ve yazacak olanları tahrik ediyor. Ben bunun şahsen hem dergi, hem de yazarlar için kazanımlı bir süreç olduğunu gözlemliyorum. Bu konuda neler söylemek istersin..

 

Otuz yaşıma yaklaştığımda anladım ki aslında bize hep ters ya da uzun yolu göstermiş birileri ve aynı kişiler sanki yalnız benim değil, şiirin, romanın, denemenin hatta dergilerin önüne bir yol gösterici edasıyla geçmiş, nasıl bunları bir uçurumdan aşağı yuvarlarım ya da hangi ormanın karanlıklarında kaybolmalarını sağlarım gibi art niyetli düşüncelerin hesabını kitabını yapmış, biz de yıllar yılı hep o hesap üzre yola devam etmişiz…

Edebiyatta bilhassa şiirdeki asıl sıkıntı bu bence. Sühan olarak herkesin gözü önündeki konuyu işaret ediyoruz ve herkes yazabiliyor bunu. Üfürmeden, uçmadan, ayakları yerde yazıyor yazarlarımız ve dikkat çeken, kendini okutan, çoğalan, çoğaltan metinler sayılar çıkıyor ortaya. İlginç değil mi yazarlarımızın gözleri, görünmeyen bir kafdağının ardını süzmeye sonra anlatmaya çalışıyor, ama en güzel manzarayı ayaklarıyla ezip geçiyorlar yıllar yılı farkında olmadan.

Sühan bence bu noktada hacminden büyük bir iş başardı, başarıyor. Yazarlar dergide yazmasa bile “yenge”, “dede”, “oyuncak”, “istasyon” temalarını taşıdılar bile köşelerine sessiz sedasız. Benim için, dergimiz için çok önemli bu durum.

İkinci sayınızdan itibaren meşhur Recai Güllaptan sürekli yazarınız oldu. Recai Güllaptan’ın Sühan içerisindeki konumu, işlevi, anlamı nedir. Hatta yeni çıkan 15. sayınızda asıl ismi ile yer aldı Bunu şunun için soruyorum: A. Turan bey günümüz Türk şiirinin bitmişliğini savunan bir yazı yayınlamıştı. Sühan da sanırım bu vakte denk düşen sayılarından itibaren şiirden uzaklaşarak hiç şiir yayınlamamaya başlamıştı.

İkinci sayıya kadar Recai üstat ile ve dolayısıyla A. Turan hocamız ile, aynı şehirde yaşıyor olmamıza rağmen tanışmış değildim. Adını bilir, kitaplarını takip eder, uzaktan da tanır idim ancak bir kez dahi ru be ru görüşmüşlüğümüz, muhabbet etmişliğimiz yoktu. Sühan vesilesiyle üstada kendimi tanıtma fırsatım oldu sonrası kendiliğinden geldi. Halen on yıl evvel kapısının çalmamış olmanın pişmanlığını duyuyorum zaman zaman; lakin sohbet de “nasip” ile demek ki. Sühan ve şahsım için, Recai Güllapdan da, A.Turan Hoca da büyük bir nimettir, ağabeydir, üstattır. Bu iki isimden biri varsa dergide -kendi adıma söylüyorum- sağıma soluma bakmadan karşıya bakabiliyorum. Recai üstadımız için derginin; derginin “içinde” ifadesi uygun olmayabilir. O ağabeylik yapıyor, doğru bildiği yönü işaret ve ima ediyor. Bunu yaparken de etkilemiş olmamak için çokça çaba sarf ettiğinin farkındayım. Gördüğü olumsuzlukları da aynı şekilde ifadelendiriyor. A.Turan Alkan’ın şiir ve şair hususundaki görüşleri her geçen gün birileri tarafından daha benimseniyor ve farklı cümlelerle yeni bir “buluş” gibi sürülüyor edebiyat dergilerine. O, çok zaman önce de “şairler ve şiir aleyhinde” yine bir yazı yazdıydı ve “gençleri şiirden korumalıyız” bile dediydi. Onu ve kast ettiği meseleleri anlamayan bilhassa şuaradan bazı zevat esiyor, yağıyor gürlüyor, bir süre sonra bakıyorum üstat ile aynı şeyleri başka cümlelerle orda burada yazıyor, röportajlarda söylüyor…

Ben kendisinin “şiir ve şair” hususundaki görüşlerine sonuna kadar katılıyorum. Şiir kitabım çıkmış olsa bile katılıyorum. Bu derin bir mevzuudur izahı sayfalar tutar, hem gerek de yok, onca “okuma yazma” bilmeyen şaire ikinci bir hedef olmaya. A.Turan Bey ima etmedi, söylemedi, istemedi ama beni etkilemiş olması hasebiyle dergi de etkilemiş olmalı şairler ve şiir hususundaki görüşlerinden. -İsterseniz buna etkilenme değil de hakikati görme, gösterme diyelim.- Sühan’da şiir neşrini bıraktığımız andan itibaren dergi yükselişe geçti. Her dergide adını görüp mutlu olan ve ne dediği anlaşılmayan tuhaf müteşair taifesi kendilerine bu kapıdan ekmek çıkmayacağını anlayınca tası tarağı topladı ve başka kapılara yöneldi. Bundan sonra Sühan için yeni bir okur ve yazar camiası oluştu. Demek ki haklı üstat…

Tecrübe edenler iyi bilir, bir edebiyat dergisinin editörünü en çok şairler(!) yıpratır, hatta bazı dergileri batırmak, kapatmak için özel çaba harcar bu tür insanlar. Sayfa beğenmezler, köşe beğenmezler, font beğenmezler, yanlarındaki önlerindeki arkalarındaki isimlerden rahatsız olabilir ve zaman zaman küsebilirler olmadık sebeplerden dolayı… Tüm sıkıntılar yetmiyormuş gibi dergi editörü bir de bu türden sıkıntılar yaşar, ona bu sıkıntıları yaşatırlar. Şiir yayımlamayarak hem bu sıkıntıları en az düzeyde yaşıyoruz…

 

Ben edebî kamplaşmaların olmamasını dilesem de ne yazık ki pratikte böyle bir kırılma / ayrışma mevcut. Sühan’ın son sayılarında benim de yakından tanıdığım ve sosyalist düşünce geleneğinden gelen ve bugün kendisini anarşist olarak tanımlayan şair/eleştirmen Halim Şafak da yer alıyor. Hatta bu durum biliyorsun bir edebiyat grubunda tartışma konusu dahi olmuştu. Sen ne diyorsun bütün bunlar karşısında..

 

Sühan aklıbaşında, ayakları yerde bir dergidir. Horoz fıkrasını bilirsin, “ben polemiğe girmem, işimi yaparım” demiş ya hani, o hesap bizimki de… ucuz ve lüzumsuz kamplaşmalar, çeteleşmeler ve bunların bir bardak suda koparmaya çalıştığı fırtınalar, komik tartışmalar çok gerimizde bizim. “Sühan” ismini birileri arkaik bulsa da yirmi yıl sonrasının dergisini çıkarıyoruz biz burada. Bunu zaman gösterecek.

 

Milli Gazete, 14.10.2006

 


9 Temmuz 2020 Perşembe

ismail karakurt'la mülakat

konuşturan: hüseyn kaya

 

 

-İkinci şiir kitabınız ilk şiir kitabınız Simurg’tan yedi yıl sonra çıkmıştı Mahrem Mecazlar ismiyle. Mahrem Mecazlar’ın üzerinden on küsur yıl geçti fakat yeni şiir kitabı yayımlamadınız. Ufukta yeni şiir kitabı var mı?

 

Olmaz olur mu? Denize atılacak birkaç şişe hazır! Ama hangi sahilden atılacak, hangi denize atılacak, bilemiyorum… Kitaplaşma bir şair için görünür hale gelmedir. Ama sık sık ya da belli periyotlarla dergilerde şiir yayımlatmamam, yeni kitapla görünmemem şiir yazmadığım anlamına gelmiyor, gelmez de. Bu bir suskunluk değil, varsayın sükûnetimle baş başayım; halvetimdeyim, tabiatın müziğini dinliyorum, kendimi dinliyorum. Şiirin bir süreklilik sanatı olduğunu az çok bilirim. Bu disiplininden bir şey kaybetmedim. Kader, nasip ve yaşama uğraşı! Şükürler olsun, şiirin büyük sofrasından nasibim devam ediyor ve yazıyorum hâlâ!
Çocuklara yönelik olanını saymaysak, iki şiir dosyası yayıncısını bekliyor. Kimi zaman bekleyeceğine okuyucusuna ulaşsa diye murat ettiğimiz oluyor olmasına ama biz kimsenin kapısını çalmıyoruz, kimse de bizim kapımızı çalmıyor!

 

– Kapı çalmak, bahsini biraz açabilir misiniz?

 

Lobi, çete ya da yayıncı seviciliğimiz yok yani. Her şeye rağmen yaşamak bir kaderdir, bahşedilen bir nimet, bir nasip diye algılarız onu! Şiir yaşamak denen çalkantıda, bir haysiyet sınavıdır. Evet, ben şiiri böyle bilir, böyle inanırım. Hiçbir kirliliğe, hiçbir kirli ilişkiye feda edemem onu. Nihayetinde erdemli bir uğraşın içindeyiz. Kendimizi, varoluşumuzu; şiirlerimizde kendine bir karşılık bulan insanları hakikatle, erdemli oluşla, sahih bir duruşla yüzleştirmeye çalışıyoruz. Şiir yüreğin, yüreklerin inşirahı; bir şairin en az çocukluğu kadar sahip çıkması gereken haysiyetidir, sorumluluğudur, sorumluluğundadır. İlk iki kitapta, şiirimin artık okurla buluşması gerekir, kanaatini bildirdi dostlar, tamam dedim. Yenileri için bakalım, nasip!

 

-Mahrem Mecazlar’ı, bir şairimiz Simurg’un gerisinde bulmuş ve buna sebep olarak da taşraya yerleşmiş olmanızı göstermiş, yaşadığınız ortamdan olumsuz etkilendiğinizi yazmıştı. Bu eleştiri ve eleştirinin dayanakları için neler söylersiniz? Taşrada olmak zayıf olmayı, zayıf kalmayı gerektirir mi?

 

O yazı üzerinden uzun bir süre geçti. Polemiğe girmek istemiyorum. Şu an bir anlamı da yok zaten. Eleştiride kimsenin kalemine mani olamazsınız. Yazıyorsanız şöyle ya da böyle mutlaka sizi de yazarlar. Taşraya yerleşmek ya da yaşanılan ortamı üretmeye göre değerlendirirsek şairi olumsuz yönde etkiler mi? Mümkündür, etkileyebilir… Yalnız bu durum, merkez neresiyse orası içinde geçerli bir sebeptir. Taşranın kendine has sıkıntısı var, imkansızlıklar üzerine kurulu farklı bir boğuculuğu söz konusu. Orada nefes alıp veren aydının, şairin, öğretmenin, öğrencinin kaderidir bu. Ama bu şu anlama da gelmiyor: Taşrada olmak iyi şeyler ortaya koymayı engeller! Böyle bir şeye inanamam, böyle bir şeyi asla kabul edemem. Öyle olsaydı Anadolu’yu mayalayanlardan “Türkçenin süt dişli şairi” Yunus çıkmazdı. Şiir, dili itibariyle bir arıtma, ayıklama işi, nerede bulunduğun o kadar da önemli değil.
Taşradayım ve sıkıntısı, boğuculuğu hatta uyuşukluğuna rağmen bundan hiç gocunmuyorum. Seviyorum taşrayı. Neden mi? Toprağın hakikatine daha yakın olmak adına, iyimser ve temiz kalmak adına… Çünkü hayatın bu iyi bahanesiyle merkezin birçok murdar ilişkisinden uzağım. Taşra, çocukluk, tabiat, bozkır gibi zenginliklerim var ve bunlar beni şiire bağlayan, şiirimin vazgeçilmez kodlarından… Tabiatla ya da bozkırla iç içeyim, barışık haldeyim ve söyleşir dururum onunla. Taze, diri tutuyor bu iç içindelik beni. Şiirimde kent yaşamının insanı telaşa sokan günlük devinimine, bunaltısına, karamsarlığına yer yoktur. Varoluşum beni bunalıma değil hayranlığa, hayrete ve şükre götürüyor. Tabiata çıkıyorum, gökyüzü bakıyorum, yeryüzünü okuyorum; “tabiat harikulade çalışıyor!”. Kendi olan, hakikat olan her şey ilgimi çekiyor. Buğdayıyla, yosunuyla, yusufçuğuyla, coşa gele, coşa giden masal yılkılarla, en az ekmek kadar sevdiğim güzel gözlü göçmenim turna kuşum, toprağın yumuşaklığı, bozkırın sade yüzü beni süzüle incele giden bir karınca, bir abdal yapmıştır. Abdallığım, efkarım bundandır; bundandır şiirimi söylediğim, beni yazmaya alıp götüren şey! Gördüğüm bir şeyin, bir nesnenin içimi göynütmesi bundan. Bir ağacı şiir diline dahil etmemem, heybeme doldurup alıçlarımı şiirini söylememem rahatsız eder oldu beni son yıllarda. Tabiatla ülfetim bir aşk hali, bir yoğunluk, bir duyuş… Alıcından manolyasına, elmasından gülibrişimine, bademinden mimozasına, üzümünden defnesine, eriğinden iğdesine, zeytininden haşhaşına, incirinden narına tabiat bahçesi şiirimde çalışır durur oldu. Tabiatın koca çınarına sırtımı dayayıp dinliyorum belki de herkese nasip olmayacak bu büyülü sesi! Başım dönüyor… Tabiatın müziği, yaşadığım şey uluyan bir dile, ululayan bir duaya dönüşüyor. Bundan yazıyorum ve bu bir zayıflık değil. Evet, bir daha tekrarlıyorum: Bu bir nasip meselesi ve kulluk bilinciyle rabbime şükrediyorum binlerce kez!

 

-Mahrem Mecazlar’ı başka bir şairimiz; şiir adına en­dişeli sözlerin söylendiği bir zamanda Karakurt yeni kitabıyla şiir iklimimize yeni tadlar, renkler getiriyor, sözleriyle değerlendirmişti. Ülkemizde şiir eleştirisinin gereği gibi yapıldığına inanıyor musunuz, şairlerin şiir eleştirisi yapmalı mı yoksa şiir eleştirmenliği ayrı bir yeteneğin ve çabanın alanı mı?

 

Başka bir şairin, şiirim için “yeni tadlar, renkler getiriyor” demesi hoş şey doğrusu. Umarım bu değerli şairi yanıltmamışımdır, onun teveccühünü, takdirini boşa çıkarmak istemem. Böyle bir kanaatin oluşmasında belki şiirimin kafa karışıklığına sebebiyet verecek bir özelliğinin olmamasının da etkisi vardır, diye düşünüyorum. Basitten, olanı olduğu gibi söylemeden hareket ediyorum özellikle son yıllarda yazdığım şiirlerde. İstiyorum ki okuyucu, şiirimden duyduğu sıcaklığı ömrü boyunca unutmasın. İnsan özünü bulduğu şiirler için “yeni bir tada, yeni bir renge sahip” diyebilir.
Yazılanların niteliği ne olursa olsun yazanın/şairin bir parçasıdır, eseridir, yavrusudur; her halükarda onları koruyup kollamak ister. Bundan dolayıdır ki eserler hakkında hakkıyla yapılan her eleştiri bir düşman kazanma sanatıdır. Sen insanların nefsine salvoda bulunacaksan, bunun karşılığı kesinlikle “oh, ne ala” olmaz! Türk Edebiyatına özelde Türk Şiiri eleştirisine hizmet eden yeni açılımlar getiren eleştiriye, eleştirmenlere ihtiyaç olduğu kadar eleştirmenleri anlayacak okuyucuya da ihtiyaç vardır. Eğer eleştiri ve eleştirmenler karşılığını bulamazsa –ki hakkıyla yapılanlar böyle oluyor, düşman kazanmadan gayrı bir getirisi olmuyor- yapılan çalışma, kendi alanında çalıp oynamaktan başka bir şey değildir.

 

-1992 senesinde Türkiye Yazarlar Birliğinden şiir ödülü almıştınız. Şiir ödülü almış biri olarak şiir ödüllerinin, yarışmalarının ve yıllıklarının Türk şiirine katkıları hususunda ne düşünüyorsunuz?

 

Ödül bir işaret etme, bir göstermedir. Bunun ötesinde bir şey değil. Eğer ki bir ötesi varsa, orda başka hesaplar olabilir. Nasıl mı? Şöyle ki; maddi-manevi, ideolojik, cemaatleşme, lobileşme, koruma-kollama, ahbap-çavuş ilişkisi, ayrıştırma gibi nemalanmalar… Ama bunlara benzer bir hesap yoksa ortada, ödül neden olmasın? Pek ala verilebilir. Ki benim aldığım ödülün maddi bir karşılığı yoktu. Manevi bir sorumluğu vardı sadece. Bütün sanatçılar için ödül –yaşı her ne olursa olsun- bir onure etme, bir farkındalık, bir diri tutma, belki yeni başlayanlar için bir teşvik, belki yol haritası değerinde olabilir. Bu yönüyle verilmesi tarafındayım ben.
Ayrıca şiirle ödül arasında şöyle bir ilişki olduğunu da sanmıyorum: Şiir ödülü aldıysan geleceğe taşınmam garanti! Yok böyle bir şey, kargalar bile güler buna. Nerede olduğunuzu göremezseniz; belli bir disiplinle, belli bir çıtanın üzerinde yazamıyorsanız, hiçbir ödül sizi kurtaramaz, hiçbir ödül sizi şiir tarihine taşımaz. Ancak o ödülle adı-sanı unutulmuş nice yazar/şair gibi tarihe karışır gidersiniz. Aslolan şu ki, senin dizelerinde okurun kendi kalbinin derinliklerini görmesi ya da yaşadıklarının bir karşılığını bulmasıdır. Dizelerinizde, şimşek çakımından çivi çakımına bir seyir olmalı. Eğer bu varsa, şiirde sağlam yerdesiniz demektir. Şiir, körebe oyunundan farklı değildir ve asla beceriksiz bir oyuncudan hazzetmez. Bu şair de olabilir, okur da!
Yarışmalar işin ayrı bir boyutu. Getirisi de olur, götürüsü de. Düzenleyeni, jüriyi, katılımcıyı bağlayan esas, etik olmalıdır. Yoksa ahlaksız bir şey çıkar ortaya, koku yayılır.
Yıllıklar ise “şiiri ve şairi yüceltme işi” değil bir seçkidir. Belli bir beğeniyi ya da tarafı içerir ve hazırlayan(lar)ın tasarrufundadır. Kendi kriterleri vardır, ona göre şairini ve eser(ler)ini seçer, bu tercih doğrultusunda şiir yıllığını ya da yıllık şiir antolojisini oluştururlar. Mesela ben yıllık hazırlasaydım kendimden hiçbir şey almazdım ve bahsetmezdim. Kimi insanlar bu yıllıklara girmek için can-baş atarken, kimi umursamaz, -ki benim için hep öyle olmuştur ama alır okurum bunları- hatta kimileri yıllıklarda olmak istemeyebilir. Bu da bir tercihtir. Yalnız şu bir gerçek ki, bizde yıllıklar daha çok belli bir zihniyetin elindeydi ve taraflıydı. Bunu kimse inkar edemez. Bu tarafgir yönüyle olsun, şair/eser tercihleri bakımından olsun bir yılın dökümü gibi lanse edilen yıllıklar, yayımlandıktan hemen sonra eleştiri oklarını üzerine çekmiştir, etrafında polemikler olmuştur, olmaktadır. Eleştirmek kolay. Her şeye rağmen aslında –işin ucunda para da olsa ki daha çok hazırlayanın değil yayıncının işine yaradığını düşünüyorum- bunlar da bir emek mahsulü, bu işi kotaranlara saygı duymak gerekir, diye düşünüyorum. Oturup doğrudan kendinden bir şey yazacağına böyle bir dökümle uğraşıyor, emek veriyor. Özellikle Hakan Arslanbenzer’in yaptığını takdirle karşılıyorum. ‘Epik şiir’ tartışmasını da yabana atmamak lazım…

 

-Peki, o zaman şöyle soralım: Çağdaş Türk şiiri sizce bir gün kendi akımlarını oluşturabilecek ve batıyı, doğuyu etkileyebilecek bir derinliğe ulaşabilecek mi?

 

Çağdaş Türk şiiri, ağırlıklı olarak İkinci yeni şairlerinin yetenekleri, zihniyetleri, birikimleri ile evrilip çevrilmeye, onların başlattıkları yeniliğin etkisiyle yoluna devam etmektedir. Şimdiliğinden hareketle, merkezde ya da taşrada olan şair, bir grup içinde olmasa bile, bağımsız ve bireysel olarak İkinci Yeni ile başlayan bu yeniliği; diğer bütün şiir geleneklerine ait tecrübe süzgeci, kendi bakış açısı ve donanımıyla örerek modern Türk şiiri yelpazesine katkıda bulunuyor, bulunmaktadır. Hece’nin aruzu, Garib’in heceyi, İkinci Yeni’nin Garib’i yıktığı etki ve tonda bir başka şiir anlayışı ve eğilimi yok şu an yazılan şiirde. Bir akım formatında okunmasa bile değişik kırılmalar, farklı açılımlar ile iyi şiir, sıkı şiir yazılıyor. Ben buna inanıyorum. İyi yazılan şiirlerin sesi zamanla sınırlandırılamıyor. Suya atılan taşta, çocukluğun sesini dinler gibi o şiirlerin saflığı, o şiirlerin sesi her zaman duyulacaktır. Değil mi ki, Yunus hâlâ o seste! Karacaoğlan o seste!.. Tabiat zenginliği gibi zengin, derin, şimdiyi önceleyen bir şiir yazılıyor günümüz Türkçesinde. Burada sahihliği, tazeliği, hakikate yakınlığı sağlayan en önemli unsur; geçmişin, şimdinin ve geleceğin enstrümanı dil karşımıza çıkıyor. Şiirdeki derinlik, tazelik ve etki kullanılan dille, söz konusu olan Türk şiiri olduğuna göre, kullanılan Türkçeyle ilgilidir. Her dilde şiir, o dilin tazeliği ve sağlamlığı ile yazılmışsa, o yeni kalan ve çığır açan şiirdir. Yunus’un sadeliğindeki sesi bundan, Fuzulî’nin romantizmi, Karacaoğlan’ın kıvraklığı, Pir Sultan’ın asiliğindeki güzelliği, gür tonlaması Köroğlu’nun hep bundan… Türkçeyle, Türkçe yazılan şiir, Ispartalı Hakkı’nın şu tespitinin içini dolduran bir dil, bir şiir olmalıdır, ki ben olduğuna inanıyorum: “Türkçe, Türkün yaşamak için muhtaç olduğu gıdayı temin etmelidir.” Dilin gıda temin edici yanını yakalayan her şiir muteberdir ve Doğu-Batı fark etmez, insanlığa yeterince ulaştırıldığı oranda, her yönü etkisi altına alabilir. 80’lerde, 90’larda olduğu gibi, 2000’lerde de iyi şeyler oluyor. Şairlerimiz harikulade çalışıyor! Şiirin kaynağı, hem batıdan hem de doğudan didik didik ediliyor. Küreselleşmeye, postmodernizme tepkiler ortaya konuyor. Görselliği, somutluğu, letrizmi öne çıkaran deneyci şiir çalışmaları ise ayrı bir alem. Gerçi popülist düşünüldüğünde şiir eski yerinde değil gibi geliyor. Ama aslında öyle değil, bence her dönemde sıkı şiirin has okuru hep az olmuştur. Kalabalıkların başköşe ettiği bir sanat olduğunu kabul etmiyorum. Türk şiirinin sıkıntılarından biri de çeşitli lobilerden destek alanlar hariç hem içerde hem dışarıda gerçek okuruna yeterince ulaştırılamaması… Bu bir yara! Ama şiir tabiatı itibariyle bu yarayı seviyor.

 

-Şiir yazıları da yazıyorsunuz ancak hücum ve polemikten uzak duruyorsunuz. Bu bir tarz ve kişilik meselesi mi? Bunca velveleden, şamatadan iyi şeyler çıkabileceğine inanmıyor musunuz?

 

Evet, özellikle Az Edebiyat’ın ilk sayısından itibaren neredeyse bir seri haline dönüşen “şiir yazıları” yazıyorum. Daha önce ara ara başka dergilerde de yazmıştım. Bu bir yerde şair olmanın bir gereği oldu artık. Türkçede artık şairler sadece şiir yazmıyor. Böyle şeyler de yazıyor.
Şu an ki yaşadığım coğrafya, bulunduğum bağlam itibariyle şiir üzerinden bir hesaplaşma, bir iktidar oluşturma gibi bir derdim, bir niyetim yok! Bu daha çok merkezin taşrasında yer alıp, taşrada iyi şiir yazılamayacağını düşünenlerin bir hesabı! İşin garibi bu tür insanların besin yeri hep taşra olmuş yoksa kentlerin, metropollerin bunalımı değil. Evet, yazılarımda hücum ve polemikten uzak duruyorum. Çünkü burada saldırı ve savunma vardır. Benim yazdıklarım şiir üzerine, şiire dair kendimce konuşmalardır, diyebilirim. Bunlar, bir kuram ortaya koyma, bir şeyleri bozma, birilerine hücumda bulunma, birilerini taciz etme düşüncesiyle yazılmıyor. Bu benim kişiliğimden kaynaklanan bir tarz, bir tavırdır. Hani şiir yazarken, buradan, bozkırdan, toprağın hakikatinden, hayatın canlılığı içinden, şiir sanatına nasıl baktığımı yazılara dönüştürmek istedim. Burada, biraz da kendimi disipline etme düşüncesi de var. Yaptığın işin farkına varma, inceliğini ve düzenini yakalama kaygısı yani. Zaten benim yapım da, karakterim de buna uygun değil. Hücum ve polemikte her zaman denge gözetilmeyebilir. Dengenin gözetilmediği yerdeyse çamur ve çirkeflik vardır. Velveleden, şamatadan iyi şeylerden çok iyi reklam ürünleri çıkar, çıkmıştır da.
Şair diye anılmak için kendini paralayan bir zihniyete sahip değilim! Şiir, Rabbin bahşettiği dil billurunun içindeki yıldızdır. Zaman havai fişekle yıldızın ayrımını yapacaktır.

 

-Bilhassa son dönem edebiyatımızda şairlerimiz, yazarlarımız hatta yayıncılarımız arasında öğretmenlerin sayısı bir hayli fazla. Öyle ki bir zamanlar Milli Eğitim Yayınevi, Öğretmen Yazarlar başlığı altında bir kitap serisi bile neşretti. Siz de öğretmensiniz, mesleğinizin edebi kişiliğinize etkileri hangi yöndedir. Kendinizi öteki mesleklerle geçimini sağlayan yazarlardan şairlerden daha şanslı ya da şanssız hissettiğiniz demler oluyor mu?

 

Öğretmenlik aslında kalp onarma mesleğiydi. Ama şu an böyle bir özellikten uzak düştü. Öğrencinin ilgi ve beğeni iklimi değişti, değiştirildi. Bunda aile hayatı, yenilik adı altında siyasi ideolojinin dayatmaları ve başka şeylerin olduğu gibi, dershanelerin ve testçi mantığın yayılmasının da olumsuz etkisi var. Öğrencinin derdi başka, öğretmeninki başka! Neredeyse çoğu zaman aynı çatı altında farklı bir çalışma temposu içindeler… Öğrenci yarış atı düzleminde testler arasında boğuşurken, öğretmen kendi sorunlarıyla boğuşuyor.
Her şeyde olduğu gibi, ilk ve ortaöğretime yönelik 100 temel eser ve ders kitapları da buna dahil olmak üzere, o seri de adından başlanarak sulandırıldı, yapılmak istenen tam kotarılamadı.
Öteki mesleklerle tam olarak kastedilen nedir? Makam mı, parasal taraf mı? Bunların karşılığına göre cevabın niteliği de değişebilir. Mesela yayınevlerinin bunlara göre tavır aldıklarını, öncelik verdiklerini çok rahat söyleyebiliriz.

 

-Şair olmak kadar şair kalmak da büyük bir zanaat. İsmail Karakurt şair kalabilmek için neler yapıyor?

 

Haklısınız, bu bir sınav; var ile yok arasında. Ama ben sakinim. Varlığa kulak kesilmişim. İyilik çın çın ötüyor. Ruhumdan büyük hesabım yok. Çatlamayan narı neden dağıtayım? Şair kalırım ya da kalamam. Bir çocuğun gözleriyle baktığım ağaçlardan dostlarım var ya, onlar da yeter! Onlarla uyudum, onlarla uyandım, onlarla konuştum, kelimelerimi gezdirdim onlarda, onlarla arkadaşlık ettim, ediyorum da. Özellikle son birkaç yıldır yoğun ilişki kurduğum, Wagner’in “ruhunu aşktan başka bir şeyle anlatamam.”dediği bir alan: müzik! Tür ayrımı yapmadan onlarca, yüzlerce farklı coğrafyalardan derlenen albüm dinlemeleri, müzisyenleri tanıma çalışmaları. Allah’ın sürüp giden göğüne bakmak, “Aşk pazârına fuzûlî basılmayan ayak”, kelimelerin ruhuna saygı! Bütün tecrübeleriyle Türkçe şiir, ellerim titreyerek okuduğum Türkçeye kazandırılmış çeviri şiirler… Devasız olandan başka, çağıran, biriken bir şeyler var şuramda; şiirin böğründen bir damar, içimden gitmeyen bir keder mesela.

 

Az Edebiyat, Sayı:8, Güz: 2010

 


oyundan çıkarılan şair âdem turan

Oyunlarla Yaşayanlar ‘a…

Zannedilenin aksine günümüz şiiri çoğu zaman gündelik hayatın içinde, basit anların derinliğinde saklıdır. Şair bu anları yakalayıp yoğunlaştırarak ve kendi dünyasından yansıtarak oluşturur şiirini. Şiiri diğer edebi türlerden ayıran ve “şiir” kılan en büyük unsur, onun bu batıni yönüdür. Gündelik hayattan uzakta oluşan epik ya da didaktik söylemler, büyük ve iflah olmaz acılardan doğduğu iddia edilen şiirler aslında şairin zor olandan, yaşanılan hayattan ve kendi dünyasından kaçma çabasıdır çoğu zaman.

            Şair ömrü boyunca neden bahsetmiş, şiirinde neyi yazmış, neyi arzulamış olursa olsun, herkes gibi ölümlüdür ve yalnızca yaşadıklarıyla çıkacaktır ölüm karşısında. Sözcüklerin sihri ona yeryüzünde büyüklük, ölümsüzlük bahşetmez. Herkes gibi bir ölümlüyüm işte / Ayağımın altındaki bu ateşle / Yapayalnız böyle odalarda dizeleriyle başlayan mütevazı bir şiirin altında rastladım ilk kez Âdem Turan adına. O, “Yalnızlık Oyunu” nu yazdığında yirmi yaşımdaydım. Kendisi, hiçbir kitabına almasa da bu şiirini ben onu, defalarca okuduğum bu şiiriyle sevdim. Şiirler, hikâyeler, kitaplar hep böyledir; bir bahanedir kalpler arasında ki, ruhunuza küçücük bir ışık düşüvermişse onlardan muhakkak yollarınızın bağlandığı bir nokta vardır kaderinizde.

            Öğretmenliğe yeni başladığım sene, Âdem Turan’la aramızda sadece yarım saatlik bir mesafe olduğunu öğrenir öğrenmez hemen ona ulaşmak, onunla konuşmak için planlar yapmaya başladım ve nihayet bir ilk yaz ikindisi okul çıkışı Akdağmadeni’nin yolunu tuttum. Hiç de yeni tanışıyor gibi değildik beni karşıladığında. Akşam tekrar dönmek zorundaydım çalıştığım kasabaya. İkindi ile akşam arası evinin ve gönlünün kapılarını ardına kadar aralamış bir şairin misafiri oldum o gün. Hayal Defteri ve Son Günün Şiiri isimli kitaplar elimde döndüm çalıştığım kasabaya. Birkaç gün sonra yaz tatiline girmiştik. Güz gelip okullar açıldığında öğrendim Âdem Turan’ın tayininin çıktığını ve ayrıldığını Akdağmadeni’nden. Sıkıldığından bahsetmişti ama gideceğinden bahsetmemişti.

            Beş altı yıl boyunca bir daha görüşemedik. Onu sorabileceğim ya da ona selam gönderebileceğim bir tanıdık hiç olmadı bu süre içinde.

            2003 yılında Sühan’ı yayımlamaya başladığımız aylarda yeniden buldum izini. Ben Çanakkale’den beklerken, o İstanbul’dan karşılık verdi sesime. 2005’te Viranşehir’de bir program vesilesiyle yüzyüze yeniden görüşmemizin ardından muhabbetimiz kavileşti ve Sühan’a ta oralardan omuz verdi, destek oldu. Sühan için yapılabilecek çoğu şeyi yaptı İstanbul’da. Mustafa Oğuz’un ondan bahseden yazısında ifade ettiği gibi her şeyden önce, dost, ağabey ve insan olduğunu defalarca gösterdi bizlere.

            Ateşte Yıkanmış Atlar, yaklaşık on gün önce ulaştı kapıma. Beklediğim ve içindeki şiirlerin hemen hepsini daha evvel okuduğum bir kitap olmasına rağmen yine de heyecanla çevirdim sayfalarını. Aynı gün akşama kadar dönüp dolaşıp okudum kitabı.

            Âdem Turan da, kuşağının diğer şairleri gibi artık olgunluk dönemi şiirlerini yazıyor ve her yeni şiirinde Âdem Turan şiirini biraz daha netleştiriyor. Artık onun kullandığı sözcükler, tamlamalar ve oluşturduğu dizeler şairini doğrudan işaret edebiliyor. Onun, yirmi beş yıllık şiir serüveninin beşinci kitabı Ateşte Yıkanmış Atlar. Şiire hiç ara vermeyen; ama çok az şiir yazan, yayımlayan bir şair o. Yılda ancak birkaç şiir yazabildiğini ve her şiiri aynı heyecanla, titizlikle oluşturduğunu yakinen biliyorum. Çoğu masal iklimlerinden rengini almış ancak mütevazı hayatının ayrıntılarından derlenmiş, derin ırmaklar gibi ağır ve durgun akan dizeler yakalıyor şiirlerinin çoğunda. Bu yüzden olsa gerek onun şiirleri hep sükunet,  ve durgunluk telkin ediyor okuyucusuna. Kerpiçten bir odada, isli lambalar ışığında, uzun kış gecelerinde kısık seslerle okunan, söylenen masallar gibi uzak bir ülkenin sınırlarına götürüp bırakıyor okurunu.

            Daha evvelki şiirlerinde klasik şiirin izlerine nadiren rastladığım şairin sanki yeni kitabında klasik şiiri arayan bir edası var. Zira kitabın neredeyse yarısını oluşturan “Mesel Ateşi” bölümü adından başlayarak son şiirlere doğru artan bir ritimle klasik şiire doğru ilerliyor Bağçe Meseli isimli şiir, gerek içerik ve kullanılan kelimeler gerekse şekil yönünden modern bir gazel tadı bırakıyor okur zihninde. Bağçe bağçe olalı gördü mü acep böyle bir aşk / Bu aşkı ben yaşadım ve eridim bağçenizde yıllarca her akşam…

            Bilhassa Ziya Osman’ın, Cahit Sıtkı’nın bazı şiirlerindeki sadelik ve gündelik hayat izi modern bir söylemle ve yeni imgelerle yer buluyor zaman zaman Ateşte Yıkanmış Atlar’da. Öyle ki Rüyada Görülen ŞiirYolculuk Şiiri ve Beylerbeyi’nde Kaybolan Eldiven gibi birkaç şiirde münasebeti bulunan bazı insanların isimlerini zikretmekten, onları şiirine taşımaktan kaçınmıyor ve adeta onları şiirinin şahidi gibi düşürüyor dizelerine. Şairin mutluluğu ya da mutsuzluğu sade ve samimi söyleyişlerle belki de kendisine bile fark ettirmeden sinmiş pek çok şiirine: … eylülü çok severdik çünkü su böreği açıp çay içerdik hafta sonları / hafiften bir sarı ve yağmur; o bildiğiniz telaş işte/ çocuklara çanta, önlük, defter ve kalem … Aylardan haziransa, yaşamak/ Aşkla yıkılmak gibidir toprağa… bülbüller bağçemden / bulutlarsa penceremden / gittiği günden beri / ne şu çocuğun defterine yazıldıydım / ne de bu adamın kitabına …

            İlk kitaplarından son kitabına doğru gittikçe belirginleşen ve genellikle şimdiki zaman kipinde gerçekleşen bir konuşma havası hakim Âdem Turan’ın şiirlerinde. Şiir hangi hisleri fısıldarsa fısıldasın ya da neden bahsederse bahsetsin, dizeler hep aynı ses tonu ve üslup ile söyleniyor gibi sayfalar boyunca. Bu durum belki de Âdem Turan şiirinin biçim bakımından esas unsurlarından biri. Turan’ın şiirlerindeki sükûnet ve durgunluk sanırım biraz da şimdiki zaman kipinin hemen her şiirde kullanımından kaynaklanıyor … Birdenbire oluyor her şey, birden bire değişiyor,  Çocuk geceyi zorluyor hiç durmadanYıllardır koşuyorum bu tüneldeElim havada bir şarkı tutturuyorum eskilerden,  açıyorum paslı kilidini yazınAğustos sularını selamlıyorumZeytinle konuşuyorum,  Oysa şöyle olmalıydı diyorum …

            İleriki döneminde belki de onun şiirinin en belirleyici özelliği tüm şiirlerinde karşımıza çıkan konuşma edası ve şimdiki zaman kipi olacak.

            Bildiğim kadarıyla Âdem Turan şiirlerinde hece ve kafiyeyi hiç kullanmadı şimdiye kadar. Zaman zaman bu unsurların eksikliğinden kaynaklanan ritim ve ahenk eksikliği son dönem Âdem Turan şiirinde belli kelimelerin tekrarıyla ya da bazı kelimelerin art arda sıralanmasıyla gideriliyor büyük oranda. …Derler ki beni görenler: bu adam hangi yolun yolcusu / Derler ki beni görenler: bu adam / Derler ki: gözlerinde / Yalnızlığın uğultusu  …Ben yağmurlu günler meczubu geceleyin gündüzün/ daralıyorum ah bu duvarların önünde/ kırmızı, lacivert, gri… bu duvarların önünde

            Okuduğumuz hemen her şiir kitabında, kitaptaki diğer şiirlerle mukayese edildiğinde ön plana çıkan birkaç şiir vardır mutlaka ve bunlar şairin hiç de beklemediği şiirlerdir çoğu zaman. Ateşte Yıkanmış Atlar’da, Kalbimdeki Karınca ve Çınaraltında Teselli isimli şiirler başlı başına birer kitap olabilecek çağrışım ve yoğunluğa sahip gibi görünüyor.

            Karınca sözcüğü hiçbir şiire, Kalbimdeki Karıncadaki kadar yakışmadı bence şimdiye kadar. Kalbimde hayal kuran karıncakalbimde kendini arayan karınca,  Kalbimi söküp de giden karınca dizelerinin her biri ayrı bir şiir kıymetinde ve zenginliğinde buluşlarla dolu.

            Çınaraltında Teselli şiiri ise belki biraz da şiirin oluşum hikâyesini tahmin edebildiğim için bana fazlaca dokunaklı geldi. Mahallenin mızıkçı ve kendini beğenmiş diğer çocukları tarafından oyuna alınmayan yalnız bir çocuğun temiz bakışları canlandı gözlerimin önünde daha ilk dizede: Ya… işte böyle,  çıkarıldım oyundan. Adeta kırgın bir çocuğu dinler gibi üçbeş defa okudum bu şiiri. Belki de şairin bu çocuksu samimi ve saf kahrı, incinmişliği zarif pek çok dize taşımış şiire. Eğildim çiçek toplamaya kalbim de eğildi kıskandı beni böyle görenler (…)

            Âdem Turan, tamamıyla kendi dünyasında yaşayan ve şiirini bu dünyadan kuran bir şair de değil elbette. Ateşte yıkanmış Atlar’da kimi şiirlerde şairin kendi dünyasından sıyrılarak dış dünyadan da imgeler yakaladığını görmek mümkün. Yol Ateşi başlıklı bölümde yer alan; Gece Duası, Bağdat’a Dua, Ağzımda Kekik ve Kan şiirleri dış dünyadan duyulan anlık ürpertilerle, öfkelenmelerle ve Müslüman bir duyarlılıkla oluşturulmuş şiirler.

 

            Ateşte Yıkanmış Atlar, olgunluk dönemi ürünleriyle galiba önümüzdeki yıllarda adından daha sık bahsettirecek Âdem Turan şiirinin en net çekilmiş fotoğrafını sunuyor şiir okuruna.

                                                                                                                  

az edebiyat, sayı: 1