Şehirler
değişiyor durmadan, yollar, parklar, binalar değişiyor… Aşinası olduğumuz
sokaklarda dahi acemiliğimiz hiç bitmiyor yaşadığımız şehirde. Hani birazcık
dolaşayım desek bir ikindi vakti caddelerde, sokaklarda; eskiye dair bir
hasret göğüs kafesimizin altına bağdaş kurup daraltıyor içimizde bir yerleri.
Fotoğraflar eski rüyaların dilsiz şahitleri, hatıralar hayal âleminde yaşanmış
gibi.
En az büyük
şehirler kadar küçük şehirler hatta ilçeler, kasabalar dahi aynı hızla
değişiyor ve siliniyor her geçen gün hafızamızdan sokaklar, mekânlar.
Albümlerde dahi kalmıyor geçmiş zaman manzaraları.
Çocukluğunun,
gençliğinin geçtiği şehirlere yıllar sonra dönenler hep aynı kaybolmuşluğu
hissediyor yeni sokaklarda, beton binalar arasında.
Ne bir deprem
yaşadı Sivas yakın zamanlarda ne de yeniden Moğol istilasına maruz kaldı ancak
orta yaşı geçmiş çoğu Sivaslı için artık bu şehir de yeni ve yabancı.
Çocukluğumuzu,
ilk gençliğimizi yaşadığımız sokaklardan hatta okuduğumuz okullardan, önünde
sıra beklediğimiz tatlı su çeşmelerinden, karanlık çökünceye kadar misket,
ceviz, gazoz kapağı oynadığımız boş arsalardan, istasyon caddesinde kuş
cıvıltılarıyla süslenmiş akasyalardan, mahalle aralarında kurulan pazarlardan
ne bir iz kaldı ne hatıra.Şehir usul usul kaybetti hafızasını ve bizler usul
usul kaybettik hatıralarımızı.
Neyse ki gözler
görse de ellerin ilişmediği, ilişemediği mekânlar da var her şehirde ve ancak
bu mekanlar sayesinde geride kalan yıllarımızın bir rüya olmadığına
inandırıyoruz kendimizi. Camiler, hanlar, medreseler, türbeler her şeyin
berisinde, mahzun ve yorgun bakışlarla, biraz da sıranın kendilerine geleceği
endişesiyle izliyorlar etraflarında yaşanan köşe kapmaca oyununu. Her şey
değişse de şehirlerde; onların yeri, taşları, duruşları değişmiyor ve
kendilerine aşina buldukları her çehreye aynı tebessümle açıyorlar kapılarını
ardına kadar.
Şehrin tam da
ortasında etrafındaki onca gürültüye telaşa rağmen suskunluğunu ve sakinliğini
muhafaza eden ve belki biraz da fark edilmemek için yolların, caddelerin aşağısında kalmış küçücük bir düşler ülkesi Aliağa Camii ve bahçesi.
Eski Sivas’ı arayanlar için küçücük bir sığınak, ruha şifa arayanlar için
mütevazı bir uzletgah…
Aliağa Camii;
bahçesindeki yıllanmış çınar ağacıyla şehrin merkezine kurulmuş olsa da
dünyanın kıyısında bir mekan… Bir
zamanlar belki de şehrin her yerinden görülebilen minaresi dahi üzerine üzerine
yürüyen beton yığınları arasında çoktan kaybolmuş, öz yurdunda garip kalanların halinden bir hal, duruşundan bir duruş
sinmiş suretine Aliağa Camiinin. Belli etmemeye çalışsa da her hali hüzün,
kubbesi melal içinde ve her taşı yorgun… Yerini yadırgayan ama halen hayata
tutunmaya çalışan solgun çiçeklere, yaşadığı şehri bırakıp gitmeye çoktan
niyetlenmiş ama bir türlü kök saldığı topraklardan kopamamış; yabancı, ürkek
insanlara benzer biraz… Sanki bir
kasaba, köy için inşa edilmiş de sonradan bulunduğu yere getirilmiş.
Ne hemen
aşağısındaki Afyon Sokağına kestirmeden ulaşabilmek için pürtelâş içinde
merdivenlerinden inip bahçesinden savuşup gidenlere gönül koyar Aliağa Camii ne
de bahçesindeki ağacın yapraklarını yol üzerinden kopararak geçen ve
kendisinden bir selamı esirgeyenlere; zira bahçesinde hal ehli üç beş ihtiyar daim keyfini sürer çınar gölgesinde
sonsuzluğa uzanan su ve kuş seslerinin. Saatler yavaşlar, zaman uzar, şehir
uzaklaşır, gönül cümle dertlerden azade olur Aliağa Camiinin bahçesinde ve
içinde.
Aliağa Camii
her mevsim farklı bir güzellikle saklansa da şehrin ortasında ona en çok
sonbahar yakışır. Küçücük bahçesi sarıya boyanır kocaman çınar yapraklarıyla.
Güvercinler misafir olmasa da avlusuna, sarı yapraklar kanat çırpar esen her
rüzgârla kah sağa, kah sola…
Sivas'a ilk
defa gelen herkes medreseleri, Ulu Camiyi, Meydan Camiini ziyaret eder de beş
yüz yıllık bu cami ile tanışmadan, selamlaşmadan ayrılır gider şehirden. Nasip
meselesidir şüphesiz onun dinginliğine ulaşmak, sükûtunda başka âlemlere
kapılar aralamak.
Şehrin onca
şairine, edibine rağmen bu caminin adı ne bir şiirde geçer ne de bir hikâyede,
romanda. Hâlbuki cami bahçesindeki hazirede romancı bir oğlun şair babası
medfundur. Çoğu kişi tarafından bilinmese de Peyami Safa’nın babası şair İsmail
Safa’nın kabri Aliağa Camii haziresindedir ve sürgün geldiği Sivas’ta
sürgünlüğü başka türlü devam etmektedir.
Beş yüz yıllık
bir ömrün hikâyesi kazılıdır kesme taşlardan örülü duvarlarında. Hangi alınlar
secdeye değmiştir, hangi gözler pişmanlıkla, ümitle yeşermiştir bu camide,
hangi bedenler ebedi yolculuğa bu limandan uğurlanmıştır bilinmez.
Her geçen gün
biraz daha unutkanlaşan şehrin unutmamaya çalıştığı üç beş mekandan birisi
Aliağa Camii. Tenhalaşan, kaybolan, gölgede kalan, betonlar arasında sıkışan
Aliağa Camii değil de şehrin kendisi aslında. Çocukluğumuzdan, gençliğimizden
bir iz yok artık yaşadığımız mekânlarda ve bu yüzden bütün şehirler aynı bizler
için, ekmeğini yediğimiz, suyunu içtiğimiz, dağlarına bakıp içlendiğimiz,
ırmaklarında çimdiğimiz şehirler uzak bir masal ülkesi…
2015