hüseyn kaya
İzahı mümkün değildir bazı şeylerin akılla, lisanla. Durup dururken bir eksiklik hissedersiniz içinizde, kalbinizde bir yarımlık. Yastığınız taş olur geceleri, yorganınız ısırgan. Hayat, yanlışlıkla içine düştüğünüz bir oyun sahnesini andırır, içinizde uğuldar gittikçe büyüyen bir boşluk. Her şeyin yabancısı olduğunuz bir dünyanın ortasında şaşırma, hayret etme hislerinizi yitirirsiniz. Aynalardaki suretiniz bile yabancı gelir gözlerinize. Saatler, günler yalnızca değişen rakamlardan ibarettir; bütün fiilleriniz bir alışkanlığın eseri. Bir şeyin yokluğu, her şeyin varlığını siler, uzandığınız her şey, uzaklaşır sizden ve bir yıldız gibi ötelerde ışığını kaybeder. Dilini bilmediğiniz telaşlı insanlar arasında ilerlersiniz bilmediğiniz bir sona doğru. Mevsim, vakit ne olursa olsun güneş en uzak dağların ardına saklanır, bütün ağaçlar yaprak döker, solar bütün bahçeler. Bir şeyler kıpırdar ruhunuzun sancıyan yanında, ardından buruk bir çiçek açar içinizde adı hasret olan. Zamanla yalnız o çiçeğin rengiyle görmeye başlarsınız her şeyi. Gölgeniz gibi ayrılmaz yanınızdan ve bir süre sonra siz onun gölgesi olursunuz. Onun da kokusu vardır ve sürekli değişen türlü türlü rengi. Hayallerle sulanır, hatıralarla günlenir, gözyaşlarıyla nemlenir ve boy verir, tomurcuklanır günden güne, sonra acı bir meyve olur ruhunuzun dallarında. Ayrılığın acı meyvesi; sevginin, sevdanın ve sadakatin annesidir o, sabrın hocası, intizarın kardeşi. Kimimiz göresidim, der; kimimiz, özledim. Kim hangi adı verirse versin tadı kekre, telaffuzu güçtür bütün hasretlerin, özlemlerin, göresimelerin.
Görmeyelden yüzünü ben ki nigârım sensedim
Âh u zâr ile geçer bu rûzgârım sensedim
(Hümâmî)
Hasret; gönül bahçesini viran, ömür sermayesini talan eden rüzgârlarla bazen fırtınalarla getirir kendi mevsimini. Hasretle sınanır, ölçülür; sevginin, sevdanın ve bağların büyüklüğü. Samimi kalplerin üzerinde hasret, yüce dağların başını terk etmeyen duman gibidir. Hasretle hatırlanır acziyet ve çaresizliği insanın. Öznesi ne, kim olursa olsun; büyüklüğünce alır hasretten nasibini her kalp.
Kimi sılasından ayrıdır; kimi anasından, babasından, yârinden. Kimi evladından ayrıdır kimi dostundan, kardeşinden. Kimi bir yudum soğuk suya hasrettir, kimi denizlerde kaybolmaya, ırmaklarla bir olmaya. Kimi adım atmaya bir hastane odasında, kimi dağlarda koşmaya, kimi yorgun ayaklarını uzatmaya. Kimi gözler uykuya hasrettir, kimi gözyaşına, kimi kaç zamandır karşısında durmadığı bir simaya. Bir çift güzel söze hasret kaldığı da olur insanın, kendisine şefkatle bakan bir çift göze de. Hasret; er ya da geç herkesin tutulduğu tipi, penceresini zamanlı zamansız pıtırtılarla selamlayan yağmur. Belki de bu yüzden türkülerin hasret kokanı en çok sızlatır burnumuzun direğini, şiirlerin hasret kokanı yer eder kalbimizde. Bir hasret yumağıdır kalpler esasında sarılmış iç içe. Ümit bir ucundadır bu yumağın, acı diğer ucunda. Akılımızın ermediği, elimizin yetmediği, dilimizin dönmediği ancak ruhumuzun da susmadığı, cam kırıklarıyla dolu bir ırmakta sürüklenmektir hasret.
Gönlüm yığın yığın hasret yüklüdür;
İçimde tarifsiz keder saklıdır
(Abdurrahim Karakoç)
Bitti bitecek zanneder, zaman sayarız. Bitti dediğimiz de olur muhakkak bazı hallerde lakin hasretin adı değişir, öznesi değişir, rengi değişir; bir yabancı gibi yine gelir, bir başka libasla yeniden oturur kalbimizin üzerine. Her mevsim yer değiştiren, ilacın çoğunlukla fayda etmediği müzmin bir hastalıktır. Sağ yanımız kurtulur hasretten, sol yanımız tutulur bu kez ona. Bir de dünyada hiç bitmeyecek hasretler vardır; çaresizlik, dipsiz kuyudan seslenir kalbimize. Yaşadığı şeyler kadar yaşayamadığı şeylere de hasret duyar insan.
İnsan özler, hasret çeker, göresir muhakkak ancak yalnızca insana verilmiş bir his de değildir bu. Dünyanın, eşyanın fıtratına ilmek ilmek atılmıştır hasretin acısı. Zaman, zamansızlığa hasret akar, akrep ve yelkovan sonsuzluğa hasret dolaşır durur aynı dairede. Yıldızlar ve ay gecenin hasretini çeker, güneş gündüzün. Gün yarına hasrettir, yarın dünü özler daima. Harfler, kelimeye hasrettir; kelimeler, cümleye ve kâğıt, kaleme; kalem yazıya.
Susuzluktan çatlamış kavruk tarlalarda yürürken bir ağustos sıcağında, kimse söyleyemez toprağın suyu özlemediğini. Yahut altı ay boyunca karla kaplı bir dağın, baharı özlemediğini de kimse söyleyemez. Tıpkı attaya giden babalarını, akşam pencere önünde hasretle bekleyen çocuklar gibi rızık için havalanan kuşları da yavruları bekler yuvalarında hasretle. Göçmen kuşları iklim iklim, ırmakları diyar diyar gezdiren hasret değil de nedir ki?
Hasretin kalbine attığı ilmek olmasa yanmazdı Kerem, Mecnun olmazdı Kays, dağlar tanımazdı Ferhat’ı. Hasretin rengini taşımasa içinde yeşermezdi dağda çimen, açmazdı dalda çiçek. Hasret olmasa dönmezdi pervane ışığın, dünya güneşin etrafında. Ne yolların, dağların manası kalırdı hasret olmasa ne sevdanın, şiirlerin, türkülerin. Hasret olmasa ne gül kokardı ne bülbül öterdi ve içini dağlasa da ateş susardı ney, susardı her şey.
Hasretle adım atar insan dünyaya ve hasretlerle ayrılır dünyadan, fani bir âlemde baki vuslatların olamayacağını yazarak sönen kalbine. Dünya hasretliğin yurdu, bitmeyen özlemlerin diyarı ve kendisini hep bir sonrakine ulayan, ardı görünmeyen sıradağlar gibi ayrılıkların, hicranların, intizarların ırmağı. Dünya hasretliğin denizi, içildikçe artıran hasretliği. Dünya sahici vuslata değil hasrete uzanan rayların istasyonu. Dünya hasretliğin bittiği değil başladığı liman Âdem’den beri ki aynı hepimizin hikâyesi. Hasrettir, körpecik göz pınarlarından inciler saçarak bu dünyaya adım atar atmaz ağlatan her bebeği. Sonrası peş peşe ekli, sonrası hiç dinmeyen yağmur.
ekim 2020