abdurrahim karakoç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
abdurrahim karakoç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ocak 2021 Çarşamba

eski

Yazılarının mürekkebi dağılmış eski bir defter, uzaklardan kulağımıza gelen eski bir nağme, herhangi bir yerde rastladığımız eski bir eşya, yıllardır yolumuzun düşmediği eski bir sokak, güçlükle ayakta duran ahşap bir evin penceresinden bize seslenen solmuş eski bir perde, ansızın haberini aldığımız eski bir dost çoğu zaman yetiyor gözlerimizin bulutlanmasına, uzaklara dalmasına. O anda eski bir kapı aralanıyor zihnimizden geçmiş zamana, gıcırtıyla. Âhlar, şükürler, pişmanlıklar solgun bir bahçeden uzaktan uzağa el ediyor sessiz. Ben de yaşamışım, diyoruz uzun hatırlayışların sonunda dönerken içinde bulunduğumuz zamana. Kapı kapanıyor ve eskiler öylece kalıyor yerinde, bir belirip bir kaybolan o kapının ardında.

Eskileri mi arıyoruz kayboluşların sokaklarında yoksa eskiler mi bırakmıyor peşimizi? Eskiler; yolumuzda, kalbimizde, zihnimizde düğüm, ayaklarımızda görünmez bir pranga. Eskiler, masum çocuk bakışı sararmış kartpostallarda.

Düzen böyle bu gemide

Eskiler yiter yenide

(Abdurrahim Karakoç)

Her şey eskimeye gelmiş gibi dünyaya. Eskiyor dokunduğumuz, baktığımız ne varsa zamanla. Eskiyor yazdığımız defter, parmaklarımız arasında kalem, okuduğumuz kitap; kitapta kelimeler, harfler. Eskiyor duvarda resim, resimde boya, masada bardak, pencerede perde. Her biri, ömrü kadar bile dayanmıyor zamana ve eskiyor yaşadığımız ev, evde eşyalar, evimize geldiğimiz yollar, evimizin bulunduğu sokak.

Değdiği dokunduğu her şeyi boyayarak kendi matlığına, usulca geçiyor zamanın fırçası üzerimizden her an. Bir maviye dönüyor gökyüzü, bir kızıla, bir siyaha. Toprağın örtüsü bazen yeşil bazen beyaz bazen sarı. Günler, haftalar eskiyor. Baharlar, yazlar eskiyor. Yıllar eskiyor. Dünya eskiyor ve biz de eskiyoruz şüphesiz onun üzerinde.

Bir fotoğrafta siyah birinde beyaz saçlarımız. Bir fotoğrafta hayat dolu birinde yorgun bakışlarımız. Düşüncelerimiz, kalbimiz, kelimelerimiz, sesimiz eskiyor. Hayallerimiz, ümitlerimiz, hüzünlerimiz, acılarımız, hasretlerimiz, yaralarımız hatta sevgilerimiz eskiyor. Saksıda çiçek, parkta ağaç eskiyor. Bir gün bırakıp gittiğimizde bile dünyayı, mezarda taşımız, toprakta bedenimiz eskimeye devam ediyor. Eskidiğimizi hissettiğimizde başlıyor etrafımıza, kainata, hayata yabancılık. Eskidiğimizi anladığımızda yolcu olmanın tedirginliği düşüyor yüzümüze, sesimize, yürüyüşümüze.

Silinmiyor, kaybolmuyor eskiler unutulsa da zaman zaman. Eski olan, eskide kalan ne varsa sureti uçarken yeryüzünden, manası içimize göçüyor ve saklanıyor bir köşesinde kalbimizin renksiz fotoğraf albümleri gibi. Ruhumuzun bir köşesi; eskiler biriktirdiğimiz, kendisine has kokusunu kapılar ardına kilitlediğimiz loş, mahrem bir oda. Zahiren eski de olsa her eşya, her hatıra, her his nefes alıp vermeye devam ediyor orda. Önceleri ara sıra uğradığımız, yâd ettiğimiz, hatırladığımız bu mekâna taşıyoruz hayatımızı günden güne, farkına varmadan. Tıpkı taşıdığımız eşyalar, nesneler, hisler gibi ömrümüz de bir parçasına dönüşüyor bu gizli odanın. Günlerimizi oraya yığıyoruz, aylarımızı, senelerimizi, kırgınlıklarımızı, sevinçlerimizi. Eski şiirleri, şarkıları, kitapları özlediğimizde; eski günleri, eski bayramları, eski dostları, eski mevsimleri özlediğimizde bu odanın muhayyel kapısının eşiğinde buluyoruz kendimizi. 

Eski defterlerde sararırmış yaprak.
Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.
(Behçet Necatigil)

Dün ile yüz yıl öncesinin aynı uzaklıkta olduğu renksiz ülkenin adıdır eski, açıp da atlastan yerini her buluşumuzda faniliğimizi fısıldar bize, yeryüzünde bir seyyah olduğumuzu. Kaçıp saklansak da en ücra köşesine hayatın, zamanın fırçasının mutlaka kalbimize, yüzümüze, ellerimize değeceğini hatırlatır. Hiçbir şeye sahip olamadığımızı ve olamayacağımızı vurur yüzümüze. Kaybedilenler ve kazanılanların, aynı çatı altında sergilendiği bir müze, yan yana gömüldüğü bir mezarlıktır eski. Her yakınından geçişimizde bu mezarlığın, sahip olduğumuz, içinde bulunduğumuz her şeyin akıbetini görmek, bir hayale, bir yalana inanmış olmanın verdiği acıyla çözer parmaklarımızı sımsıkı tuttuğumuz dünya gemisinden.

Eski, şahit olan ve olunandır. Ona dair ne varsa bize, bize dair ne varsa ona siner. Belki de bu yüzdendir onu terk edemeyişimiz, bu yüzdendir onun bırakmayışı peşimizi. Yüzümüzle eskitir yüzünü sırı dökük aynalar, alnımızla alnını eskitir seccade, ayakkabılarımızla eskir adımlarımız ve adımladığımız yollar. Eskimiz, amel defterimizdir.

Bir daha alınmamak üzere oyundan çıkarılan bir çocuktur eski, yaprakları dallarına küsmüş bir çınar, başına kuşların yuva kurmadığı, gövdesinde suların yürümediği bir meşe. Aldığımız her nefesin, gördüklerimizin, dokunduklarımızın, yaşadıklarımızın mazmunu ve mecazı eskimizde saklıdır.

Ömrün biricik ve mahrem kulesidir eskiler, eski zamanlar, eski dostluklar, anılar; havalandığında ruhumuz o kulenin en yükseğine görünür hayatın, dünyanın gerçek rengi. Fitili bitmiş bir lambadır eski, suyu çekilmiş bir kuyu. Faniliğin surette mührü, sonsuzluk özleminin şiiridir eski.

Her şeyin geçmişte daha iyi olması değildir bize eskiyi özleten, sevdiren; belki biraz alışkanlık, belki aşinalık. Bir kez daha yeniye veda etme yükünün altına girememe, manayı kaybetme korkusu biraz da. Eski, okumayı söktüğümüz bir alfabe; konuşmayı, düşünmeyi en iyi bildiğimiz lisandır; yeni, yabancısı olduğumuz yabancı bir ülke, başka bir dünya. Yalan da olsa sıladır eski asla bir daha yolumuzun düşmeyeceği, yalan da olsa gurbettir yeni, önümüzde durmadan uzayan, değişen.

Eski, yeninin son adı; yeni, eskinin ilk adıdır.

O değil mi hayatta tutunduğun en son dal

Eski saadetinle, geçmiş günlerinle kal

(Cahit Sıtkı)

Hızlı ya da yavaş, kendine ait bir ahenkle eskiyor eskimez bildiğimiz ne varsa. Mekânı, zamanı, hakikati aşıp dilsiz masallara dönüşüyor geride bıraktığımız her an, bütün hisler, eşyalar, yaşanmışlıklar. Saman isinin sindiği ekmeğin, billur pınarlardan yudumladığımız suyun tadı eskide kalıyor. Eskide kalıyor bağrımızı döven rüzgârlar; dizlerimizdeki, kalbimizdeki yaralar. Eskide kalıyor hayata dair hayaller, ümitler, zahmetler, çabalar. Çakıl taşlarına nasıl şekil veriyorsa akarsu öylece eskitiyor zaman hem bizi, hem gölgemizi. Git gide görülen geçmiş zamanlı fiillere tutunuyor cümlelerimiz. Ağırlaşan adımlarla yürürken zamanın bizi sürüklediği kıyıda, önümüze daha az; geriye daha çok bakıyoruz. Bunlar da eskiyecek nasıl olsa, eskisin diye yaşıyoruz kalan günlerini ömrümüzün ve arıyoruz kendimizi mazinin sisli yahut aydınlık sokaklarında, eski kitapların arasında, kalbimize dolanmış eski şiirlerin sesinde, zaman yangınından kurtarılmış anlık mutlu bakışların yansıdığı fotoğraf karelerinde, eski sandıkların küflenmeye yüz tutmuş köşelerinde. 

2021 ocak

 


20 Kasım 2020 Cuma

hasret türküsü

hüseyn kaya

İzahı mümkün değildir bazı şeylerin akılla, lisanla. Durup dururken bir eksiklik hissedersiniz içinizde, kalbinizde bir yarımlık. Yastığınız taş olur geceleri, yorganınız ısırgan. Hayat, yanlışlıkla içine düştüğünüz bir oyun sahnesini andırır, içinizde uğuldar gittikçe büyüyen bir boşluk. Her şeyin yabancısı olduğunuz bir dünyanın ortasında şaşırma, hayret etme hislerinizi yitirirsiniz. Aynalardaki suretiniz bile yabancı gelir gözlerinize. Saatler, günler yalnızca değişen rakamlardan ibarettir; bütün fiilleriniz bir alışkanlığın eseri. Bir şeyin yokluğu, her şeyin varlığını siler, uzandığınız her şey, uzaklaşır sizden ve bir yıldız gibi ötelerde ışığını kaybeder. Dilini bilmediğiniz telaşlı insanlar arasında ilerlersiniz bilmediğiniz bir sona doğru. Mevsim, vakit ne olursa olsun güneş en uzak dağların ardına saklanır, bütün ağaçlar yaprak döker, solar bütün bahçeler. Bir şeyler kıpırdar ruhunuzun sancıyan yanında, ardından buruk bir çiçek açar içinizde adı hasret olan. Zamanla yalnız o çiçeğin rengiyle görmeye başlarsınız her şeyi. Gölgeniz gibi ayrılmaz yanınızdan ve bir süre sonra siz onun gölgesi olursunuz. Onun da kokusu vardır ve sürekli değişen türlü türlü rengi. Hayallerle sulanır, hatıralarla günlenir, gözyaşlarıyla nemlenir ve boy verir, tomurcuklanır günden güne, sonra acı bir meyve olur ruhunuzun dallarında. Ayrılığın acı meyvesi; sevginin, sevdanın ve sadakatin annesidir o, sabrın hocası, intizarın kardeşi. Kimimiz göresidim, der; kimimiz, özledim. Kim hangi adı verirse versin tadı kekre, telaffuzu güçtür bütün hasretlerin, özlemlerin, göresimelerin. 

Görmeyelden yüzünü ben ki nigârım sensedim

Âh u zâr ile geçer bu rûzgârım sensedim

                            (Hümâmî)

Hasret; gönül bahçesini viran, ömür sermayesini talan eden rüzgârlarla bazen fırtınalarla getirir kendi mevsimini.  Hasretle sınanır, ölçülür; sevginin, sevdanın ve bağların büyüklüğü. Samimi kalplerin üzerinde hasret, yüce dağların başını terk etmeyen duman gibidir. Hasretle hatırlanır acziyet ve çaresizliği insanın. Öznesi ne, kim olursa olsun; büyüklüğünce alır hasretten nasibini her kalp. 

Kimi sılasından ayrıdır; kimi anasından, babasından, yârinden. Kimi evladından ayrıdır kimi dostundan, kardeşinden. Kimi bir yudum soğuk suya hasrettir, kimi denizlerde kaybolmaya, ırmaklarla bir olmaya. Kimi adım atmaya bir hastane odasında, kimi dağlarda koşmaya, kimi yorgun ayaklarını uzatmaya. Kimi gözler uykuya hasrettir, kimi gözyaşına, kimi kaç zamandır karşısında durmadığı bir simaya. Bir çift güzel söze hasret kaldığı da olur insanın, kendisine şefkatle bakan bir çift göze de. Hasret; er ya da geç herkesin tutulduğu tipi, penceresini zamanlı zamansız pıtırtılarla selamlayan yağmur. Belki de bu yüzden türkülerin hasret kokanı en çok sızlatır burnumuzun direğini, şiirlerin hasret kokanı yer eder kalbimizde. Bir hasret yumağıdır kalpler esasında sarılmış iç içe. Ümit bir ucundadır bu yumağın, acı diğer ucunda. Akılımızın ermediği, elimizin yetmediği, dilimizin dönmediği ancak ruhumuzun da susmadığı, cam kırıklarıyla dolu bir ırmakta sürüklenmektir hasret.

Gönlüm yığın yığın hasret yüklüdür;

İçimde tarifsiz keder saklıdır

       (Abdurrahim Karakoç)

Bitti bitecek zanneder, zaman sayarız. Bitti dediğimiz de olur muhakkak bazı hallerde lakin hasretin adı değişir, öznesi değişir, rengi değişir; bir yabancı gibi yine gelir, bir başka libasla yeniden oturur kalbimizin üzerine. Her mevsim yer değiştiren, ilacın çoğunlukla fayda etmediği müzmin bir hastalıktır. Sağ yanımız kurtulur hasretten, sol yanımız tutulur bu kez ona. Bir de dünyada hiç bitmeyecek hasretler vardır; çaresizlik, dipsiz kuyudan seslenir kalbimize. Yaşadığı şeyler kadar yaşayamadığı şeylere de hasret duyar insan. 

İnsan özler, hasret çeker, göresir muhakkak ancak yalnızca insana verilmiş bir his de değildir bu. Dünyanın, eşyanın fıtratına ilmek ilmek atılmıştır hasretin acısı. Zaman, zamansızlığa hasret akar, akrep ve yelkovan sonsuzluğa hasret dolaşır durur aynı dairede. Yıldızlar ve ay gecenin hasretini çeker, güneş gündüzün. Gün yarına hasrettir, yarın dünü özler daima. Harfler, kelimeye hasrettir; kelimeler, cümleye ve kâğıt, kaleme; kalem yazıya.

Susuzluktan çatlamış kavruk tarlalarda yürürken bir ağustos sıcağında, kimse söyleyemez toprağın suyu özlemediğini. Yahut altı ay boyunca karla kaplı bir dağın, baharı özlemediğini de kimse söyleyemez. Tıpkı attaya giden babalarını, akşam pencere önünde hasretle bekleyen çocuklar gibi rızık için havalanan kuşları da yavruları bekler yuvalarında hasretle. Göçmen kuşları iklim iklim, ırmakları diyar diyar gezdiren hasret değil de nedir ki?

Hasretin kalbine attığı ilmek olmasa yanmazdı Kerem, Mecnun olmazdı Kays, dağlar tanımazdı Ferhat’ı. Hasretin rengini taşımasa içinde yeşermezdi dağda çimen, açmazdı dalda çiçek. Hasret olmasa dönmezdi pervane ışığın, dünya güneşin etrafında. Ne yolların, dağların manası kalırdı hasret olmasa ne sevdanın, şiirlerin, türkülerin. Hasret olmasa ne gül kokardı ne bülbül öterdi ve içini dağlasa da ateş susardı ney, susardı her şey. 

Hasretle adım atar insan dünyaya ve hasretlerle ayrılır dünyadan, fani bir âlemde baki vuslatların olamayacağını yazarak sönen kalbine. Dünya hasretliğin yurdu, bitmeyen özlemlerin diyarı ve kendisini hep bir sonrakine ulayan, ardı görünmeyen sıradağlar gibi ayrılıkların, hicranların, intizarların ırmağı. Dünya hasretliğin denizi, içildikçe artıran hasretliği. Dünya sahici vuslata değil hasrete uzanan rayların istasyonu. Dünya hasretliğin bittiği değil başladığı liman Âdem’den beri ki aynı hepimizin hikâyesi. Hasrettir, körpecik göz pınarlarından inciler saçarak bu dünyaya adım atar atmaz ağlatan her bebeği. Sonrası peş peşe ekli, sonrası hiç dinmeyen yağmur. 

ekim 2020