25 Kasım 2022 Cuma

ruhumuzun kayıp kıtası

Ne atlaslarda, ansiklopedilerde  yeri var  ne kartpostallarda, posterlerde resmi. Sınırları nereden başlar, nerede biter, belli değil. Bayrağı, tarihi var mı; bilemeyiz. Hayal mi, rüya mı, gerçek mi? Bu soruların cevabı bile belirsiz zihnimizde. Yaşarken kıymetini çok anlayamadığımız, sınırlarının ardına düşer düşmez özlediğimiz, aradığımız ülke; çocukluk ülkesi. 

Yasalardan, öğretilmişlerden uzak; gözün gördüğünden aklın aldığından azade sonsuzluk alemi…  Çocukluğunun ülkesinden hepten uzaklaşanın, o ülkenin lisanını tümüyle unutanın, oraya dair anılarını diri tutmayanın, o ülkenin şarkılarını kalbinden çıkaranın  hatırlayacak neyi kalır ki dünyada? 

***

Nereliyim ben? Çocukluğumdanım. Falanca ülkeden olduğum gibi çocukluk ülkesindenim ben.

Exupery

Bir yaz yağmurudur çocukluk; hangi zamanda, nerede yaşanmış olursa olsun. Fark ettirmeden ıslatır da bizi ömür boyu kurumaz elbisemiz, saçlarımız, kalbimiz. Bir kuşluk düşüdür çocukluk; biter ve bir ömür hatırlatır kendi gerçekliğini. Bir ömür izini sürer, hayra yorarız çocukluk düşünü; yürüdüğümüz yollarda, hayatın her evresinde yeniden tabir eder, yorumlatırız. Zamanla anlarız ki herkesin gördüğü bir rüyadır bu ve aynı düşü gören başka çocukların, çocuklarımızın gözlerinde ararız kendi rüyamızı, buluruz da… Gün gelir yalnız kendi çocukluğumuzu değil, çocuklarımızın dahi çocukluğunu özleriz. Neyi özler ki özlemeyen çocukluk günlerini, neyi arar ki aramayan çocukluk masumiyetini?

Kimileri kendisinin hâlâ büyümediğine inanır, inanmak ister; kimileri ara sıra da olsa çocukça düşünebildiğini, yaşayabildiğini zanneder. Kimileri için  zaman zaman uğranıp gezilen temiz anılar müzesidir çocukluk diyarı; kimileri için tozlanmaya bırakılmış suskun, acı fotoğraflar albümü. 

***

Zaman atının sırtına binip hızla yanımızdan uzaklaşan, bizi faniliğin ortasına terk edip giden, ayrılmak zorunda kaldığımız şeylerin ilki ve en değerlisidir çocukluk. Onun uzaklaşmasıyla uzaklaşır renkli kalemlerimizden, ağız göz çizdiğimiz güneşler, bulutlar, çiçekler. Onun uzaklaşmasıyla kurumaya yüz tutar bahçemizdeki iğde, saksımızdaki çiçek. Onun bizi terk etmesiyle kapı önlerinde kalır kediler. Onun uzaklaşmasıyla ellerimiz, yüzümüz büyür, kanatlarımız önce küçülür, sonra kaybolur. Giderken çocukluğumuz; çiçekten bir iz bırakır zihnimizde, kalbimizde bakıp bakıp kendisini hatırlayacağımız, yeniden çocuk olmayı arzulayacağımız. Biz onda kalsak da onunla kalsak da bende yaşıyorsun, bende yaşayacaksın, desek de takvimlerin, aynaların, dünyanın yüzümüze çarptığı gerçekler, masalların gerçekliğinin önüne geçer çoğu kez. 

Bazen bir koku, bir tat, bir yerlerde rastladığımız eski bir çalar saat; bazen eski bir kitap, bir şarkı, cıvıltısı caddeye taşan bir okul bahçesi, sabahın erken vakitlerinde duyduğumuz bir kuşun sesi çocukluğumuzla aramızdaki mesafeyi hatırlatmaya yeter. Bir de eski resimler vardır, ansızın bir kitabın arasından karşımıza çıkan, bir akraba ziyaretinde önümüze konulan. Çocukluk günlerinden kalma her eşya, her fotoğraf bir sihirli kapıdır bizi geçmiş zamanlar yurduna, çocukluğumuzun huzurlu adasına götüren. 

***

Çocuk kalbimdeki kuş

Benim çocukluğumsun

(Mustafa Ruhi Şirin)

Ne yalanlığı, faniliği vardır dünyanın çocukluğumuzda ne de zamanın baş döndüren hızı. Dünü ve yarını olmadan, arkaya bakmadan, yarını düşünmeden, bulunduğu vakti kabullenmek, elinde ve kalbinde olanla yetinerek yaşamaktır çocukluk, sonsuz bir âlemde. Güneşin tebessümüne inanırız, yıldızların sayılabileceğine, meleklerin biz uykudayken yüzümüze tebessümler çizeceğine. Kuşların dilini anlayıp ağaçlarla konuşabileceğimize inanırız bu demlerde. 

Gün dolanır, ay dolanır. Heyecanla beklenen bayramlar, mevsimler bir bir geçer içimizden, yanımızdan. Uçuşur yapraklar takvimlerden. Hiçbir yere uzanamayan kollarımız, minicik boyumuz uzar; sesimizin ve gökyüzünün rengi değişir. Eskimeye başlar tenimiz de dünyadaki her şey gibi. Daha evvel hep aynı yuvarlakta dönen, sonsuzluğu kovalayan akrep ve yelkovan artık sayılarla ilerler. Zamansızlıktan zamana, sonsuzluktan dünyaya atılır kalbimiz bir kum saatinden usul usul dökülen taneler gibi. Dünlerle avunur, yarınların endişesiyle titrer kalbimiz. Telaffuz edemediğimiz, anlamını bilemediğimiz kelime kalmaz sözlüklerde.  Öğreniriz dünyanın dilini, unutarak çocukluk ülkesinin lisanını.

                                                                    ***

Hayatımızın hangi döneminde olursak olalım; hepimizin içinde kısık sesle söylenen bir ninni, hepimizin kalbinde fısıldanarak tekrar edilen masal tekerlemesidir çocukluk.

Esasında yaşamaktan yorulduğumuzu hissettiğimiz an başlarız çocukluk cennetinden uzaklaşmaya. Tanımaktan, anlamaktan, anlatmaya çalışmaktan usandığımızda, heyecanı bittiğinde yeni başlayacak günün, bayramlar yitirdiğinde neşesini, yağmura tutulmaktan korkmaya başladığımızda çoktan dünyasına adım atmışızdır büyüklerin. Heyecan biter, keşif biter, bütün kainatla olan aşinalık kendisini yabancılığa bırakır. Yeni bir dil öğrenir dilimiz, yeni bir lügat konulur önümüze sayfaları ince. Tatlı bir rüyadan hüzünlü bir rüyaya düşer yolumuz. Büyür ve akıllanırız. Taburcu olmuş bir hastanın, geride kalmış bir yolculuğun, çoktan geçilmiş bir yaz mevsiminin yorgunluğudur gözlerimizden okunan. Acemisi olduğumuz bir dünyada yürür ayaklarımız, bakar gözlerimiz, dokunur ellerimiz heyecansız ve sevgisiz. 

Yetiştirilecek işler, verilecek sınavlar, beklenen tatiller arasında çoktan unutmuşuzdur çocukluğumuzu da farkına bile varmayız çoğu zaman bu hakikatin. Sorulmadan konuşmayan, her şeyi bilen, hiç bir şeyi merak etmeyen, sebepsiz ağlayamayan, sevinemeyen bir canlıya dönüşürüz kalabalık dünyada, telaşlı ve yorgun. 

Kapı pervazlarına kurşun kalemlerle aldığımız boy ölçülerimiz, yağmurlu günlerde beklerken babanın, ağabeyin, ablanın dönüşünü eve pencereye yansıyan siluetimiz gibi silinir, kaybolur. Artık masallara, rüyalara, yalanlara değil de bir yalana kanarız: dünyaya.  Ne sevebiliriz çocukluğumuzda sevdiğimiz kadar bir kimseyi ne de kimseler sever bizi çocukluğumuzda sevildiğimiz gibi. 

***

Nerdesin çocukluğum,

Küçüklüğüm nerdesin?

(Cevdet Kudret)

Onlarca yıl yaşarız, onlarca mevsimi geride bırakırız yeniden çocukluğumuza, çocukluğumuzun ülkesine erişebilmek adına. Yaşadıkça anlarız, çocukluğumuzdur dünyadaki cennetimiz ve anlarız  önce çocuklar adım atar cennetin kapısından. Çocuk geldiğimiz dünyaya, çocuk gibi veda edebilmek için terleriz yokuşlarda, uçurum kıyılarında, sarp kayalıklarda. Koşa koşa içine daldığımız dertler, tasalar, gamlar, kasavetler yaraladığında kalbimizi dünya çölünde, en çok çocukluk adasındaki aydınlık mevsimleri özler, o günlerin hatırasına tutunuruz. 

Çocukluk; kimimizin en kısa ve en güzel rüyası, kimimizin ömür boyu süren gerçeği,  kimilerimizin ise çoktan geride kalmış hüzünlü hikayesi... Ruhumuzun, kalbimizin kayıp kıtası çocukluk; hepimizin yaşadığı, hepimizin içinde bir parçası yaşayan görkemli ülke. 

ekim 22





en çok ağaca benzer insan


Neresinde olursak olalım dünyanın, hangi mevsime, hangi iklime adım atarsak atalım; gittiğimiz her yerde onları, onlardan birini görmek arzusu var kalbimizde hep. Onlarsız dünya ıssız, onlarsız eksik bir şeyler yeryüzünde. Çorak bir dağ başında, bir akarsu kenarında, yükselen binalar arasında, metropollerde yahut köylerde, istasyonlarda, terminallerde, yol kenarlarında hep onları arar gözlerimiz ve gördüğümüzde onlardan birini; kalbimiz şenlenir, ruhumuz huzura teslim olur. Bulunduğumuz yeri onlar benimsetir ve onlar alıştırır bizi yeni mekanlarımıza ağır usul. Hayatta olduğumuzun sağlamasını onların varlığıyla yaparız farkında olmadan.  Bir mecaz var dünyadaki hikayemizde onların hikayesi ile kesişen. Ezelî bir aşinalık var onları bize yakın kılan. Bir şey var bizlere ağaçları sevdiren, onlarla hemhal eden.

Yılın dört mevsimi gözümüz üzerlerinde aslında ağaçların. Mevsimleri onları izleyerek takip ederiz, yılların çabucak geçtiğini ya aynaya ya onlara bakarak hatırlarız en çok. Kışın sert geçeceğini, baharın erken geleceğini onları seyrederek anlarız. Parkta yahut dağ başında onların gölgesinde huzur buluruz en çok, bunaltıcı yaz sıcaklarında. Bir dostu, arkadaşı sabırla saatlerce ayakta beklemeyi de onlardan öğrenmişizdir, yağmurda ıslanmayı, rüzgârda cezbe ile salınmayı, ırmaklara doğru ellerimizi, ayaklarımızı uzatıp kapılmayı da…

Kalem tutan küçücük ellerimizle önce ağaç çizmeyi öğreniriz. Çocukluğa ait bütün resim defterlerinin bir sayfasında mutlaka yer alır yeşil, şen yahut sararmış yapraklarıyla hüzünlü ağaçlar.  Anneden, babadan, kardeşten, yardan, yârandan başka en çok onlara sarıldığımızda dolar kollarımız, çarpar kalbimiz. Çocukluk ülkesinin başkentidir ağaç dipleri, ağaç dalları. Çocukluk ülkesinin tahtıdır, ağaç dallarına kurulmuş salıncaklar. Bu yüzden olsa gerek ağaç görünce ona dokunmak istemeyen, mutlu olmayan çocuk yok gibidir yeryüzünde.

En çok ağaca benzer insan da hüznüyle, neşesiyle, yalnızlığıyla, kalabalığıyla, gençliğiyle yahut ihtiyarlığıyla. Tıpkı bizler gibi onların da isimleri var: elma, söğüt, ardıç, gürgen, meşe… Onların da her iklimde yaşayamayanı, her toprağa kök salamayanı var, soğuğa dayanamayanı yahut sıcağa tahammül edemeyeni var. Tıpkı bizler gibi onlar da benzer yaşadıkları memleketlere, onların da ruhuna karışır kök saldıkları derinlerin, el açtıkları göğün rengi. En çok ağaca benzer insan zira onların da meyve vereni, vermeyeni var; çiçek açanı, açmayanı var. Onların da en küçük bir rüzgârda savrulanı, en deli fırtınalara meydan okuyanı, kendisine sığınanlara sahip çıkanları var. Bizler gibi içi dertten oyulmuş olanı da var kısacık güneşli günlere kapılarak yapraklarını gün ışığına uzatanları da.

Kaldırım ortasında yürümeyi unutmuş ve öylece kalakalmış bir insan gibidir şehirlerde bir kısmı ağaçların, yanından geçenlerden bir selam beklerler, hatırı sorulsun isterler. Parklarda suskun bilgeler gibi köklerini derinlere salarken bir kısmı, konuşurlar, dertleşirler belki de kendi aralarında ve derdine ortak olurlar parklarda maziyi yad eden, namaz vakti bekleyen, evine sığamayan ihtiyarların. Dağ başlarında yahut sakinleri çoktan göçmüş köylerde, ırmak kenarlarında yahut unutulmuş mezarlarda kuşların mihmandarı, bulutların kardeşi, gövdesini kemiren kurdun dahi dostudur ağaçlar.

İnsanlara benzer ağaçlar da. Mesela iri dallarıyla etrafı kuşatmış kocaman bir ağaç yanında bodur kalan, boy atmayan cılız bir ağaç varsa büyük ağaçtan korktuğuna, o yüzden büyüyemediğine inanılır. Kendi kendine sebepsiz kurumaya başlayan, içten çürüyen bir meyve ağacı varsa, küstüğü düşünülür hayata, etrafına. Gövdesinde şayet yara varsa ağacın, çamurla sıvanır, sarılır tıpkı insan gövdesi sarılır gibi. Öleceğini anlayan ağaçların vakitsiz çiçek açtığı söylenir bir de. Dilekler onlara fısıldanır, yalnızlıklar onlara anlatılır ve meyvesi varsa taşlanır yoksa korkutulur meyve vermesi için. Korkar da…

Evet ağaçlar da korkar; kol kavuşmaz kocaman gövdelerine, her şeye, herkese verdikleri güvene rağmen. En çok insandan, kendisine en çok benzeyenden korkar da yine de sakınmaz gövdesini, esirgemez dallarını, meyvesini, gölgesini insanlardan.

Ressamlar, şairler, bestekarlar, bilgeler, dervişler harf harf okur ağacın dallarındaki, yapraklarındaki, gövdesindeki hakikati.

Her ağaç bir başka bir bilgeliğin hocası. Kimi sabrı fısıldıyor benliğimize kimi nahifliği, kimi sükuneti fısıldıyor bize kimi cesareti, gücü, kuvveti, görkemi. Işığa, aydınlığa doğru başımızı çevirmeyi, bir yere ait olmayı, bir mekânı yurt edinmeyi, oraya kök salmayı, orada bir dünya kurmayı, cömertliği, sükuneti, derinliği ağaçlardan öğreniyoruz gayriihtiyari. Belki de bu yüzden yeni her evin önüne birkaç fidan dikiyoruz, yeni her binanın etrafını önce fidanlarla süslüyoruz.

Ağaçlar gibiyiz bizler de yeryüzünde. Korkuyu, acıyı, sevgiyi hissettikçe yaşadıkça kök salıyoruz toprağımıza, yapraklarımız çiçek açıyor. Dallarımızda kuşlar, gölgemizde çocuklar hayal gibi, rüya gibi, varla yok arası.


gün gelir insan anlayıverir

tek başına yaşlanan bir ağaç olduğunu

(Ayten Mutlu)

Ağaçlarla başlıyor hikayemiz, ağaçların hikayesi bizden çok önce başlamış olsa da. Ağaç; yoldaşımız, yazısı yazımızla yazılanımız. Ağaç; faniliğimizin aynası, hayat yolculuğumuzun sessiz hatırlatıcısı. Yalnız bahçelerde, parklarda, ormanlarda yaşamıyor ağaçlar. Ninnilere, türkülere, ağıtlara, masallara kadar dalları uzanıyor ağaçların; sözlerimize, hayallerimize, rüyalarımıza düşüyor yaprakları.

Ağaçlarla başlıyor ve sürüyor hikayemiz. Ağaçtan bir beşiğe konuyoruz dünyaya gelir gelmez, ağaçtan tavanları olan bir evde. Yeni yeni yürümeye başladığımızda ağaçtan bir çıkrığa tutunuyoruz minicik ellerimizle. Ağaçtan bir kaşıkla içiyoruz çorbamızı ağaç yer masalarına uzanarak. Evlerimiz ağaçtan, merdivenlerimiz, mescitlerimiz ağaçtan, sandalyemiz, masamız ağaçtan. Ocakta aşımız ağaçla pişiyor, ağaçla kaynıyor suyumuz. Yazın gölgesinde serinlediğimiz ağaç, kışın yanarak ısıtıyor yuvalarımızı. Ağaçtan kalemlerle, defterlerle geçiyor çocukluğumuz ağaç sıralarda, masalarda, karatahta önlerinde. Ağaçtan sazımız, sözümüze can katıyor, ahenk veriyor. Yolun sonuna gelip de tutmaz olduğunda dizlerimiz, yine ağaç yoldaşımız oluyor bir baston olup titreyen ellerimizde. Dünyadaki son yolculuğumuza uğurlanırken ağaçtan yapılmış daracık bir kutuya konuluyoruz. Bahçemize, bostanımıza, yol kenarlarına diktiğimiz ağaçlar diziliyor üzerimize, sonsuz uykuya uğurlanırken bedenimiz ve mezarımızın üzerine dikilen bir kuru tahtaya yazılıyor ismimiz.

Ağaçlarla bitiyor hikayemiz. Dikili bir ağacımız olsun için arşınladığımız yeryüzünde hepimizin dikili bir ağacı oluyor sonunda hikayemizin. Bir mecaz var dünyadaki hikayemizde onların hikayesi ile kesişen. Ezelî bir aşinalık var onları bize yakın kılan. Bir şey var bizlere ağaçları sevdiren, onlarla hemhal eden.

kasım, 22