Exupéry etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Exupéry etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Kasım 2022 Cuma

ruhumuzun kayıp kıtası

Ne atlaslarda, ansiklopedilerde  yeri var  ne kartpostallarda, posterlerde resmi. Sınırları nereden başlar, nerede biter, belli değil. Bayrağı, tarihi var mı; bilemeyiz. Hayal mi, rüya mı, gerçek mi? Bu soruların cevabı bile belirsiz zihnimizde. Yaşarken kıymetini çok anlayamadığımız, sınırlarının ardına düşer düşmez özlediğimiz, aradığımız ülke; çocukluk ülkesi. 

Yasalardan, öğretilmişlerden uzak; gözün gördüğünden aklın aldığından azade sonsuzluk alemi…  Çocukluğunun ülkesinden hepten uzaklaşanın, o ülkenin lisanını tümüyle unutanın, oraya dair anılarını diri tutmayanın, o ülkenin şarkılarını kalbinden çıkaranın  hatırlayacak neyi kalır ki dünyada? 

***

Nereliyim ben? Çocukluğumdanım. Falanca ülkeden olduğum gibi çocukluk ülkesindenim ben.

Exupery

Bir yaz yağmurudur çocukluk; hangi zamanda, nerede yaşanmış olursa olsun. Fark ettirmeden ıslatır da bizi ömür boyu kurumaz elbisemiz, saçlarımız, kalbimiz. Bir kuşluk düşüdür çocukluk; biter ve bir ömür hatırlatır kendi gerçekliğini. Bir ömür izini sürer, hayra yorarız çocukluk düşünü; yürüdüğümüz yollarda, hayatın her evresinde yeniden tabir eder, yorumlatırız. Zamanla anlarız ki herkesin gördüğü bir rüyadır bu ve aynı düşü gören başka çocukların, çocuklarımızın gözlerinde ararız kendi rüyamızı, buluruz da… Gün gelir yalnız kendi çocukluğumuzu değil, çocuklarımızın dahi çocukluğunu özleriz. Neyi özler ki özlemeyen çocukluk günlerini, neyi arar ki aramayan çocukluk masumiyetini?

Kimileri kendisinin hâlâ büyümediğine inanır, inanmak ister; kimileri ara sıra da olsa çocukça düşünebildiğini, yaşayabildiğini zanneder. Kimileri için  zaman zaman uğranıp gezilen temiz anılar müzesidir çocukluk diyarı; kimileri için tozlanmaya bırakılmış suskun, acı fotoğraflar albümü. 

***

Zaman atının sırtına binip hızla yanımızdan uzaklaşan, bizi faniliğin ortasına terk edip giden, ayrılmak zorunda kaldığımız şeylerin ilki ve en değerlisidir çocukluk. Onun uzaklaşmasıyla uzaklaşır renkli kalemlerimizden, ağız göz çizdiğimiz güneşler, bulutlar, çiçekler. Onun uzaklaşmasıyla kurumaya yüz tutar bahçemizdeki iğde, saksımızdaki çiçek. Onun bizi terk etmesiyle kapı önlerinde kalır kediler. Onun uzaklaşmasıyla ellerimiz, yüzümüz büyür, kanatlarımız önce küçülür, sonra kaybolur. Giderken çocukluğumuz; çiçekten bir iz bırakır zihnimizde, kalbimizde bakıp bakıp kendisini hatırlayacağımız, yeniden çocuk olmayı arzulayacağımız. Biz onda kalsak da onunla kalsak da bende yaşıyorsun, bende yaşayacaksın, desek de takvimlerin, aynaların, dünyanın yüzümüze çarptığı gerçekler, masalların gerçekliğinin önüne geçer çoğu kez. 

Bazen bir koku, bir tat, bir yerlerde rastladığımız eski bir çalar saat; bazen eski bir kitap, bir şarkı, cıvıltısı caddeye taşan bir okul bahçesi, sabahın erken vakitlerinde duyduğumuz bir kuşun sesi çocukluğumuzla aramızdaki mesafeyi hatırlatmaya yeter. Bir de eski resimler vardır, ansızın bir kitabın arasından karşımıza çıkan, bir akraba ziyaretinde önümüze konulan. Çocukluk günlerinden kalma her eşya, her fotoğraf bir sihirli kapıdır bizi geçmiş zamanlar yurduna, çocukluğumuzun huzurlu adasına götüren. 

***

Çocuk kalbimdeki kuş

Benim çocukluğumsun

(Mustafa Ruhi Şirin)

Ne yalanlığı, faniliği vardır dünyanın çocukluğumuzda ne de zamanın baş döndüren hızı. Dünü ve yarını olmadan, arkaya bakmadan, yarını düşünmeden, bulunduğu vakti kabullenmek, elinde ve kalbinde olanla yetinerek yaşamaktır çocukluk, sonsuz bir âlemde. Güneşin tebessümüne inanırız, yıldızların sayılabileceğine, meleklerin biz uykudayken yüzümüze tebessümler çizeceğine. Kuşların dilini anlayıp ağaçlarla konuşabileceğimize inanırız bu demlerde. 

Gün dolanır, ay dolanır. Heyecanla beklenen bayramlar, mevsimler bir bir geçer içimizden, yanımızdan. Uçuşur yapraklar takvimlerden. Hiçbir yere uzanamayan kollarımız, minicik boyumuz uzar; sesimizin ve gökyüzünün rengi değişir. Eskimeye başlar tenimiz de dünyadaki her şey gibi. Daha evvel hep aynı yuvarlakta dönen, sonsuzluğu kovalayan akrep ve yelkovan artık sayılarla ilerler. Zamansızlıktan zamana, sonsuzluktan dünyaya atılır kalbimiz bir kum saatinden usul usul dökülen taneler gibi. Dünlerle avunur, yarınların endişesiyle titrer kalbimiz. Telaffuz edemediğimiz, anlamını bilemediğimiz kelime kalmaz sözlüklerde.  Öğreniriz dünyanın dilini, unutarak çocukluk ülkesinin lisanını.

                                                                    ***

Hayatımızın hangi döneminde olursak olalım; hepimizin içinde kısık sesle söylenen bir ninni, hepimizin kalbinde fısıldanarak tekrar edilen masal tekerlemesidir çocukluk.

Esasında yaşamaktan yorulduğumuzu hissettiğimiz an başlarız çocukluk cennetinden uzaklaşmaya. Tanımaktan, anlamaktan, anlatmaya çalışmaktan usandığımızda, heyecanı bittiğinde yeni başlayacak günün, bayramlar yitirdiğinde neşesini, yağmura tutulmaktan korkmaya başladığımızda çoktan dünyasına adım atmışızdır büyüklerin. Heyecan biter, keşif biter, bütün kainatla olan aşinalık kendisini yabancılığa bırakır. Yeni bir dil öğrenir dilimiz, yeni bir lügat konulur önümüze sayfaları ince. Tatlı bir rüyadan hüzünlü bir rüyaya düşer yolumuz. Büyür ve akıllanırız. Taburcu olmuş bir hastanın, geride kalmış bir yolculuğun, çoktan geçilmiş bir yaz mevsiminin yorgunluğudur gözlerimizden okunan. Acemisi olduğumuz bir dünyada yürür ayaklarımız, bakar gözlerimiz, dokunur ellerimiz heyecansız ve sevgisiz. 

Yetiştirilecek işler, verilecek sınavlar, beklenen tatiller arasında çoktan unutmuşuzdur çocukluğumuzu da farkına bile varmayız çoğu zaman bu hakikatin. Sorulmadan konuşmayan, her şeyi bilen, hiç bir şeyi merak etmeyen, sebepsiz ağlayamayan, sevinemeyen bir canlıya dönüşürüz kalabalık dünyada, telaşlı ve yorgun. 

Kapı pervazlarına kurşun kalemlerle aldığımız boy ölçülerimiz, yağmurlu günlerde beklerken babanın, ağabeyin, ablanın dönüşünü eve pencereye yansıyan siluetimiz gibi silinir, kaybolur. Artık masallara, rüyalara, yalanlara değil de bir yalana kanarız: dünyaya.  Ne sevebiliriz çocukluğumuzda sevdiğimiz kadar bir kimseyi ne de kimseler sever bizi çocukluğumuzda sevildiğimiz gibi. 

***

Nerdesin çocukluğum,

Küçüklüğüm nerdesin?

(Cevdet Kudret)

Onlarca yıl yaşarız, onlarca mevsimi geride bırakırız yeniden çocukluğumuza, çocukluğumuzun ülkesine erişebilmek adına. Yaşadıkça anlarız, çocukluğumuzdur dünyadaki cennetimiz ve anlarız  önce çocuklar adım atar cennetin kapısından. Çocuk geldiğimiz dünyaya, çocuk gibi veda edebilmek için terleriz yokuşlarda, uçurum kıyılarında, sarp kayalıklarda. Koşa koşa içine daldığımız dertler, tasalar, gamlar, kasavetler yaraladığında kalbimizi dünya çölünde, en çok çocukluk adasındaki aydınlık mevsimleri özler, o günlerin hatırasına tutunuruz. 

Çocukluk; kimimizin en kısa ve en güzel rüyası, kimimizin ömür boyu süren gerçeği,  kimilerimizin ise çoktan geride kalmış hüzünlü hikayesi... Ruhumuzun, kalbimizin kayıp kıtası çocukluk; hepimizin yaşadığı, hepimizin içinde bir parçası yaşayan görkemli ülke. 

ekim 22





30 Temmuz 2020 Perşembe

çiçek dili

Tenha bir yolun kıyısında yahut yanından hep aceleci insanların yürüdüğü bir parkta hayatın tüm telaşından habersiz acemi ve mahmur bakışlarla etrafa göz gezdirirken bir yandan gün ışığına doğru başını uzatmaya çalışan küçük bir çiçeğin yüzüne eğilip ona selam verdiğiniz baharın üzerinden kaç bahar geçti? Her gün onlarca küçük kuşu yapraklarının arasına toplayarak olanca coşkusuyla bulunduğu mekânı şenlendiren sarmaşığın bu yıl nerelere kadar uzadığının farkında varabildiniz mi? Siz farkına varmasanız da kaç kez süslenerek önünüze durdu mahcup bayram çocukları gibi kapınızın önündeki akasya, her gün önünden geçtiğiniz ıhlamur, iğde… Çiçeklerin bazıları sırf size kendini gösterebilmek için gövdesinden kopup kelebek oldu ve kondu pencerenizin önüne.

Görmediniz.

Boşlukta öylece asılı kaldı size uzanan ağacın çiçek dolu elleri.

Yol kıyılarında, parklarda yüzüne bir kez bile göz izi değmemiş çiçekler; sahibini bulamamış bir mektup, sayfaları açılmamış bir kitap gibi mahzun, yorgun başlarıyla düştüler yeniden toprağın bağrına. Hâlbuki sordum sarı çiçeğe annen baban var mıdır? ilahisiyle büyütülmüşsünüzdür bu gün dilini unutmuş olsanız da çiçeklerin ya da kaç bahar kalbinizde yeniden yazılmış, söylenmiştir Çiğdem der ki ben elayım, Minik başıma belayım türküsü.

***

Bir sözüm ben,
Tabiatın  söylediği

(Halil Cibran)

Koca bir çiçek bahçesidir üzerinde yaşadığımız dünya lakin arılar, kelebekler kadar farkında değilizdir bu bahçenin. Issız dağ başlarında, sarp kayaların arasında, karanlık ormanlarda, eski duvarların diplerinde, dam başlarında, gürültülü şehirlerin tam ortasında, beton binaların balkonlarında, mutsuz odaların bir köşesinde solar ve yeniden açar adını bilmediğimiz, kokusunu duymadığımız binlerce çiçek.

Bahar kasidesinin, her bir mısrasında bin mazmun yüklü girizgâh bölümüdür açan her çiçek ve o kaside her mevsim yeniden yazılır, okunur.

Nasıl ki kış, kar diliyle konuşur; baharın dili de çiçektir onunla söyleşmeyi bilenler için.

Çiçeksiz evlerin duvarları üşür çocuksuz evler gibi sessizlikten.

Gün yerini karanlığa bırakıp da ayrıldığında yeryüzünden yalnız dünya değil gökyüzü de çiçeklerle dolu uzak bir bahçedir ve hiçbir şiire, şarkıya sığmaz o bahçedeki çiçeklerin tebessümü.

***

Eğer insan bir çiçeği seviyorsa ve milyonlarca yıldızın üzerinde bu çiçekten yalnızca bir tanecik varsa, yıldızlara uzaktan bakmak bile bu insanı mutlu etmeye yeter.

(Exupery)

Eğilip bir çiçeğin yüzünü seyretmek ya da uzanıp dokunmak bir çiçeğe, cennet gülüşlü bir bebeğin tertemiz yüzünü seyretmek gibidir çoğu zaman. Belki de bu yüzdendir bazı bebeklerin kulağına ezan sonrası fısıldanan isimlerin yasemin, lale, çiğdem, reyhan olması.

Kim bilir hangi sebepten bahara küskün yahut başka mevsimlerin sevdalısı çiçekler de vardır vakitli vakitsiz dünyayı ziyaret edip çabucak dünyadan ayrılan. Kimi henüz üstündeki kar libasını tamamen soyunmadan, üşüyen yüzüyle uzanır dünyaya; kar çiçeği dedirtir kendine. Kimi tüm arkadaşları dünyadan göçtükten sonra sararmış yapraklar arasından selamlar yeryüzünü; güz gülü adını alır.

Camgüzeli, dua çiçeği, küstüm çiçeği, menekşe, hanımeli… Adı, rengi ne olursa olsun; kokusu nasıl olursa olsun, her çiçek aynı dilde yazılmış bir mektuptur,  meleklerin okuduğu bir şiirdir değdiği kalbe baharı getiren. Ondan bir cümle okuyan, onun sesini duyan, onun yüzüne bakmayı becerebilen kalpte kötülük barınmaz hiçbir zaman. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı durumlarda bu yüzden hep ona, onun lisanına müracaat edilir.  Kırılan gönüller ancak arada o varsa yeniden yumuşar, unutulan vaatler ancak araya o alınırsa affedilir.  Karşımızdakine ne söyleyeceğimizi bilemediğimiz her vakit onu aracı kılar, kâh haylaz bir çocuk edasıyla annemize uzatırız kâh bir hastanın başucuna bırakırız. Elleri ayakları çamur içinde, tek kelimeye dahi dili dönmeyen, kavruk yüzlü bir köy çocuğunun ellerinde, öğretmene sunulan çiğdemler, nevruzlar ne çok şey fısıldar uzatıldığı kalbe.

Bazen ümitlerle bezenmiş bir süstür çiçek sevgilinin saçlarında bazen hüzünler kapısı, cansız bir hatıradır eski kitaplar, defterler arasında.

***

Lale devri kapanır lakin çiçek devri kapanmaz.

Çiçeklerle dolu bir yolculuktur dünyada yaşadığımız. Çiçekler içine doğar, solmuş çiçeklerin yurduna doğru yürürüz bir ömür.

Daha gözlerimizi açar açmaz dünyaya, çiçekli kundaklara beleniriz, çiçekli küçücük yorganlar örtülür üzerimize ve çiçeklerle bezenmiş yastıklarda uyuruz ömrümüzün en güzel uykularını. Çiçek aşısı oluruz dağlar çiçek açtığında Veysel olmamak için. Defterlerimize önce çiçek çizmeyi öğrenir sonra yazı yazmaya başlarız. Annemiz, öğretmenimiz için adını bilmediğimiz çiçekler toplarız. Duvarlarımıza çiçek resimleri asar, odalarımızı çiçeklerle süsleriz. Çiçek desenli kâğıtlara mektuplar, sevda sözleri yazdığımız demler de olmuştur. Çiçek kokularıyla çıkarız evimizden egzoz kokan sokaklara. Masa örtülerimizin bir kenarında, üzerine bastığımız halıda, yemek yediğimiz tabakta, su içtiğimiz bardakta, parmağımızdaki yüzükte hep çiçek desenleri vardır farkına varmasak da.

Bütün meyvelerin evveli çiçektir, her bahar süsler sunulduğu ağacın ellerini.

Kıymet verdiğimiz kişilere bazen çiçek isimleriyle sesleniriz.

Bir çiçeğin ömrü kadardır ömrümüz ve bir çiçek kadar narindir. Bir çiçeğe ne kadar toprak gerekiyorsa bize de o kadarı lazımdır da dünyaya sığmayız çoğu zaman.

Söylenen her güzel söz, içinde bahar aydınlığı bulunan her şiir ve şarkı da bir çiçektir söylendiği, tekrar edildiği kalbi süsleyen.

***

Uzanalım toprağın altına

Çiçekler mayalansın göğsümüzde

(Erdem Bayazıt)

Tenha bir yolun kıyısında yahut yanından hep aceleci insanların yürüdüğü bir parkta, hayatın tüm telaşından habersiz acemi ve mahmur bakışlarla etrafa göz gezdirirken bir yandan gün ışığına doğru başını uzatmaya çalışan küçük bir çiçek görürseniz eğilin ve selam verin ona. İyice yaklaştığınızda yanına, söylediği ilahiyi mutlaka duyacak ve hatırlayacaksınız bir yerlerden.  


25 Temmuz 2020 Cumartesi

ıssız patikaların sessiz yolcuları


Bizler zayıfız, tek silahımız geceleri ceylanları kaçıracak kadar güçlü kelimelerdir

(Saint Exupèry)

     Bir otobüs yolculuğunda istemeyerek de olsa muhabbete başladığınız yan koltuk arkadaşınız, lise öğrencisiyken dersiniz boş geçmesin için öylesine sınıfınıza gelen herhangi bir öğretmen, her gün işe giderken aynı caddede, aynı yerde karşılaştığınız yüzünü ezberlediğiniz ama adını bilmediğiniz bir insan; vakti gelince hayatınızı rayından çıkaracak, kurulu düzeninizde ihtilaller yapabilecek bir role sahip olabilir şahsi tarihinizde. Kadere teslimiyet, kaderin hep anlık ve ölçülemeyecek kadar ince hesaplarla ve hızla işleyişi içindir biraz da.

Siz büyük idealler ve hesaplar peşindeyken hep sonradan farkına vardığınız küçük ayrıntılar, karşılaşmalar, tanışmalar yön verir hayatınıza ki, karşılaştığınız ve dünyanızda değerli bulduğunuz her şey, neyi aradığınızın habercisi, kendi hallerinizin size sunulmuş bir resmidir aslında. 

Ömrünüzün hangi yaşını yürüyorsanız yürüyün, hayat; sonu, asla yürüyenleri tarafından bilinmeyen,  hep uzaklardaymış gibi görünen bir yol gibi uzar gider ufka doğru. Onca kalabalığa, gürültüye rağmen bazen kendi adımlarınızın sesinden başka sesi duymaz, kendinizden başka bir canlının nefesini işitemezsiniz yeryüzünde. Önünüzde upuzun kendi gölgeniz ve diliniz lal; bir ses bekler, bağırmaya çalışır bağıramazsınız. Ayaklarınız yere çivilenmiş gibidir. Gökyüzünden, ufuklardan, ötelerden bir ses gelsin, dilinizin ve ayaklarınızın bağını çözsün, size efsunlu sözler söylesin istersiniz. Bir define haritası arar gibi kitap kokan mekânlarda arar durursunuz bu sesi, efsunu.

İlerde tiryakisi olacağınız bir yazarın ilk kitabını da küçücük sebepler içinde önünüze getirir kader. O kitapta yazılı her şeye inanmak, aldanmak istersiniz.  Yeni filizlenen aşklar gibidir bu okumalar. Sayfalar boyu kendinizden bir şeyler bulmak, kendinizi ifade eden cümleler yakalamak, bir yazara yakınlaşmak ve onu sevmek için yeterli sebeplerdir.

Gün gelir artık okunacak kitabı kalmaz tutkuyla bağlandığınız yazarınızın. Bu defa hayatının izini sürersiniz. Dostlarını, aşklarını, nasıl yazdığını ve öldüğünü merak etmeye başlarsınız. Değiştirir sizi, size hükmetmeye başlar okuduğunuz kitapların ruhu. Bir zaman sonra dünyaya bakan gözlerinizin yalnızca birisi size aittir, diğerinden yazarınız, yazarınızın kahramanları bakmaya başlar. Hayatı, dünyayı tek başınıza yorumlayamazsınız. Ömrünüzün en güzel çağlarını bırakırsınız geride bu hal ile.

Bütün ırmakların durduğu, yıldızların matlaştığı ve rüzgârın donduğu, ağaçların yapraklarının taş kesildiği bir vakitte ansızın saat on ikiyi vurur. Bir rüyadan uyanır gibi uyanırsınız hayata. Gözünüzü açtığınızda evinizde, eşinizin karşısındasınızdır ve odalarınızdan çocuk sesleri yükselmektedir. Sonra ara ara banka yahut fatura kuyruğunda bazen bir büyük mağazada taksit öderken rastlarsınız kendinize. Büyü biter, şarkılar biter, şiirler biter…  

Şairler kadar yazarların da yalancı hatta gönül hırsızı olabileceği düşüncesi kemirir ruhunuzu bazen.

***

İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şey vardı, ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca... Neden böylesine güçtü bu?

(Herman Hesse)

Tıpkı sevdaya tutulmanın bir zamanı, yaşı olduğu gibi bazı yazarlara, şairlere tutulmanın da yaşı, zamanı olmalıdır zira onlar da tıpkı aşk gibi dalgınlıktan kapıları ardına kadar açık unutulmuş kalplerin misafiridirler. Mesela; Herman Hesse’yi, ilkgençlik yıllarında, hayata adım atacağınız yaşlarda ya okumamalısınız ya da yılda en fazla bir iki kitabını okumalısınız. Aynı durum Bukovski, Tolstoy ve Nietzsche için de geçerlidir.

Hermann Hesse, hayatıma Yabancı Bir Gezegenden Tuhaf Haberler kitabıyla girdiğinde lise son sınıftaydım ve karanlığın bir adım önündeydim. Bir vakitler hayranı olduğum çoğu yazarın efsunu bitmişti ve sona doğru gittiğimi biliyordum. Hesse’nin hikâyelerini, severek ancak kendimi kaybetmeden bir çırpıda bitirdim. Neticede bir yazar daha tanımış, bir kitap daha geride bırakmıştım, o kadar. Kısa zaman sonra Siddartha geçti elime. Siddartha ile Hesse’nin şimdiye kadar okuduğum yazarlardan farklı olduğu fikri oluştu bende ve bu fark doğrudan diğer kitapların eşiğine götürdü bıraktı beni. Siddartha’daki olayların yaşanabilirliği zihnimde şüpheler uyandırmakla birlikte el yordamıyla tanımaya çalıştığım tasavvufla örtüşen sesler vardı kitapta ve karışmıştı kafam.

Aynı aylarda Peter Camenzind’i buldum. Hesse’nin cahil ruhumu sarsışı ve beni peşine düşürüşü asıl bu kitaptan sonra oldu.

Hesse kahramanlarından birinin uyuşturan ve kendine bağlayan sesi bir kez gönlünüzde açık bir kapı bulmuşsa, artık siz uyanıncaya kadar bütün kahramanlarının uğrak mekânıdır ruhunuz. Çoğu başarısız, ümitsiz; ama bir o kadar dirayetli kahramanlar olanca rintlikleri ve eşsiz aşkları ile kah ressam, müzisyen kah şair olur kendilerinden bir şeyler bırakarak geçerler ömrünüzün eşiğinden. Geride altı çizilmiş satırlar, kitaplığınızın bir bölümünü oluşturan Hesse kitapları ve ömrünüzden heba olmuş bir mevsim kalır.

Demian, Narziss ve Goldmund, Bozkırkurdu… Tam da Hesse büyüsünden uyanacakken; Çarklar Arasında, ardından; Knulp… Knulp’tan sonra, bir daha Hesse kitaplarına yanaşmamaya karar verdim zira üniversiteye başlamıştım, okuduklarımın etkisiyle okulu ve hayatı umursamıyor, kendime zoraki mutsuzluklar buluyor hatta başarısız olmak için çaba sarf ediyor bir yandan ailemi üzmemeye çalışıyordum. Babamı ve annemi daha çok seviyor ancak kendimi hayatın kıyısına doğru sürüklüyordum ağır usul. Okulu bırakmaktan, evden kaçmaktan yahut Çarklar Arasında’nın kahramanı Hans’ın sonu gibi bir sondan beni alıkoyan yine Hesse’nin kalbime üflediği aile sevgisi oldu galiba. Fakat onun kahramanlarından ruhuma sinen bitkinlik, uyuşukluk, teslimiyet aylarca yanımda bir gölge gibi dolaştı durdu.

***

Yoksa hayat bu gözyaşlarını, bu sevinçleri ebediyen benden uzaklaştıracak kadar ağır izler mi bıraktı ruhumda ve kala kala bir tek anılar mı kaldı?

(Tolstoy)

Kitapların kapısına hangi niyetle gittiğiniz önemlidir şüphesiz. Bazı yazarlar sanki aralarında gizli bir anlaşma yapmışlar gibi halis niyetli okurlarını birbirlerinin kapısına gönderir dururlar. Tam da birinden ayrılıp evinize, kendinize, hayata dönecekken ötekinin eşiğinde bulursunuz kendinizi.

Hesse’den uzaklaşırken Tolstoy’un kapısında buldum kendimi. Tolstoy’u tanımasaydım, yazarların da pek çok şair gibi yaşamadıkları, yaşayamadıkları hakikatlerin, hissiyatın tüccarı olduklarına kanaat getirebilir hatta okumanın gereksiz olduğu sonucuna varabilirdim.

Tolstoy’un, Çocukluk ve Ergenlik Yılları’nı biraz da kendimden bir şeyler bulma çabası ile okudum fakat Hesse’nin lirizmi, ahengi ve büyüleyiciliği yanında itiraf etmek gerekirse Tolstoy soğuk ve kuru gelmişti. Tolstoy’un diğer kitaplarından önce Çocukluk ve Ergenlik Yılları’nı okumanın yanlış bir tercih olduğunu kimse söylemedi o yıllarda. Yazarın okuduğum ikinci kitabı İtiraflarım’dı. Soğuk bir başlangıçtı benim için. Belki de bu başlangıç yüzünden yazarın daha sonra okuduğum romanlarında hikâyelerinde kahramanları bir kenara bırakıp sayfalar boyunca Tolstoy’un sesini duymaya çalıştım.

Kazaklar’ı okurken Olenin üniforma giymiş Tolstoy’un ta kendisiydi. Din hakkındaki görüşleriyle, insanlara ve tabiata bakışıyla Olenin’i bir kenara bırakıp Tolstoy’u dinledim, biraz daha yakından tanıdım kitabın sonuna kadar.

Tolstoy bunu bilinçli yapıyordu galiba.  Çünkü bir yandan İtiraflarım’da kendini asmamak için evinde ip namına ne varsa hepsini bir dolaba nasıl kilitlediğini, kendini vurmamak avlanmayı nasıl bıraktığını anlatıyor, bir yandan da Anna Karenina’da Levin’e aynı şeyleri yaşatıyordu. Roman boyunca Levin’in Kitti’den sakladığı intihar düşüncesini, kendisi de eşinden saklamaya çalışıyor, saklayabileceğini sanıyordu.

Tolstoy’un tiksinerek ayrıldığı üniversite tahsilini Diriliş’in kahramanı Nehuldof da kendini köylülere adamak için yarıda bırakmıştı. Anna Karenina’da; Levin, Harp ve Sulh’ta; Piyer Bezuhov ve Prens Andrey, Diriliş’te Nehuldof… Tolstoy yalnızca isimleri değiştiriyor ancak kelimelerle tüm kahramanlarına aynı yüzü, kendi yüzünü çiziyordu.  Evet, Tolstoy bunu kasıtlı olarak yapıyordu.

Hesse’den daha uzun ve samimi sürdü Tolstoy okumaları. İvan İlyiç’in Ölümü, Kroyçer Sonat, Yaşayan Ölü, Hacı Murat gibi kitaplarının türlü çevirileri mevcuttu piyasada ve fazla çaba harcamadan bulunabiliyordu kitapçılarda.

 Hayat Üzerine Düşünceler ve Din Nedir? İsimli eserlerinin basıldığını öğrenince bu kitapların kitapçılara inmesini beklemeden yayınevinden mektupla isteyecek kadar yazdıkları lüzumlu bir yazar olmuştu benim için o yıllarda Tolstoy. Türkçesi yalnızca birkaç kez basılan Halk İçin Hikayeler’i Sivas’ta bulamayınca İstanbul’a, Ankara’ya giden arkadaşlara ısmarladığımı hatırladıkça halen tebessüm ederim kendi kendime.

Hesse’den kaçarken Tolstoy’a tutulmaktı bu; ama olsundu.

Bir yazarı yakından tanımak ya da tanıyanlardan dinlemek; genellikle o yazardan soğutur okurunu; fakat Tolstoy’u ve kişiliğini Romain Rolland’dan, Gorki’den okudukça ona olan muhabbetim biraz daha arttı.

İhtiyarlığında birkaç kez tecrübe ettiği ve sonuncusunda başardığı evden kaçma teşebbüsleri, içli günlükleri, eşine yazdığı hüzünlü mektuplar, aile geçimsizlikleri hülâsa romanlarına sızdıramadığı ömrünün son demlerinin bir filmi neden yapılmadı yahut romanı neden yazılmadı bilemiyorum.

Tolstoy’u da Hesse gibi dostlar listesine eklediğimde halen öğrenciydim ve Goethe’nin Werther’inde altını çizecek satırlar arıyordum. Onca sevimliliğine ve vakarına rağmen Goethe’ye içim ısınmadı. Werther etkileyici bir kahramandı; ama hikayesinde beni bunaltan, bana ters gelen bir şeyler vardı. Faust da Goethe hakkındaki düşüncelerimi değiştirmedi. Werther’in intiharını da tıpkı hikayesi gibi kabullenemedim yıllarca ve Goethe’yi onun katili gibi düşündüm nedense.  Goethe’nin yetmiş dört yaşında iken on dokuz yaşında bir kıza âşık olduktan sonra düştüğü halleri öğrendiğimde, kitaplarını kitaplığımın en gözden uzak raflarına dizmeye başlamıştım bile.

 

Uzak Denizlerde Yorgun Gemiler

Hesse ve Tolstoy’dan başka inanmak, seline kapılmak istediğim iki yazar daha oldu; Tagore ve Exupèry.  Tagore’un Hilmi Kitabevi’nce çoğu 1930-40 yılları arasında basılmış kitaplarının bir kısmına ulaştıysam da parıltılı sözler ve altı çizili sayfalardan başka bir şey kalmadı ondan geriye. 

Öğrencilik yıllarımın sonlarına doğru Exupèry hastalığı zuhur etti. İnsanların Dünyası’nı, Kale’yi, Güney Postası’nı, Gece Uçuşu’nu, Küçük Prens’i defalarca farklı farklı çevirilerden okudum; lakin dostum diyemedim hiçbir zaman bu kitapların yazarına. Onun çok yükseklerden seslendiğini düşünüyor, kitaplarını her okuyuşumda irkiliyor çarpılıyor, kendime çeki düzen verme ihtiyacı hissediyordum. Ölümüne dair okuduğum çeşitli rivayetler onu daha da kıymetlendirdi dünyamda. Kendimi kaybetmekten ziyade kendime gelmek istediğimde okudum Exupèry’i. Attar, Hafız, Mevlana gibi huzura çağıran bir rengi vardı sesinin. Kale ve İnsanların Dünyası halen ara sıra kapısını çaldığım, okumaktan usanmadığım en kıymetli kitaplarımdandır.

Andre Gide, Rilke, Eliot, Dostoyevski, Puşkin, Oscar Wilde, Kafka, Borges, Paul Auster, Balzac, Tagore, Hölderlin, Nerval… Daha ismini hatırlayamadığım bir sürü gâvur yazarın kapısından geçti yolum ya da onlar gelip geçtiler benim ömrüm içinden. Dar Kapı, gerçekten büyüleyici bir kitaptı o yaşlarda benim için ancak zaman Alissa ve Jerome’un hikâyelerinin üzerindeki parıltıyı çoktan kararttı. Hugo’ya dair yalnızca derin bir saygı kaldı içimde.  Gançarov sıkıcıydı, Dosto; Suç ve Ceza ve Beyaz Geceler dışında hep tatsız tuzsuz. Rilke fazlaca hercai, Salome ve Nietzsche ile verdiği o pozu gördüğümden beri değersiz. İstirati; kaygısız, Bukovski; ahlaksız ve serseri, Vasnocelos; sıkıntısız zamanlarda muhabbet edilebilecek bir arkadaş… Hepsiyle söyleştim günlerce, saatlerce fakülte bahçelerinde, bitmek bilmeyen uzun yolculuklarda, kış gecelerinde. Dost sıcaklığı değilse de arkadaş yakınlığını belki de sadece onlarla hissettim, tanıdım.

 

Benzerini Arayan Kırgın Yürek

Aynı selde sürükleniyorken aynı ağaç köküne sarılmak, aynı çölde ilerlerken mataranızdaki son yudum suyu yanındakine sunmaktır dostluk. Dost; paylaşılandır. Kendinize dahi söyleyemediğiniz hakikatleri ona anlatır, yüzüne bakamadığınız yaraları ona gösterirsiniz yalnızca. Aynı yangının alevlerini yüzünüzde hissettiğiniz, aynı zehrin acısını damarlarınızda bildiğiniz, kalbi kalbinizle aynı ritimde atan kişidir dost.

Hesse ve Tolstoy’la böyle bir yakınlık duydum galiba. Her ikisi de önce deli bir ırmağın ortasına çektiler ergen ruhumu sonra ellerini uzattılar.

Güzel ve bahçelerde kuş sesleri arasında gökyüzüne, çiçeklere şarkılar söyleyen öteki yazarlar, şairler sanki dingin vakitlerde sesi, selamı özlenen arkadaşlar gibi. Onları karanlık ormanlarda, bulanık ırmaklarda yanınızda göremezsiniz.

Bütün ırmaklar duruldu yaşım ilerledikçe. Evimin ve kalbimin bütün pencereleri kapıları kilitli artık.

Buradayım.

Saatin on ikiyi vurduğu yerde.



            hüseyn kaya