Yalnızca bir
mevsim için kendisine yuva kuran ve diyardan diyara dolaşan göçmen kuşlar
gibiyiz aslında yeryüzünde. Dünya ağacının dalları arasına konuyor, yuvamızı
kuruyor ve sonra her şeyimizi bırakıp üstelik bir daha dönmemek üzre göçüp
gidiyoruz dünyadan. Bir mevsimliğine sahipleniyoruz yuva kurduğumuz ağacın
tamamını, bir mevsimliğine sahipleniyoruz toprağı, yağmurları. Mevsim hiç
dönmeyecek, güz hiç gelmeyecek sanıyoruz. Kanatlarımızı okşayıp geçen meltemin
bir gün sert rüzgârlara dönüşebileceği aklımızın kıyısından bile geçmiyor. Kısa
bir süre sonra bitecek bir oyuna kaptırıyoruz kendimizi. Bir vakit sonra
renkler değişiyor, hava kararıyor ve yağmurlar başlıyor. Bir bir terk edip
gidiyor bizi, sararmış yapraklar. Güvendiğimiz dallar elimizde kalıyor ve
güvendiğimiz dağlara kar yağıyor. Baktığımız, duyduğumuz, dokunduğumuz her şey
hatta uzayan gölgemiz dahi fısıldarken ruhumuza kaçınılmaz göç vaktini biz
kapatıp gözlerimizi baharı düşünüyor, baharı özlüyoruz.
***
Bu dünyanın meseli bir ulu şara benzer
Veli bizim ömrümüz bir tiz bazara benzer
(Yunus Emre)
Önceleri
yabancısıyızdır her şeyin. Gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz hissettiğimiz
her şeyden, korkuya bulanmış bir ürkeklik sızar ruhumuza. Gurbetin ve
yalnızlığın hüznü güzelleştirir yüzümüzü, kalbimizi. Âdem Aleyhisselam’ın
yalnızlığı ve şaşkınlığıyla bir yolcu mahcubiyeti bakışlarımızda, arşınlarız
dünyayı. Zaman geçer, gün geçer, yıllar geçer…
Bulanık sellerde sürüklenen çakıl taşları gibi unuturuz yolcu
olduğumuzu, yolda olduğumuzu. Şaşkınlık silinir bakışlarımızdan, hayret
uzaklaşır kalbimizden. Nereden geldiğini anlayamadan kulak verdiğimiz bir
fısıltıyla dünya, sofrasını kurar içimize. Yol kıyılarında başı göklere ulaşan
ağaçlar gibi kök salalım isteriz bulunduğumuz yere, uzaklardaki başı dumanlı
dağlar gibi yücelsin isteriz başımız göklere, ırmaklar gibi kıvrılıp sonsuza
akalım, denizler gibi sonsuzluğa kıyı olalım isteriz. Oysa gördüğümüz yalnızca
dünyadır, hikâyemize eşlik eden yalnızca mecazlardır. Kuşlar meleklerden öğrendiklerini
şakır, çiçekler, kelebekler cennetin hatırlatıcısıdır. Dağlar ve denizler
sonsuzluk kitabından dünyaya düşmüş birkaç satırdır.
Dünya kendisini
sevdirmek isteyen çocuklar gibi dolaşır durur ayaklarımıza. Misafirliğimizi, seferberliğimizi
her şeyi unutur severiz dünyayı, bağlanırız ona. Daha rahat yaşayabilmek için
dünyada evler, şehirler inşa eder rahat dolaşabilmek için kıvrım kıvrım yollar
açarız yüce dağların bağrında. İnanmak için saatler takvimler icat ederiz,
saymak için rakamlar ve yeniden anlamlandırmak için her şeyi harfler, kelimeler
buluruz kendimize.
Yeni bir dil
öğretir bize dünya unutmamız için gurbeti, ayrılığı ve durmadan söylememiz için
kendisine onu nasıl sevdiğimizi. Yüzündeki renkli peçeye aldanırız dünyanın.
Kimilerine göre
üç günlük kimilerine göre bir anlık misafiriyizdir dünyanın lakin biz koca bir ömür deriz bu kısa vaktin
adına. Dikenlerden şikâyet eder güllerine ümit bağlarız bu ömür içinde,
ayağımızı kanatan taşlardan şikâyetçi olur, yalancı ayrılıklar için gözyaşı dökeriz.
Hâlbuki kısacık
bir masalın ilk sözlerinden ibarettir tüm yaşadığımız. Hâlbuki her şey az sonra
uyanacağımız bir rüyan ibarettir.
Ansızın bir
salıncağa dönüşür dünya kalbimizi yerinden çıkarcasına titreten ve kaptırırız
kendimizi sonu belirsiz oyunlara. İçimizde
karanlık büyür, ruhumuz şüphe uçurumlarında savrulur durur.
***
Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış,
Kişi yeni geline bakubanı doyamaz
(Yunus Emre)
Renklerin,
şekillerin aslını değiştiren sihirli bir aynadır dünya onun yüzüne bakar ve
kendi yüzümüzü onun yüzünde seyrederiz. Onun karşısından çekildiğimizde bomboş
bir çerçeve kalır geriye ondan; içindeki renkler, şekiller kaybolur ve sırı
dökülür karşısında durduğumuz camın. Dünya yalnızca karşımıza aldığımızda, onu
seyre daldığımızda bir mana kazanır.
Ezberledik,
öğrendik sanırız ona dair her şeyi fakat birdenbire silinir okuduğumuz tüm
yazılar, silinir ve tekrar tekrar belirir yabancısı olduğumuz satırlar. Okudukça
kandığımız kandıkça hakikatin yüzünü unuttuğumuz bir kitaptır dünya. Suya yazı
yazmak uğruna dolaşırız şaşkın şaşkın kocaman okyanusların ortasında.
Sürgünlüğümüzün,
gurbetimizin, büyük yalnızlığımızın tek sebebidir o ve sevdaların,
yorgunlukların, ağlamakların, çaresizliklerin, ümitlerin, yılgınlıkların,
yangınların yüzlerindeki perdeyi kaldırarak yürümenin, her şeyi geride
bırakmanın, dönüp bir daha bakmamanın ülkesidir.
Tüketmek ve
tükenmek için durduğumuz bir yol kıyısı değildir dünya. Ne elimizde kırık
kalbimizle dolaşmanın yeridir ne başkalarının kalbini kırmanın yeri. Onu
bağrına basan hiçliği bağrına basar, ona talip olan yokluğa talip olur. Yine de
kaybettikçe üzülür kazandıkça seviniriz çölde kum tanelerini.
***
Bu dünyaya gönül viren
son ucı pişmân olısar
Dünya benüm didükleri
hep ana düşman olısar
(Yunus Emre)
Güneş,
yıldızlar ve ay yorulur da uzaktan dünyayı seyretmekten biz yorulmayız onun
içinde yaşamaktan. Ölümün var ve en büyük hakikat olduğu tek mekândır dünya
ancak ilk unuttuğumuz hakikat ölümdür yeryüzünde. Sonsuza kadar yaşanacak bir
yer olmadığını bile bile aldanırız dünyanın güzelliğine.
Dünya
alışkanlıkların, bağımlılıkların en zehirlisidir. Ona alıştıkça, bağlandıkça
ruhumuzun çığlığından kulaklarımız sağır ve içimizin karanlığından gözlerimiz
kör olur.
Neye ne kadar
sahip olursak olalım dünya adına, ölüm daima aynı uzaklıkta yürür yanımızda
oysa. Yürür ve hatırlatır her adımda faniliği. Terk etmenin, vaz geçmenin,
sonsuzluk önünde yitme hissinin huzurunu vermez dünya hiçbir zaman. Mutluluğun
dünyaya gömülü bir define olmadığını bile bile mutluluk ararız sarp
kayalıkların, uçurumların kıyısında, soğuk mağaraların korkunç karanlıklarında.
***
Bu dünyaya inanma, vefasın
bulam sanma.
Ömrün veren ziyana, çoğu
pişman içinde.
(Yunus Emre)
Tıpkı bir
yüzünün aydınlık bir yüzünün karanlık olması gibi bir tarafında ümitler yeşerir
dünyanın bir tarafını ümitsizlikler işgal eder, bir tarafından cennete açılır
kapılar bir tarafından yokluğa. Üzerinde yaşadıkça dünyanın bir çeşmesinden abı
hayat yudumlarız bir çeşmesinden tuzlu su.
Peşine
düştüğümüzde bir seraba dönüşen, kendisinden kaçtığımızda peşimizi bırakmayan,
hep kendisini hatırlatan korkunç bir hayalettir dünya. Asla yakalanmaz; ama hep
yakalar, asla sobelenmez; ama hep sobeler kendisiyle oyun oynayanı.
Biz üzerinde
koşuşturdukça dünya daha da hızlanıyor sanki ve ondan istediğimiz her şey için
kendimizden bir şeyler veriyoruz durmadan. Onu tükettikçe biz tükeniyoruz, onu
gerçek sandıkça biz yalana dönüşüyoruz. Susuzluğumuz artıyor onun acı suyundan
içtikçe, huzursuzluğumuz artıyor huzuru onun ellerinden devşirmeye yeltendikçe.
Bizim dünyada
değil dünyanın bizde yaşadığını fark ettiğimizde sahici bir bahar güneşi
yükseliyor dağların arkasından. Dünyaya değil de dünyamıza baktığımızda, dünyamızı
tutmaya çalıştığımızda kalbimiz de bizimle bakıyor, uzanıyor her şeye. Bütün
mecazların asıl manalarına dönüyor ve kördüğümleri çözülüyor ruhumuzun.
nisan, 2014