hüseyin kaya şiirleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hüseyin kaya şiirleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Nisan 2024 Pazar

son sayfa


yağmura tutunarak uyuyan bir gecenin
rüyası şimdi kalbim kimsenin görmediği
bakışınla yeşerip sararan ümitlerin
ister çöz ister çözme boynundaki ilmeği

adım hiç yazılmış yüzündeki aynaya
yaşadığım her şeyin en son sayfası yırtık
beni burda bırakıp dönebilirsin dünya
yanında yürüyecek gücüm kalmadı artık


bahar, 2024

13 Mart 2024 Çarşamba

gölge

az önce yanındaydım sessizce ağlıyordu
üzerine eğilmiş sisli hatırların
eşiğine galiba bir şeyler yazıyordu
ayağına bağlanmış o karanlık zamanın

az önce yanındaydım dua eder gibiydi
sözcüklerin üstüne basmadan yürüyordu
yüzünden yeryüzüne dökülen sözcükleri
toplarken ellerinde ölüm görünüyordu

çağırmadı ben gittim yanındaydım az önce
üzmemek istiyordu tutunduğu duvarı
söylemedim gölgeme belki incinir diye
bulutların yağmurdan sakladığı duayı

güz, 2023

3 Aralık 2023 Pazar


bahçe

kendinin duldasına sığınan serçelerden
ben bir yanlış nakıştım işlenmiş yastığına
varlığımın bahtına çizdiği acı desen
bu kırık pencerede hatıra kalsın sana

neydim bu hikâyede yakup mu yusuf muydum
dağ mıydım ferhat mıydım neydim bu hikâyede
intizarın elinde titreyen her umudum
şimdi ıssız bir mezar bu çiçeksiz bahçede

ağaçları çürümüş karanlık ormanlardan
yalnız korku taşıdım açılmayan kapıya
uykusunda ağlayan bir ağaca sarılan
rüzgâr neyi bilir ki ıslaklığından başka

güz, 2023

13 Ağustos 2020 Perşembe

hicret


hüseyn kaya

 

nasıl olsa bir daha yolun düşmez yoluma

nasıl olsa öldürür nasıl olsa bu kahır

ve düşmez nasıl olsa yüzün yüzüme daha

kalsın ağrım altında böyle benimle bu sır

 

sen hayat de ben ağu, araya koyduğuna

sen hayat de varımdan yoğumdan olduğuma

ey gönlüme sığıp da sığmayan hikâyeme

sen hayat de bu acı kıyıya vurduğuma

 

yağmalanmış ömrümün yasını tutuyorum

eşiğinde hicrete açık kapılarının

yalnız ve yabancıyım, üstelik üşüyorum

 

mor dağlara saldığın suskun menekşelerin

ve dağımda patlayan kızıl güllerin için

ve en çok senin için hep en çok senin için

ben seni ağlayarak gideceğim ülkemden

 

yitik düşler, ağustos 2001, sayı: 10


28 Temmuz 2020 Salı

sessiz rüya

hüseyn kaya


hastasın sesinde kuş yorgunluğu

ellerin eylüle yürüyen yaprak

kalbine çiğ düşmüş gözlerin buğu

usanmış içinde ağlayan ırmak

 

saçların yılların selinde yunmuş

silinmiş yüzünden izi baharın

gelip de usulca ruhuna konmuş

ürkek kelebeği uzak dağların

 

yorulduğun yerde bitmiyor dünya

değilmiş ilacı her şeyin zaman

yaşamak dediğin sessiz bir rüya

sözcüklerin kayıp dudakların kan

 

2017 bahar


ortada

hüseyn kaya

 

çözülmüyor  kollarım acının bedeninden

surların önündeyim

suların arkasında

bana

beni böylece anlatın bir ayet ver

 

bitti işte ömrümü çelen çalan bu büyü

şimdi

yaralarımı öpüyorum her gece

bitti hiç söylemeden o sonsuz sessiz ezgi

 

al

nereye istersen savur şimdiden geri

hem yolum hem  yolcuyum

hem dağım hem dağlanan 

hem tufanım hem gemi

 

anasız kuzu gibi kaldı ömrüm ortada

beni hayata değil

beni kendine bağla


27 Temmuz 2020 Pazartesi

acı dağı

hüseyn kaya

sana bir kere daha acılar adıyorum

bu sızılı

bu kanlı sunağında kalbimin

daha dönmeyesin yar

daha dönüp de beni

dağımda bulmayasın

daha dolayıp beni o yalan sürgününe

karanlık denizlerde

bahanem olmayasın

 

solgun bir al gül gibi

bıraktım eşiğine

daha istemem geri

gözüm önüme aksın

burasında

böylece

yarım kalsın bu masal

kalsın omuzlarımda

kalsın bu acı dağı

daha istemem geri

gözüm önüme aksın

al

yazgıma boyadım

verdiğin

bu hayatı


26 Temmuz 2020 Pazar

hüseyin kaya ile mülakat

konuşturan: hatun uzunpınar, sivas anadolu lisesi öğrencisi.

1. Hatırlayabildiğiniz kadarıyla nasıl bir çocuktunuz?

Çok bilmiş, büyüklerle gevezelik eden, oyun bilmeyen, oynadığında da hep kaybeden… Çok arkadaşı olan ama dostu olmayan, top oynayamayan, beden eğitimi ve müzik derslerini sevmeyen bir çocuktum hatırladığım kadarıyla. Büyüklerle sohbet etmeyi, onları dinlemeyi, meclislerinde bulunmayı severdim. Yaşıtlarımla pek anlaştığım söylenemezdi herhalde.

 

2. Lisedeyken edebiyatla aranız nasıldı?

Edebiyata ilgim büyük oranda lisede başladı. Herkesten ve her şeyden çok edebiyatla aram iyi oldu o yıllarda.

3. Ailenizde sizden başka edebiyatla uğraşan var mıydı?

Hayır, ne edebiyatla ne de sanatın başka herhangi bir dalıyla uğraşan olmadı ailemde.

4. Kendinize örnek aldığınız birisi var mıydı?

Örnek almadan ziyade “olmak istediğim” kişiler vardı hem bizim edebiyatımızda hem de dünya edebiyatında. Lisede Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’u ardından Tolstoy ve Exupery’yi çok sevdim. İlerleyen yıllarda Niyazi-i Mısri, Fuzuli, Şeyh Galip gibi isimler de bu listeye dahil oldu. Halen bu isimlere –belki üç beş tane daha ekleyebiliriz- saygım ve muhabbetim devam etmekte.

5. Neden hikâye roman değil de, şiir?

Şiir diğer türlere nazaran daha içsel ve daha çok ferdi ilgilendiren bir yapı arz ediyor. Edebiyatın en yoğunlaştırılmış hali, özü belki. Roman, hikaye ya da diğer türlerin çoğunda dış dünyaya sizi taşıyan ve dışarı ile ilgili olmanız gerektiren unsurlar var sanki. Şiir için başkalarının dünyasına girmeniz, onları gözlemlemeniz, onları anlatmanız gerekmiyor. Size, siz yetiyorsunuz yani belki bu yüzden oldu. Ayrıca şair mi şiiri seçer yoksa şiir mi şairi seçer bu da düşünülmeli elbette.

Hikaye ve masal denemelerim de oldu ama şiirin farklı bir tarafı var ve izahı zor bunun.

6. Yazarken nelerden ilham alırsınız?

Şiir arar ve bulur söyleyenini ve hiçbir zaman birbirine benzemez gelişi. O yüzden yorar, şaşırtır söyleyenini. Şiiri söylerken şair başkalarından önce kendisi yaşar onun heyecanını her sefer. Eğer alışkanlık haline gelmişse şiir söylemek ve hazırlıklıysanız zaten şiir sahihliğini, içselliğini yitiriyor demektir.

7. Sizce de edebiyat hayatın içinde midir?

Edebiyat hayatın kendisidir ilgilenenler için. Hayatın dışında bir edebiyat elbette rüya, sayıklama ya da oyalanmadır. Belki yalanla meşgul olmaktır.

8. Türk ve dünya edebiyatında örnek aldığınız yazarlar hangileridir?

Tolstoy, Rilke, Hesse, Andre Gide, Exupery dünya edebiyatından aklıma gelen isimler. Türk edebiyatından ise, Fuzuli, Şeyh Galip, Sümmani, Erzurumlu Emrah, Niyazı-i Mısri, Ziya Osman Saba, Sezai Karakoç gibi isimleri söylebilirim.

 

9. Yazacağınız şiirleri kimlere ithaf ediyorsunuz?

(yazdığınız olmalı)

Benim için bütün şiirlerin ithafı sözün sahibine, onu söyletenedir. O’nu ima etmiyorsa da yine O’na ithaftır. Söz emanettir, emanet aldığınız bir şeyi başkasına ithaf etmek doğru değildir düşüncesindeyim.

10. Edebiyat öğretmeni olduğunuz için mi yazar oldunuz, yoksa yazar olduğunuz için mi edebiyat öğretmeni oldunuz?

İkincisi daha doğru. Edebiyat sevgisi beni edebiyat öğretmenliğine yönlendirdi. Umduğum gibi bir sistem ve ortamı hiçbir zaman bulamadım edebiyat öğretmenliğinde ama yine de yorulmadan yapabileceğim tek iş bu galiba.

 

11. “çekil gideyim hayat” adlı kitabınızın nasıl oluştuğunu anlatır mısınız?

Çeşitli dergilerde yayımlanmış yaklaşık on yılın şiiri var o kitapta. Lise yıllarımdan beri bir kitabım olsun istemiştim; ama artık kitabım olmasa da olur, diye düşünmeye başladığım zamanlarda kitap yayımlandı. İyi mi oldu kötü mü halen karar verebilmiş değilim zihnimde. “Ne olmuşsa iyi olmuştur” diyerek geçiştiriyorum bu durumu.

 

12. Şiir yazarken ne tür sorunlarla karşılaştınız?

Şiirin kendisi bir sorundur zaten.

Bu sorunu algılamakta yaşadığım sıkıntılardan belki bahsedebiliriz. Bu pek çoğumuzun ortak sorunu aslında. Kurulan ilişkiler samimi, ciddi ve sahih olmaktan öte hep çıkarlara dayalı. Tüccar ve “bizdense iyidir” mantığı dergilere, ders kitaplarına, üniversitelere kadar girmiş durumda. Temiz, sahih kişiler, ürünler bulmak çok zor. Nasıl gıda ortamında bir kirlilik varsa edebiyat şiir ortamında da aynı sağlıksız ve hormonlu ürünlerle tiplerle karşılaşmak mümkün. Bunları tanımak zararlarını görmek bazen çok zaman alıyor ve sağlığınız bozulabiliyor.

 

13. Yazdığınız şiirlerin konusunu neye göre belirliyorsunuz?

O kendisini belirleyerek yazdırıyor zaten ben çok müdahale etmiyorum.

 

14.edebiyata karşı siz de ilk ilgi ne zaman nasıl uyandı?

İlk gençlik yıllarımda.

 

15. Çalışkan bir öğrenci miydiniz? Hangi dersleri sever, hangilerinden nefret ederdiniz? Öğrencilik hayatınıza ilişkin anmak istediğiniz bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?

Tembel bir öğrenci değildim; ama çok çalışkan da değildim. Öğretmenlerimle aram hep iyi oldu ve ders, not dışındaki yönleriyle onlardan bir şeyler almaya çalıştım. Sanırım onlar da benim bu yönümü gördükleri için beni sevdiler. Tüm çıkar münasebetlerinden uzaktık yani birbirimize. O yüzden ben de öğrencilerimle benzer münasebetler kurmaya çalışıyorum. Notlardan, buçuklardan, küsuratlardan öte bir münasebet.

Liseye dair pek çok güzel hatıra var zihnimde ancak bunları yeri geldiğinde paylaşmak daha anlamlı sanırım.

 

16. Bugünkü edebiyatımız hakkındaki yargınız nedir?

Durum iç acıcı görünmüyor zira ciddi bir dil problemi yaşıyoruz millet olarak. Beraberinde insanların hayat tarzları da elbette yazdıklarına siniyor. Hayatların parçalandığı, dünyaya, eğlenceye, gündelik telaşlara ömürlerin heba edildiği bir zamanda iyi ürünler, iyi şeyler görmek, görüyorum demek mümkün değil. Dışarısı, yani dış dünya olanca oburluğuyla bekliyor orada ama bana düşen kendi sorumluluklarım elbette. Yaşadığım sürece yavaş yavaş da olsa yazmam gerektiğine inanıyorum.

17. Edebiyatımızın gelişmesi için neleri gerekli görüyorsunuz?

 

Suni müdahalelerle netice almak pek mümkün değil bu hususta. Toplumdaki her şey birbiriyle ilgili aslında. Edebiyatta gördüğümüz sıkıntılar müzikte de var, sinemada da var. Okullarda ve eğitim kurumlarında bazı tedbirler alınabilir belki ama bu yıllarda bile başlansa tedbirler alınmaya neticeye ulaşmak çok uzun sürecektir.

 

18. Son olarak günümüz gençlerine ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?

Gençlik ve tavsiye… Zıt anlamlı kelimeler kadar uzak iki kelime aslında. Yine de düşünmelerini, okumalarını, dinlemelerini, yine düşünmelerini tavsiye ederim.

2009 nisan

23 Temmuz 2020 Perşembe

hüseyin kaya'nın derin hüznünün acı meyvası

selçuk karakılıç


Yahya Kemal, ne zaman yazdığını tespit edemediğimiz “Resimsizlik ve Nesirsizlik” başlıklı yazısında, “Milliyetimizi, kendime göre idrak ettiğimden beri dilimden düşmeyen bir cümle budur: Resimsizlik ve nesirsizlik… Bu iki feci noksanımız olmasaydı bizim milliyetimizi bugün olduğundan yüz kat daha kuvvetli olurdu.” diyerek resim ve yazıya olan kayıtsızlığımızdan bahseder.

Paris’te Louvre Müzesini gezen, Picasco’nun sergilerindeki hıncahınç kalabalık karşısında hayranlığını gizleyemeyen ve Madrid Büyükelçiliği sırasında davet edildiği şatolarda, ressam Velaskes ve Goya’nın tablolarının önünden dakikalarca ayrılmayan Yahya Kemal’in memlekete döndükten sonra resim aşkının günbegün arttığı görülüyor. Daha çok parnasyen şairlerin etkisiyle resme ilgi duyan Yahya Kemal, sözünü ettiğimiz “Resimsizlik ve Nesirsizlik” yazısına şöyle devam ediyor:

Eğer Türk milletinin resim bir, nesir iki, bu iki sanatı olsaydı bugün milliyetimizin kudreti, olduğundan yüz kat daha fazla olurdu. Muhayyileyi en fazla işleten bu iki sanatı talih bizden esirgedi. Cedlerimizin resimleri yok, onları hemen hemen bilmiyoruz. Minyatürlerden Avrupa’nın o asırlardaki ressamlarının levhalarından hayal meyal onları seziyoruz. Nesrimiz, resmimize göre vardı. Lakin yazık ki nesrimiz, üç kusurla maluldür. Çok az yazı yazmışız, çok kötü yazı yazmışız, çok kısa yazı yazmışız.”[1]

 

Bu ilginç yazıdan çıkaracağımız tabii sonuç, o yıllarda zengin ve seçkin şiir hayatının olması kadar, nesre ve resme yeteri kadar eğilim göstermediğimiz ve önemsemediğimizdir. Aslında Göl Saatleri’ni (Evkaf Matbaası, 1921, s. 63) yayımlayarak akşamın dinginliğini ruhlarımıza üfleyen Ahmet Haşim, önce “Örümcek Ağı” (1925) ile başlayan sonra “Kaldırımlar” (1928) ile devam eden Necip Fazıl şiirinin eksantrik ve mistik havası, Faruk Nafiz’in memleket kokan şiirlerinin yanında Refik Halit’in Memleket Hikâyeleri (1919) gibi, Yakup Kadri’nin Erenlerin Bağından (1922) gibi, Halide Edip’in Ateşten Gömlek (1923) gibi kuvvetli, özenli ve artistik nesir yazarlarının ve eserlerinin olması bile, bu resmi olmayan nesri kıymetlendirmiyor Yahya Kemal için...

Şairimizin, bu “seçkin nesir”lerin varlığına rağmen nesirsizlikten şikâyetini anlamlandıramıyoruz. Üstelik artistik nesrin fikir ve çığır açıcısı Falih Rıfkı, Suriye hatıralarını Ateş ve Güneş’te (1918) toplamış, 1930’lara doğru ise orijinal yazış ve duyuşa sahip fantezist nesrin yazıcısı Arif Nihat’ın ayak sesleri de duyulmaya başlamışken…

Fakat “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” gibi bir şahesere imza atan şairin seziş ve hissediş kabiliyeti burada daha da bir anlam kazanıyor: Mehmet Akif hariç kimsenin aklından geçirmediği yahut geçirdiyse bile dillendiremediği “resim” sanatının yokluğunu ilk fark eden sanatkâr olması ve bunu ifade edebilmesi önemli bir fark ediştir.

İşte bu, şairin çağrışımlarla dolu muhayyilesinin devamlı aksiyon içinde olduğunu gösteriyor. Onun şiirde olduğu kadar, nesirde olduğu kadar resim sanatının da farkında oluşu, sanatkâr sezgisinin kuvvetinden ileri gelmektedir.

Ne var ki, bugünlerde, Yahya Kemal’in eleştirdiği resimsiz ve nesirsiz edebiyat ırmağının yerine “şiirsiz bir edebiyat âlemi” karşımızda bulunuyor. Ancak bizim asıl şikâyetimiz, şairsiz ve şiirsiz oluşumuzdan ileri gelmiyor. Aksine şair bolluğunun olduğu bir ortamda, yeni ve farklı bir şiirin uzun zamandır sesini duymamamızdan kaynaklanıyor. Bizi, maddeci dünyanın demir pençesinden bir nebze kurtaracak, hislendirecek, sevindirecek “has şiire” ihtiyacımız çoğalarak artarken bu iştiyakımızı karşılayacak, hasretini çektiğimiz şiire ruh üfleyecek şairler arıyoruz.

İşte, şairlik kumaşı sağlam, gelenekten beslenerek yenilenmiş bir şiirle beslenen Hüseyin Kaya’nın mısraları bu şiirsizlik ortamında bizi alıp götürüyor âdeta. Son yirmi yılda, şiirimizin lirizme hapsolduğu bir dönemden sonra Kaya’nın şiirleriyle hüznü, acıyı, kederi yeniden hatırlamış olduk.

Hüseyin Kaya, 2006 yılında yayımladığı Çekil Gideyim Hayat isimli şiir kitabı ile beş yıl sonra neşrettiği Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz (Ötüken, 2012) ve Melâl Bahçesi (Sütun, 2013) isimli (ilki ve üçüncüsü şiir, ikincisi ise nesir) kitaplarıyla bizde bıraktığı ilk intiba romantik ve hüzünkâr bir şairin ele avuca sığmayan melali oldu.

Şairin melali gün geçtikçe artmış, kederi çoğalmış, hüzün evine bağdaş kurmuş oturmuştur. Ve en sonunda ise melal bahçesinde elem çiçekleri açmıştır… Aşırı hassas ruh hâlinin açtığı yaralar ise şairi, iç dünyasının dışına çıkarmıyor. Aksine içine kapattıkça kapatıyor, hüznün kalesine girdikçe giriyor…

Yalnız şair, Çekil Gideyim Hayat’ta (Kaya, 2006: 7), “Hüzünler evi” ismiyle bir bölüm açıyor. “Hüzünler evi”nde karamsar bir ruh hâline sahip şairin kimseye belli etmediği, ama fark edilen hüznünün tablo tablo resimleri de bulunuyor.

Yusuf suresinin 86. ayeti olan “Ben hüznümü, kederimi ancak Allah’a şikâyet ederim”i epigraf olarak seçen şairin tercihinin bize çok anlamlı geldiğini söyleyebiliriz. Bu gizlenmeye çalışılan hüznün, kederin sonu yok mu? Şair, daha önce Çekil Gideyim Hayat’ta kederini “Hüzünler evi”ne saklamışken Melâl Bahçesi’nde artık melâle dönüşmüş, evden bahçeye çıkmış, hayat karşısındaki yorgunluk artmış, bezgin ve bedbin bir ruha evrilmiş bulunuyor. Yani azalacağının, şairin peşini bırakacağının yerine hüzün çoğalmaya devam ediyor…

Onun şiirlerinde, dışa dönük, sosyal veya toplum merkezli bakış açısından ziyade sanatçının kendi “ben”i ön plandadır diyebiliriz. Kaya’nın iç dünyasının izlerini taşıyan hem nesri hem de şiirlerinin en belirgin özelliği “hüzün kuşatması” altında olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Bu hüzün ve karamsarlığın altyapısını oluşturan, şairi melankoli denizinde yüzdüren asıl duygu ise yaşanılan hayatın çekilmezliği olabilir mi? Şair mi bu dünyanın yükünü kaldıramıyor yahut dünya mı şairin yükünü çekemiyor?

Çekil Gideyim Hayat’ın (Lamure, 2006: s. 7) iç kapağına bilerek ve isteyerek “hüzünler evi” yazan şairin yaşadığı elemin arka planını şu kelimelerden yola çıkarak takip etmek ve Kaya’nın hüznünü daha da anlamlandırmak mümkündür: “Hep aynı çöl”, “bu hüzün kıssasının ortasındayım”, “hayatın mültecisi bir kalp”, “yağmalanmış ömrüm”, “kısadır geçer hayat dediğin”, “kavruk yüreğim”, “surların önündeyim”, “beni hayata değil kendine bağla”, “acıyla sarıyorum acıyan yerlerimi”, “içimde tek hüzün kaldı” gibi söz veya söz öbeklerine bakılırsa şairin hassas ruh hâli ve karamsarlığı görülecektir.

Elem ve kederi sevincin bir parçası gören Suarés, “elem birdir” diyerek aslında bütün kederlilerin bir mabette toplandığını söylerken hiç de haksız sayılmaz. Hüseyin Kaya’nın şiirleri aynı kederi ve ızdırabı paylaşanların aynı mabette toplandıklarını da gösteriyor: “Çöl”, “Hüzün Kıssası”, “Nehir”, “Elem Çiçeği”, “Ortada”, “Muğber”, “Masalın Bittiği Yer” başlıklı şiirler sanatçının hüznünü ele veren, kuşatılmışlık duygusunu gözler önüne seren parçalardır.

Hüzünler devşirip, onları bir bahçede toplayan Hüseyin Kaya’nın Melâl Bahçesi, şairin daha önce yayımladığı Çekil Gideyim Hayat isimli ilk şiir kitabından seçme şiirler ile birlikte yeni şiirlerden oluşmaktadır. Yani bir bakıma şair, kendince bir seçim yaparak eskilerle yenileri hüzün bahçesinde harmanlamayı denemiş…

Melâl Bahçesi’nin ilk şiiri ise “Rüya” ile başlıyor. Fakat bu, sevgilinin adını yazmak bir yana dursun, ismini dilinde gezdirmek yükünü bile taşıyamayan şairin korkulu hülyasıdır bu rüya… Uyanıkken görülen rüyanın sonunda yorgun ve kırgın, yalnız ve kederli bir şair görünür ufkumuzda:

“ah efendim sizin de yanar mı içinizde

unutulmuş bir sure gibi uzak her yıldız

yoruldum ah efendim bu dünya denizinde

aynı rüyada bile yalnızız hep yalnızız”

Melâl Bahçesi’nin “beytü’l ahzan” bölümüne kadar ölüm temasının arttığını görmekteyiz. “Gölgesi bile ağır bu hayatın altında” şairin kalbi kırıldıkça kırılıyor, teselliden ise nasibi azaldıkça azalıyor…

“gölgesi bile ağır bu hayatın altında

 kalmıyor teselliden sabırdan nasibimiz

hepimizin içinde gün görmeyen bir oda

yağmur bile dokunsa kırılıyor kalbimiz”

Şair, kitaba ismini veren ve böylece ön plana çıkıveren “Melâl Bahçesi”nde, Cahit Sıtkı’yı aratmayacak ölüm vurgusu ve yalnızlık korkusuyla bizi başbaşa bırakıyor:

“her çiçeği süsler ölüm korkusu

 güz ne kadar uzak durursa dursun

 perdelere sinmiş yağmur kokusu

 anneniz uyuyor çocuklar susun

….

ve kalp de yorulur hep titremekten

bir gülün üstüne gülden habersiz

göçüyorum parça parça gölgemden

ah çocuklar sararıyor bahçemiz”

“ah çocuklar sararıyor bahçemiz” diyerek etrafındaki dostlarının başka bir mekâna göç eylediğini söyleyen şair “Dünya Hâli”nde, sonsuzluk kervanının yaklaştığını belirterek uyku gibi gelen ayrılığı şöylece tarif etmektedir:

“uyku gibi gelir ayrılıklar da

ağırlaşır kollar saatler kanar

son sayfası eksik bir kitap dünya

şiirler şarkılar buraya kadar”

Melâl Bahçesi’nin ilk bölümünde Kaya, hayat karşısında yılgın bir görüntü vermektedir. “Rüya”, “Dünya”, “Kelebeklerin Ahı”, “Melâl Bahçesi”, “Kaza Namazı”, “Hatıra”, “Küstüm Çiçeği”, “Dünya Hâli” yalnız bir adamın kuşatılmışlığını en iyi ifade eden örneklerdir.

Melâl Bahçesi’nin (2013, s. 27) “beytü’l ahzan” bölümünün ilk şiiri olan “Çöl”de ise anlatılmaz bir karamsarlık havasının hâkim olduğu daha ilk mısralarında kendini ele veriyor. Kuşkusuz her sanatçı, yaşayıp gördüğünü terennüm etmekle görevini yapmış oluyor. Hayatın bir tarafı sevinç, öteki tarafı kederden ibaretse her ikisinin aynı ölçü içinde seyretmesi daha bir insanı kuşatıyor. Ama buradan bakıldığında şairdeki yeis ve karamsarlık alıp başını gitmişe benziyor:

“bir hicrana emanet yele düşmüş ömrüme

bundan sonra bin bahar gelse ne gelmese ne”

Burada şairin, ömrünün son baharını yaşayan bir kimse gibi ümitsizliğe kapılması bir kırgınlığın varlığını hissettiriyor. Şiirin kalan dörtlüğünde, asıl varmak istediği menzili haber veriyor. Yaşama hevesini kaybetmiş görünen, serazat ve boş vermişlik hissi uyandıran bu şiirde, Kaya’nın rest çeker gibi bir hâli vardır:

“olsa ne olmasa ne bu masalın sonrası

hep aynı çöl ruhumdan cennetime dökülen

yeniden yaşasaydım dediğim bir günüm yok

çekil gideyim hayat çekil gideyim senden”

Şairi hayattan bu kadar kopartan ve uzaklaşma isteğini doğuran ana sebep ne olabilir? Aşk vurgunu mu, baba özlemi mi, dost kahrı mı, hayatın çekilmezliği mi, yalnızlık mı? Bu saydıklarımızın belki sadece biri, belki de tamamı sebeplerden biri olabilir. Ama onun asıl melalini artıran, kalabalılar içinde yalnızlaştıran hatta hayattan uzaklaşma eğilimini günbegün artıran unsurun zaman ve mekân karşısında tutunamayışı gibi geliyor.

Zaman zaman bizler de yeis, ümitsizlik denizinde savrulmuyor muyuz? Tutunacak dalımızın olmadığı hissine kapılarak “hayattan çekilmeyi” düşünmüyor muyuz? İşte şair, belki de sadece kendi ben’ini merkeze alarak yazdığı “Çöl”de, hemen hemen herkesin başındaki elemi farkında olmaksızın dile getirdiğini söyleyebiliriz.

Türk şiirinde “baba”ya yazılmış şiirler belki bir elin parmaklarını geçmezken, “anne” şiirleri yahut “anne”den bahseden mısraların hacmi epey büyük bir yer teşkil eder. Aradaki bu orantısızlığın sebebi, “baba”larımızın çocuklarını kucaklarına almayışı, onları açıktan sevmeyişi veya çocukla arasına belirgin bir mesafe koyması olabilir. Baba-oğul arasındaki derin kırılmaların meydana getirdiği “baba kompleksi” ise şiirimize de yansıyor…

Bu itibarla birkaç örnek verecek olursak Mehmet Akif-Emin, Tevfik Fikret-Haluk, Nâzım Hikmet-Memet gibi şair babalar ile oğulları arasındaki yol ayrılıkları, çocukların babalarına olan sevgisini azaltmış, onları birbirinden uzaklaştırmıştır. Tabii, bütün toplumu çocukları görerek onların doğru yolu bulmaları için çırpınan şair babalar, esasında kendi öz çocuklarının acılarıyla, sevinçleriyle yeterince ilgilenememekte daha da ötesi onların duygularına hitap edecek sözler söyleyememektedirler. Bütün bunlar daha sonraları başlayacak kasırgaların, kırgınlıkların habercisi ve babaya olan soğuk bakışın işaretleridir. Yeniden şiir tarihimize dönelim ve asıl sorumuzu soralım: “Türk şiirinde babasına seslenen veya doğrudan baba özlemiyle şiir yazan kaç şair vardır?”

Necip Fazıl Kısakürek üç Ömer Bedrettin Uşaklı iki, Fazıl Hüsnü Dağlarca üç, Arif Nihat Asya bir, Yavuz Bülent Bakiler altı şiirini annelerine hasretmelerine rağmen, babalarına dair ya hiç şiir yazmamışlardır yahut temas edip geçmişlerdir.

Şiirimizde belki yukarıda işaret ettiğimiz sebeplerden ötürü babasına şiir yazan şair sayımız ne yazık ki çok azdır. Baba temalı yazılmış şiirlerde ise en belirgin özellik kuşatılmışlık hissi veren ve sitem yüklü mısraların ördüğü şiirler ön plandadır.

İşte baba kompleksi taşımadan, babasına doğrudan seslenen, onun yokluğundan doğan acılarını yine ona anlatan Hüseyin Kaya, “Geçerken” şiirinde yalnız, çaresiz, yaşama hevesini ve umudunu yitirmek üzere bir genç adamın hüznünü anlatır. “Sen baba sen bilirsin bu öykünün sonunu” diyen şair, yanında olmayan sevgili babasına şöyle sesleniyor:

“bana ne yaşamak de

ne de denizi anlat

hiçbir yerinde böyle

böylece bu hayatın

hiçbir yerinde aşkın

her yerinde acının

ben  burda

kaldım baba

ben

böyle yaşıyorum

yaşadığımı

böyle

ben böyle geçiyorum geçtiğim ateşlerden”

 “Elem Çiçeği”nde ise şair, babasının yokluğunu, çocuk yüreğinde bıraktığı kavruk yaranın acısını, ondan çok uzakta, belki hiç gelmeyecek babasına sitemkâr bir edayla sesleniyor:

“bir kez oğlum deseydin olmazdı acılarım

kıncıtmazdım dağımda yeşeren baharları

baba

sevgili babam

ben böyle yitiyorum

bir kez karanlığıma doğmadan bakışların”

Şair, babasının bir kez bakışına (bu bakış ister tebessüm eden ister sert bir baba bakışı olsun) karanlıktan çıkmak için ümit bağlamaktadır. Hüseyin Kaya, “Masalın Bittiği Yer” şiirinde ise aşk vurgunu bir kalbin hicranını çok sakin bir üslupla anlatıyor:

“beni bilme

akıyor iki gözüm önüme

unutulan yeminin bedeli böyle imiş.”

Hüseyin Kaya’nın masalı burada bitiyor. Yalnız bitmeyen, artan, çoğalan bir hisler yumağı var. Hüseyin Kaya, elem çiçeklerini, Melâl Bahçesi’nde büyütmeye, onlarla yaşamaya devam ediyor. Bakalım bu melal daha ne kadar sürecektir?


kaynak: Türk Dili Dergisi, Cilt: CV Sayı, 739, temmuz 2013



[1] Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Çemiyeti Yayınları, İstanbul 2012, s. 71.

20 Temmuz 2020 Pazartesi

melal bahçesi

hüseyn kaya


her çiçeği süsler ölüm korkusu
güz ne kadar uzak durursa dursun
perdelere sinmiş yağmur kokusu
anneniz uyuyor çocuklar susun

bulutlar da yorulur sözcükler de
uzak rüyaların karanlığında
eğlense de ovaların gönlünde
yalnızdır ırmaklar haritalarda

ve kalp de yorulur hep titremekten
bir gülün üstüne gülden habersiz
göçüyorum parça parça gölgemden
ah çocuklar sararıyor bahçemiz

 

istanbul bir nokta dergisi, sayı: 101
haziran, 2010


19 Temmuz 2020 Pazar

hatıra

hüseyn kaya


herkes unuttu beni bu kıyısında nehrin

kırılan aynaların en uzağında yüzüm

kokusu yok adı yok rengi yok çiçeklerin

bitmeyen bir gecenin rüyası her gördüğüm

 

siyah bir kumaş gibi dokuduğum kederi

ağartmaya yetmedi gözyaşı meleklerin

ömrümün ortasında hatırasıyım şimdi

paslı kelimelerden düşen ümitlerimin

 

ocak 2010

az edebiyat dergisi sayı: 6


sühan dergisi hakkında hüseyin kaya ile mülakat

konuşturan: selçuk küpçük

 

SÜHAN iki ayda bir yayınlanan bir edebiyat dergisi ve Sivas’ta şair Hüseyin Kaya editörlüğünde çıkıyor. Hüseyin Kaya Sivas’ın ve genel anlamda da dergi dünyamızın damarlarına kan pompalıyor aslında. Geçmiş yıllarda farklı dergi tecrübelerine de sahip olan Kaya’nın bir süre evvel Lamure Yayınlarından ilk şiir kitabı da çıktı. SÜHAN ilk sayılarında şiir/edebiyat merkezli bir dergi iken ilerleyen sayılarında salt deneme metinlerine yönelerek kendisine özgün bir yer edindi. Yeni çıkan 15. sayısı da “İstasyon” temalı denemelerden oluşan bir dosya bütünlüğü sunuyor. Bu anlamda Hüseyin Kaya ile dergisini ve duruşunu konuştuk. Özellikle derginin şiirden uzaklaşma gerekçeleri bence yeni tartışmaları beraberinde getirecek gibi gözüküyor.

Sühan içerik anlamında bir dönüşüm yaşadı ve şiir/edebiyat dergisi iken salt deneme dergiciliğine yaslanan bir yayın politikası sürüyor artık. Bu dönüşümün gerekçeleri nelerdi?

 

Memlekette metrekareye düşen şair sayısı her geçen gün artarken şiir sayısı ters bir orantı ile azalıyor. Şiirde bir kırılma dönemi –fetret de diyebiliriz- yaşadığımızı artık tartışmak bile lüzumsuz. Bu has şiirin tükendiği anlamına elbette gelmiyor ancak güzel şiir çok az yazılıyor. Ayda yılda hakiki bir şiir yayımlayabilmek için, sayfalar dolusu “meşk” kırıntılarını yayımlayamayacak kadar kıymetlidir Sühan sayfaları. Bunun böyle olduğunu ancak derginin birinci senesinden sonra anlayabildik.

Şiir yayımlamak ve müteşairan ile uğraşmak hakikaten ömür törpüsü bir iş. Yazdıkları sanki çok kıymetli metinlermiş gibi sayfa beğenmezler, sıra beğenmezler… Kafa ağrıtırlar hasılı. Çoğu hastalıklı ve ne dediği belli olmayan metinler… açıkça söyleyecek bir şeyi yoktur zaten çoğunun. Söyleyecek şey çok aslında ama mevzuu dışına çıkmak istemiyorum. Zaten dergi çıkarmak sıkıntılı bir iş, bir de bunlara katlanmamak için böyle kökten bir çözüm bulduk. Dergi zaten kapaksız, resimsiz, reklamsız ve renksiz gibi vasıflar taşıyordu bazılarının gözünde, şiirsiz de olsa olur, diye düşündük ve oldu.

Deneme kaçışı olmayan bir tür. Şiir gibi geveleseniz de ortaya bir şeyler çıkmıyor ya da bunun kıymetli şeyler olduğunu ima edip kendi kendinize havaya giremiyorsunuz. Okur ile araya perde koyup da konuşmuyorsunuz yani. İşte bunlar ve bunlara benzer birçok nedenler yüzünden Sühan’a şairler yalnızca nesir kapısından girebiliyor.

Başlangıçta yine farkına varmadığımız bir husus da kendiliğinden geldi sonraki süreçte. Memlekette hikaye, öykü, şiir dergileri çıkmış şimdiye kadar ama “deneme” dergisi bu güne değin var olmamış hiç. Neden bu Sühan olmasın, diye içimizden geçti, halen de geçmekte. Sühan’a bu durum da farklı bir yol çizdi.

 

Sühan’ın çıkış süreci nasıl yaşandı peki ?

 

Bizler az çok gençlik yıllarımızda dergicilik işleriyle uğraşmış insanlarız. Ancak o yıllardaki uğraşlar hep “heves” olarak kalır bilirsiniz. Birçok sebepten yaşını doldurmadan sona erer bu dergiler. Artık büyümüştük az da olsa ama yine heyecan vardı. Bunu bir şekilde gün yüzüne çıkarmak gerekiyordu yoksa onlarca “yitik ağabey”lerin sonuna benzeyecekti sonumuz. Ömür tez geçiyor, hayat sürekli üstümüze geliyordu. Boyun büküp dergahına odun taşıyacağımız ya da postuna oturup kelamını dinleyeceğimiz büyüklerimiz ya uzaktı bizden ya da biz onlardan uzaktaydık. Mevcut dergilerin neredeyse tamamı “çete” usulüyle çalışıyordu ve verdiğiniz selam dahi “rüşvet” kabilinden değilse alınmıyordu. -Halen de böyledir.- Bize ait bir hayat belirtisi olsun dedik. Durmak ihanettir dedik kendi kendimize ve başladık. İlk sayıdan sonra sanki tüm şartlar Sühan için hazırlanmış gibi devamı geldi… öyle de gidiyoruz.

 

Kapanmış dergileri konu edinen dosyanız hariç hayatımızın içinde yer alan ama özgül ağırlığını fark edemediğimiz oyuncak, yenge, istasyon gibi temaları merkez alan dosyalar sundunuz. Sühan edebiyat dergiciliğimiz açısından kendisine özgün bir yer aralayan deneme dergiciliği yaparken, aynı zamanda kalıcı dosya konuları ile deneme yazarlarını ve yazacak olanları tahrik ediyor. Ben bunun şahsen hem dergi, hem de yazarlar için kazanımlı bir süreç olduğunu gözlemliyorum. Bu konuda neler söylemek istersin..

 

Otuz yaşıma yaklaştığımda anladım ki aslında bize hep ters ya da uzun yolu göstermiş birileri ve aynı kişiler sanki yalnız benim değil, şiirin, romanın, denemenin hatta dergilerin önüne bir yol gösterici edasıyla geçmiş, nasıl bunları bir uçurumdan aşağı yuvarlarım ya da hangi ormanın karanlıklarında kaybolmalarını sağlarım gibi art niyetli düşüncelerin hesabını kitabını yapmış, biz de yıllar yılı hep o hesap üzre yola devam etmişiz…

Edebiyatta bilhassa şiirdeki asıl sıkıntı bu bence. Sühan olarak herkesin gözü önündeki konuyu işaret ediyoruz ve herkes yazabiliyor bunu. Üfürmeden, uçmadan, ayakları yerde yazıyor yazarlarımız ve dikkat çeken, kendini okutan, çoğalan, çoğaltan metinler sayılar çıkıyor ortaya. İlginç değil mi yazarlarımızın gözleri, görünmeyen bir kafdağının ardını süzmeye sonra anlatmaya çalışıyor, ama en güzel manzarayı ayaklarıyla ezip geçiyorlar yıllar yılı farkında olmadan.

Sühan bence bu noktada hacminden büyük bir iş başardı, başarıyor. Yazarlar dergide yazmasa bile “yenge”, “dede”, “oyuncak”, “istasyon” temalarını taşıdılar bile köşelerine sessiz sedasız. Benim için, dergimiz için çok önemli bu durum.

İkinci sayınızdan itibaren meşhur Recai Güllaptan sürekli yazarınız oldu. Recai Güllaptan’ın Sühan içerisindeki konumu, işlevi, anlamı nedir. Hatta yeni çıkan 15. sayınızda asıl ismi ile yer aldı Bunu şunun için soruyorum: A. Turan bey günümüz Türk şiirinin bitmişliğini savunan bir yazı yayınlamıştı. Sühan da sanırım bu vakte denk düşen sayılarından itibaren şiirden uzaklaşarak hiç şiir yayınlamamaya başlamıştı.

İkinci sayıya kadar Recai üstat ile ve dolayısıyla A. Turan hocamız ile, aynı şehirde yaşıyor olmamıza rağmen tanışmış değildim. Adını bilir, kitaplarını takip eder, uzaktan da tanır idim ancak bir kez dahi ru be ru görüşmüşlüğümüz, muhabbet etmişliğimiz yoktu. Sühan vesilesiyle üstada kendimi tanıtma fırsatım oldu sonrası kendiliğinden geldi. Halen on yıl evvel kapısının çalmamış olmanın pişmanlığını duyuyorum zaman zaman; lakin sohbet de “nasip” ile demek ki. Sühan ve şahsım için, Recai Güllapdan da, A.Turan Hoca da büyük bir nimettir, ağabeydir, üstattır. Bu iki isimden biri varsa dergide -kendi adıma söylüyorum- sağıma soluma bakmadan karşıya bakabiliyorum. Recai üstadımız için derginin; derginin “içinde” ifadesi uygun olmayabilir. O ağabeylik yapıyor, doğru bildiği yönü işaret ve ima ediyor. Bunu yaparken de etkilemiş olmamak için çokça çaba sarf ettiğinin farkındayım. Gördüğü olumsuzlukları da aynı şekilde ifadelendiriyor. A.Turan Alkan’ın şiir ve şair hususundaki görüşleri her geçen gün birileri tarafından daha benimseniyor ve farklı cümlelerle yeni bir “buluş” gibi sürülüyor edebiyat dergilerine. O, çok zaman önce de “şairler ve şiir aleyhinde” yine bir yazı yazdıydı ve “gençleri şiirden korumalıyız” bile dediydi. Onu ve kast ettiği meseleleri anlamayan bilhassa şuaradan bazı zevat esiyor, yağıyor gürlüyor, bir süre sonra bakıyorum üstat ile aynı şeyleri başka cümlelerle orda burada yazıyor, röportajlarda söylüyor…

Ben kendisinin “şiir ve şair” hususundaki görüşlerine sonuna kadar katılıyorum. Şiir kitabım çıkmış olsa bile katılıyorum. Bu derin bir mevzuudur izahı sayfalar tutar, hem gerek de yok, onca “okuma yazma” bilmeyen şaire ikinci bir hedef olmaya. A.Turan Bey ima etmedi, söylemedi, istemedi ama beni etkilemiş olması hasebiyle dergi de etkilemiş olmalı şairler ve şiir hususundaki görüşlerinden. -İsterseniz buna etkilenme değil de hakikati görme, gösterme diyelim.- Sühan’da şiir neşrini bıraktığımız andan itibaren dergi yükselişe geçti. Her dergide adını görüp mutlu olan ve ne dediği anlaşılmayan tuhaf müteşair taifesi kendilerine bu kapıdan ekmek çıkmayacağını anlayınca tası tarağı topladı ve başka kapılara yöneldi. Bundan sonra Sühan için yeni bir okur ve yazar camiası oluştu. Demek ki haklı üstat…

Tecrübe edenler iyi bilir, bir edebiyat dergisinin editörünü en çok şairler(!) yıpratır, hatta bazı dergileri batırmak, kapatmak için özel çaba harcar bu tür insanlar. Sayfa beğenmezler, köşe beğenmezler, font beğenmezler, yanlarındaki önlerindeki arkalarındaki isimlerden rahatsız olabilir ve zaman zaman küsebilirler olmadık sebeplerden dolayı… Tüm sıkıntılar yetmiyormuş gibi dergi editörü bir de bu türden sıkıntılar yaşar, ona bu sıkıntıları yaşatırlar. Şiir yayımlamayarak hem bu sıkıntıları en az düzeyde yaşıyoruz…

 

Ben edebî kamplaşmaların olmamasını dilesem de ne yazık ki pratikte böyle bir kırılma / ayrışma mevcut. Sühan’ın son sayılarında benim de yakından tanıdığım ve sosyalist düşünce geleneğinden gelen ve bugün kendisini anarşist olarak tanımlayan şair/eleştirmen Halim Şafak da yer alıyor. Hatta bu durum biliyorsun bir edebiyat grubunda tartışma konusu dahi olmuştu. Sen ne diyorsun bütün bunlar karşısında..

 

Sühan aklıbaşında, ayakları yerde bir dergidir. Horoz fıkrasını bilirsin, “ben polemiğe girmem, işimi yaparım” demiş ya hani, o hesap bizimki de… ucuz ve lüzumsuz kamplaşmalar, çeteleşmeler ve bunların bir bardak suda koparmaya çalıştığı fırtınalar, komik tartışmalar çok gerimizde bizim. “Sühan” ismini birileri arkaik bulsa da yirmi yıl sonrasının dergisini çıkarıyoruz biz burada. Bunu zaman gösterecek.

 

Milli Gazete, 14.10.2006

 


göç şiirleri

recep şükrü göngör

 

Hazret-i peygamber Tiaf’te ellerini açıp dua ediyor: “Sen beni kime bırakıyorsun.”

Hüseyin Kaya’nın şiir kitabı bu hadisle başlıyor.

Şiirimizin ana besin kaynağı geleneğimizdir, yani dini müktesebatlarımızdır. Dinimiz ve edebiyatımız birleşerek şiirimize, öykümüze, romanımıza ve diğer sanatlarımıza kaynaklık etmiştir. Asr-ı saadet dediğimiz altın nesil dönemi, Cumhuriyet dönemi şairlerimizin hemen çoğunu etkilemiştir. Asaf Halet’ten, Arif Nihat’a; Mehmet Çınarlı’dan, Hilmi Yavuz’a… Hüseyin Kaya bu halkanın sürdürücüsü şairlerdendir.

Masal dinleyerek büyüyen bir kıtanın çocuğu şair “bir varmış, bir yokmuş” girizgahına uyarak başlıyor söze. İnsan doğar, büyür: bir varmış. Ölür, kabre konur: bir yokmuş. Bu sözler bizi yol/yolcu kavramlarına çıkarıyor.

Hüzün Kıssası şiiri, Mustafa İslamoğlu’nun Yasin şiiriyle parelellik arzediyor. Kaya, edebiyat geleneğimize uyarak hz. Peygamberle başlıyor söze. Hamdele selvele üsulüne gönderme yapıyor.

Hicret bütün zamanlarda yaşanan en kutsal yolculuktur. Kaya şiirlerinde bu yolculuğa oldukça çok yer veriyor.

“Çekil Gideyim Hayat” şiirlerinde gidiş imgesi öne çıkıyor: hicret, nehir, kıyı, son, geçerken, yolcunun ilahisi… “nereye istersen savur şimdiden geri/ hem yolum hem yolcu”

Birkaç şiirinde babayı anlatıyor. Kaya’nın şiirinde baba önemli unsurlardan biridir.

“bittiğinde bu dua nasıl olsa biter gün” “ve şiir kanayan yüreği de bir dua” mısralarında görüldüğü gibi şair duayı yüce bir makam olarak ele alıyor.

Yer yer tekrar edilen mısralar yeni kuşağın önemli şairlerinden Cafer Keklikçi’yi anımsatıyor. “bittiğim yerde bitsin bitir bitsin bu sızı” “tükendi tükendi tükendi bil fitilim”

Yoğun/ ağır bir melankoli göze çarpıyor. Hayattan bıkkınlık, dünyayı terk etme isteği… “geldim işte sonuna ben bu kan ırmağının.”

Sezai Karakoç etkisi yoğun şekilde görülüyor: “ben senin aldatığın kadar aldandım aşka”, “ben sende gördüm suna/ bir yaralı tay için/ bir ömür ağlamayı”, “mecnun etme dağ var içimde”

Kaya’nın özgün mısralarının tadına doyulmazlığına bir örnek: “aşk ile bağlıyorum kanayan gözlerimi”, “bir yara taşır gibi/ taşıyarak ömrümü”, “kapına sürüdüğüm en son yüz yangınlardan/ kalbinin muhaciri/ yorgun bir nebi gibi/ al beni”, “ve bir ömür ağladım ağladım varlığımı”

Birinci bölüm gibi, ikinci bölüm de gelenek/ dinle ilgili alıntıyla başlıyor. İlk bölüm Taif duasıyla başlıyor, ikinci bölüm hazreti peygamberin ölümü beklediği sırada kızına söylediği “ağlama kızım baban bir daha hiç acı çekmeyecektir” sözüyle başlıyor.

“yüreğimi yarım bir ayet gibi bırakma”

Yakup peygamberi bir metafor olarak kullanıyor, çünkü Yakup hüznü temsil eder. “çölümü ve yolumu taşıyarak içimde/ bu hayatı acıyı mil çekip gözlerime/ yine de yürürüm”, “yakub’a kokmayan yusuf’um şimden geri”, “şimdi her şey ağlıyor inip inip kalbime”

İkinci bölüm şiirlerinde halk hikayelerine vurgu var: “incilini yakan bir keşiş gibi”, “bir tayın gözyaşları kalbime buharlaşır”, “bir beytülahzan gibi kapansam ellerine”

Kaya, hayali bir sevgiliye sesleniyor. Gerçek olamayacak bir sevgiliye sesleniyor. Divan edebiyatındaki sevgili imgesinden daha mistik, daha hayali bir sevgiliye. “bir gemi kalbimde arar ülkeni”, “dönersin yalnızca ellerin gelir”

“Gözlerinden Vurulan” adlı şiiri Kaya’nın şiirleri içinde en dikkate değer şiiridir. Yaşlı bir adamla/dedeyle çocuğu/torunu anlatıyor. Hayatın içinden bir dünyayı anlattığı için daha sıcak geliyor.

Çölle başlayan “Çekil Gideyim Hayat” kitabı masalla bitiyor. “az gittiğim kadar uz gittiğim kadar git.”

“Çekil Gideyim Hayat” kitabı bir yolculuk kitabıdır. Varlık ve varlık ötesiyle muhatap şairin yürürken konuşmalarıdır. Mukaddes çağrışımlarla başlayan yolculuk hikayelerle, türkülerle sürerken masal gibi bir dünyaya çıkıyor kafile. Bir ülke ki, son istasyonu yok. Hep yolculuk ve yol hali sürüyor.
Çekil Gideyim Hayat

Hüseyin Kaya

Lamure yayınları

İstanbul/2006

 

 

kaynak: şiiri özlüyorum dergisi


16 Temmuz 2020 Perşembe

gelenek ve şiir soruşturması

Buruciye Edebiyat Dergisi, Sayı; 2,  2008, Bahar

Gelenek ve Şiir Soruşturması / Gelenek Çağdaş Şiirimize Bir Açılım Kazandırır mı?

 

 1- Çağdaş şairin geleneğe dönmesi ve ondan yararlanması fikri bazı şair ve eleştirmenler tarafından dile getiriliyor. Bazen de kimi şairlerde kullandıkları dil ve imge dolayısıyla geleneğe ait izler aranıyor. Sizce, "geleneğe dönmek" ne anlama geliyor? Gelenekten yararlanmak, bir "geleneğe dönme" biçimi midir? Ne dersiniz?

 

Geleneğe dönmek ya da dönmeye çalışmak, ondan tamamen kopmuş olma endişesinden kaynaklanan bir çabadır. Bu gün gelenekten uzaklaşıldığı yönünde rahatsızlık bildiren bazı şuara ve üdeba aslında kendi zihninde oluşturduğu, sınırlarını belirlediği ve yalnızca kendisinin hâkim olduğu geleneğin kabul görmemesinden dolayı rahatsızdır ki aslında gelenekle genç sanatçı ve şair arasındaki en büyük engel de farkında olarak ya da olmayarak takınılan bu türden tavırlardır.

Geleneğin her şeyden önce bir düşünme biçimi olarak algılaması gerektiğine inanıyorum. Bu düşünce ekseninden kopan bir sanatkâr hayat tarzından başlayarak bir farklılaşma içinde bulacaktır kendisini. Düşüncede ve hayat tarzında farklılaşan, öncekinden ayrılan şair elbette kendisine yeni kapılar, yeni ufuklar arayacak ve bunu gerçekleştirirken de dönüp arkasına bakma ihtiyacı hissetmeyecektir.

Hülasa, öncelikle gelenek kavramının zihnimizde netleşmesi gerekiyor. Geleneğe dönmek ani bir u dönüşü ile gerçekleşecek bir manevra değildir. Gelenek yalnızca şiir yazarken, söylerken uğranılacak bir eskici, antikacı dükkânı da değildir.

 

2-     Gelenek, belki de biçimden öte içerdiği anlam itibariyle ele alınması gereken bir kavram. En azından bugünden bakınca böyle bir düşünceye ulaşıyoruz. Acaba öyle mi diye de sormak istiyorum? Sizce geleneği belirleyen, formel yapı mı, sözün işaret ettiği anlam mı? Yahut kullanılan dil ve semboller mi?

 

 Yine öncelikle düşünce tarzı olduğunu söylemek zorundayım elbette bunun devamında anlam gelmeli. Dil ve semboller sadece düşüncede sadece bir vasıtadır ancak dilin ve sembollerin aleladeliği anlamına gelmez. En güzel mana en güzel libas ile takdim edilmeli eğer bu yapılamıyorsa manayı paçavralara büründürmenin lüzumu yoktur.

 

3- Gelenek üzerine konuşunca, hemen tasavvuf kavramı da gündeme geliyor. Tasavvufun geleneksel form içerisindeki yerini nasıl izah edebiliriz? Çağdaş şair tasavvufi birikimden nasıl yararlanacak? Bir yol haritası çizmek mümkün mü?

 

Aslında baştan beri anlatmaya çalıştığım da bu zaten. Şairin dünyaya bakışı her insan gibi alelade olmaya başladığı andan itibaren gelenekle arasına açmaya başlar şair. Tasavvuf insanın eşyaya bakışını değiştirdiği için yeni bir dünyanın kapılarını aralar ona. Şair ya da sanatçı tasavvufun kazandırdığı bakış açısıyla eşyanın, kendisinin ve hissiyatının hakikatini görmeye, onu anlamlandırmaya çalışır. Bu çabanın ve sıkıntının içindeyken şairin çaldığı her kapı, baktığı her yüz, ona işaret edilen her yol, onun gelenekten faydalanması; vardığı her netice ise geleneği yeniden yorumlamasıdır diyebiliriz.

 


"divan şiiri" soruşturması

1. Divan şiiri sizin için ne anlam ifade ediyor? 

Anadamar, okyanusa akan büyük ırmak, roman, hikaye, felsefe, sanat, din, iman, hayat, şiir…

 

2. Sizce Divan şiiri bugün sürdürülebilir mi? Niçin? Nasıl?

Şiir de diğer bütün sanatlar gibi hayatın içinden alır rengini.Tanzimattan beri kalbimiz, yüzümüz Batıya dönük; fakat yine de divan şiirinin coşkulu, lirik ve derin düşünce iklimi kısmi yeniliklerle devam ettirilebilir ve ettirilmelidir düşüncesindeyim. Bahsettiğim yeniliklerle şiir yazan onlarca büyük şairimiz var. Divan şiiri her şeyden önce Türk şiirinin ana damarlarından birini oluşturur. Divan şiirinden, halk şiirinden yani gelenekten beslenmeyen şiir köksüzdür ya da aşılamadır, gövdesiyle meyvesi benzemez birbirine.

 

3. Şiirinizde Divan şiirine mahsus hangi unsurlara yer verdiniz, yer vermek istersiniz?

 

Şiir, kasıt kabul etmeyen bir türdür. En azından benim yazdıklarım için bu durum böyle; dolayısıyla, illa şu unsuru şiirime taşıyacağım, şeklinde bir kaygım olmadı fakat divan şiiriyle bilhassa öğrencilik yıllarımda ilgilendim ve bu ilgi yazdıklarıma da sirayet etti. Gazeller, rubailer, kıtalar yazdım yirmi yaşımın ilk yarısına kadar.

Divan şiirimize ait mazmunları, konuları, edebi sanatları hatta nazım biçimlerini kullandım, kullanmaya da devam ediyorum. Mesnevi yazabilmeyi ya da bir divan tertip edebilmeyi isterdim mesela.

 

4. En son ne zaman Divan şiiri okudunuz?

Bir hafta olmamıştır… Kitaplığımda divanlar ve mesneviler daima ulaşabileceğim bir rafta durur, bazı gazeller kendisine mutlaka çağırır bir süre okumasam. Farkında olmadan ezberlediğim onlarca beyit, gazel vardır bu şekilde.

 

5. Kendinize yakın hissettiğiniz Divan şairi/şairleri var mı? Neden? Nasıl

Fuzûlî ve Niyaz-i Mısrî’yi kendime daha yakın hissederim. Fuzuli’deki lirizm, Niyaz-i Mısri’deki dünya ve hayat anlayışı, coşkunluk kendimi onlara yakın hissetmem için gerekli sebepler galiba. Nesimi, Eşrefoğlu Rumi, Şeyh Galib, Esrar Dede, Nef'i, Naili, Neşati, Necati gibi isimlerle listeyi uzatmak mümkün.

 

Teşekkür ederim. Muhabbetle...

 

Ben teşekkür ederim… selametle…


"kar" soruşturması

konuşturan: yılmaz yılmaz

Kar, bir geldi pir geldi. Türkiye bembeyaz… Herkes için ayrı bir anlam ifade eder şüphesiz kar. Kar için çok güzel şiirler, öyküler ve denemeler yazıldı. Romanlara geçti, isim oldu.

Bu karlı zamanlarda şair ve yazarlarımıza Kar tedailerini sorduk, sizler için

 

Kar, sizin için ne ifade ediyor?

Kar yağışı tıpkı güneş, ay tutulması ya da meteor yağmuru gibi bir durum benim için. Yağmur da aynı güzellikte elbette fakat kardaki aheste hâl sanki o an düştüğü her yere sirayet ediyor ve hayatı ahesteleştiriyor. Yağmur yağarken koşar insanlar fakat kar yağarken kimse koşmaz mesela. Tıpkı şiir gibi, müzik gibi ahengine kendimi kaptırdığım uzak diyarların, başka alemlerin rüyası kar benim için. Kalbe değen bir mısra, ruhun kapılarını ardına kadar aralayan bir nağme… Her an yaratılış durumunun, rahmetin, acizliğimizin, sahipsiz olmayışımızın ayan beyan hatırlatılması sanki biraz.

 

Mevsim kış, kar varsa, oturup hangi şiiri/öyküyü/denemeyi okumak gerekir?

Elhan-ı Şita ve Dıranas’ın Kar adlı şiiri muhakkak kendini hatırlatır bu havalarda. Sezai Karakoç’un Kar şiirini de unutmamak gerekir tabii. Çok sık olmasa da Cahit Sıtkı’nın Kar ve Ben, Kar ve Hatıralar başlıklı şiirlerini de hatırlatır, okurum. Bir de A. Turan ALKAN hocamızın “Kardır Yağan Üstümüze Geceleri” ve Bir “Resimaltına Düşen Resimler” başlıklı yazısı karlı günlerde kendine çağıran yazılardan.

Az kaldı unutuyordum, hani kar yağmadan önce kokusu gelir, çoğunlukla ikindi üzeri hissedilir o koku. Öyle zamanlarda da “Havada Kar Sesi Var” türküsü gelir dilime tüm coşkusuyla. Karlı Dağlar Karanlığın Kalktı mı, Kar Yağar Bardan Bardan, Kar mı Yağmış şu Harput’un başına… sözleriyle başlayan türküler daha başka karışır kana karlı havalarda.

Yaşadığınız yerde kar var mı? Nasıldır karlı bir memlekette hayat sürmek?

Eski kışlar kalmadı, cümlesi her kış büyüklerimiz tarafından tekrar edilse de karın, soğuğun başşehrinde yaşıyoruz. Yılda birkaç gün de olsa yolların arabalardan, insanlardan arındığını görmek ve bu yollarda bata çıka yürümek büyük bir zevk benim için. Çay, çorba, soba, eş dost muhabbeti kışı güzel memleketlerde başka bir mana kazanıyor sanki

Yazlarından ziyade kışlarını seviyorum bu şehrin. Denizi olmayan bir şehirde yaşayabilirim ancak kışı “kış” olmayan, karın hiç değilse birkaç ay misafir kalmadığı bir şehirde yaşamak istemem doğrusu.



kuşluk vakti dergisi şiir soruşturması

konuşturan: kuşluk vakti dergisi



Genç şair adayları nerede?

 

 

*Kimileri büyük şiirin, kimileri büyük şairin, kimileri de büyük dergi ve yayınevlerinin dizlerinin dibindedir muhtemelen. Muhakkak iki cami arasında şaşırıp kalanları da vardır.

 

Gençlerden şiirde öne çıkan birileri var mı?

 

*Genç şair tanımlamasını netleştirmeliyiz evvela diye düşünüyorum. Zira ülkemizde 40 yaşlarındaki şairler dahi -zannımca gönüllerine bakılarak- halen  “genç” şair sınıfında zikrediliyor.

Her şeyden önce seksen sonrası nesilde önce hayat anlayışında ve dilde yaşanan kırılmalar sanatı ve şiiri farklı bir yere sürükledi. Şiir, ulaştığı kıyıda yeni yeni kendini buluyor düşüncesindeyim. Şair adayı gençlerin çok fazla çaba sarf ettiklerini, meşk ettiklerini biliyorum ancak illa öne çıkan birilerinden ismen bahsetmek mümkün değil.

 

Gençlerin kendilerini öne çıkarabilmesi için uygun ortam var mıdır?

 

*Gençlerin kendilerini öne çıkarabilmeleri için uygun ortam her geçen gün artıyor kanaatindeyim. Fotokopi dergilerden tutun internet dergiciliğine kadar pek çok zahmetsiz ortam var gençlerin yazdıklarını birbirleriyle paylaşabildikleri ve seslerin duyurabildikleri. Ayrıca Anadolu’nun birçok şehrinde, genç şairlere büyük kapıları işaret edecek ve onları hiçbir karşılık beklemeden gidecekleri kapının eşiğine kadar sırtında taşıyacak mütevazı dergiler, her dönemde olduğu gibi günümüzde de yayımlanmaya devam ediyor. Tüm bu söylediklerim büyük dergilerin genç şairlere kapılarının kapalı olduğu anlamına gelmiyor elbette. Son yıllarda büyük dergilerin neredeyse tamamı biraz icazet vermiş  biraz da vakti gelince yetenek keşfetmiş olmak için genç şairlerin şiirlerini yayımlamaya gayret ediyorlar görebildiğim kadarıyla.

 

 

 


13 Temmuz 2020 Pazartesi

kıyı

hüseyn kaya


içime sıradağlar dizerek gidiyorsun

ve böylece başlıyor bu gemide bu isyan

böyle nişan oluyor bin acıya bir ömür

içime sıradağlar dizerek gidiyorsun

 

yaralı bir yüz kalsın

gidişinden geriye

bir yazıt kalsın için

hüznünü vuruyorum bu yüreğe bilesin

 

kırkıncı odasında kırka bölünüyorum

sonu yok bir masalmış senin hayat dediğin

seni hayat dediğin ağuyu ağırlamak

senin hayat dediğin ağuyu ağlamakmış

 

ne çok uzakta söyle

vuracağım son kıyı

ne çok uzakta

bilme


lâl

beni böyle sınama yetmez gençliğim

yetmez iğdelerin çiçek açması

beni sen bilirsin

başkası değil

varsın yalan olsun tutunduğum dal

varsın yılan olsun

varsın zehir olsun tek tebessümün

tek kanadım kalsın

düştüğü yerde

beni sen bilirsin böyle sınama

 

demedim kimseye

senden bu acı

senden bu koca dağ yazgım üstünde

senden bu ağzımdan sızan kan

senden

demedim

savurma yapraklarımı

 

aşkla ağuladın beni sen

aşkla

lâl olayım yar dedim

lâl olayım

yar

bir kez olsun bana ismimi söyle

ben senin ismini hiç demeden gideceğim