yunus emre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yunus emre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2021 Pazar

"yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez"

 Her şeyin bir tanımı, her şeyin bir izahı varsa da bazı şeyler sığmaz söze, gelmez dile. Yaşarız, hissederiz lakin anlatamayız.  Burada başlar şiire, edebiyata olan ihtiyacımız. Onlarca yazarın, şairin kapısına düşer yolumuz; yüzlerce kitabın, binlerce sayfanın eşiğine. Hâlimizi anlatacak bir çift söz, karanlığımızı aydınlatacak küçücük bir ışık, bizi felaha götürecek bir patika ararız. Çantamızın bir kenarında romanlar, hikâyeler, denemeler bizimle arşınlar durur yaşadığımız mekânları. Şiirler düşer dilimize, şarkılar, türküler, ilahiler. Uzadıkça dünyadaki yolumuz; bırakırız yol kenarlarına bize ağır gelen her şeyi. Yoruldukça ayaklarımız sözü, sözden ayırırız; gerçeği, yalandan. Uçuşur biriktirdiğimiz kitapların sayfaları zamanın rüzgârıyla sağımızdan solumuzdan, uçuşur zihnimizi kuşatan cümleler, şiirler, türküler lakin kalır Yunus. Ayırır kendini, kalır ve daha da pekiştirir içimizdeki yerini. 

Henüz dünyaya yabancı, beşikte salınan küçücük melekleri uykuya yollayan anneler de Yunus’un sözlerine koşar, hayatın bütün köşelerini arşınlamış ecel atını bekleyen dedeler de. Yunus’la başlar küçücük hikâyemiz ve Yunus’la biter nihayetinde.

Çocukluk ve gençlik yıllarımızın arasında, ya ansızın çevirdiğimiz bir ders kitabı sayfasında yahut ramazan, kandil gecelerinde bir ilahinin sonunda duyarız Yunus’un adını önceleri. Kenarları kıvrılmış sarı sayfalı eski defterlerden, katlanarak cebe konulmuş bir takvim yaprağından, kapağı yıpranmış ilahi kitaplarından ezberlenmeye çalışılan kalbe şifa Yunus şiirleriyle geçer teravihler, kandiller, sohbetler ve çocukluğumuz ve ilk gençlik yıllarımız.

Gün gelip gençlik rüzgarı başımızda deli deli estiğinde Âşık Kerem, Emrah, Sümmani, Karacaoğlan dolansa da dilimize,  bir mevsim yağan yağmur gibi uzaklaşır gider başımız üzerinden hepsi. Yunus, aydan arı yüzlü, güzel sözlü mümin bir şair olarak her dem hayatdar kalır zihimizde gönlümüzde. İrfan, ilim meclislerinde; dost, akraba buluşmalarında Yunus’tan bir ilahi okumak yahut bir beyit söylemek, yüceltir değerini okuyanın, ışıtır meclisi. Yunus, ne bir dönemlik misafiridir dilimizin ne bir mevsimlik yolcusudur kalbimizin.  

***

Yıllardır koşarım izinde pîrim

Ağlamak isterim dizinde pîrim

(Halide Nusret)

Yunus’un dili ayrı bir dil, sözü ayrı bir söz. Gönül, aşk, dünya, gurbet harflerini; çiçeğin, gülün, çiğdemin yazısını; derdin, dostun şiirini Yunus’un alfabesiyle heceleriz sınıflarda okumayı öğrenmeden önce. Karlı dağların başında salkım salkım olan bulutu onun sesiyle okuruz. Gökyüzünü, yeryüzünü ve yıldızları Yunus’un gözleriyle seyrederiz. Erik dalındaki üzümü Yunus’un rahlesinde misafir olanlar tanır ve tadar. Dertli dolabın iniltisini, saçın çözüp ağlayan bulutun sesini yalnızca Yunus’un lisanını bilenler duyar. Elif onunla bilinir, aşk onunla, sevmek onunla… Şol cennetin ırmaklarının huzur veren sesi onun kelimeleriyle ulaşır kurak dünyalarımıza.

Sevmeyi ve istemeyi onun alfabesiyle öğrenenler; gülü değil, gülü vereni; cenneti değil cennetin sahibini arzular. Onun dizeleriyle kâinata anlam vermeye çalışan herkesin ruhuna bir ışık düşer muhakkak onun söz aydınlığından. Gül onun anlattığı kadar güzeldir ve bülbül ondan öğrendiğimiz kadar dertli, sevgi onun bahsettiği kadar değerli. Onunla bilinir kadri kıymeti dostun, dostların; derdin, kederin. Dört kitabın biricik manasını o şerh eder dünyanın kararttığı, kalabalıklaştırdığı dağınık zihinlerimize, paslanmış gönüllerimize. Tekkeler, dergâhlar, meclisler, camiler, sınıflar onun sedasıyla dönüşür cennet bahçesine. Kalbimizin, ruhumuzun kılavuzudur Yunus, onun her dizesi gah Kaf Dağı’nın ardına gah sırlı bir kapının önüne gah perdelerin ardında bir âleme götürür bırakır bizi. 

***

Geldin ateş gibi geçtin âb gibi

(Halide Nusret)

Niyedir bilinmez yaşarken hep başkalarının hikâyelerini merak ederiz. Belki de bu yüzden kadim kitaplar bize hep başkalarınınmış gibi dinlediğimiz kıssalar anlatır. Kendi kıssamızdır aslında anlatılan bütün kitaplarda, mecmualarda. Merak eder, tekrar tekrar dinler sonra kendi hikâyemizi ararız duyduğumuz, okuduğumuz hikâyelerde. Kendimizden bir şeyler bulamadığımız hikâyelere kendimizden bir şeyler katarız ve bu yüzden birbirine benzer bütün hikâyeler, hikâyelerimiz. 

Yunus’un hikâyesi de sözü de kendimizden bir şeyler bulduğumuz ve yıllar yılı kendimizden de bir şeyler katarak kemale ermiş bir hikâye aslında. Kimine göre derviş, kimine göre şair, kimine göre bilge, kimine göre âşık…  Herkesin bir Yunus’u var.  Köydeki çiftçinin de dilinde onun dizeleri, şehirdeki memurun da. Gurbetteki öğrencinin de kalbinde onun şiirleri, evindeki öğretmenin de. Okuma yazma bilmeyenlerin de zihninde, gönlünde muhakkak bir yeri var onun şiirlerinin: mektep, medrese görenin de. Onu yüzyıllar boyu yaşatan, eskitmeyen ve yaşatacak olan da şüphesiz bu vasfı. Oysa onun muradı ne yaşamak asırlarca ne şair olmak ne tanınmak ne bilinmek.

“Yunus”, deriz, “Yunus Emre” deriz, bir dizesinin, bir beytinin ardından yürür gideriz, lakin onun kim olduğunu, ailesini, nerede ne zaman yaşadığını düşünmeyiz. Onun sözü, kendisiyle aynı dili konuşan, aynı mana ile kainata bakan her mekanda, her diyarda dört mevsim çiçekle bezeli bir bahçe. Menkıbelerini anlatır, içlenir, kendimize bir hakikat çıkarırız yaşadıklarından ancak düşerken onun kelimelerinin ardına, amacımız şiir okumak değildir çoğu zaman ve dinlerken menkıbelerini maksadımız değildir dinlemek bir hikâyeyi. Onun söz bahçesinde gezinirken o bahçede kendimizden bir şeyler ararız, buluruz, kendimizde olanı onda olana benzetmeye çalışırız. 

Sayıları az olsa da kendisiyle aynı yolda olan diğer isimler gibi asıl hikâyesi çoktan sır olmuş bir Türkmen kocası o. Şair değil şiirin kendisi, âşık değil aşk, insancıl değil insan.

Yunus zahitlerin yoluna yolu düşmeyen, hakikat ormanında kalbinin nuru ile kendi yolunu bulan ve yürürken yalnızca kendisiyle söyleşen bir mümin. 

***

Ah mirim, aşk elinden gideli

Odunlar eğri, od sönük, ocak kül

(İsmail Karakurt)

Adını koyamadığımız garipliğimizin, dilimizin dönmediği yangınların, ayrılıkların gözyaşlarının, dünyaya sürgünlüğümüzün tercümanıdır onun sözleri. Tıpkı dua okur gibi terennüm ederiz onun şiirlerini ve bir inşirah yayılır dünyadan bunalan ruhumuza onun kelimelerinden gelen nefesle.

Menkıbeleri, şiirleri unutulsun istemeyiz, ismi unutulsun istemeyiz ve bu yüzden çocuklarımızın isimlerinde yaşatırız onun ismini, nefesiyle süsleriz sözümüzü. 

Yunus yüzümüzün eksik yanını tamamlayan ayna, kalbimizin temiz kalmış köşesinin en suskun sahibidir biraz da. Ne vakit kendimize, kalbimize dönsek en çok orada rastlayıveririz Yunus’a. Çocukluğumuzda gönlümüze, ruhumuza, dilimize asılan duadır Yunus, bir ömür okuruz onu kalbimizin, ruhumuzun, dilimizin duvarında.  

eylül 2021 / mostar

22 Ekim 2020 Perşembe

göğ ekini biçmiş gibi

hüseyn kaya

                                                                                                                  asım gültekin için…

Gündelik işlerin yoğunluğu arasında, yorgun argın vaziyette bir sonraki gün yapılacak işlerin çokluğunu düşünürken aniden çalan bir telefon, birden bire verilen acı haberle zihnimiz sıyrılır içinde boğulduğumuz dünyadan. Bir hastalık, kaza yahut ölüm haberi; bir dakika öncesine kadar bizi boğan telaşın anlamsızlığını yüzümüze vurur.  Bir dakika önceki hayatınızın aslından ne kadar da yaşanabilir olduğunu düşünürüz ancak artık o zamana dönmek imkânsızdır.

Şüphesiz ölümdür, ölüm haberidir bizleri en çok sarsan kapılmış gidiyorken dünya hayatına zira her ölüm büyük bir sarsıntı, bir büyük ayrılıktır dengeleri bozan, planları alt üst eden. Ölüm, ne kadar yakına düşerse o kadar solar dünyamızdaki renkler, siyah beyaza dönüşür. Değerli olan şeylerin sayısı azalır kalbimizde.

Giden mi üzgündür, kalan mı? Şüphesiz kalan… Gidenler kurtulur dünyanın yükünden, telaşından. Kalan içindir ayrılıklar hüzünler. Bitmemiş bir yolun ağırlığı biner hassas kalplerin üzerine her ölüm haberinde. Eksilen kalandır, yarım olan kalan.

Bunda hep gelenler gider

Hergiz gelmez yola gider

(Yunus Emre)

Dünya ne kadar yorucu, hayat ne kadar zor düşünceleri ile serzeniş halinde iken kendi kendimle bir akşamüzeri aldım Asım’ın ölüm haberini. Kendisiyle çok sık görüşen biri değildim ancak ne kadar yakınımda olduğunu bu haberle hissettim. Daha birkaç gün evvel bir sohbette anmıştık adını. Yanımdan, yöremden birinin daha eksildiğini hissettim, dünyamdan birinin daha eksildiğini. “Nasıl, neden” soruları aklıma gelmedi. Bir süre zihnimdeki fotoğraflarını sıraladım peş peşe. Mütebessim yüzünü, sakin tavırlarını tekrar tekrar hatırladım.

İlk şiir kitabım çıktığında bana ulaşan o idi, Sühan’ın ilk sayısı yayımlandığında da ulaşan o.

Kendisiyle ilk kez yüz yüze Dursunbey şiir programında yüz yüze tanışmak nasip oldu. Elinde fotoğraf makinesi, önünde bebek arabası ile çıkıp gelmişti programa. Hep öyle olur ya sanki yıllardır tanışan iki dost gibi saatlerce ve samimiyetle konuştuk birkaç gün boyunca. Durgun, sakin bir çehre; yumuşak, alçalıp yükselmeyen bir ses tonu ile konuşuyordu her masada, her sohbette. Zihnin hep dolu olduğu davranışlarına da yansıyordu. Gereksiz konuşmalardan kaçınır, konuştuğunda mutlaka ya bir dergiden yahut bir projeden bahsederdi. Yüz yüze tanıştığımız yılın konusu “dünyabizim” adlı sayfaydı. Baş başa kaldığımızda zihninde olanları paylaştı uzun uzun. Destek beklediğini söyledi. Bu tür programlarda çok kişiyle tanışılır, çok şey konuşulur ancak program biter, meclis dağılır ve unutulur konuşulanlar çoğunlukla.

Programdan birkaç gün sonra telefon trafiğimiz sıklaştı ve söz konusu sayfa için metin desteği isteğinde bulundu. Elimden geldiği kadar ilk zamanlar katkıda bulunmaya çalıştım projeye. Bu esnada o da Sühan dergisini ihmal etmedi, bizlere yazı gönderdi zaman zaman. Sonraki zamanlarda karşılaştığımız programlarda da Asım aynı Asım’dı. Hep ağırbaşlı, hep yalnızca gerektiğinde konuşan… Birebir sohbetlerde biraz daha konuşkandı. O yüzden ya uzaklaşarak kalabalık yerlerden yürüyüşlerde yahut kenarda bir masada anlattım, dinledi; anlattı dinledim.

Dostluğun, muhabbetin, sohbetin şüphesiz hususi olanı kıymetlidir. Onunla aramızdaki yakınlığın da hususi olduğunu biliyorum lakin şunu da biliyorum, Asım’ın dünyasında tanıdığı herkesin farklı ve mühim bir yeri vardı.  

Ehli kalem arasında sık sık şahit olduğumuz kırgınlıklara, dargınlıklara, alınganlıklara onun ayıracağı vakit hiç olmadı. Herkesle dosttu, herkesin derdini dinler, hatta derdi olduğunu bildiği biri varsa arar, derman bulmaya çalışırdı lakin kimseye demezdi derdini. Kimse sormadı belki de.

Ufku sınırsızdı ve tekrarı, sıradanlığı sevmezdi. Mesela “dünyabizim” sayfasının adını içeriğini de düşünerek önceleri “bizimdünya” olarak düşünmüştü. Kısa süre sonra “bizim dünya” sınırlayıcı bir ifade dedi, dünya bizim diyelim. Sanırım “Yedi Hilal” derneğini isimlendirirken de aynı şeyler düşündü.

Bir eylem adamı idi Asım Gültekin ancak kendisini tanıdığımdan beri hep ağırbaşlı, durgun tavırların sahibiydi. Hatta bir süre ilgilendiği mizah ve karikatür yayıncılığı bile bu olgunluk içerisinde vücut bulmuş gibiydi.

Aşsıza aş bulurdu, işsize iş. Gençler için her müşkülü halledebilecek “Asım Ağabey”di, Anadolu’da dergi çıkaranların büyük şehirdeki en samimi destekçisi, gür sesi. Sanırım herkese yakındı, herkese candan davranırdı. Paylaşmayı severdi, tanımadığı insanlarla bile. Halledemeyeceği bir mesele için söz vermezdi ama edebiyat, sanat alanında halledemeyeceği mesele de yok gibiydi. Onu bilen, tanıyan kim olursa olsun, ricasını geri çevirmezdi.

Asım Gültekin aramışsa mutlaka ya bir “beyaz haber” verirdi yahut bir projeden bahsederdi halim selim ses tonuyla. Aynı yaştaydık ama “abi” hitabını kullanırdı. Son iki görüşmemiz Sivas’ta oldu. Aynı şehirde yaşadığımız halde tanımadığım gençlerle tanıştırdı her seferinde. Yardımcı olmak, birilerinin önünü açmak ona huzur veren bir meşgale idi. Basılacak dosyam olup olmadığını sordu ilk görüşmemizde ve bir yayınevini arayarak söz aldı lakin ben biraz tembellikten biraz da heyecansızlıktan yayınevini tekrar aramadım.

Bize didar gerek dünya gerekmez

(Yunus Emre)

Son görüşmelerimizde etimolojiye ilgi duymaya başladığını söyleyince kendisiyle irtibatımız, görüşmelerimiz biraz bu yönde devam etmeye başladı. Geceler boyu uzayan kelime tahlilleri, manaları, kullanımlarına dair yazışmalarımız oldu zaman zaman. Eski eylem adamı yönü, yine gençlere yardımcı olmak manasında devam ediyordu ancak Asım’ın iç dünyasında birtakım değişiklikler yaşadığını da hissediyordum. Sürekli kelimeler dolaşıyordu zihninde ve yazıyordu da bunları uzaktan takip edebildiğim kadarıyla. Bir süre sonra beyaz camda kendisini derviş hırkası ile gördüğümde garip bir huzur kapladı içimi. Yakışmıştı sırtına ve kalbine. Açılmış bir kapıdan yeni ama yabancısı olmadığı bir yola düştüğü anlaşılıyordu. Sanırım iç dünyasında yaşadığı değişimler önce ilgi alanlarına sonra dış görünüşüne kadar sirayet etmişti. Tasavvuf klasiklerinin dünyasında iz sürüyor, Yunus’la yürüyordu artık.

Onda dinginlik, durgunluk hiçbir zaman yorgunluğa dönüşmedi. Bir kez olsun “dinleneceğim, yorgunum” kelimelerini kendisinden duymak mümkün değildi. Sabırla, azimle ve inançla yürüdüğü yolu tamamlayarak mütebessim bir fotoğraf bıraktı zihinlerde, gönüllerde ve aniden bir akşamüzeri ayrıldı aramızdan. Sıradanlıktan, tekrar etmekten hazzetmezdi, dedim ya. Sıradan bir gidiş olmadı onun dünya ile vedalaşması da. O, ani de olsa bir kervanın ucunda sessizce göçtü bu dünyadan, biz yine dağlar başında…

 eylül 2020

30 Temmuz 2020 Perşembe

"bunca varlık var iken"

Allahım,

beni fakir olarak yaşat,

fakir olarak ruhumu kabzet,

kıyamet günü de fakirlerle birlikte haşret.

 (Hadis-i Şerif)

 Yolunu şaşıran göçmen kuşlar gibiyiz yeryüzünde. Sürekli bocalıyor dönüp dolaşıyoruz aynı boşlukta kocaman dairler çizerek. Ne gitmemiz gereken yere yaklaşabiliyoruz ne de bulunduğumuz yerden uzaklaşabiliyoruz.

Adımlarımızı açabildiğimiz kadar açıyoruz ve durmadan arşınlıyoruz nefes nefese niçin yürüdüğümüzü bilmediğimiz yolları… Şaşkın ve telaşlıyız. Oysa bir an durabilsek yahut yavaşlayabilsek durulacak dünya ve önümüzü görebileceğiz, aynı yerde dönüp dolaştığımızı fark edip belki yönümüzü tayin edebileceğiz.

Dünya büyüyen bir çöle dönüşüyor içimizde kendisinden aldıklarımızla. Dünyaya, dünyadan olan her şeye sarılıyoruz mecnun sarhoşluğuyla. Uzandığımız her şeyin bir serap olduğunu unutup kıyı kıyı, kuyu kuyu dolaşıyoruz yüzümüzde tebessümlerle. Farkına varmıyoruz, dünyanın zehirli balı yayılıyor usul usul bedenimize.

Sahip olduklarımız kadar köle, terk ettiklerimiz kadar hür olduğumuzu unutuyoruz.

Tuzlu sularla gidermeye çalışıyoruz susuzluğumuzu. Ruhumuzdan, ömrümüzden hep bir şeyler vererek karşılığında dünyayı alıyor, ona sahip olduğumuzu düşünüyoruz. Tüketiyor ve tükeniyoruz daireler çizerek.

Bir felaketten, canavardan kaçar gibi yokluktan, yoksulluktan kaçıyoruz ardımıza bile bakmadan.

Her şeyimiz olsun, istiyoruz; oluyor… Her şeye sahip olma derdimize gün yetmiyor, hafta, ay, yıl ve nihayetinde ömür yetmiyor. Nefesimiz tükeniyor, takatsiz kalıyoruz başladığımız oyunları bitiremeden.

Adı, hatta kendisi dahi olmayan bir savaşın ganimet meydanına iner gibi başlıyoruz her yeni güne ve böyle başladığımız her yeni gün, bir savaşın daha mağlubu olarak dönüyoruz kendimize. Anlamsız telaşların sarhoşa çevirdiği başımızı, doğrulup da bir kez selam vermediğimiz bulutlar sırf biz taliplisi olmadık diye başka diyarlara taşıyor kalbimizin üzerinden rahmeti, merhameti. Gecenin davetine icabet edemediğimizden o da bereketini bırakmadan üzerimize sabaha terk ediyor yerini. Ay ve yıldızlar esirgiyor bizden sükûneti, güneş tebessüm eden, aydınlatan yüzünü esirgiyor bizden…

Dikkat etmesek de çoğu zaman memnuniyetsiz, şükürsüz oturup kalktığımız sofralarımızda ekmekler dargın ve sular kırgın bakıyor gözlerimize. Bütün çabalarımız, telaşlarımız yorgunluklarımız, tükenmişliklerimiz hayatın neresinde olursak olalım mutsuzluğun gölgesine bırakıyor kalbimizi. Vakti gelince bırakıp gideceğimiz çelik kapıların ardında ebedi huzuru arıyor, bulamıyoruz. Ruhlarımıza aydınlık sızmıyor biriktirdiklerimizden, elde ettiğimizi düşündüklerimizden. Alacakaranlık bir vakitte yürüdüğümüz ömür ırmağının kıyısında her bulduğumuz taşı elmas zannediyor ceplerimize, heybemize dolduruyoruz taşların ağırlığından yürüyemez hale gelinceye kadar.

***

Cay-i asayiş değildir âdeme mülk-i cihan

(Sa’i Mustafa Çelebi)

Her şey dünyanın bir gölgelik olduğunu unuttuğumuz andan itibaren başladı biraz da. Gürültüyle akan dünya selinin içinde ne kendimize tutunacak bir dal aradık ne de kendimizi atabileceğimiz bir kıyı. Eskiyen takvim sayfaları, fotoğraflar gibi önce sarardı zihnimizde; sonra savruldu kalbimizden kanaate, şükre dair ne varsa. Hüznün, özlemin, sevdanın, yoksulluğun çiçekleri birer birer terk etti bahçemizi. Dünyada olmanın hüznünü sahip olamamanın mutsuzluğuyla değiştik. Hayallerimizi, ümitlerimizi hırs atının ayakları altına gömdük ve çiğnedik. Ne yaptıysak geçmedi ağrısı başımızın. Ne ettiysek çıkaramadık karanlık kuyulara attığımız kovaları. Adına mutluluk dedikleri bir rüyayı dünyada arama sevdası bin türlü haller açtı başımıza.

Bayram sevincinden, iftar huzurundan, cuma neşesinden uzaklara kurduk çadırlarımızı. Ormanların, bostanların, bahçelerin katledilmiş ağaçları üzerine, katledilmiş hatırlar üzerine inşa ettik devasa evlerimizi. Minareler küçücük kaldı mahallelerimizde. Kanaatin, şükrün ve sabrın kıyılarından uzaklara inşa ettik şehirlerimizi.

***

Bunca varlık var iken

Gitmez gönül darlığı

(Yunus Emre)

 Eski bir filmi hatırlar gibi yahut bir hikâyenin kapısını aralar gibi anlatıyoruz şimdilerde; yokluğun, yoksulluğun ruhumuza kalbimize işlediği desenleri, iki oda bir sofaya sığan aile saadetlerini, yer sofralarının, ekmeğin, kuru soğanın, çökeleğin, bulgur pilavının, ayranın tadını. Ablasının eski elbiseleriyle yetişen bacıları, ağabeyinin eskileriyle büyüyen kardeşleri bir masal kahramanını anar gibi anıyoruz. Aynı çantayı yıllarca kullanarak okulundan mezun olan arkadaşlarımızı, gazetelerle, pazar poşetleriyle kapladığımız ders kitaplarını, ufaldıkça ucuna başlık takarak kullandığımız kalemlerimizi, astarlı astarsız kara lastik ayakkabılarımızı, arkası yamalı naylon ayakkabılarımızı anlatamıyoruz bile kimselere. Sahip olduğumuz şeylerin değil, olamadığımız şeylerin bizi değerli kılabileceğini anlatamıyoruz. Bir damat elbisesini en az üç kardeşin giydiğini, komşu ağabeylerin ablaların kara önlükleriyle okula başladığımızı da anlatamıyoruz. Semt pazarlarının yerini unutmamaya çalışsak da ezik domateslerin, çürümeye yüz tutmuş kirazların tadı siliniyor hafızamızdan, damağımızdan.

Çoraplarımızın yaması görünmesin diye ayaklarımızı saklayarak oturmuyoruz artık dost meclislerinde. İğne tutmayı, yama yapmayı çoktan unuttu annelerimiz. Kimsenin evinde ne yama torbası kaldı ne düğme kavanozu ve babalar artık tıraş etmiyor çocuklarının saçlarını.

Lastik top şişiren, yamayan, ayakkabı onaran, radyo pikap tamir eden ara sokak tamircileri şehirlerin hafızasından çoktan silindi.

Bin bir meşakkatle artık iplerden annelerin ördüğü gökkuşağı gibi rengârenk paspaslar kapı önlerini süslemiyor şimdilerde. El emeği göz nuru seccadeler, yastık kenarları yerini çoktan bıraktı garip, parlak fabrika ürünlerine. Namazlarımız, uykularımız, rüyalarımız da elbette payını aldı bu değişimden.

Üzerinde sohbet ederken lafın lafı açtığı mütevazı sedirler, hiçbir işe yaramadığından emin olunan bez parçalarıyla doldurulmuş minderler de silindi odalarımızdan, sofalarımızdan. Toprağın, ağacın hasılı fıtratın ağıtlarını duymamak için yüksek sesle konuşur olduk kendimizle bile… Yoksulluğun çoğaltan sessizliği kalbimizi, aydınlatan hüznü yüzümüzü terk etti.

Dünyanın rengine boyanmış yüzümüzle, kalbimizle dolaşıyoruz sokaklarda, yollarda kendimize benzeyen insanlar arasında. Adı konulmamış gizli bir inancın birbirini uzaktan tanıyan köleleri gibi bakışıyoruz karşılaştığımız kimselerle. Benzerlerimizi görmek, onların seslerini duymak, telaşlarını seyretmek huzur vermese de rahatlatıyor, kandırıyor gözlerimizi, kalbimizi. Açlara, evsizlere, kimsesizlere yalnızca filmlerde, kitaplarda tahammül edebiliyoruz.

Açlığımız azalmıyor, susuzluğumuz dinmiyor, adımlarımız yavaşlamıyor. İçimiz daraldıkça evlerimizi genişletiyoruz, içimiz karardıkça renklerini değiştiriyoruz kıyafetlerimizin, mekânlarımızın. Daralan gönlümüze şiirler, şarkılar, sevdalar misafir olmuyor.

Görmek istediğimiz rüyayı beklerken uykusuz kalıyoruz gece boyunca.

Yolunu şaşıran, göçmen olduğunu unutan göçmen kuşlar gibiyiz yeryüzünde. Yaşayamayacağımız dayanamayacağımız iklimlere yuva kurma çabasıyla telef ediyoruz ömrümüzü. Oysa biliyoruz bir sonraki mevsimin hazan olduğunu ve ölümün soğuğuna kanatlarımızın dayanamayacağını.

 semerkand, eylül, 2013

 


27 Temmuz 2020 Pazartesi

dünya

hüseyn kaya

Yalnızca bir mevsim için kendisine yuva kuran ve diyardan diyara dolaşan göçmen kuşlar gibiyiz aslında yeryüzünde. Dünya ağacının dalları arasına konuyor, yuvamızı kuruyor ve sonra her şeyimizi bırakıp üstelik bir daha dönmemek üzre göçüp gidiyoruz dünyadan. Bir mevsimliğine sahipleniyoruz yuva kurduğumuz ağacın tamamını, bir mevsimliğine sahipleniyoruz toprağı, yağmurları. Mevsim hiç dönmeyecek, güz hiç gelmeyecek sanıyoruz. Kanatlarımızı okşayıp geçen meltemin bir gün sert rüzgârlara dönüşebileceği aklımızın kıyısından bile geçmiyor. Kısa bir süre sonra bitecek bir oyuna kaptırıyoruz kendimizi. Bir vakit sonra renkler değişiyor, hava kararıyor ve yağmurlar başlıyor. Bir bir terk edip gidiyor bizi, sararmış yapraklar. Güvendiğimiz dallar elimizde kalıyor ve güvendiğimiz dağlara kar yağıyor. Baktığımız, duyduğumuz, dokunduğumuz her şey hatta uzayan gölgemiz dahi fısıldarken ruhumuza kaçınılmaz göç vaktini biz kapatıp gözlerimizi baharı düşünüyor, baharı özlüyoruz.

***

Bu dünyanın meseli bir ulu şara benzer
Veli bizim ömrümüz bir tiz bazara benzer
(
Yunus Emre)

Önceleri yabancısıyızdır her şeyin. Gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz hissettiğimiz her şeyden, korkuya bulanmış bir ürkeklik sızar ruhumuza. Gurbetin ve yalnızlığın hüznü güzelleştirir yüzümüzü, kalbimizi. Âdem Aleyhisselam’ın yalnızlığı ve şaşkınlığıyla bir yolcu mahcubiyeti bakışlarımızda, arşınlarız dünyayı. Zaman geçer, gün geçer, yıllar geçer…  Bulanık sellerde sürüklenen çakıl taşları gibi unuturuz yolcu olduğumuzu, yolda olduğumuzu. Şaşkınlık silinir bakışlarımızdan, hayret uzaklaşır kalbimizden. Nereden geldiğini anlayamadan kulak verdiğimiz bir fısıltıyla dünya, sofrasını kurar içimize. Yol kıyılarında başı göklere ulaşan ağaçlar gibi kök salalım isteriz bulunduğumuz yere, uzaklardaki başı dumanlı dağlar gibi yücelsin isteriz başımız göklere, ırmaklar gibi kıvrılıp sonsuza akalım, denizler gibi sonsuzluğa kıyı olalım isteriz. Oysa gördüğümüz yalnızca dünyadır, hikâyemize eşlik eden yalnızca mecazlardır. Kuşlar meleklerden öğrendiklerini şakır, çiçekler, kelebekler cennetin hatırlatıcısıdır. Dağlar ve denizler sonsuzluk kitabından dünyaya düşmüş birkaç satırdır.

Dünya kendisini sevdirmek isteyen çocuklar gibi dolaşır durur ayaklarımıza. Misafirliğimizi, seferberliğimizi her şeyi unutur severiz dünyayı, bağlanırız ona. Daha rahat yaşayabilmek için dünyada evler, şehirler inşa eder rahat dolaşabilmek için kıvrım kıvrım yollar açarız yüce dağların bağrında. İnanmak için saatler takvimler icat ederiz, saymak için rakamlar ve yeniden anlamlandırmak için her şeyi harfler, kelimeler buluruz kendimize.

Yeni bir dil öğretir bize dünya unutmamız için gurbeti, ayrılığı ve durmadan söylememiz için kendisine onu nasıl sevdiğimizi. Yüzündeki renkli peçeye aldanırız dünyanın.

Kimilerine göre üç günlük kimilerine göre bir anlık misafiriyizdir dünyanın lakin biz koca bir ömür deriz bu kısa vaktin adına. Dikenlerden şikâyet eder güllerine ümit bağlarız bu ömür içinde, ayağımızı kanatan taşlardan şikâyetçi olur, yalancı ayrılıklar için gözyaşı dökeriz.

Hâlbuki kısacık bir masalın ilk sözlerinden ibarettir tüm yaşadığımız. Hâlbuki her şey az sonra uyanacağımız bir rüyan ibarettir.

Ansızın bir salıncağa dönüşür dünya kalbimizi yerinden çıkarcasına titreten ve kaptırırız kendimizi sonu belirsiz oyunlara.  İçimizde karanlık büyür, ruhumuz şüphe uçurumlarında savrulur durur.

***

Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış,

Kişi yeni geline bakubanı doyamaz

(Yunus Emre)

Renklerin, şekillerin aslını değiştiren sihirli bir aynadır dünya onun yüzüne bakar ve kendi yüzümüzü onun yüzünde seyrederiz. Onun karşısından çekildiğimizde bomboş bir çerçeve kalır geriye ondan; içindeki renkler, şekiller kaybolur ve sırı dökülür karşısında durduğumuz camın. Dünya yalnızca karşımıza aldığımızda, onu seyre daldığımızda bir mana kazanır.

Ezberledik, öğrendik sanırız ona dair her şeyi fakat birdenbire silinir okuduğumuz tüm yazılar, silinir ve tekrar tekrar belirir yabancısı olduğumuz satırlar. Okudukça kandığımız kandıkça hakikatin yüzünü unuttuğumuz bir kitaptır dünya. Suya yazı yazmak uğruna dolaşırız şaşkın şaşkın kocaman okyanusların ortasında.

Sürgünlüğümüzün, gurbetimizin, büyük yalnızlığımızın tek sebebidir o ve sevdaların, yorgunlukların, ağlamakların, çaresizliklerin, ümitlerin, yılgınlıkların, yangınların yüzlerindeki perdeyi kaldırarak yürümenin, her şeyi geride bırakmanın, dönüp bir daha bakmamanın ülkesidir.

Tüketmek ve tükenmek için durduğumuz bir yol kıyısı değildir dünya. Ne elimizde kırık kalbimizle dolaşmanın yeridir ne başkalarının kalbini kırmanın yeri. Onu bağrına basan hiçliği bağrına basar, ona talip olan yokluğa talip olur. Yine de kaybettikçe üzülür kazandıkça seviniriz çölde kum tanelerini.

***

Bu dünyaya gönül viren son ucı pişmân olısar

Dünya benüm didükleri hep ana düşman olısar

(Yunus Emre)

Güneş, yıldızlar ve ay yorulur da uzaktan dünyayı seyretmekten biz yorulmayız onun içinde yaşamaktan. Ölümün var ve en büyük hakikat olduğu tek mekândır dünya ancak ilk unuttuğumuz hakikat ölümdür yeryüzünde. Sonsuza kadar yaşanacak bir yer olmadığını bile bile aldanırız dünyanın güzelliğine.

Dünya alışkanlıkların, bağımlılıkların en zehirlisidir. Ona alıştıkça, bağlandıkça ruhumuzun çığlığından kulaklarımız sağır ve içimizin karanlığından gözlerimiz kör olur.

Neye ne kadar sahip olursak olalım dünya adına, ölüm daima aynı uzaklıkta yürür yanımızda oysa. Yürür ve hatırlatır her adımda faniliği. Terk etmenin, vaz geçmenin, sonsuzluk önünde yitme hissinin huzurunu vermez dünya hiçbir zaman. Mutluluğun dünyaya gömülü bir define olmadığını bile bile mutluluk ararız sarp kayalıkların, uçurumların kıyısında, soğuk mağaraların korkunç karanlıklarında.

***

Bu dünyaya inanma, vefasın bulam sanma.

Ömrün veren ziyana, çoğu pişman içinde.

(Yunus Emre)

Tıpkı bir yüzünün aydınlık bir yüzünün karanlık olması gibi bir tarafında ümitler yeşerir dünyanın bir tarafını ümitsizlikler işgal eder, bir tarafından cennete açılır kapılar bir tarafından yokluğa. Üzerinde yaşadıkça dünyanın bir çeşmesinden abı hayat yudumlarız bir çeşmesinden tuzlu su.

Peşine düştüğümüzde bir seraba dönüşen, kendisinden kaçtığımızda peşimizi bırakmayan, hep kendisini hatırlatan korkunç bir hayalettir dünya. Asla yakalanmaz; ama hep yakalar, asla sobelenmez; ama hep sobeler kendisiyle oyun oynayanı.

Biz üzerinde koşuşturdukça dünya daha da hızlanıyor sanki ve ondan istediğimiz her şey için kendimizden bir şeyler veriyoruz durmadan. Onu tükettikçe biz tükeniyoruz, onu gerçek sandıkça biz yalana dönüşüyoruz. Susuzluğumuz artıyor onun acı suyundan içtikçe, huzursuzluğumuz artıyor huzuru onun ellerinden devşirmeye yeltendikçe.

Bizim dünyada değil dünyanın bizde yaşadığını fark ettiğimizde sahici bir bahar güneşi yükseliyor dağların arkasından. Dünyaya değil de dünyamıza baktığımızda, dünyamızı tutmaya çalıştığımızda kalbimiz de bizimle bakıyor, uzanıyor her şeye. Bütün mecazların asıl manalarına dönüyor ve kördüğümleri çözülüyor ruhumuzun.


nisan, 2014

 

 



 

 


10 Temmuz 2020 Cuma

yayla dumanlarında türküleri kaybolan şair: hasan akçay

Yaşadığımız sürece türlü vesilelerle hep yeni insanlarla tanışır, yeni dostlar kazanırız dünyada. Şüphesiz bir kader ile oluşur tanışıklıklar ve dostluklar da bir kader ile kurulur. Yolculuklar, okul hayatı, askerlik günleri, komşuluklar, iş hayatı hep yeni tanışıklıklar, dostluklar için birer vesiledir. Şiir programlarının belki de en büyük kazancı bu oluyor programa katılanlar açısından. Program bitiyor ve geriye yalnızca yeni tanışıklıklar, dostluklar kalıyor.

Hasan Akçay ağabeyin ismini lise yıllarımda edebiyat öğretmenimden duymuştum. Kendisiyle Urfa’da bir şiir programı vesilesi ile tanıştık yıllar evvel.

Sanatçıların, bilhassa şairlerin çoğu ile yüz yüze tanışmak ve bu insanların sohbetinde bulunmak öteden beri çoğunlukla sükut-ı hayal ile neticelenir genellikle. Zihninizde, kalbinizde yer bulan şair çoğu zaman karşınızdakiyle çelişir. Hasan Akçay kendisiyle tanışanları hayal kırıklığına uğratmayacak nadir şairlerden biri zira şairlik sıfatıyla kişiliğini sağlama almıyor, kişiliğiyle şairlik sıfatına katkıda bulunuyor kendisi.

Tıpkı şiirlerindeki gibi durgun ve uyumlu bir siması var. Derin bakışların ve tenha sözlerin sahibi. Hüzün yakışmaz her şaire. Hele hele devşirilmiş, ödünç alınmış hüzünler hepten yapıştırılmış gibi durur şairin suretinde lakin hüzün yakışıyor onun suretine. Ara sıra sadaka niyetine takındığı tebessümlerinin altında dahi derin bir ırmağın ağırlığı gizli.

Dünyanın ve hayatın sırrını anlamış bir Yunus edası ile dolaşıyor kalabalıklarda. Göğsünde kanayan gülü gizlemeden, dost meclislerinde o gül ile övünmeden yaşıyor. Cümle üdebanın etrafında, kıyısında köşesinde dolaşıp duran çıkarların, içten pazarlıkların kıyısında yalnızca şiire ve kalbine tutunuyor. Ara sıra mahcubiyetle ucunu tutuşturduğu sigarasından ciğerlerine duman değil, yaşamak ağrısı çekiyor gibi.

Yazılan hiçbir şiir reddedilemez lakin tıpkı insan gibi şiir de kısım kısımdır, şair de. Hasan Akçay’ın şiiri hayatının, kalbinin karşısında duran bir ayna.

Şiir yazmak için kağıdı kalemi eline alan yahut kelimelerin peşinde savrulan bir imge kovalayıcısı, mazmun hovardası değil şair. O yalnızca hissettiğinin, yaşadığının şairi. Bu durum elbette şiirine biraz mahremiyet de katıyor. Ya ilk defa ağlamayı öğrenmenin mahcubiyeti sızıyor mısralarından yahut yolcu inmez hanlarda bırakılmışlığın yalnızlığı. Onun şiirleri meydanlara, kalabalıklara karşı gürleyen bir ses değil değil yalnızca ehl-i dile hali fısıldıyor. Çoğu ben merkezli sevda yüklü mısralardan çatsa da şiirinin çatısını Palandöken’e, Erzurum’a, Urfa’ya da vefasızlık etmiyor ve mısralarla süslü bahçesinde onlara da yer açıyor zaman zaman.

Yalnız hüznün ve yalnızlığın şairi değil kendisi. Gül kokusu ovalara indiğinde turnalar gibi hayatından memnun olabilmeyi yahut ikindi yağmurlarıyla sevinebilmeyi de başarabilen rikkatli bir kalp taşıyor sol göğsünün altında.

Durup durup dünlere bakıyor, yürürken dilinden efkârlı türküler gibi mısralar dökülüyor: Yarın nasıl bir gündür gelmeden bilemem ki…

Hüzünle sevinç arasında; ama hüznün ağır bastığı, umutla umutsuzluğun arasında ;ama umutsuzluğun ve yalnızlığın hüküm sürdüğü mısralar yeşertiyor şiirlerinde sürekli. Takvimlerin, akşamların,  eylüllerin, aynaların, zamanın elemini miras almış şuaradan besbelli.

Kavuşunca aşkın tadı kalır mı

(Hasan Akçay)

***

Beyaz güller arasından derman dualarıyla Boğulsun denizlerin uzağında elem dese de kendisi, ressamlara tarif edemediği bir sevdanın hüznü daim yakasında duruyor Hasan Akçay’ın.

Asfalt yollarda, beton çöllerde bir Leyla serabına tutulduğu oluyor zaman zaman şiirlerinde. O vakit geriye sarmaya başlıyor saatler. Sonsuza giden trenlerin ardından gözleri doluyor belli etmese de.

Yalnızca şiir yazmıyor Hasan Akçay, şiirle vücut bulmayan kelimeleri, hislenişleri israf etmiyor, boynu bükük bırakmıyor ve bir şair işçiliğiyle denemeler yazıyor.. Kâh perdeleri kapanmış eski çerçeveli pencereler dile geliyor onun cümlelerinde kah baba sevgisi ve özlemi satır satır dökülüyor kaleminden ırmaktan kağıtlara. Yollar, pulsuz mektuplar, hastaneler, çocuklar yeniden asli rengine dönüyor o yazdıkça, söz yeniden değer buluyor.

***

Dervişlik dedikleri Hırka ile taç değil

Gönlün derviş eyleyen Hırkaya muhtaç değil

(Yunus Emre)

Dünyayı, kendisini, zamanı, eşyayı, tabiatı anlama, anlamlandırma çabasından ibaret aslında Hasan Akçay’ın hayatı ve yazdıkları.

Yunus gibi çiçeklerle söyleşip, dağlarla bölüşüyor başındaki dumanı.

Sözü, sözün sahibinden biliyor, sözden kuleler inşa edip o kulelerin tepesinde gezinmiyor yaşarken. sözün büyüsüne değil kutsiyetine inanıyor.

Yüzünde ve sözünde geçmiş zaman dervişlerinden bir eda var saklamaya çalışsa da…

Şair, dost ve ağabey kendisi… Bütün Hasanlar gibi…