Allahım,
beni fakir olarak yaşat,
fakir olarak ruhumu kabzet,
kıyamet günü de fakirlerle birlikte haşret.
(Hadis-i Şerif)
Yolunu şaşıran göçmen kuşlar gibiyiz yeryüzünde. Sürekli bocalıyor dönüp dolaşıyoruz aynı boşlukta kocaman dairler çizerek. Ne gitmemiz gereken yere yaklaşabiliyoruz ne de bulunduğumuz yerden uzaklaşabiliyoruz.
Adımlarımızı açabildiğimiz kadar açıyoruz ve durmadan arşınlıyoruz nefes nefese niçin yürüdüğümüzü bilmediğimiz yolları… Şaşkın ve telaşlıyız. Oysa bir an durabilsek yahut yavaşlayabilsek durulacak dünya ve önümüzü görebileceğiz, aynı yerde dönüp dolaştığımızı fark edip belki yönümüzü tayin edebileceğiz.
Dünya büyüyen bir çöle dönüşüyor içimizde kendisinden aldıklarımızla. Dünyaya, dünyadan olan her şeye sarılıyoruz mecnun sarhoşluğuyla. Uzandığımız her şeyin bir serap olduğunu unutup kıyı kıyı, kuyu kuyu dolaşıyoruz yüzümüzde tebessümlerle. Farkına varmıyoruz, dünyanın zehirli balı yayılıyor usul usul bedenimize.
Sahip olduklarımız kadar köle, terk ettiklerimiz kadar hür olduğumuzu unutuyoruz.
Tuzlu sularla gidermeye çalışıyoruz susuzluğumuzu. Ruhumuzdan, ömrümüzden hep bir şeyler vererek karşılığında dünyayı alıyor, ona sahip olduğumuzu düşünüyoruz. Tüketiyor ve tükeniyoruz daireler çizerek.
Bir felaketten, canavardan kaçar gibi yokluktan, yoksulluktan kaçıyoruz ardımıza bile bakmadan.
Her şeyimiz olsun, istiyoruz; oluyor… Her şeye sahip olma derdimize gün yetmiyor, hafta, ay, yıl ve nihayetinde ömür yetmiyor. Nefesimiz tükeniyor, takatsiz kalıyoruz başladığımız oyunları bitiremeden.
Adı, hatta kendisi dahi olmayan bir savaşın ganimet meydanına iner gibi başlıyoruz her yeni güne ve böyle başladığımız her yeni gün, bir savaşın daha mağlubu olarak dönüyoruz kendimize. Anlamsız telaşların sarhoşa çevirdiği başımızı, doğrulup da bir kez selam vermediğimiz bulutlar sırf biz taliplisi olmadık diye başka diyarlara taşıyor kalbimizin üzerinden rahmeti, merhameti. Gecenin davetine icabet edemediğimizden o da bereketini bırakmadan üzerimize sabaha terk ediyor yerini. Ay ve yıldızlar esirgiyor bizden sükûneti, güneş tebessüm eden, aydınlatan yüzünü esirgiyor bizden…
Dikkat etmesek de çoğu zaman memnuniyetsiz, şükürsüz oturup kalktığımız sofralarımızda ekmekler dargın ve sular kırgın bakıyor gözlerimize. Bütün çabalarımız, telaşlarımız yorgunluklarımız, tükenmişliklerimiz hayatın neresinde olursak olalım mutsuzluğun gölgesine bırakıyor kalbimizi. Vakti gelince bırakıp gideceğimiz çelik kapıların ardında ebedi huzuru arıyor, bulamıyoruz. Ruhlarımıza aydınlık sızmıyor biriktirdiklerimizden, elde ettiğimizi düşündüklerimizden. Alacakaranlık bir vakitte yürüdüğümüz ömür ırmağının kıyısında her bulduğumuz taşı elmas zannediyor ceplerimize, heybemize dolduruyoruz taşların ağırlığından yürüyemez hale gelinceye kadar.
***
Cay-i asayiş değildir âdeme mülk-i cihan
(Sa’i Mustafa Çelebi)
Her şey dünyanın bir gölgelik olduğunu unuttuğumuz andan itibaren başladı biraz da. Gürültüyle akan dünya selinin içinde ne kendimize tutunacak bir dal aradık ne de kendimizi atabileceğimiz bir kıyı. Eskiyen takvim sayfaları, fotoğraflar gibi önce sarardı zihnimizde; sonra savruldu kalbimizden kanaate, şükre dair ne varsa. Hüznün, özlemin, sevdanın, yoksulluğun çiçekleri birer birer terk etti bahçemizi. Dünyada olmanın hüznünü sahip olamamanın mutsuzluğuyla değiştik. Hayallerimizi, ümitlerimizi hırs atının ayakları altına gömdük ve çiğnedik. Ne yaptıysak geçmedi ağrısı başımızın. Ne ettiysek çıkaramadık karanlık kuyulara attığımız kovaları. Adına mutluluk dedikleri bir rüyayı dünyada arama sevdası bin türlü haller açtı başımıza.
Bayram sevincinden, iftar huzurundan, cuma neşesinden uzaklara kurduk çadırlarımızı. Ormanların, bostanların, bahçelerin katledilmiş ağaçları üzerine, katledilmiş hatırlar üzerine inşa ettik devasa evlerimizi. Minareler küçücük kaldı mahallelerimizde. Kanaatin, şükrün ve sabrın kıyılarından uzaklara inşa ettik şehirlerimizi.
***
Bunca varlık var iken
Gitmez gönül darlığı
(Yunus Emre)
Eski bir filmi hatırlar gibi yahut bir hikâyenin kapısını aralar gibi anlatıyoruz şimdilerde; yokluğun, yoksulluğun ruhumuza kalbimize işlediği desenleri, iki oda bir sofaya sığan aile saadetlerini, yer sofralarının, ekmeğin, kuru soğanın, çökeleğin, bulgur pilavının, ayranın tadını. Ablasının eski elbiseleriyle yetişen bacıları, ağabeyinin eskileriyle büyüyen kardeşleri bir masal kahramanını anar gibi anıyoruz. Aynı çantayı yıllarca kullanarak okulundan mezun olan arkadaşlarımızı, gazetelerle, pazar poşetleriyle kapladığımız ders kitaplarını, ufaldıkça ucuna başlık takarak kullandığımız kalemlerimizi, astarlı astarsız kara lastik ayakkabılarımızı, arkası yamalı naylon ayakkabılarımızı anlatamıyoruz bile kimselere. Sahip olduğumuz şeylerin değil, olamadığımız şeylerin bizi değerli kılabileceğini anlatamıyoruz. Bir damat elbisesini en az üç kardeşin giydiğini, komşu ağabeylerin ablaların kara önlükleriyle okula başladığımızı da anlatamıyoruz. Semt pazarlarının yerini unutmamaya çalışsak da ezik domateslerin, çürümeye yüz tutmuş kirazların tadı siliniyor hafızamızdan, damağımızdan.
Çoraplarımızın yaması görünmesin diye ayaklarımızı saklayarak oturmuyoruz artık dost meclislerinde. İğne tutmayı, yama yapmayı çoktan unuttu annelerimiz. Kimsenin evinde ne yama torbası kaldı ne düğme kavanozu ve babalar artık tıraş etmiyor çocuklarının saçlarını.
Lastik top şişiren, yamayan, ayakkabı onaran, radyo pikap tamir eden ara sokak tamircileri şehirlerin hafızasından çoktan silindi.
Bin bir meşakkatle artık iplerden annelerin ördüğü gökkuşağı gibi rengârenk paspaslar kapı önlerini süslemiyor şimdilerde. El emeği göz nuru seccadeler, yastık kenarları yerini çoktan bıraktı garip, parlak fabrika ürünlerine. Namazlarımız, uykularımız, rüyalarımız da elbette payını aldı bu değişimden.
Üzerinde sohbet ederken lafın lafı açtığı mütevazı sedirler, hiçbir işe yaramadığından emin olunan bez parçalarıyla doldurulmuş minderler de silindi odalarımızdan, sofalarımızdan. Toprağın, ağacın hasılı fıtratın ağıtlarını duymamak için yüksek sesle konuşur olduk kendimizle bile… Yoksulluğun çoğaltan sessizliği kalbimizi, aydınlatan hüznü yüzümüzü terk etti.
Dünyanın rengine boyanmış yüzümüzle, kalbimizle dolaşıyoruz sokaklarda, yollarda kendimize benzeyen insanlar arasında. Adı konulmamış gizli bir inancın birbirini uzaktan tanıyan köleleri gibi bakışıyoruz karşılaştığımız kimselerle. Benzerlerimizi görmek, onların seslerini duymak, telaşlarını seyretmek huzur vermese de rahatlatıyor, kandırıyor gözlerimizi, kalbimizi. Açlara, evsizlere, kimsesizlere yalnızca filmlerde, kitaplarda tahammül edebiliyoruz.
Açlığımız azalmıyor, susuzluğumuz dinmiyor, adımlarımız yavaşlamıyor. İçimiz daraldıkça evlerimizi genişletiyoruz, içimiz karardıkça renklerini değiştiriyoruz kıyafetlerimizin, mekânlarımızın. Daralan gönlümüze şiirler, şarkılar, sevdalar misafir olmuyor.
Görmek istediğimiz rüyayı beklerken uykusuz kalıyoruz gece boyunca.
Yolunu şaşıran, göçmen olduğunu unutan göçmen kuşlar gibiyiz yeryüzünde. Yaşayamayacağımız dayanamayacağımız iklimlere yuva kurma çabasıyla telef ediyoruz ömrümüzü. Oysa biliyoruz bir sonraki mevsimin hazan olduğunu ve ölümün soğuğuna kanatlarımızın dayanamayacağını.
semerkand, eylül, 2013