16 Temmuz 2023 Pazar

hüseyn kaya'nın akşam ağrısı

ali bal

Hüseyn Kaya; şair ve yazar. Bu yeter mi, yetmez mi, bilemiyorum. Bildiğimi değil de hissettiğimi, gördüğümü, tecrübeyle sabit yaşadıklarımızı burada söylemek lüzumu hâsıl olursa iş uzar. Ancak lafzı uzatmak yerine manayı hissettirmek makbul olacağı için Hüseyn’deki manayı işârî vechiyle bahse almak isterim. Nedir o? Şudur: Kalbin lisanını bilen şairdir. Yeter sanırım. Elhak bir dostu anlatmanın hem kolaylığı hem de zorluğu vardır. Ben şimdi zor tarafın kapısını çalıyorum.

İçeride kimse var mı, demiyorum. İçerideki sese meyledip yola düşüyorum. Orada bir şair var: Hüseyn Kaya. Hüseyn; vakur, sakin ve selîm. “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler / ‘Yevme lâ-yenfau’da kalb-i selîm isterler” diyordu Rûhî-i Bağdâdî. Kalb-i selîm bir dostu kim istemez? Var olsun, Hüseyn de öyledir, değilse de onun için kalbî temennâmız öyledir. Öyle ya bir dostu, bir dost hangi makamda görmek ister? Biz de o niyetle söylemiş olalım. Aslında bu yazı bir eser tanıtımı olacaktı ama birkaç kelam etmeden asıl konuya gelemedim. Şimdi sadede geliyorum.

Hüseyn Kaya’nın Akşam Ağrısı 2023 yazında okuyucusunu selamladı. Eşik Yayınları arasında çıkan ve deneme türündeki eser dört bölümden ve 192 sayfadan oluşuyor: I. Dün Yorgunu, II. Yine Gam Yükünün Kervanı Geldi, III. Bizim Pencereler Yele Karşıdır, IV. Geldi Geçti Ömrüm Benim. İlk bölümde 16, ikinci bölümde 6, üçüncü bölümde 4, dördüncü bölümde 6 olmak üzere toplam 30 deneme bulunuyor.

Dün Yorgunu” isimli ilk bölüme Fasîh Dede’nin şu dizesi ile giriyorsunuz: “Rûzigârın önüne düşmeyen âdem yorulur.” Ve ilk deneme: Yorgunluk Kuşu. “Aslında dünyaya yorgun geliriz.” Diyor Hüseyn Kaya ve ekliyor: “Dünyaya ait olmadığımızı anladığımızda ve dünyada hiçbir şeye sahip olamayacağımızı bildiğimizde çalmaya başlar yorgunluğun hazin şarkısı ruhumuzun derinliklerinde.” Yazar, yorgunluğu öyle zarif ve anlamlı buluyor ki bakın ne diyor: “Dünyayı yadırgamanın, dünyada suskun bir yabancı olmanın ilk adımıdır; ömür defterine en güzel cümleleri yazmayı ümit ederken kalem elde uyuyakalmanın adıdır yorgunluk.”

Nesirde yer yer şiirlerden alıntılar yapmak hem gözü hem de ruhu dinlendiriyor. Hüseyn Kaya da böyle alıntılara sıkça yer veriyor. Hüseyin Akkaya’nın yorgunluğa dair şu ikiliği belki de Hüseyn Kaya’nın hâletirûhiyesini anlatan en veciz ifadelerdir: “Yorgunum ayna ayna bakınıp durmalardan/Dipsiz derin sularda boy vermekten yorgunum”

Hüseyn Kaya’yı yatağında akan durgun ırmak gibi gördüm. Akarken yorulan ve kendi yatağına çekilen, kendi toprağında kalan ırmak. Kendi kıyısına çekilen... Ahmet Hamdi Tanpınar yıllar evvelinden imdadına yetişiyor ve sesleniyor: “Ne yorgun inliyor sahilde sesin! / Ruhunun hicranı akşamla eş mi?”

Hüseyn Kaya, her denemede birkaç dize alıntı yaparak şiirin gücünden faydalanıyor. Çok şey söyleyebilir ama yorulan kalbini daha da yormak istemez gibi. “Dünlerin Götürdüğü” isimli denemede “Kardeştir yedi gün, benzemez hiçbiri diğerine. Kimi durgundur, kimi neşeli.” derken, ömür yolculuğundaki hâlini anlatır gibidir. “Hasret Türküsü”nde, “Dünya hasretliğin yurdu, bitmeyen özlemlerin diyarı ve kendisini hep bir sonrakine ulayan, ardı görünmeyen sıradağlar gibi ayrılıkların, hicranların, intizarların ırmağı.” diyor

Hüseyn Kaya. “Kaybetmek Risalesi” isimli denemede, “Kaybetmek, anayurdu dünyanın, mayası varlığımızın.” derken, Hz. Âdem’le başlayan kayıplarla insanoğlunun kendi yitiğini nasıl bulması gerektiğini hatırlatıyor.

Hüseyn Kaya, ömrün muhasebesini yapan ve hayatın eksilerini, artılarını ortaya döken bir yazar. Muhasebede icmal tablosu vardır. Ömrün icmalini yapmaktan bile korkarız. Ama Hüseyn Kaya ömrünün icmalini yapar ve korkularını bir bir sıralayarak şöyle der: “Yaşamak korkulacak şey ve dünya korkulması gereken bir âlem, anlıyorsun.” İnsan dünyadan nasıl geçer, neyi alır da götürür, neyi bırakır omuzlarından? İnsana gerçek âlemde lazım olmayan ne varsa yük değil midir? Yük, dert değil midir? Derdimizi kime, nereye bırakırız? Hüseyn Kaya’nın diliyle dert: “Dert kuyudur Yusuf’un kendi hakikatiyle baş başa kaldığı. Dert uzlettir Meryem’in sınandığı.” Böyle diyor “Anlatmam Derdimi Dertsiz İnsana” isimli denemede.

Hüseyn Kaya, “Dün Yorgunu” isimli ilk bölümün diğer denemelerinde bize kavramlarla ördüğü dünyayı tanıtıyor. Sabır’da: “Sabır bir kale, bir sığınak, bir giysi” der ve bizi sabra davet eder. Eski’de: “Faniliğin surette mührü, sonsuzluk özleminin şiiridir eski.” diyor ve zamanı bir bütünün kopmaz parçası olarak görüyor. Kalem’de: “Çoğu zaman unutsak da bir kalemin çizdiği yol üzere yürürüz ömrümüzü.” derken, her bir kavramın başka bir âlemin kapısı olduğunu, oradan girmek için bu çağrıyı anlamak gerektiğini hissettiriyor.

Eski fotoğraflara bakmaya kıyamayız, üzülürüz. Gözümüzü kaçırırız çünkü onlar “Hayatımızın Sessiz Şahitleri”dir. Hüseyn Kaya’nın deyimiyle. “Zamanla değil seyredildikçe sararır fotoğraflar, seyredildikçe birer ikişer azalır karelerdeki yüzler.” Diğer denemelerde de içimizi oya oya, dağları yara yara ilerler Hüseyn Kaya’nın sesi. Kalbin Kâğıda İşlediği Oya: “Kendine yazdığın ve okuduğun uzun bir mektuptu kalbin.” der ve kalbimize sığınmak gerektiğini hissettirir. Söz Bahçesi: “Bir ömür kelimeleri taşırız içimizde, bir ömür kelimelere taşırız içimizi.”  Sabah Kasidesi: “Sabaha ermek uzun bir yoldan dönmektir kendimize.” Akşam Ağrısı: “Günün vardığı son duraktır akşam, susma ve bekleme ve çokça tefekkür etme durağı.” Dağların Türküsü: “Dağ, dünyadır. Suyumuz onun bağrından süzülerek gelir avuçlarımıza, yiyeceğimiz onun duldasında yetişir.” Rüya: “Ölünün gördüğü dünya, yaşayanın gördüğü ölümdür rüya.”

Yine Gam Yükünün Kervanı Geldi” adıyla başlayan ikinci bölüm, Nev‘îzâde Atâî’den bir dize ile başlar: “Kande bir gam yârsız kalsa benimle yâr olur” Bu bölümdeki denemelerden aldığım özlü sözleri birer tohum gibi bırakıyorum kalbimize. Hüzün Bahsi: “Kalp aynasından dünyanın buğusunu sildiğimizde karşılaştığımız kendi yüzümüzdür hüzün.” Yürümek: “Kalpte hasret, damarda kan, yanakta gözyaşı yürür.” Gözyaşı: “Gözyaşı, varlığımızın ve hiçliğimizin kendisini asla unutturmayan yegâne telmihidir. Belki de bu yüzden; önce gözyaşı verilmiştir hepimize...” Yara: “Yarası olmayanın, yarasını bulmayanın ömrü yüktür kalbinde, omuzlarında.” Yalnızlık: “Yalnızlık ruhumuzun üşümesidir yeryüzünde.” Üşümek: “Üşüyenler kadar yalnızdır üşümenin de kendisi.”

Üçüncü bölümde bir türkünün sesi var: “Bizim Pencereler Yele Karşıdır” Sivas’ın taşına, toprağına; dağına, ırmağına bir türkünün sesi sinmiştir. Hüseyn Kaya’nın hem nesir hem de şiirlerinde bu türkülerin sesini, içli ve sevda dolu yönünü görürüz. Bu bölümdeki denemelerden seçtiğim cümlelerle Hüseyn Kaya’nın gönül evini tanıyoruz. Bu evi, bir usta gibi kendisi inşa ediyor. Zihnimizde canlandırdığımız bu ev kaybettiğimiz bir kültürün, mazinin hatırlanışıdır. Evin Ön Sözü: “Bahçeler evlerin ön sözü, bahçeler hayatın ve dünyanın minyatürüydü.” Pencereler: “Mahrem sırların en suskun şahididir pencereler ve bilinmesi, görünmesi istenmeyen cümle ahvalin örtüsü.” Kapılar: “Ekmek kapısı, gurbet kapısı, dünya evinin kapısı peş peşe alır bizi içine.” Oda: “Sessiz bir dost, dilsiz bir sırdaştır oda.”

Dördüncü ve son bölüm: “Geldi Geçti Ömrüm Benim” Bu bölüme Nef‘î ile başlıyoruz: “Bir düş gibidir hak bu ki ma‘nîde bu âlem./ Kim göz yumup açınca zamânı güzer eyler.” Kırk’a Dair: “Sükûnet limanının uzaktan göründüğü yaşlardır kırklı yaşlar.” Dünya: “Dünya kendisini sevdirmek isteyen çocuklar gibi dolaşır durur ayaklarımıza.” İmtihan Dünyası: “Her an önümüze kilitli bir sandık koyar dünya, her açtığımız kapının ardında yeni bir kapı bekler bizi.” Gönül Darlığı: “Daralan gönlümüze şiirler, şarkılar, sevdalar misafir olmuyor.” Hastane Önünde İncir Ağacı: “Hastalık acısı görmeyen kalp, gün görmeyen meyve çekirdeği gibi kurur kalır olduğu yerde.” Kafesten Kuş Uçmuş Gibi: “Ölüm gelir ve ödünç verilen nefesi alır ruhumuzdan, gölgemiz dahi terk eder peşimizi. Dünya kitabının son sayfasıdır ölüm, herkes için.” Ölüm, ömür, yalnızlık, yorgunluk, hüzün ve dünyanın aldatıcı yüzü. Akşam Ağrısı aslında bir yolculuğun, bir ömrün hikâyesidir. Hüseyn Kaya’nın dünyadan geçişini, duraklarını, dertlerini, sığınaklarını, gönül evini ve gideceği menzili okuyorsunuz. Türü deneme olsa da bilinçli bir kurgu ve kompozisyon ile bir ömrün serencamına şahit oluyorsunuz. Şiir değil ama şiir denizinden alınan mürekkeple yazılan denemeler okuyorsunuz. İçinde şiir, yanık türküler, hüznün dile gelmiş hâli ve yalnızlığın resmini değil kendisini buluyorsunuz. Akşam Ağrısı, sadece adında ağrı olan ama içinde her kalbe şifa olacak bir eser.


kaynak: sebilürreşad dergisi, haziran 2023, sayı:82

mesnevi yazabilmeyi isterdim



konuşturan: cevat akkanat

Yaşadığımız dönemin şairleri ne düşünüyor acaba Divan şiiri hakkında diye şairlerimize Divan şiirini soracağız…İlkin Hüseyin Kaya’ya sorduk..

Köklü bir edebî birikimin üzerinde hayat sürüyoruz. Şairlerimiz için klasik şiirimiz bir hazine. Peki, bu hazinenin farkında mıyız? Yeterince istifade edebiliyor muyuz yoksa böyle bir derdin sahibi değil miyiz?

Edebiyat geleneğimizin temellerinden birisi olan Divan şiiri ile alakalı, bugünün şairlerine dünün şiirini soralım istedik. Yaşadığımız dönemin şairleri ne düşünüyor acaba Divan şiiri hakkında… İlkin Hüseyin Kaya’ya soruyoruz sorularımızı...


Divan şiiri sizin için ne anlam ifade ediyor?


Ana damar, okyanusa akan büyük ırmak, roman, hikâye, felsefe, sanat, din, iman, hayat, şiir…

Sizce Divan şiiri bugün sürdürülebilir mi? Niçin? Nasıl?

Şiir de diğer bütün sanatlar gibi hayatın içinden alır rengini. Tanzimat’tan beri kalbimiz, yüzümüz Batı’ya dönük; fakat yine de divan şiirinin coşkulu, lirik ve derin düşünce iklimi kısmî yeniliklerle devam ettirilebilir ve ettirilmelidir düşüncesindeyim. Bahsettiğim yeniliklerle şiir yazan onlarca büyük şairimiz var. Divan şiiri her şeyden önce Türk şiirinin ana damarlarından birini oluşturur. Divan şiirinden, halk şiirinden yani gelenekten beslenmeyen şiir köksüzdür ya da aşılamadır, gövdesiyle meyvesi benzemez birbirine.

Şiirinizde Divan şiirine mahsus hangi unsurlara yer verdiniz, yer vermek istersiniz?

Şiir, kasıt kabul etmeyen bir türdür. En azından benim yazdıklarım için bu durum böyle. Dolayısıyla, illa şu unsuru şiirime taşıyacağım, şeklinde bir kaygım olmadı fakat Divan şiiriyle bilhassa öğrencilik yıllarımda ilgilendim ve bu ilgi yazdıklarıma da sirayet etti. Gazeller, rubailer, kıtalar yazdım yirmi yaşımın ilk yarısına kadar.

Divan şiirimize ait mazmunları, konuları, edebî sanatları hatta nazım biçimlerini kullandım, kullanmaya da devam ediyorum. Mesnevi yazabilmeyi ya da bir divan tertip edebilmeyi isterdim mesela.

En son ne zaman Divan şiiri okudunuz?

Bir hafta olmamıştır. Kitaplığımda divanlar ve mesneviler daima ulaşabileceğim bir rafta durur, bazı gazeller kendisine mutlaka çağırır bir süre okumasam. Farkında olmadan ezberlediğim onlarca beyit, gazel vardır bu şekilde.

Kendinize yakın hissettiğiniz Divan şairi/şairleri var mı? Neden? Nasıl?

Fuzûlî ve Niyaz-i Mısrî’yi kendime daha yakın hissederim. Fuzuli’deki lirizm, Niyaz-i Mısri’deki dünya ve hayat anlayışı, coşkunluk kendimi onlara yakın hissetmem için gerekli sebepler galiba. Nesimi, Eşrefoğlu Rumi, Şeyh Galib, Esrar Dede, Nef'i, Naili, Neşati, Necati gibi isimlerle listeyi uzatmak mümkün.



Cevat Akkanat sordu

2012

Kaynak: https://www.dunyabizim.com/mercek-alti/mesnevi-yazabilmeyi-isterdim-h10361.html

sühan'ın 'dede' özel sayısı

 



mustafa yiğit

siz hiç böyle bir “özel sayı” gördünüz mü?

Sivas’ta çıkan ve Türk edebiyatının yüz akı olmayı sürdüren Sühan, içimizi ısıtan, masalsı bir konukla 16. sayısıyla bizlerle buluştu.

Geçtiğimiz aylarda “yenge” özel sayısıyla adından çokça söz ettiren dergi bu sefer de, babalarımızın, analarımızın ataları, “dedelerimiz”i Sühan’ın başköşesine oturmuştu.

“Beyazdan çok griye çalan sakallarıyla, diz yapmış kadife pantolonlarıyla, yaz kış sırtlarından çıkarmadıkları ihtimal lacivert ceketleriyle dolaşır dururlar ağır ve ağırlaşan adımlarla hayatın kenar mahallelerinde ve hep birbirlerine benzerler aslında dedelerimiz.“ diyerek söze başlıyor “dede” özel sayısı.

Evet, Sühan yazarları derginin bu sayısında “dedelerini” anlattı.

Hepsinin dedeleri farklı farklıydı.

Kimi İttihatçı bıyıklı, kimi kaytan bıyıklı, kimi bembeyaz sakallı, nur yüzlü, kimi bey soylu, kimi alim, kimi eşkıya, kimi Çanakkale kahramanı.

Kiminin kösteği var, kimi tesbihiyle uyur, kimi bastonsuz evden adımını atmaz..

Ama pek çok ortak noktaları da vardı.

Bir kere bütün dedelerimiz tarihti.

Tarihin tozlu sayfalarında yol almışlar, çoğu da Osmanlı’yı görmüşlerdi.

Sona eren bir devrin son yolcularıydı onlar.

Bir kısmı Osmanlının sonu Cumhuriyetin başlangıcında yaşamış, milli şeften, Mustafa Kemal’e kadar pek çok devlet adamıyla bir şekilde maceraları olmuş, bazen “köylü milletin efendisidir” diye onore edilmişler, bazen de “softa-yobaz” yaftasıyla tarih dışı sayılmışlardı.

Bazıları İnönü’yü severdi, bazıları Atatürk’ü. Bazıları ise Abdülhamitçiydi. .

Pek çoğu günümüzde yaşamıyor olsa da, demokrat partiden 70’lerin siyah beyaz televizyon dönemlerine kadar hayat sürmüşler ve bazılarımızın kulağına ezan okuyan olmuşlardı. Sonra da göçüp gitmişlerdi.

Pek çoğu renkli fotoğrafları, dijital kameraları, cep telefonlarını görmemişlerdi.

Siyah beyaz karelerin içindeki dedelerimizdi onlar.

Onlar ya at sırtındadır, ya eşek. En babayiğidi faytona binmiştir. Taksiye binen ise bir elin parmağını geçmez.

Kredi kartıyla hiç tanışmamışlar ve torunlarının kredi kartlarıyla boğuştuklarını ise hiç mi hiç bilmeyeceklerdi.

Düğünde oynar, cenazede ağlarlardı.

Bayramlarda tatile çıkmazlar, evin büyüğü olarak başköşede otururlar, misafir ağırlarlardı.

Pek çoğu köyde yaşamıştı. Kısacası dedelerimiz kıtlığın, yokluğun içinde yaşamıştı.

Hikâyelerinde bulgur ve ayran baş aktördü.

Ancak onlar sanayi toplumunun değil, tarım toplumunun kendi kendine yeten, kanaatkar insanlarıydı.

O yüzden de pek çoğu “Allah devlete millete zeval vermesin” diyerek toplumsal huzurdan yana olmuşlar, biz torunları gibi yanlış bir heves içinde bulunmamışlar; anarşiye, devrimin yeşiline, kırmızısına hiç pirim vermemişlerdi.

Yani İslamcılık, liberallik, solculuk, sağcılık gibi melanetlerle hiç mi hiç bulaşmamışlardı.

Hepsinin atasözü niteliğinde sözleri vardı, biz torunlarının kulağına küpe olacak. Ama ağız dolusu küfürler eden dedelerimiz de vardı kızınca.

Dedelerimizdi onlar, kimi sert bakışlı kimi gözü yaşlı.

Kimi haşin, kimi çocuksu.

Lakapları farklı, hikayeleri farklı, anlattığı masallar farklı ama adları ortaktı: Onlar “Dede”ydi.

***

Derginin yazarları işte bütün bu özellikleriyle dedelerini kaleme almışlar.

Çok samimi, çok sıcak, okuyunca kimi zaman ağlayacağınız, kimi zamanda kahkahalarla güleceğiniz dede portreleriyle karşımıza çıkmışlar.

Sühan’ın bu sayısını, koca çınarların sürgünleri olan biz torunlar muhakkak okumalıyız. Geçmişle bağlarımızı koparmamak için, torunlarımız için arşivimizde bulundurmalıyız.

Büyüklerimizi bize hatırlatan, dedelerimize, ninelerimize yeniden yeniden dua etmemizi sağlayan bu sayıdan dolayı tüm Sühan ekibine şükranlarımı sunuyorum.

Ve son olarak dedelerini bizlerle paylaşan hayırlı torunlara sesleniyorum:

Teşekkürler; Berat Demirci, Nazım H. Polat, Metin Ö. Mengüşoğlu, Şaban Abak, İbrahim Tenekeci, Mehmet Konukçu, Turan Karataş, Mustafa Muharrem, Ertuğrul Aydın, Sadık Yalsızuçanlar, Kamil Yeşil, Mehmet Aycı, Hasan Akçay, Halim Şafak, Adem Turan, Nihat Dağlı, Metin Mert, İsmail Bingöl, Gökhan Akçiçek, Recep Ş. Güngör, Mustafa Oğuz, M. Said Türkoğlu, Abdurrahman Karakaş, Şeref Yılmaz, Şemseddin Yapar, Bahaeddin Özkişi, Nazım H. Polat, A. Turan Alkan, Sadi.




kaynak: memleket.com.tr 5 mart 2007

edebiyatın kılcal damarları: taşrada edebiyat dergiciliği/Sivas örneği: Sühan dergisi



Evren KARATAŞ ÜLGER Hoca’mıza ait çalışmanın tamamını aşağıdaki bağlantılardan okuyabilirsiniz.



https://doi.org/10.29000/rumelide.131623

dergisiz kaldım yastayım

 



Bir dönem çıkardığı dergilerle edebiyat dünyasında iz bırakanlar dergileri kapanınca ne yapar, ne hisseder? Derin bir boşluk, huzursuzluk ve sudan çıkmış balık hissi şıklardan sadece bazıları.
Eski dergicilere “Dergi çıkaran kişiler dergisiz kalınca ne yapar? Dergisiz kalmak bir boşluk oluşturur mu? Kendi dergisinde yazmakla başka dergilerde yazmanın farkları nelerdir, nasıl bir duygudur?” diye soran dunyabizim.com sitesinin yaptığı soruşturmaya şair ve yazarlardan ilginç cevaplar geldi. Güneysu, Kırağı ve Ardıç dergilerinin mutfağında bulunan Tayyip Atmaca, Rûzigâr ve Sühan dergilerinin mutfağında bulunan Hüseyin Kaya ile Kardelen ve Düş Çınarı dergilerinin mutfağında bulunan Nurettin Durman dergiciliğin bir tür bağımlılık ve tiryakilik olduğu konusunda hemfikir. Tayyip Atmaca’ya göre “Dergiler de İnsanlar gibi doğar, yaşar, büyür ve sonunda ömürlerini tamamlarlar.” Atmaca, “Önemli olan ömrün hitam bulduğu zamanın farkına varmaktır.

Eğer bir ya da birkaç dergi ile gönül bağınız varsa -ya da kendinizi o dergide misafir olarak görmüyorsanız- bu dergilerin kapanması ile birlikte siz de içinize kapanıyorsunuz. Bazı dergilerde yazsanız da kendinizi orada misafir olarak görürsünüz. Gönül bağınızın olduğu dergide yazmak insana heyecan veriyor” diye konuşuyor.

Ölenle ölünmez rahat ol!

Hüseyin Kaya’ya ise dergisiz kalan bir editörün durumunu şöyle özetliyor: “Eğer genç yaşta dergi çıkarmış ve tez vakit sonra dergisiz kalmışsanız, derhal ve daha büyük bir heyecanla yeni dergi planları yapmaya başlarsınız. Şayet orta yaşları geride bırakmışsanız derginiz kapandığında; eleğinizi duvara asar ve kıyıya çekilirsiniz. Okumak, yazmak ve yazdıklarınızı yayımlatmak için daha çok vaktiniz olur. Çocuklarınıza daha çok vakit ayırır, çarşı, pazar, postane, kargo gibi mekânlara daha az yol uğratırsınız. Beklenmedik yerlerde çalan telefonlar, kapıya gelen dergiler, kitaplar azalır. Dergisiz kalmak elbette önceleri büyük bir boşluk oluşturur ancak meşhur meseldir; ölenle ölünmez.” Dergiciliğin başka faaliyetlerle kıyaslanmayacak bir bereketi, güzelliği, zevki olduğunun altını çizen Kaya, başka bir dergide yazmanın daha rahat ama aidiyeti daha eksilten bir durum olduğuna dikkat çekiyor: “Başkalarının dergilerinde yazmak halk otobüsüyle eve gitmek gibi biraz. Zaruretler dışında kimseyle muhatap olmadan, orta ya da arka koltuklarda yalnızca dışarıyı seyrederek... Çok keyifli değil belki fakat kafanız rahat.”Kardelen ve Düş Çınarı dergilerinin mutfağında bulunan Nurettin Durman dergi çıkaranların dergisiz kalınca sudan çıkmış balığa döndüğünü söylüyor: “Bir müddet kıvranır, sağına soluna bakar acaba kimseler onun dergisiz kaldığının farkındalar mı yoksa dünya devridaimini çaktırmadan devam ettiriyor mu? Çünkü artık alışılmış bir tiryakilik gibi bu dergi meselesi hep onunla birlikte yaşamıştır. Evinde, çocuklarının yanında, sofrada... Yapışık, bitişik, yoksa psikolojik mi demeliydim” diyen Durman, bağımlılığa dönüşen bu ilişkinin vahametini şair-yazar yönü de bulunan psikiyatr Dr. Kemal Sayar’a danışmak gerektiğini hatırlatıyor. “Dergi özlemi fena bir şeydir. Zaman geçer, ‘eski bir dergici’ diye anılmaya başlar. Gene zaman geçer, ha falan yıllarda şöyle bir dergi çıkarmıştı diye anılmaya başlar” diyen Durman’a göre dergisiz kalmak fena bir huzursuzluk sebebidir.

Kaynak: Star gazetesi 1 Kasım 2012 Perşembe 07:00

kapanan dergiler


          

özcan ünlü


İlk gençlik dönemimin hırçınlığına, küçücük sayfalarında açtığı farklı dünyalarla gem vurmuştu dergiler. Bazen, birkaç mısra, bazen bir kitap tanıtımı, bazen bir öykü, çoğunda içine girmeye çalıştığım dünyanın pencere önünde duran dergilerden çoğu, bir bir kaybolmaya başladığında, hayatımın en acı dönemlerini yaşamıştım. Dergiler neden 'çıkamaz' olur ki diye içli bir sitemde bulunurdum sahiplerine ve hatta kızardım... Çok sonraları, dergilerin de insanlar gibi yaşayan birer organizma olduğunu anlayacaktım ve fakat yine de kayıp gidenlerin ardından üzülecektim; hatta bazılarına içim öyle burkulacaktı ki, aklıma her düştüklerinde derin bir keder kaplayacaktı kalbimi... Onları 'hür tefekkürün kaleleri' olarak öğretmişlerdi ya bana, sanki sohbetlerde, konferanslarda, kitaplarda, radyo mikrofonlarında, televizyon ekranlarında söylenmeyenler gizliydi satır aralarında. Öyle ki, yolumuzu aydınlatan bir çok insan, sanki kelime halılarının altına saklamıştı bütün sırlarını da, halının ucunu kaldırıp onları görmemizi isterdi. "Hitab-ı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim" diyerek yeni sayısını yayımlayan Sühan, bir önceki sayısında önemli -hatta çok önemli- dosya konusuyla, hüznümün bulvarlarında dolaşan dergileri yeniden hatırlatmayı sürdürüyor. 100. sayı dolayısıyla, geçen ay, Türkiye'de dergiciliği masaya yatıran Ankara merkezli Hece'yi okurken, kültür hayatımızdan kayıp giden dergileri yeniden hatırlamıştım. Fakat, sevgili Hüseyin Kaya dostumuzun Sivas'ta hazırladığı Sühan'ın sayfalarında iki sayıdır devam eden dergi yolculuğu unuttuğum diğer dergileri de hatırlamama vesile oldu. Kimi fotokopi, kimi fanzin, kimi naif, kimi rock, kimi folklorik bir tarzda çıkan fakat yayımlandıkları dönemde ciddi ilgiler gören bu dergilerin günümüz edebiyatına kazandırdığı isimlere baktığımda, ne kadar önemli fonksiyonlar üstlendiğini bir kere daha teslim ettim. Kahramanmaraş'ta çıkan "Andırın Postası"ndan Ordu'da yayımlanan "Kum Yazıları"na, Adana/ Osmaniye merkezli "Güneysu" ve "Kırağı"dan Tokat'taki "Kızılırmak"a, Trabzon'daki "Gelecek"ten Burdur'daki "Burak"a, Erzurum'daki "Palandöken"den, Kayseri'deki "Eşik"e, İstanbul'daki "Kardelen", "Bürde" "Kayıtlar"dan İzmir'deki "Kırkikindi"ye, Bursa'daki "İpek Dili"nden Çorum'daki "Seviye"ye kadar, daha birçok derginin, edebiyat ve sanat hafızamıza önemli işler ve isimler bıraktıklarını bir kere daha anladım. Sühan, özellikle kapanan dergilerin hafızamdaki külünü biraz daha eşelemiş oldu. "Keşke" dedirtti; "Keşke bu dergiler yaşayabilseydi..." Çünkü, her dergi 'yeni şeyler' söylemek isteyenlerin bir harman yeridir. Kendini istediği gibi ifade edebileceği bir fırsatlar/ imkanlar tarlasıdır. 94. yılını kutlayan Türk Yurdu dergisi de, benzer bir özel sayıyla okurlarını selamladı. Merkezdeki dev aynasına bakıp kendinden küçükleri adam yerine koymayan dükalara karşı iki sayı çıkaran Sühan gibi, Türk Yurdu da, özellikle fikir dergiciliği konusunda isim yapmış ve fakat artık kapısına kilit vurmuş dergileri hatırlatıyor okurlarına. Türk Ocakları Genel Merkezi'nin yayını olarak yaklaşık bir asırdır okurlarıyla buluşan Türk Yurdu hakkında günümüzün önemli fikir ve sanat adamlarının kaleme aldığı yazıların yanı sıra bir de soruşturmaya yer verilen dergide "Türk Edebiyatı", "Tarih ve Toplum", "Hareket", "Türk Düşüncesi", "Boğu-Batı", "Milli Folklor", "Toplum ve Bilim", "Ocak", "Töre", "Emel", "Hayat", "Dergah", "Çınaraltı", "Türklük", "Birikim" vb. gibi dergilerin maceraları, bizzat dergi yöneticileri ve sahipleri tarafından kaleme alınıyor, yorumlanıyor, hatırlatılıyor. Hayalin ve umudun tükendiği yerde sarılırız edebiyata ve sanata... Ve onları bulabilmek için dergilerin kapılarını aşındırırız. Fakat bilmeyiz ki, bu dergiler sırf biz kendimizi "rahat", "huzurlu" ve "mutlu" hissedelim diye çıkmazlar. Sevdiğimiz, bizden bildiğimiz ve gördüğümüz dergileri yaşatamazsak eğer, söz biter; başlar vakti sükûtun... Sonra kiminle söyleşiriz?..



kaynak: türkiye gazetesi 2005-05-16 01:00:00

sühan'dan "yenge"ye özel...

kaynak: milli gazete 16 şubat 2016

Şair kardeşim Hüseyin Kaya şimdiye kadar örneğine rastlamadığımız bir projeyle bizi haberdar ettiğinde, heyecanlanmıştık. Sühan dergisinin 13. sayısını "Yenge Özel" olarak düşünmüştü. Bir yazıyla bu sayıda yer alma düşüncemiz ne yazık ki gerçekleşmedi.

Dergi yayımlandı, her ilgili gibi, bizim de elimize ulaştı. Bazılarını daha önceden görüp inceleme imkanı bulduğumuz halde, baştan sona bütün yazıları tekrar okuduk. Genel olarak iki kategori karşımıza çıkıyordu: "Yenge"lerimize olumlu ve güzel duygularla yaklaşan şair ve yazarların yazıları bir yanda? Diğer tarafta ise, marazlı tutumlarıyla bizi şaşırtanların harap halleri?

"Yenge"lerimize örnek bir tavırla yaklaşanların başında Berat Demirci, Metin Önal Mengüşoğlu, M. Said Türkoğlu geliyordu. Bu sahici ve samimi iki yazar, beslendikleri medeniyet kaynağının merkezinden doğan duygularla okuyucuyu sarıp sarmalıyordu. Sözgelimi Berat Demirci "Aile, medeniyetin Hakk katında hakikatidir." şeklindeki ilk cümlesiyle  kendi konumunu ortaya seriyordu. Çağın hâkim global dünyasınca işgal edilmek istenen aile kurumunun aslî değerlere bağlı olarak korunması konusundaki görüşleri de burada özellikle öne çıkarılmalıdır. Mengüşoğlu ise, "Emsalsiz Sevda" başlığını taşıyan yazısında, Müslüman ve şair ? yazar bir "eş"in nasıl olması gerektiğini bütün yönleriyle bizlere aktarıyordu. O, "Emsalsiz Sevda"sını çocukluktan gençliğe, öğrencilikten esnaflığa, yokluktan varlığa, hayatın çeşitli dönemlerinde yaşadığı olaylar ve yoğun duygular eşliğinde anlatıyordu. "Saadet yuvasının türbedarı" olarak görür "yenge"mizi. Bu arada, hatalar - doğrular, acılar ? sevinçler, hasretler ? vuslatlar? Hemen her insanın başına gelebilecek bu durumlar, herhangi bir söz oyununa gerek duyulmadan dikkatlere sunulur?

"Edebiyat adamının nazik durumu"nu "Edebiyat adamı, dikkatli bir seçimle kurduğu aile ortamında sanatçı duyuşun gereklerine göre değil, hayatın gereklerine göre beklentiler içine girmelidir." ikazıyla tamamlayan M. Said Türkoğlu nu da okuyucuya işaret ettikten sonra, geçelim öte tarafa?

Adları lazım mı bilmem; eşya, eşhas ve kâinat karşısındaki tutum ve duruşları tahribata uğramış izlenimi veren bir grup şair-yazar ise içinde bulundukları karmaşa hâlini "Yenge"ye yönelik tutumlarında da sergilemişler. Onların bu marazîlikleri "şairlik" (yahut "öykücülük") apoletine olan "müptelalık"tan kaynaklanıyor olabilir. Fakat bu, "bağlılık" iddiasında bulunulan temel atlasın dışına çıkmanın bir başka tezahürü değil midir? Medeniyet algımız, hayatı ve unsurlarını, sözgelimi "şairlik"le "yenge"yi ayrı tutum ve davranışlarla mı değerlendirmeye  almamızı öngörüyor? Yoksa hepsi, tek ahlâk anlayışıyla mı yaşatılıp yürütülmelidir?

Sorumuz boşuna; şairane bir artistliğin peşine düşme sevdası elbette bir bilinçli bir tercihin sonucudur.  Bu olumsuz tercihin sahipleri, kendilerine benzer olumsuzluklarla donanmış karşı cinsten bazılarının dikkatini -haliyle-  çekmiş olacak ki, şamar yemekte geç kalmadılar. Günlük bir gazetede, feministçe duyuşun yüksek bir gösterisi olarak patlatılan şamar, piyasaya karşı "caka" satma şanını tepe tepe kullanan "sabıkalı" şair ve yazarların "havalılık" derecelerini bir miktar daha artırmış olabilir. Fakat işin öte yüzleri de yok değil mi? Çünkü onlar kesinlikle hak gaspı yapmışlardır. Hak gaspı yaptıkları "yenge"lerin (şimdilik) itirazî yazı yazma imkân ve ihtimalleri olmadığından (ki gâsıplardan kimisi bunu açıkça belirtiyor), bu gaspın derecesini bilmiyoruz. İşin diğer bir yüzü, "temsilcisi" olarak gösterildikleri (çünkü haklarında yazı kaleme alan bayan yazarlar onlar için ?İslamcı sıfatını kullanıyor) kesime sıçrattıkları kötülüktür, bu ne olacak?

Sühan ın "Yenge" sayısında kalem oynatma riskini içinden geldikleri dünya bakımından alanlar ise, farklı bir değerlendirme birimine bağlı olmakla birlikte, üçüncü grubu oluştururlar. Halim Şafak ve Fuat Çiftçi bu grubun üyeleridir. Geçmişten beri yaza geldikleri bir ortamın dışına (bildiğim kadarıyla) ilk kez çıkma cesaretini gösteren bu isimleri tebrîk etmek bize düşmez. Onlar ortam dışına çıkma eylemlerine çıkarken kendilerine gelebilecek "yoldaş kurbağalar"ın "vak vak"larını elbette kestirmişlerdi. Dolayısıyla, kendileri hakkında belli bir çevrede yapılan "efe"lenmelere, yazılıp çizilenlere pek aldırış etmemelerini tavsiye edebilirim.

*

Sühan Sivas ta, Anadolu nun bağrında samimi bir şair tarafından yayımlanıyor. Hüseyin Kaya, "çete" ağlarıyla örülmüş ve "kişiliksizlik" batağına saplanmış "merkezî" edebiyat ortamına aldırış etmeden, el değmemiş konular ediniyor kendisine. Derginin "Yenge" sayısı bu konulardan birisiydi. Şimdi sırada diğerleri var: Oyuncak, istasyon ve diğerleri?

(Sühan a ulaşmak için: 0 505 351 54 11 ? Çiçekli Cad. No: 73, Sivas (huseynkaya@gmail.com)