16 Ocak 2025 Perşembe

hüseyn kaya ile edebiyata dair

 konuşturan: ubeydullah öz

Hüseyn Kaya, 1975 yılında Sivas’ta doğmuş bir şair, yazar ve aynı zamanda yıllardır pek çok öğrenciye edebiyatı sevdiren bir öğretmen. Onunla ilk kez 2011’de Sivas Cumhuriyet Üniversitesinde tanıştım ve bu karşılaşma, hayatımda edebiyatın önemli bir yer edinmesine vesile oldu. Hüseyn Hocamın mihmandarlığında edebiyat dergiciliğine dostlarımızla adım attık ve hâlâ onun öğrettiklerinden feyz alarak bu yolda ilerliyoruz.

Hüseyn Kaya sadece şiir, deneme ve yer yer öyküleri ile değil, edebiyat dergiciliği konusundaki çalışmalarıyla da edebiyat dünyasında önemli izler bırakmış. 1995-1996 yıllarında arkadaşlarıyla yayımladığı Rûzigâr ve 2003-2008 yılları arasında yayımladığı ilk deneme dergimiz: Sühan. Özellikle Sühan dergisi, Türk edebiyatında yenilikçi dosya konularıyla öncü bir dergi oldu. Son sayısının üzerinden hayli zaman geçmesine rağmen konuşulmaya devam ediyor.

Uzun yıllar sonra Kurtarma Yazılısı ve Sessiz Rüya isimleri ile iki şiir kitabı yayımlayan kıymetli Hocam, hüzünle yoğrulmuş, kelimelere inançla dokunmuş, insanın hem kendine hem de hayata dair arayışlarını yansıtan bir sığınak. Benim için Hüseyn Kaya, hem kalemi hem de kişiliği ile kulluk bilinciyle inşa edilmesi gereken edebiyatın yaşayan örneği.

- Son kitabınıza "Kurtarma Yazılısı" adını verdiniz. Şiir yazmak sizin için bir sınav mı yoksa bir kurtuluş mu?

Aslında her ikisi de. Şiirin hayatın içinden damıtıldığını düşünecek olursak sınav yönü kaçınılmaz oluyor zaten. Bazı hâller şiire yansıyor ve o haller de illaki bir sınav barındırıyor içinde. Şiir kurtuluşa vesile oluyor mu, dersen kalıcı bir kurtuluştan bahsetmek mümkün değil. Şiir; aslında kıyıda bir sığınak, en çok da teselli. Yazarak kurtuluşa ulaşır mı insan, bunun cevabını bilemiyorum ancak kurtuluşa değilse bile kurtuluş mücadelesi verilebilecek bir yola taşıyabilir insanı yazmak.

- Sığınağınızda daima yanan hüzün tütsülerine sebep nedir hocam? Hüzün, sizin için bir estetik tercih mi, yoksa hayatın değişmez bir gerçeği mi?

Hüzün, keder, melal... Kimilerine göre eskimiş ve kullanılmaktan yıpranmış kelimeler bunlar. Yazmayı, sanatı hayatın değişen unsurlarına göre ayarlama çabasında olan ve yeni şeyler söylemeye çalışarak iz bırakılacağına inanların bakışı bu. İz bırakmak ya da yenilik özel bir gayretle elde edilebilecek şeyler değil oysa. Bin yılları geride bıraksak dahi insanın, insanlığın hikâyesi aynı, kalbi aynı. Hayat tarzına ve dünyaya bakışa göre konuşulacak bir konu.

Ölümü her an kalbimizde taşıdığımız, fanilik libasını sürüyerek dolaştığımız şu âlemde şayet arada bir de olsa hatırladığımız bir kalbimiz varsa hüzünden kaçmak zor. Hele de kendinize ait zamanlar ve mekânlar varsa hayatınızda hüzünden başka neye mihmandar olabilirsiniz ki? Yalnız hüznü vardır kalbi olanın diyen çiçek kalpli şaire rahmet olsun.

-şerhi gamdır okuduğum leylü nehâr bu bahtımdan

beytül ahzân imiş dünya bir ömür nalân geçiyor

Cevabınızla bu beyit geldi aklıma hocam. Şairi pek kıymetli bir büyüğümdür. Kendisini nasıl bilirsiniz?

Benim nasıl bildiğim çok da önemli değil beytin sahibini. Senin, sizlerin kanaati daha önemli. Beytin sahibi ile arada görüşüyoruz. Herkes gibi o da görüşememekten şikayetçi biliyorum. Daha çok görüşmeyi ben de istiyorum ama Zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun. Belli bir yaştan sonra insan kendini dinlemesi bile lükse dönüşüyor. Keşke böyle yeni beyitler söylese, yayımlasa. Dünya bazılarına beytü’l ahzan bazılarına bağ-ı irem.  Her ikisi de sadece bir mazmun, mecaz değil.

- Hocam, beytin sahibine yani size dair bir isim karmaşası var. Hüseyin Kaya iken isminiz kitaplarınızda Hüseyn Kaya olarak kullanıyorsunuz. Bu küçücük i harfini kurban eden sebep nedir?

Bu konuda bir yazı bile yazmayı düşündüm zamanında, hayli uzun bir konu çünkü. Başlangıçta ve hatta ilk kitapta, Sühan dergisi yıllarında hiçbir sorun yoktu ismimle ilgili. Benimle aynı adı ve soyadı paylaşan bir öğrencim olmuştu geçmişte. Onun da adına Kemal ismini eklemiştik. İlerleyen yıllarda her köşeden bir Hüseyin Kaya çıkmaya başladı. Yalnız edebiyat dünyasında değil gündelik hayatta da büyük bir karmaşa başladı.  Hayatın diğer tarafındaki karmaşa en azından kimlik numarası ile azaltılabiliyor fakat edebiyat dünyasında bu karmaşanın çözümü yoktu. Hikâye göndermediğim dergilerden, dosya göndermediğim yayınevlerinden aranmaya kadar büyüdü mesele. Benim olmayan bir kitabı bana imza için getiren de oldu. Ortak arkadaşlar, büyüklerimiz; edebiyat dünyasına adım atan yeni adaşlarıma, adlarına küçük eklemeler yapmaları gerektiğini söylediler. Bizim bildiğimiz, tanıdığımız bir Hüseyin Kaya var zaten, dediler. Bazıları dikkate aldı bazıları da almadı bu öneriyi. Adımı bir yerlerde görmek, bir yerlere yazdırmak gibi çabalar benden uzaktı, bu yüzden çok da umursamadım. Neticede kendime has bir üslubumun olduğunu biliyorum, gerçek okur da bunun farkında. Yine de hiç değilse adımdan bir harfi atarak bir farklılık oluşsun istedim. Farklılık mı oluştu yoksa karmaşa daha da mı arttı bilemiyorum. Anlatmak, izahını yapmak yorucu bazı şeylerin. Kitaplarda ismimin yanlış yazıldığını düşünenler bile oluyor. Kitapların tümünü Hüseyn Kaya ismiyle yeniden basmak da çok mümkün görünmüyor ama zamanla karmaşanın yerini sükunete bırakacağını düşünüyorum. Çekil Gideyim Hayat adını taşıyan ilk kitabımda da düşünmüştüm adımı Hüseyn Kaya şeklinde yazmayı fakat o zamanlar Hüseyin Kaya bereketi yoktu ve bir anlamı olmayacaktı bu yazım şeklinin, kaldı öylece. Edebiyat dünyası zaten benzer karmaşalara alışık. Yeni bir mesele değil bu durum edebiyat dünyası için. Hem zaten ismimin aslı Hüseyn. Belki de aslına dönmesi gerekiyordu, bunlar vesile oldu.

 

- Hocam, Sühan'ı anmışken hem ondan hem de Rûzigâr'dan sormak isterim müsaadenizle. Bugün bile esintileri devam eden bu iki iz’in ilk adımlarının atıldığı yıllara dönüp o günlerin heyecanıyla bugüne neler söylemek istersiniz? Önce dünü ve bugünü ile Rûzigâr diyelim.

Rûzigâr, ilk göz ağrımızdı. Ekip dergisiydi, tamamen öğrenci emeğiydi ve büyük bir teşebbüstü bizim adımıza. Bir matbaadan içeriye ilk adımı bu dergi ile attık. Detaylı olmasa da tasarım tecrübeleri, tashihler, dağıtım, reklam alma gibi şeylerle bu dergide tanıştık. Çoğul konuşuyorum çünkü gerçekten bir ekip vardı ortada ve herkes kendi vazifesini en iyi biçimde yerine getirme çabasındaydı. Yirmi yaşıma yeni attığım dönemler. Bir yıl, on üç sayı devam ettirebildik dergiyi. Öğrenci dergisi olmasına rağmen ulusal ölçekte bir karşılık bulmuştu ve bizden çok önce yayın dünyasına adım atmış kalemler de dergide yer aldı. Uzaktan, yakından pek çok dost edindik bu sayede. Rûzigâr’da yayımladığım hikâyeler de şiirler de yalnızca orada kaldı. Kitaplara almadım, zaten hikâyeye daha sonra uzun bir ara verdim.

Edebiyat fakültesinde bizden önceki dönemlerde yalnızca bir dergi çıkmıştı: Kızılırmak. Hocalarımızın da katkıda bulunduğu bir dergiydi bu ve daha bilimsel bir havası vardı dönemine göre. Rûzigâr’dan sonra bölüm öğrencilerinin çıkardığı dergi sayısında ciddi bir artış oldu. Hiçbiri on üç sayıya kadar ulaşamadı ve bu yayınların bir kısmı günümüzde fanzin olarak nitelendiren dergiler sınıfındaydı. Sühan’ın bir sayısında hızlıca yazmıştım Rûzigâr’ın hikâyesini. Diğer arkadaşları da dinlemek lazım Rûzigâr’la ilgili fakat şimdiye kadar bir şeyler yazan olmadı.

Dergiyi birlikte omuzladığımız arkadaşların çoğu ile şimdilerde görüşmüyoruz, yazmaya devam eden çok az kişi kaldı dergi kadrosundan.

- Türk Edebiyatının ilk deneme dergisi Sühan! Çağdaşlarına ve kendinden sonraki dergilere büyük etkileri olan üstad-ı sühandan söz açalım.

Açalım açmasına ama Sühan hâlen kabuk bağlamamış bir yara benim için. Söz biraz uzayacak.

Rûzigâr, yarım bir şiir gibi kalmıştı kenarda. Dergiyi kapatma sebebimiz daha çok maddi sıkıntılardı. Öğretmenlikte beşinci seneyi devirmiştim, etrafımda da birlikte bir şeyler yapmaya hevesli yeni arkadaşlar vardı. En azından öyle zannediyordum. Rûzigâr kadrosundan henüz irtibatı kesmediğimiz isimlere yeni isimleri de ekleyerek yola koyulduk. En azından maddi sorunumuz olmazdı, maaşımız vardı. İlk sayıyı Kahramanmaraş’ta basmaya niyetlendim, olmadı. Sivas’ta bastığım ilk sayı içime sinmedi çünkü teknik bir arıza yaşamıştık. Düzelti yaptığımız dosya değil de ham dosya baskıya girmişti çalışmayı bitirip matbaadan ayrılınca. Matbaada çalışmak, Rûzigârlı yıllardan kalma bir alışkanlıktı. Özetle birkaç deneme faslı yaşadık Sühan’ın ilk sayısında. Ancak ikinci sayı ile dergi kıvamını buldu. Dergi, ilk sene çok fazla rağbet görmedi. Ebadı dışında sıradan bir taşra dergisiydi, ismi bile eleştirildi özel sohbetlerde. İlk seneden sonra şiir yayımlamayı bırakıp dosya konularına yönelince derginin önü açıldı. Özel sayılar geride kaldıkça derginin tarzı, tavrı netleşti. Dergi büyüdükçe küsen, geride kalan isimler de oldu, hâlen hayırla yâd edenler de hayli fazla sağ olsunlar.

Klasik dosya konularının, özel sayıların dışında bir dergicilik anlayışıyla yürüdü Sühan sonraki dört seneyi. Sühan’dan önce dergilerin dosya konuları genellikle ya isimler üzerine ya da edebî konular üzerine hazırlanıyordu. Yenge, dede, oyuncak, istasyon, gâvur dostlarımız, kapanan edebiyat dergilerinin hikâyeleri gibi daha önce bir edebiyat dergisinde rastlanılmayan konuları, yazarlarımız sağ olsunlar samimiyetle kaleme aldılar. Sühan’dan sonra bu tarz konularla ilgili dosya hazırlayan çok dergi oldu. Hatta bizim dosya konularımızdan kitap hazırlayanlar oldu. Sivas’ta yayımlanan bir dergiydik fakat Amerika’dan, Kırgızistan’dan, Kosova’dan, Almanya’dan abonelerimiz vardı. Reklamsız, şiirsiz, resimsiz kare ebadıyla yalnızca yazıdan ibaret, kendinden kapaklı ve tek renkli bir dergiydi Sühan. Geciktiği vakit mutlaka sorulur, aranırdı.

Derginin tavrı ve tarzı anlaşıldıktan sonra zaten nitelikli bir yazar kadrosu kendiliğinden dergiye destek oldu. İdeolojik olarak birbirine çok zıt kalemler Sühan’ın sayfalarında, üstelik telifsiz, yazdılar. Edebiyatın ayıran değil birleştiren bir yönü olduğunu tecrübe ettim Sühan’la ve çok güzel insanlarla tanıştım. Kendimi, ön yargılarımı, benimsediğim düşünceleri sorguladım farklı insanlarla tanıştıkça, sohbet ettikçe. Çok ilginç gelebilir okuyanlara, dergi kendi kendisini çevirebilen bir ekonomik güce de kavuştu son zamanlarda. Son sayıyı bastığımda dergi hesabında hâlen bir miktar para kalmıştı. Kalan para ile dergiye omuz verdiğini düşündüğüm il içinde ve il dışındaki dostlara üzerinde “Bu da geçer ya Hu” yazan birer gümüş yüzük yaptırıp gönderdim.

Beş yıl sürdü Sühan heyecanı ve hiçbir sayıda heyecanımı yitirmedim. Dosya konularıydı aslında dergiyi diri tutan. Beş yılın sonunda biraz yorulduğumu hissettim. Derginin hacim hayli artmıştı. Dizgi ve mizanpajdan başlayıp kargolamaya kadar içinde olduğum ve ter döktüğüm bir süreç. Omuzlarımda ve ellerimde ikişer çantayla dergiyi tek başıma postaya verdiğim sayılar da oldu. Postanede tanıştığımız ve bana yardımcı olan genç bir arkadaş var mesela. Orada dost olduk, gözleri parlıyordu. Kendisinin de yazdığını ama emin olamadığını söylemişti. Bir süre haberleştik, yazdıklarını gönderdi, eleştiri istedi. Bir sayıda yazısına da yer verdim. Bu delikanlı şimdi edebiyat dünyamızın sevilen çocuk yazarlarından biri. Buna benzer çok güzel anılar kaldı geride.

Galiba dokuzuncu sayıda gözlerimdeki sorunu da fark etmiştim. Dergiyi kapatmak istemedim işin açığı. Çok fazla açılmıştım ve tek başıma zor oluyordu artık yetişmek. Gözlerimdeki rahatsızlık her geçen gün ilerliyordu. Sühan’ı içimizden birileri devam ettirsin ve ben yalnızca yazayım, derdindeydim. Olmadı… Sühan’ı kapatıp daha küçük bir dergi ile devam etme kararı aldım. Hatta dönem gazetelerinde bununla ilgili bir beyanım da vardır lakin sonrasına belki kırgınlık, belki dargınlık, belki yorgunluk yeni dergiye müsaade etmedi. Son sayıda Sühan’ın kendisini dosya konusu yaptım. Sözü uzatmak istemiyorum, belki bir gün bunları da yazarım bir yerlerde. Dergiye dair biraz daha kapsamlı ipucu için okurlarımız Evren Karataş Ülger’in. Edebiyatın Kılcal Damarları: Taşrada Edebiyat Dergiciliği/Sivas Örneği: Sühan Dergisi başlıklı makaleyi ve Sühan’ın 18. sayısını okuyabilirler.

Bu soruya dair son olarak şunu da söyleyeyim, şu an Türkiye’nin birbirine çok uzak illerinde yayımlanan üç okul dergisine rastladım Sühan ismini taşıyan. Az önce söylediğim gibi kitap, dosya konusu esinlenmeleri vb. durumları da düşününce Sühan için bir dergiden fazlasıydı diyorum.

 

- Sen baba / sen bilirsin bu öykünün sonunu

diye başlıyor ve

ben / böyle yaşıyorum / yaşadığımı/böyle

ben böyle geçiyorum geçtiğim ateşlerden

dizeleriyle bitiyor Geçerken adlı şiiriniz. Şiir ve denemelerinizde baba figürü üzerinden güçlü bir duygusal bağ kuruyorsunuz. Aile, özellikle baba figürü, sizde nasıl bir anlam taşıyor?

Baba, hem bizim edebiyatımızda hem de dünya edebiyatında her dönemde yer bulan bir metafor. Batılı eserlerdeki yerini zaten çoğumuz biliyoruz. Baba; aslında anne kadar içli fakat bir o kadar da sessiz, sakin bir karşılığa sahip. Yıllar önce Fuzûlî’nin Leyla vü Mecnun’unu düşünürken aklıma gelmişti, Leyla ve Mecnun bu mesnevinin kahramanı tamam ya baba? Oğlunun perişan hâli için çare arayan, hor görülen, oğluna dua eden, hatta iyileşmesi için Kabe’ye götüren baba… Bu ve benzer hikâyelerde baba, öylesine bahsedilip geçen bir figür.  Yusuf ile Züleyha’da da Yakup’un durumu aynı değil mi? Tıpkı bu eserlerde olduğu gibi baba, babalık da hayatın kenarında, ciddi ve görülmeyen tarafında maalesef. Baba, anne, evlat, kardeş, abla gibi kavramlar da aşk kadar evrensel olmasına rağmen biraz geri planda kalıyor diye düşünüyorum. Elbette istisnalar var.

Yazı ya da şiirin uzlete bakan, bireyselliğe bakan bir yanı var fakat insanlığımızı, yarımlığımızı, yalnızlığımızı paylaştığımız ya da paylaşamadığımız ailelerimiz de bizim gerçeğimiz. Edebiyat, bu gerçeğin uzağında vücut buluyorsa zaten yapaydır. Saydığım unsurların varlığı kadar yokluğu da sinmeli yazılanlara. Şiir veya yazı, bir stadyuma gidip orada her şeyi unutarak eve dönmeye benzememeli. Bütün bu söylediklerimde yaşadığım coğrafyanın, yaşamaya çalıştığım hayatın da etkisi muhakkak var. İnsan, hiçbir zaman yalnızca kendisinden ibaret değildir.

Benim yazdıklarıma gelecek olursak düzyazıdaki “baba” daha dünyaya, aileye ait bir kullanımdı. Şiirde olanlar ise aslında naat denemeleriydi.

 

-Hocam, siz bana ve arkadaşlarıma 2011 yılından beri rehberlik ediyorsunuz; Rabbim razı olsun. Muhabbetinizle nice güzel işler yapmak nasip oldu ve yıllar sonra vardığımız Serazat Edebiyat adlı bu son durağımızda da pergelin ucu hâlâ işaret ettiğiniz noktada sabit.

Tür fark etmeksizin yazmak ya da edebiyat sahasında dolaşmak isteyen birinin, Mevlana’nın pergel metaforunca ayağını sağlam basması gereken nokta neresi olmalıdır? Edebiyat ne ile inşa olmalı ve nasıl olmalıdır?

Aslında o nokta birden fazla kelimeyi karşılıyor: edep, ahlak, vicdan, fıtrat, erdem, insanlık, kulluk… Bunların üzerinden ayağın biri kaldırıldığında insanın sözün şehvetine kapılması ve şirazeden çıkması çok kolay. Bir ayağın sabit durması özgürlüğe mâni değil mi, gibi bir soru gelebilir akıllara. Meşhur bir söz vardır mealen söyleyeyim, ipini koparması uçurtmanın özgürlüğü anlamına gelmez.

Sanatçı ya da şair her şeyden önce insandır. Şiir; kalbinin ve ruhunun farkında olan insan için vardır ve insanlığın, iyi insan olma sınırlarının dışında icra edilmez.

Belki her dönemde vardı benzer şikâyetler fakat zamanımızda şiirde bir eksen kayması da söz konusu. Güzel söz söylemek ile muallakta söz söylemek farklı şeyler. Çiçekten bahseden edebî bir metin okuduğunda her insan kendi çapına göre çiçeğe dair bir şeyler anlar. Kimi rengini görür kimi kokusunu duyar kimi yalnızca çiğdemi, laleyi anlar ama çiçektir konu. Çiçekten bahseden muallaktaki bir metinden ise şairi dışında kimse çiçeği görmez, düşünmez. Muallakta söz söylemek hayli kolay ve bu kolaylık da taraftarını çoğaltıyor bu anlayışın. Kolay olandan da uzak durulması gerektiğini düşünüyorum.

Şiirin, söz söylemenin bir bedeli vardır. İçsel bir bedel bu. Acısını duymadan, zahmetini çekmeden ortaya konulan her şey sıradandır.

Bunları söylerken günümüzde ya da geçmişte ortaya konulan ve benim düşüncelerimden farklı bir çerçevede oluşturulan çalışmaları da reddetmediğimi belirteyim. Herkesin kalbinde barındırdığı şeylere göre kendi türküsünü söylediği bir dünyada yaşıyoruz.

- Şiiri, gündelik hayatta gururu incinen kelimelerin gönlünü alma çabası olarak tanımlıyorsunuz. Yalnızca bundan mı ibarettir şiir sizin için?

Estetik noktasında evet, bundan ibaret gibi görünüyor ancak genel bir şiir tanımı çok da mümkün görünmüyor. Bahsettiğiniz tanım -aslında sadece tarif- kırklı yaşlara adım attığım dönemlerde biraz şekillenmeye başladı bende. Yazmadan, söylemeden önce kelimeleri tanımak, kelimelere inanmak, onların her birini bir şahıs olarak görmek ve öyle taşımak şiire… Kelimelerin her birinin aslında canlı birer şahıs hatta dinî terminolojiyle söyleyecek olursak melek olduğunu düşünüyorum. Anlam, his taşımakla görevli melekler kelimeler. Gündelik dilde kelimeleri var oluş amacından çok uzakta ve basit şeyler için kullanıyoruz. Mekanikleştiriyoruz, ruhlarını, çağrışımlarını unutarak geride bırakıyoruz. Hangi kelime hangi kelimenin yanında bulunmaktan hoşlanıyor, düşünmüyoruz bile. Bu yüzden hırpalanan, yorulan, anlamsızlaştırılan, daraltılan kelimelere şiirin bir teselli olduğuna inandım. Kelimelerin bulundukları yerden ve taşıdıkları anlamdan şikayetçi olmadığı bir dünya olmalı şiir.

Genel manada ise şair sayısı kadar değil, şiir sayısından bile fazladır şiir tanımı lakin yine de eksiktir bütün tanımlar. Tanım, biraz da sınırlamak, somutlaştırmak değil midir? Bu da şiirin yapısına ters bir yaklaşım.

- Ara sıra hikâye de yazıyorsunuz fakat aslında şiirden çok denemeniz var. Şiirin denemeyle bir kardeşliği var mı? Neden az şiir, az hikâye ve daha çok deneme yazıyorsunuz? İlerleyen yıllarda denemeci olarak anılıp şairliğinizin geride kalmasından endişe duyuyor musunuz?

Deneme evet, şiirin küçük kardeşi gibi geliyor bana. Şiirin kıskanmadığı bir tek tür belki de. Şiir, kendisinden başka bir türe meyledince sizden uzaklaşan bir ruha sahip. Tanpınar’ın şiirde sustuklarını roman ve hikâyelerinde anlatması gibi ben de şiirde sustuklarımı denemelerde anlattım, desem yeridir. Deneme de benim için içsel bir anlatı şekli.

Bahsettiğim yazı türü gerçek deneme. Denemeye dair okur, yayıncı hatta yazar zihninde bile bir karmaşa var. Deneme ödülleri veriliyor, kitap kapaklarına kocaman harflerle “deneme” yazılıyor fakat okumaya başladığımda bu eserleri denemeden ziyade sohbet olduğunu görüyorum çoğunun. Sahih denemelere ihtiyaç var edebiyatımızda.

Hikâye türü aslında bana biraz uzak. Çok önemli bir tür ve daha çok yazmak isterim fakat sanırım şiirden kopmak istemeyişimin ön yargısı beni uzak tutuyor bu türden ya da hikâye dili oluşturamamak endişesi mi taşıyorum, bilemiyorum. Belki de yine mesele mizaç. Yazmak istediğim hikâyeler var ve yılda bir tane de olsa yazabiliyorum. Şimdilik yeterli.

Lise yıllarımdayken sadece şiirle meşguldüm ve şair olmak istiyordum çocukça bir hevesle. Deneme yazmaya da otuzlu yaşlara doğru bir büyüğümün tavsiyesi üzerine başladım. Bizde iyi şairlerin nesirleri daha da iyidir, demişti. Şiir, dili terbiye eder bu da nesri olumlu manada etkiler, demişti. Önceleri soğuk geldi bana düzyazı. Denemeyi şiire doğru sürükledikçe ya da şiiri denemeye, düzyazının biraz daha sıcak gelmeye başladığını düşünmeye başladım.

Şair olarak mı anılmak isterim, denemeci olarak mı? Buna belki dergiciliği de eklemek lazım. Endişem yok bu konuda. Hiç anılmayacak olmak bile endişelendirmiyor beni.

-Yıllarca şiir kitabı yayımlamadınız fakat 2024 yılında iki şiir kitabınız birden yayımlandı. Bunca yıllık hasret nedendi ve neden hasret 2024 yılında son buldu?

Çok yazan ve yazdıklarım illa yayımlansın, görünsün, okunsun çabasında biri değilim. Herkesin evinde, kitaplığında yazdıklarımın bulunmasını da istemem doğrusu. Şiirin, yazının mahrem bir tarafı olduğuna inanıyorum. Yazdıklarım kaybolmasın, okumak isteyen ulaşsın yeterli benim için. Kitap ya da deneme, şiir, hikâye yayımlarken ilk adımı atan ben olmadım hiçbir zaman. Kitaplarımın tümün mutlaka bir arkadaşın, dostun, ağabeyin vesilesi ile basıldı. Hâlihazırda kitaplara girmeyen metinlerden birkaç dosya çıkar fakat birilerinin istemesi ya da vesile olması gerekiyor bunun için. Bu da süreci uzatıyor. Buna tembellik de denilebilir.

2022 başlarında bir yayınevi için şiir dosyası hazırlamam istenmişti. Sessiz Rüya ismini verdiğim dosyayı gönderdim fakat araya deprem dahil çok şey girdi ve dosya kaldı. Daha sonra senin vesilenle Kurtarma Yazılısı’nı hazırladım. Kurtarma Yazılısı çıkmıştı ki Sessiz Rüya da basıldı. Son yılların şiirleri Kurtarma Yazılısı’nda yer aldı, ilk dönem şiirlerinden kitaplara almadığım gazeller de Sessiz Rüya da.

Sonraki dosyalar ne zaman çıkar, nereden çıkar ben de bilemiyorum.

Bu güzel muhabbet için çok teşekkür ederim hocam. İnşallah nice güzel eserlerde buluşmak duasıyla.

Ben de vefan ve bazı şeyleri söyleme fırsatı sunduğun için sana teşekkür ediyorum. Dergiye omuz veren, dergiyi takip eden arkadaşlara selam ediyorum. 

 kaynak: serazat dergisi, sayı:8, yıl: 2024, ekim kasım aralık.

ırmak ve çöl şairi hüseyin kaya!

necdet karasevda


                   ortasındayım sana akmayan nehirlerin
                   daha kervanlar çekmez bu çölden acıyı

Bazen sonsuzluk hissiyle kanatlı binlerce mısra taşır çölün kumları, bazen de uzak ve sonsuz denizlere ulaşmak için çırpınır imgeler nehirlerde!
Ve şairler kelimeleri kuşandıklarında bir güz dönümünde, önce ırmaklar tutar onun elinden, sonra çöller. Ve başlar kızılca kıyamet. Başlar hıçkırık ve nedamet.
Bir şairin nabız atışlarını en çok onun anahtar kelimelerinde bulursunuz. Şairin ruh kilidini çözmenin en kesin ve keskin yolu onun anahtar kelimelerini bulmaktan geçer. Ve şairler zannedildiği gibi çok derinlere, uzak, kara gölgeli ormanlara gömmezler anahtar kelimelerini. Onlara göre en gizli yer; aşikâr olandır. Ve onun için şiirlerinin kalbine gömerler anahtar kelimelerini…
“Çekil Gideyim Hayat!” diyen Hüseyin Kaya da, kendi anahtar kelimelerini berrak bir Türkçe ile dile getirdiği ırmak ve çöl güzeli şiirlerinin içine gizlemiş.
Hüseyin Kaya’nın şiirleri, dingin bir ruhla okunduğunda, okuyucusunu şairinin varlığında gezdiren bir yapıya sahiptir. Onun mahrem hislerini, çatışma ve çelişkilerini, korkularını, erdemleri, kırılganlığını, munisliğini, yarım bir şiir gibi kalmış çocukluğunu, şikest aşklarını, hayatla halledemediği meselelerini, kristal bir şişe gibi olan hüznünü, inanmışlığını ve tabi ki bilgeliğini ele veren bir şiirdir bu şiir. 
Hüseyin Kaya, “Lamure Şiir”den çıkan ilk ve tek şiir kitabında bizi ruhunun zümrütten yamaçlarına davet ediyor. Belki de bizi avuçlarından, kendi öz masalını dinlemeye, ortak keder ve kaderlerimizi paylaşmaya çağırıyor. Ama onu anlamak için, metropollerin dağdağasından, kısır çekişme ve döngülerden,  egosantrik düşlerden ve düşüncelerden, katı maddeci ve kapitalist eğilimlerden uzaklaşmak gerekmektedir. Onun şiirinin ön şartı budur. Çünkü bu şiir biraz düşle yoğrulmuş, gizemli bir masal tadında ve sıcak meltemler kıvamında akmaktadır öz insanın içine. Ve bu şiire belki yirmi birinci asır zihniyetinden sıyrılarak girmek gerekmektedir.
Anahtar kelimeleri nedir Hüseyin Kaya’nın?
ortasındayım sana akmayan nehirlerin
daha kervanlar çekmez bu çölden acıyı
Bulunduğu zamana ve mekâna sığmayan bir şair için, akışkanlığın ifadesi olan ırmak ve sonsuzluğa sığınmanın (baki olmanın) sembolü olarak da çöl bulunabilecek en güzel imgelerin başında gelir.
 “Zaman ve hayat”la sorunları olan Şairde, Akıp giden zamanı durduramayan bir çocuğun, sonra bir gencin ve daha sonra da kendini oldukça yılgın, ölgün ve solgun hisseden bir yetişkinin umarsız ağlayışlarının tecessümüdür ırmak.
az gittiğin kadar git uz gittiğin kadar git
sen de tutul geçerken ağudan ırmaklara
Şairde mutlu ırmak yoktur. Bütün ırmaklar aynı dili konuşur. Yani bütün zamanlar. Şair ruhsal bir hamle gerçekleştirmek ister. Mutlu olan zamana, yani ebede, yani “öte”ye  ulaşma arzusudur bu. Belki de şairdeki, “öte” duygusunun dizelerdeki ayak sesleridir bu imgeler.
varsa yoksa elemdir varlığımdan sızan sır
varsa yoksa elemdir tüm ırmakların dili.
yer yer “hayat “kelimesine de doğrudan “zaman” anlamı katan şair, bir dizesinde kitaba verdiği ismi teyid edercesine şöyle haykırır:
hayat ellerimden uçar, kurtulur
Bu duruşta hem zamana hükmetme, hem de ona yenilme duygusu hakimdir. Kaya’nın şiirlerinde bu kaybediş, kendini yitiklik olarak gösterir. Yirmibirinci asırda zikredilmeyen evrensel erdem ve güzelliklerdir şairin kaybettikleri. Ve belki de yaşadığı zaman ve mekâna sığamamanın, hayatla savaşmasının temelinde bu duygu vardır. Ve şairi masalların, düşlerin, efsanelerin iklimine çeken gerçek de budur. Yorgun bir masal anasından, feleğin çemberinden geçmiş bir babadan dinlenilen masalların yerini, ne idüğü belirsiz çizgi filmlerin, animasyonların, bayağı modern öykülerin; tahtadan, emek ve sevgiyle yapılmış oyuncakların yerini fabrikasyon plastik oyuncakların; uzun dost sohbetlerinin yerini geyik muhabbetlerinin; içi doldurulmuş ve her biri başlı başına bir roman olan aşkların yerini, ten düşkünlüğü ve et tutkusunun aldığı bir zamanda yaşamak, şaire ağır gelmekte ve şair bu zamandan başka bir yerlere, belki de ait olduğu “öte” ye gitmek istemektedir. Onun için haykırmaktadır:
çekil gideyim hayat çekil gideyim senden
Masalın sonuna ya da varlıkla yokluğun kıyısına gediğinde yine çaresiz imgelere sığınır, masalını bitirmek ister şair:
kırkıncı odasında kırka bölünüyorum
sonu yok bir masalmış senin hayat dediğin
senin hayat dediğin ağuyu ağırlamak
senin hayat dediğin ağuyu ağlamakmış.
Çöl. Şairin ikinci anahtar kelimesi. Belki de hayat ve ırmak kelimelerine yüklediği anlamlardan sonra bir kurtuluş durağı. Bir barınak. Bir sığınak. Belki de bir liman.
Ve her an, içinde “çöl büyüyen”, “çöl yeşeren” bir şiirdir Kaya’nın şiiri.
yaşamak şimden geri
baktıkça genişleyen uzayan
bir çöl gibi
Şair, kitabına “çöl” şiiriyle başlar. Sonsuzluktan başlar başka bir deyişle. Fizikten, metafiziğe sıçramanın bir iç kanamasıdır bu şiir. Bu yönüyle “çekil gideyim hayat” diyen şair için ulaşılması gereken bir menzildir çöl.
Çölü çöl yapan, onu bütünleyen kelimeler dolaşır şairin dilinde. Ve şair bu kelimeleri okuyucusunu rahatsız etmeden dillendirir. Mecnun der mesela, kervan der, kum der, bedevi der, hicret der, bezirgânbaşı vs der. Ve bize açtığı gönül haritasının ayrıntılarını verir böylelikle.
Çöl, Şairin manevi dünyasının da anahtar kelimesidir aynı zamanda. Çölü, İslami bir duyarlılıkla algılamaktadır Kaya. Ona ister mekân, ister duygu anlamı biçsin, onda bu duyarlılığı hep görmek mümkündür. “düştü hüseyn atından sahra-yı kerbela’ya” diye alıntıladığı dizenin biraz ilerisinde şöyle inler.
hiç dinmiyor fırtına
hiç dinmiyor ki baba
şahidim ol rüzgâra nasıl saldım gideni
yaralı ve yamalı yüzümün şahidi ol
çöldeyim
hüseyninim
ahım ulaşmaz sana
şahid ol dilimi lerzan eyleyen ismin
Şair, hayatın bütün olumsuzlarına rağmen, bütün yanılgı ve yenilgilerine rağmen, çölünü asla ayırmaz yanından.
yine de yürürüm
çölümü ve yolumu taşıyarak içimde
bu hayatı acıyı mil çekip gözlerime
yine de yürürüm
Zaman zaman pişmanlık ve iç ağlama kapılarına dayandığında kelime kuşanır Şair yine.
ben çölü yağmaladım
çöle ben yağmalandım
“çöl içen gözlerin” Şairi, hemen hemen her şiirinde bize kalbinin haritasını “çöl” veya “ırmak” kelimeleriyle açar. Irmak ve çölle ilgili başka bir kelime de kuşkusuz “deniz”dir. 
gidersin yüreğim elimde kalır
kıyısız bir deniz yiter peşinde
Çöl, kumlarla dolu bir sonsuzluk denizi, deniz sularla dolu bir sonsuzluk çölünden başka bir şey değildir. Yani şairde deniz ve çöl neredeyse aynı çağrışımların anneliğini yaparlar. Mesela aşağıdaki şiirde deniz sonsuzluğun bir boyutu olan ezel olarak karşılamaktadır bizi.
mızrağının ucunu çevirme yüreğimden
çevirme dönmem geri gidecek nerem kaldı
ne yanmayan bir gemim
ne tayfam
ne havarim
bir kez oğlum de bana
baba denizden geldim.
Ve denizin, diğer ana anahtar kelimeyle de yani ırmakla da de ciddi ilintisi bulunmaktadır. Her ırmağın nihai hedefi bir denize ulaşmaktır. Onun için ne mutludur Fırat, Dicle ve nil! Çölde biten ırmaklar da vardır şairin dilinde.
hangi ırmak tükendi hangi çölde bilirsin.
Ve şair her şeye rağmen, sırlarını çözmeye çalışmaktadır akıp giden hayatın.
bana da bir tılsım sun sırrı için hayatın
çöz de yumruklarımı tufanlar yaşayayım
çöz de avuçlarımdan göreyim gökyüzünü
Türk Edebiyatı, kendisine yeni ve özgün şiirler kazandıran genç şairi tebessümlerle karşılamakta, Türkçe, bu aşığına bir maşuk gibi bağrını açmaktadır.  

kaynak:
ardıç dergisi

abdurrahim karakoç için...



Abdurrahim Karakoç’u ilk kez ne zaman duydum ve tanıdım diye düşünüyorum, liseye yeni başladığım yıllardaydı bu isme ilk kez rastlamam. Necip Fazıl’ı tanımış ve Çile’yi günlerce yanımda gezdirmiştim. Kitaba ulaşmanın zor olduğu yıllardı. Sezai Karakoç, Nazım Hikmet hatta Cemil Meriç’in kitaplarına ancak özel kitaplıklarda rastlamak mümkündü. En azından yaşadığım şehirde durum böyleydi. Ders kitapları ve okul kütüphaneleri için halen sakıncalı sayılıyordu çoğu yazar ve şair o yıllarda. Sırf kitaplıkları hatırına arada uğradığım dernek, vakıf kütüphaneleri hayli faaldi ve Abdurrahim Karakoç’un üç kitabını bir arada bulma bahtiyarlığını da Bizim Ocak’ın kitaplığında yaşadım. Kan Yazısı, Hasan’a Mektuplar ve Vur Emri adlı kitapları ciltlenmiş, tek kitap haline getirilmişti. Kanımızın deli aktığı dönemlerdi ve gümbür gümbür bir sesi vardı Karakoç’un. Şiire ilgisi olmayan arkadaşlar bile kitabın cildine, dörtlüklerden oluşan şiir biçimine, halk diliyle yazılmış şiirlere bir süre baktıktan sonra kitabı elinden düşürmüyordu. Kolay okunan ve insanı saran şiirlerdi kitapta yer alanlar. Kelimeler, deyimler bizim coğrafyadandı. Çoğu siyasi şiirler de bizim dünyamızı yansıtıyordu. Anadolu, garibanlık, ezilmişlik, devlet kurumlarının ilgisizliği, yoksulluk, esir Türk illeri, ülkü, Türk birliği gibi dönem gençliğinin dilinden düşmeyen kelimeler şiir biçiminde sayfalar boyu devam ediyordu. Taşranın zihin dünyasının dizeye, dörtlüğe dönüşmüş haliydi sanki bu şiirler. Okunduğunda izah gerektirmeyen, bazen hicivleriyle tebessüm ettiren bazen kederimizi artıran şiirler… 
Aynı yıllarda yeni yeni piyasaya çıkmaya başlayan muhafazakâr camianın müzik albümlerinde de Karakoç’un bestelenmiş şiirlerine rastlamak kalbimizdeki, zihnimizdeki Abdurrahim Karakoç resmini daha da süslüyor, büyütüyordu. 
Dosta Doğru adlı kitabından sonra başka bir Abdurrahim Karakoç’u tanımaya başladım. Daha durgun, daha derin, yazan ama suskun bir Karakoç. Sivas’ta her kitapseverin ağabeyi, seyyar sahafımız rahmetli Ali Şahin Canozan’la yaptığımız bir sohbetten sonra artık yeni bir Karakoç’u tanımaya başladım diyebilirim. “Saati Yok Eremi Yok, İtiraf, Mihriban” gibi şiirleri okuyor kendince şerh ediyordu. 
Hey arkadaş, bu sevdanın ardına
Şahlar bile tahtı, tacı kor gider dizelerini okuduktan sonra burada İbrahim Ethem’e gönderme var farkında mısın, dedi. Sezai Karakoç’a olan sevgimi bilen Ali ağabey: halk şiirinin Monna Rosa’sı Mihriban’dır, demişti bir keresinde. Bu tespitin ne kadar yerinde olduğunu yaşadıkça gördük, anladık. 
Slogana yaklaşan ideolojik söylemlerden, hicivlerden şiirini arındıran Karakoç, ilerleyen yıllarda derviş sükutuna bürünerek yazmaya, yaşamaya Dosta Doğru çıktığı yolculuğuna devam etti. Tanıyanlar, tanışanlar da bu halinden bahsederdi hep. Mütevazı ve suskun, çoğunlukla düşünceli bir Karakoç…
Tanışmak, yüz yüze görüşmek nasip olmadı kendisiyle. Etrafımda şiirle ilgisi olsun olmasın çoğu insan Muhsin Yazıcıoğlu vesilesiyle kendisiyle aynı ortamda bulunmuştu ama yolumuz hiç kesişmedi Abdurrahim Karakoç’la. Doksanlı yıllarda şiir gecelerinin heyecanını yitirmediği dönemlerde arkadaşlarımızdan biri Abdurrahim Karakoç’u bir şiir programına davet etme fikrini attı ortaya. Davet işini üstlendi. Nerede misafir ederiz, nerede sahneye çıkarırız gibi küçük planlardan sonra ertesi gün Abdurrahim Karakoç’un şiir gecesi için Sivas’a gelmeyi kabul etmediğini öğrendik. Arkadaşımız kendisine ulaşmış, görüşmüştü. Dilerseniz bir gün geleyim, bir öğrenci evinde misafiriniz olayım, sizlerle konuşayım, tanışayım hatta bir gece de kalayım ama sahneye çıkıp kalabalıklara şiir okumayayım demişti. Günlerce kendisini misafir etme planı yaptık ama nasip olmadı yine tanışmak, görüşmek. O günlerden sonra Abdurrahim ağabeyimiz oldu Abdurrahim Karakoç. Tanışsak, aynı mekânda bulunsak ne konuşurduk, soracak neyim vardı onu da bilmiyorum.  
Bir kez televizyon programında dinledim kendisini zaman zaman da denk gelirsem gazete yazılarına bakmaya çalıştım. Hep uzakta kaldı, uzağına düştük belki de. 
İsminin, şiirlerinin peşinde olmadı hiç. Kendi hikayesinin kahramanıydı. Duvarlara da yazıldı dizeleri, kalplere de. Şairinin ismini, cismini dahi bilmeyen sesler okudu türkülerini, şiirlerini okumaya devam ediyor.  El avuç açmadan kimseye, sözün şehvetine kapılmadan, şöhretin peşinde hırpalanmadan yaşadı ve göçtü. Halk şiirinin sadeliği, derinliği onun şiirleriyle yeniden Türkçe aynasına yansıdı. Yunus’tan, Emrah’tan, Köroğlu’ndan, Dadaloğlu’ndan, Sümmani’den, Pir Sultan’dan kalan mirası yok saymadan yeniden işledi ve şiirimize, Türkçeye, ruh dünyamıza derin nakışlar bırakarak göçtü. Belki de o dönem Türkiye’si gereği fikirle, siyasetle, hicivle başladığı şiir yolculuğunu Yunuslayın tamamladı Karakoç. Şiirin, sözün ve sevdanın kendisine tutunanı kemale taşımasının son örneğiydi belki de.