31 Ekim 2025 Cuma
külbe-i ahzan’dan (hüzünler evi) seslenen hüseyin kaya
23 Temmuz 2020 Perşembe
hüseyin kaya'nın derin hüznünün acı meyvası
selçuk karakılıç
Yahya Kemal, ne zaman yazdığını tespit edemediğimiz “Resimsizlik ve Nesirsizlik” başlıklı yazısında, “Milliyetimizi, kendime göre idrak ettiğimden beri dilimden düşmeyen bir cümle budur: Resimsizlik ve nesirsizlik… Bu iki feci noksanımız olmasaydı bizim milliyetimizi bugün olduğundan yüz kat daha kuvvetli olurdu.” diyerek resim ve yazıya olan kayıtsızlığımızdan bahseder.
Paris’te Louvre Müzesini gezen, Picasco’nun sergilerindeki hıncahınç kalabalık karşısında hayranlığını gizleyemeyen ve Madrid Büyükelçiliği sırasında davet edildiği şatolarda, ressam Velaskes ve Goya’nın tablolarının önünden dakikalarca ayrılmayan Yahya Kemal’in memlekete döndükten sonra resim aşkının günbegün arttığı görülüyor. Daha çok parnasyen şairlerin etkisiyle resme ilgi duyan Yahya Kemal, sözünü ettiğimiz “Resimsizlik ve Nesirsizlik” yazısına şöyle devam ediyor:
“Eğer Türk milletinin resim bir, nesir iki, bu iki sanatı olsaydı bugün milliyetimizin kudreti, olduğundan yüz kat daha fazla olurdu. Muhayyileyi en fazla işleten bu iki sanatı talih bizden esirgedi. Cedlerimizin resimleri yok, onları hemen hemen bilmiyoruz. Minyatürlerden Avrupa’nın o asırlardaki ressamlarının levhalarından hayal meyal onları seziyoruz. Nesrimiz, resmimize göre vardı. Lakin yazık ki nesrimiz, üç kusurla maluldür. Çok az yazı yazmışız, çok kötü yazı yazmışız, çok kısa yazı yazmışız.”[1]
Bu ilginç yazıdan çıkaracağımız tabii sonuç, o yıllarda zengin ve seçkin şiir hayatının olması kadar, nesre ve resme yeteri kadar eğilim göstermediğimiz ve önemsemediğimizdir. Aslında Göl Saatleri’ni (Evkaf Matbaası, 1921, s. 63) yayımlayarak akşamın dinginliğini ruhlarımıza üfleyen Ahmet Haşim, önce “Örümcek Ağı” (1925) ile başlayan sonra “Kaldırımlar” (1928) ile devam eden Necip Fazıl şiirinin eksantrik ve mistik havası, Faruk Nafiz’in memleket kokan şiirlerinin yanında Refik Halit’in Memleket Hikâyeleri (1919) gibi, Yakup Kadri’nin Erenlerin Bağından (1922) gibi, Halide Edip’in Ateşten Gömlek (1923) gibi kuvvetli, özenli ve artistik nesir yazarlarının ve eserlerinin olması bile, bu resmi olmayan nesri kıymetlendirmiyor Yahya Kemal için...
Şairimizin, bu “seçkin nesir”lerin varlığına rağmen nesirsizlikten şikâyetini anlamlandıramıyoruz. Üstelik artistik nesrin fikir ve çığır açıcısı Falih Rıfkı, Suriye hatıralarını Ateş ve Güneş’te (1918) toplamış, 1930’lara doğru ise orijinal yazış ve duyuşa sahip fantezist nesrin yazıcısı Arif Nihat’ın ayak sesleri de duyulmaya başlamışken…
Fakat “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” gibi bir şahesere imza atan şairin seziş ve hissediş kabiliyeti burada daha da bir anlam kazanıyor: Mehmet Akif hariç kimsenin aklından geçirmediği yahut geçirdiyse bile dillendiremediği “resim” sanatının yokluğunu ilk fark eden sanatkâr olması ve bunu ifade edebilmesi önemli bir fark ediştir.
İşte bu, şairin çağrışımlarla dolu muhayyilesinin devamlı aksiyon içinde olduğunu gösteriyor. Onun şiirde olduğu kadar, nesirde olduğu kadar resim sanatının da farkında oluşu, sanatkâr sezgisinin kuvvetinden ileri gelmektedir.
Ne var ki, bugünlerde, Yahya Kemal’in eleştirdiği resimsiz ve nesirsiz edebiyat ırmağının yerine “şiirsiz bir edebiyat âlemi” karşımızda bulunuyor. Ancak bizim asıl şikâyetimiz, şairsiz ve şiirsiz oluşumuzdan ileri gelmiyor. Aksine şair bolluğunun olduğu bir ortamda, yeni ve farklı bir şiirin uzun zamandır sesini duymamamızdan kaynaklanıyor. Bizi, maddeci dünyanın demir pençesinden bir nebze kurtaracak, hislendirecek, sevindirecek “has şiire” ihtiyacımız çoğalarak artarken bu iştiyakımızı karşılayacak, hasretini çektiğimiz şiire ruh üfleyecek şairler arıyoruz.
İşte, şairlik kumaşı sağlam, gelenekten beslenerek yenilenmiş bir şiirle beslenen Hüseyin Kaya’nın mısraları bu şiirsizlik ortamında bizi alıp götürüyor âdeta. Son yirmi yılda, şiirimizin lirizme hapsolduğu bir dönemden sonra Kaya’nın şiirleriyle hüznü, acıyı, kederi yeniden hatırlamış olduk.
Hüseyin Kaya, 2006 yılında yayımladığı Çekil Gideyim Hayat isimli şiir kitabı ile beş yıl sonra neşrettiği Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz (Ötüken, 2012) ve Melâl Bahçesi (Sütun, 2013) isimli (ilki ve üçüncüsü şiir, ikincisi ise nesir) kitaplarıyla bizde bıraktığı ilk intiba romantik ve hüzünkâr bir şairin ele avuca sığmayan melali oldu.
Şairin melali gün geçtikçe artmış, kederi çoğalmış, hüzün evine bağdaş kurmuş oturmuştur. Ve en sonunda ise melal bahçesinde elem çiçekleri açmıştır… Aşırı hassas ruh hâlinin açtığı yaralar ise şairi, iç dünyasının dışına çıkarmıyor. Aksine içine kapattıkça kapatıyor, hüznün kalesine girdikçe giriyor…
Yalnız şair, Çekil Gideyim Hayat’ta (Kaya, 2006: 7), “Hüzünler evi” ismiyle bir bölüm açıyor. “Hüzünler evi”nde karamsar bir ruh hâline sahip şairin kimseye belli etmediği, ama fark edilen hüznünün tablo tablo resimleri de bulunuyor.
Yusuf suresinin 86. ayeti olan “Ben hüznümü, kederimi ancak Allah’a şikâyet ederim”i epigraf olarak seçen şairin tercihinin bize çok anlamlı geldiğini söyleyebiliriz. Bu gizlenmeye çalışılan hüznün, kederin sonu yok mu? Şair, daha önce Çekil Gideyim Hayat’ta kederini “Hüzünler evi”ne saklamışken Melâl Bahçesi’nde artık melâle dönüşmüş, evden bahçeye çıkmış, hayat karşısındaki yorgunluk artmış, bezgin ve bedbin bir ruha evrilmiş bulunuyor. Yani azalacağının, şairin peşini bırakacağının yerine hüzün çoğalmaya devam ediyor…
Onun şiirlerinde, dışa dönük, sosyal veya toplum merkezli bakış açısından ziyade sanatçının kendi “ben”i ön plandadır diyebiliriz. Kaya’nın iç dünyasının izlerini taşıyan hem nesri hem de şiirlerinin en belirgin özelliği “hüzün kuşatması” altında olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Bu hüzün ve karamsarlığın altyapısını oluşturan, şairi melankoli denizinde yüzdüren asıl duygu ise yaşanılan hayatın çekilmezliği olabilir mi? Şair mi bu dünyanın yükünü kaldıramıyor yahut dünya mı şairin yükünü çekemiyor?
Çekil Gideyim Hayat’ın (Lamure, 2006: s. 7) iç kapağına bilerek ve isteyerek “hüzünler evi” yazan şairin yaşadığı elemin arka planını şu kelimelerden yola çıkarak takip etmek ve Kaya’nın hüznünü daha da anlamlandırmak mümkündür: “Hep aynı çöl”, “bu hüzün kıssasının ortasındayım”, “hayatın mültecisi bir kalp”, “yağmalanmış ömrüm”, “kısadır geçer hayat dediğin”, “kavruk yüreğim”, “surların önündeyim”, “beni hayata değil kendine bağla”, “acıyla sarıyorum acıyan yerlerimi”, “içimde tek hüzün kaldı” gibi söz veya söz öbeklerine bakılırsa şairin hassas ruh hâli ve karamsarlığı görülecektir.
Elem ve kederi sevincin bir parçası gören Suarés, “elem birdir” diyerek aslında bütün kederlilerin bir mabette toplandığını söylerken hiç de haksız sayılmaz. Hüseyin Kaya’nın şiirleri aynı kederi ve ızdırabı paylaşanların aynı mabette toplandıklarını da gösteriyor: “Çöl”, “Hüzün Kıssası”, “Nehir”, “Elem Çiçeği”, “Ortada”, “Muğber”, “Masalın Bittiği Yer” başlıklı şiirler sanatçının hüznünü ele veren, kuşatılmışlık duygusunu gözler önüne seren parçalardır.
Hüzünler devşirip, onları bir bahçede toplayan Hüseyin Kaya’nın Melâl Bahçesi, şairin daha önce yayımladığı Çekil Gideyim Hayat isimli ilk şiir kitabından seçme şiirler ile birlikte yeni şiirlerden oluşmaktadır. Yani bir bakıma şair, kendince bir seçim yaparak eskilerle yenileri hüzün bahçesinde harmanlamayı denemiş…
Melâl Bahçesi’nin ilk şiiri ise “Rüya” ile başlıyor. Fakat bu, sevgilinin adını yazmak bir yana dursun, ismini dilinde gezdirmek yükünü bile taşıyamayan şairin korkulu hülyasıdır bu rüya… Uyanıkken görülen rüyanın sonunda yorgun ve kırgın, yalnız ve kederli bir şair görünür ufkumuzda:
“ah efendim sizin de yanar mı içinizde
unutulmuş bir sure gibi uzak her yıldız
yoruldum ah efendim bu dünya denizinde
aynı rüyada bile yalnızız hep yalnızız”
Melâl Bahçesi’nin “beytü’l ahzan” bölümüne kadar ölüm temasının arttığını görmekteyiz. “Gölgesi bile ağır bu hayatın altında” şairin kalbi kırıldıkça kırılıyor, teselliden ise nasibi azaldıkça azalıyor…
“gölgesi bile ağır bu hayatın altında
kalmıyor teselliden sabırdan nasibimiz
hepimizin içinde gün görmeyen bir oda
yağmur bile dokunsa kırılıyor kalbimiz”
Şair, kitaba ismini veren ve böylece ön plana çıkıveren “Melâl Bahçesi”nde, Cahit Sıtkı’yı aratmayacak ölüm vurgusu ve yalnızlık korkusuyla bizi başbaşa bırakıyor:
“her çiçeği süsler ölüm korkusu
güz ne kadar uzak durursa dursun
perdelere sinmiş yağmur kokusu
anneniz uyuyor çocuklar susun
….
ve kalp de yorulur hep titremekten
bir gülün üstüne gülden habersiz
göçüyorum parça parça gölgemden
ah çocuklar sararıyor bahçemiz”
“ah çocuklar sararıyor bahçemiz” diyerek etrafındaki dostlarının başka bir mekâna göç eylediğini söyleyen şair “Dünya Hâli”nde, sonsuzluk kervanının yaklaştığını belirterek uyku gibi gelen ayrılığı şöylece tarif etmektedir:
“uyku gibi gelir ayrılıklar da
ağırlaşır kollar saatler kanar
son sayfası eksik bir kitap dünya
şiirler şarkılar buraya kadar”
Melâl Bahçesi’nin ilk bölümünde Kaya, hayat karşısında yılgın bir görüntü vermektedir. “Rüya”, “Dünya”, “Kelebeklerin Ahı”, “Melâl Bahçesi”, “Kaza Namazı”, “Hatıra”, “Küstüm Çiçeği”, “Dünya Hâli” yalnız bir adamın kuşatılmışlığını en iyi ifade eden örneklerdir.
Melâl Bahçesi’nin (2013, s. 27) “beytü’l ahzan” bölümünün ilk şiiri olan “Çöl”de ise anlatılmaz bir karamsarlık havasının hâkim olduğu daha ilk mısralarında kendini ele veriyor. Kuşkusuz her sanatçı, yaşayıp gördüğünü terennüm etmekle görevini yapmış oluyor. Hayatın bir tarafı sevinç, öteki tarafı kederden ibaretse her ikisinin aynı ölçü içinde seyretmesi daha bir insanı kuşatıyor. Ama buradan bakıldığında şairdeki yeis ve karamsarlık alıp başını gitmişe benziyor:
“bir hicrana emanet yele düşmüş ömrüme
bundan sonra bin bahar gelse ne gelmese ne”
Burada şairin, ömrünün son baharını yaşayan bir kimse gibi ümitsizliğe kapılması bir kırgınlığın varlığını hissettiriyor. Şiirin kalan dörtlüğünde, asıl varmak istediği menzili haber veriyor. Yaşama hevesini kaybetmiş görünen, serazat ve boş vermişlik hissi uyandıran bu şiirde, Kaya’nın rest çeker gibi bir hâli vardır:
“olsa ne olmasa ne bu masalın sonrası
hep aynı çöl ruhumdan cennetime dökülen
yeniden yaşasaydım dediğim bir günüm yok
çekil gideyim hayat çekil gideyim senden”
Şairi hayattan bu kadar kopartan ve uzaklaşma isteğini doğuran ana sebep ne olabilir? Aşk vurgunu mu, baba özlemi mi, dost kahrı mı, hayatın çekilmezliği mi, yalnızlık mı? Bu saydıklarımızın belki sadece biri, belki de tamamı sebeplerden biri olabilir. Ama onun asıl melalini artıran, kalabalılar içinde yalnızlaştıran hatta hayattan uzaklaşma eğilimini günbegün artıran unsurun zaman ve mekân karşısında tutunamayışı gibi geliyor.
Zaman zaman bizler de yeis, ümitsizlik denizinde savrulmuyor muyuz? Tutunacak dalımızın olmadığı hissine kapılarak “hayattan çekilmeyi” düşünmüyor muyuz? İşte şair, belki de sadece kendi ben’ini merkeze alarak yazdığı “Çöl”de, hemen hemen herkesin başındaki elemi farkında olmaksızın dile getirdiğini söyleyebiliriz.
Türk şiirinde “baba”ya yazılmış şiirler belki bir elin parmaklarını geçmezken, “anne” şiirleri yahut “anne”den bahseden mısraların hacmi epey büyük bir yer teşkil eder. Aradaki bu orantısızlığın sebebi, “baba”larımızın çocuklarını kucaklarına almayışı, onları açıktan sevmeyişi veya çocukla arasına belirgin bir mesafe koyması olabilir. Baba-oğul arasındaki derin kırılmaların meydana getirdiği “baba kompleksi” ise şiirimize de yansıyor…
Bu itibarla birkaç örnek verecek olursak Mehmet Akif-Emin, Tevfik Fikret-Haluk, Nâzım Hikmet-Memet gibi şair babalar ile oğulları arasındaki yol ayrılıkları, çocukların babalarına olan sevgisini azaltmış, onları birbirinden uzaklaştırmıştır. Tabii, bütün toplumu çocukları görerek onların doğru yolu bulmaları için çırpınan şair babalar, esasında kendi öz çocuklarının acılarıyla, sevinçleriyle yeterince ilgilenememekte daha da ötesi onların duygularına hitap edecek sözler söyleyememektedirler. Bütün bunlar daha sonraları başlayacak kasırgaların, kırgınlıkların habercisi ve babaya olan soğuk bakışın işaretleridir. Yeniden şiir tarihimize dönelim ve asıl sorumuzu soralım: “Türk şiirinde babasına seslenen veya doğrudan baba özlemiyle şiir yazan kaç şair vardır?”
Necip Fazıl Kısakürek üç Ömer Bedrettin Uşaklı iki, Fazıl Hüsnü Dağlarca üç, Arif Nihat Asya bir, Yavuz Bülent Bakiler altı şiirini annelerine hasretmelerine rağmen, babalarına dair ya hiç şiir yazmamışlardır yahut temas edip geçmişlerdir.
Şiirimizde belki yukarıda işaret ettiğimiz sebeplerden ötürü babasına şiir yazan şair sayımız ne yazık ki çok azdır. Baba temalı yazılmış şiirlerde ise en belirgin özellik kuşatılmışlık hissi veren ve sitem yüklü mısraların ördüğü şiirler ön plandadır.
İşte baba kompleksi taşımadan, babasına doğrudan seslenen, onun yokluğundan doğan acılarını yine ona anlatan Hüseyin Kaya, “Geçerken” şiirinde yalnız, çaresiz, yaşama hevesini ve umudunu yitirmek üzere bir genç adamın hüznünü anlatır. “Sen baba sen bilirsin bu öykünün sonunu” diyen şair, yanında olmayan sevgili babasına şöyle sesleniyor:
“bana ne yaşamak de
ne de denizi anlat
hiçbir yerinde böyle
böylece bu hayatın
hiçbir yerinde aşkın
her yerinde acının
ben burda
kaldım baba
ben
böyle yaşıyorum
yaşadığımı
böyle
ben böyle geçiyorum geçtiğim ateşlerden”
“Elem Çiçeği”nde ise şair, babasının yokluğunu, çocuk yüreğinde bıraktığı kavruk yaranın acısını, ondan çok uzakta, belki hiç gelmeyecek babasına sitemkâr bir edayla sesleniyor:
“bir kez oğlum deseydin olmazdı acılarım
kıncıtmazdım dağımda yeşeren baharları
baba
sevgili babam
ben böyle yitiyorum
bir kez karanlığıma doğmadan bakışların”
Şair, babasının bir kez bakışına (bu bakış ister tebessüm eden ister sert bir baba bakışı olsun) karanlıktan çıkmak için ümit bağlamaktadır. Hüseyin Kaya, “Masalın Bittiği Yer” şiirinde ise aşk vurgunu bir kalbin hicranını çok sakin bir üslupla anlatıyor:
“beni bilme
akıyor iki gözüm önüme
unutulan yeminin bedeli böyle imiş.”
Hüseyin Kaya’nın masalı burada bitiyor. Yalnız bitmeyen, artan, çoğalan bir hisler yumağı var. Hüseyin Kaya, elem çiçeklerini, Melâl Bahçesi’nde büyütmeye, onlarla yaşamaya devam ediyor. Bakalım bu melal daha ne kadar sürecektir?
19 Temmuz 2020 Pazar
sühan dergisi hakkında hüseyin kaya ile mülakat
konuşturan:
selçuk küpçük
SÜHAN iki ayda
bir yayınlanan bir edebiyat dergisi ve Sivas’ta şair Hüseyin Kaya editörlüğünde
çıkıyor. Hüseyin Kaya Sivas’ın ve genel anlamda da dergi dünyamızın damarlarına
kan pompalıyor aslında. Geçmiş yıllarda farklı dergi tecrübelerine de sahip
olan Kaya’nın bir süre evvel Lamure Yayınlarından ilk şiir kitabı da çıktı.
SÜHAN ilk sayılarında şiir/edebiyat merkezli bir dergi iken ilerleyen
sayılarında salt deneme metinlerine yönelerek kendisine özgün bir yer edindi. Yeni
çıkan 15. sayısı da “İstasyon” temalı denemelerden oluşan bir dosya bütünlüğü
sunuyor. Bu anlamda Hüseyin Kaya ile dergisini ve duruşunu konuştuk. Özellikle
derginin şiirden uzaklaşma gerekçeleri bence yeni tartışmaları beraberinde
getirecek gibi gözüküyor.
Sühan içerik
anlamında bir dönüşüm yaşadı ve şiir/edebiyat dergisi iken salt deneme
dergiciliğine yaslanan bir yayın politikası sürüyor artık. Bu dönüşümün
gerekçeleri nelerdi?
Memlekette
metrekareye düşen şair sayısı her geçen gün artarken şiir sayısı ters bir
orantı ile azalıyor. Şiirde bir kırılma dönemi –fetret de diyebiliriz-
yaşadığımızı artık tartışmak bile lüzumsuz. Bu has şiirin tükendiği anlamına
elbette gelmiyor ancak güzel şiir çok az yazılıyor. Ayda yılda hakiki bir şiir
yayımlayabilmek için, sayfalar dolusu “meşk” kırıntılarını yayımlayamayacak
kadar kıymetlidir Sühan sayfaları. Bunun böyle olduğunu ancak derginin birinci
senesinden sonra anlayabildik.
Şiir yayımlamak ve
müteşairan ile uğraşmak hakikaten ömür törpüsü bir iş. Yazdıkları sanki çok
kıymetli metinlermiş gibi sayfa beğenmezler, sıra beğenmezler… Kafa ağrıtırlar
hasılı. Çoğu hastalıklı ve ne dediği belli olmayan metinler… açıkça söyleyecek
bir şeyi yoktur zaten çoğunun. Söyleyecek şey çok aslında ama mevzuu dışına
çıkmak istemiyorum. Zaten dergi çıkarmak sıkıntılı bir iş, bir de bunlara
katlanmamak için böyle kökten bir çözüm bulduk. Dergi zaten kapaksız, resimsiz,
reklamsız ve renksiz gibi vasıflar taşıyordu bazılarının gözünde, şiirsiz de
olsa olur, diye düşündük ve oldu.
Deneme kaçışı
olmayan bir tür. Şiir gibi geveleseniz de ortaya bir şeyler çıkmıyor ya da
bunun kıymetli şeyler olduğunu ima edip kendi kendinize havaya giremiyorsunuz.
Okur ile araya perde koyup da konuşmuyorsunuz yani. İşte bunlar ve bunlara
benzer birçok nedenler yüzünden Sühan’a şairler yalnızca nesir kapısından
girebiliyor.
Başlangıçta yine
farkına varmadığımız bir husus da kendiliğinden geldi sonraki süreçte.
Memlekette hikaye, öykü, şiir dergileri çıkmış şimdiye kadar ama “deneme”
dergisi bu güne değin var olmamış hiç. Neden bu Sühan olmasın, diye içimizden
geçti, halen de geçmekte. Sühan’a bu durum da farklı bir yol çizdi.
Sühan’ın çıkış
süreci nasıl yaşandı peki ?
Bizler az çok
gençlik yıllarımızda dergicilik işleriyle uğraşmış insanlarız. Ancak o yıllardaki
uğraşlar hep “heves” olarak kalır bilirsiniz. Birçok sebepten yaşını
doldurmadan sona erer bu dergiler. Artık büyümüştük az da olsa ama yine heyecan
vardı. Bunu bir şekilde gün yüzüne çıkarmak gerekiyordu yoksa onlarca “yitik
ağabey”lerin sonuna benzeyecekti sonumuz. Ömür tez geçiyor, hayat sürekli
üstümüze geliyordu. Boyun büküp dergahına odun taşıyacağımız ya da postuna
oturup kelamını dinleyeceğimiz büyüklerimiz ya uzaktı bizden ya da biz onlardan
uzaktaydık. Mevcut dergilerin neredeyse tamamı “çete” usulüyle çalışıyordu ve
verdiğiniz selam dahi “rüşvet” kabilinden değilse alınmıyordu. -Halen de
böyledir.- Bize ait bir hayat belirtisi olsun dedik. Durmak ihanettir dedik
kendi kendimize ve başladık. İlk sayıdan sonra sanki tüm şartlar Sühan için
hazırlanmış gibi devamı geldi… öyle de gidiyoruz.
Kapanmış
dergileri konu edinen dosyanız hariç hayatımızın içinde yer alan ama özgül
ağırlığını fark edemediğimiz oyuncak, yenge, istasyon gibi temaları merkez alan
dosyalar sundunuz. Sühan edebiyat dergiciliğimiz açısından kendisine özgün bir
yer aralayan deneme dergiciliği yaparken, aynı zamanda kalıcı dosya konuları
ile deneme yazarlarını ve yazacak olanları tahrik ediyor. Ben bunun şahsen hem
dergi, hem de yazarlar için kazanımlı bir süreç olduğunu gözlemliyorum. Bu
konuda neler söylemek istersin..
Otuz yaşıma
yaklaştığımda anladım ki aslında bize hep ters ya da uzun yolu göstermiş
birileri ve aynı kişiler sanki yalnız benim değil, şiirin, romanın, denemenin
hatta dergilerin önüne bir yol gösterici edasıyla geçmiş, nasıl bunları bir
uçurumdan aşağı yuvarlarım ya da hangi ormanın karanlıklarında kaybolmalarını
sağlarım gibi art niyetli düşüncelerin hesabını kitabını yapmış, biz de yıllar
yılı hep o hesap üzre yola devam etmişiz…
Edebiyatta bilhassa
şiirdeki asıl sıkıntı bu bence. Sühan olarak herkesin gözü önündeki konuyu
işaret ediyoruz ve herkes yazabiliyor bunu. Üfürmeden, uçmadan, ayakları yerde
yazıyor yazarlarımız ve dikkat çeken, kendini okutan, çoğalan, çoğaltan
metinler sayılar çıkıyor ortaya. İlginç değil mi yazarlarımızın gözleri,
görünmeyen bir kafdağının ardını süzmeye sonra anlatmaya çalışıyor, ama en
güzel manzarayı ayaklarıyla ezip geçiyorlar yıllar yılı farkında olmadan.
Sühan bence bu
noktada hacminden büyük bir iş başardı, başarıyor. Yazarlar dergide yazmasa
bile “yenge”, “dede”, “oyuncak”, “istasyon” temalarını taşıdılar bile
köşelerine sessiz sedasız. Benim için, dergimiz için çok önemli bu durum.
İkinci sayınızdan
itibaren meşhur Recai Güllaptan sürekli yazarınız oldu. Recai Güllaptan’ın
Sühan içerisindeki konumu, işlevi, anlamı nedir. Hatta yeni çıkan 15. sayınızda
asıl ismi ile yer aldı Bunu şunun için soruyorum: A. Turan bey günümüz Türk
şiirinin bitmişliğini savunan bir yazı yayınlamıştı. Sühan da sanırım bu vakte
denk düşen sayılarından itibaren şiirden uzaklaşarak hiç şiir yayınlamamaya
başlamıştı.
İkinci sayıya kadar
Recai üstat ile ve dolayısıyla A. Turan hocamız ile, aynı şehirde yaşıyor
olmamıza rağmen tanışmış değildim. Adını bilir, kitaplarını takip eder, uzaktan
da tanır idim ancak bir kez dahi ru be ru görüşmüşlüğümüz, muhabbet
etmişliğimiz yoktu. Sühan vesilesiyle üstada kendimi tanıtma fırsatım oldu
sonrası kendiliğinden geldi. Halen on yıl evvel kapısının çalmamış olmanın
pişmanlığını duyuyorum zaman zaman; lakin sohbet de “nasip” ile demek ki. Sühan
ve şahsım için, Recai Güllapdan da, A.Turan Hoca da büyük bir nimettir,
ağabeydir, üstattır. Bu iki isimden biri varsa dergide -kendi adıma söylüyorum-
sağıma soluma bakmadan karşıya bakabiliyorum. Recai üstadımız için derginin;
derginin “içinde” ifadesi uygun olmayabilir. O ağabeylik yapıyor, doğru bildiği
yönü işaret ve ima ediyor. Bunu yaparken de etkilemiş olmamak için çokça çaba
sarf ettiğinin farkındayım. Gördüğü olumsuzlukları da aynı şekilde
ifadelendiriyor. A.Turan Alkan’ın şiir ve şair hususundaki görüşleri her geçen
gün birileri tarafından daha benimseniyor ve farklı cümlelerle yeni bir “buluş”
gibi sürülüyor edebiyat dergilerine. O, çok zaman önce de “şairler ve şiir
aleyhinde” yine bir yazı yazdıydı ve “gençleri şiirden korumalıyız” bile
dediydi. Onu ve kast ettiği meseleleri anlamayan bilhassa şuaradan bazı zevat
esiyor, yağıyor gürlüyor, bir süre sonra bakıyorum üstat ile aynı şeyleri başka
cümlelerle orda burada yazıyor, röportajlarda söylüyor…
Ben kendisinin “şiir
ve şair” hususundaki görüşlerine sonuna kadar katılıyorum. Şiir kitabım çıkmış
olsa bile katılıyorum. Bu derin bir mevzuudur izahı sayfalar tutar, hem gerek
de yok, onca “okuma yazma” bilmeyen şaire ikinci bir hedef olmaya. A.Turan Bey
ima etmedi, söylemedi, istemedi ama beni etkilemiş olması hasebiyle dergi de
etkilemiş olmalı şairler ve şiir hususundaki görüşlerinden. -İsterseniz buna
etkilenme değil de hakikati görme, gösterme diyelim.- Sühan’da şiir neşrini
bıraktığımız andan itibaren dergi yükselişe geçti. Her dergide adını görüp
mutlu olan ve ne dediği anlaşılmayan tuhaf müteşair taifesi kendilerine bu
kapıdan ekmek çıkmayacağını anlayınca tası tarağı topladı ve başka kapılara
yöneldi. Bundan sonra Sühan için yeni bir okur ve yazar camiası oluştu. Demek
ki haklı üstat…
Tecrübe edenler iyi
bilir, bir edebiyat dergisinin editörünü en çok şairler(!) yıpratır, hatta bazı
dergileri batırmak, kapatmak için özel çaba harcar bu tür insanlar. Sayfa
beğenmezler, köşe beğenmezler, font beğenmezler, yanlarındaki önlerindeki
arkalarındaki isimlerden rahatsız olabilir ve zaman zaman küsebilirler olmadık
sebeplerden dolayı… Tüm sıkıntılar yetmiyormuş gibi dergi editörü bir de bu
türden sıkıntılar yaşar, ona bu sıkıntıları yaşatırlar. Şiir yayımlamayarak hem
bu sıkıntıları en az düzeyde yaşıyoruz…
Ben edebî
kamplaşmaların olmamasını dilesem de ne yazık ki pratikte böyle bir kırılma /
ayrışma mevcut. Sühan’ın son sayılarında benim de yakından tanıdığım ve
sosyalist düşünce geleneğinden gelen ve bugün kendisini anarşist olarak
tanımlayan şair/eleştirmen Halim Şafak da yer alıyor. Hatta bu durum biliyorsun
bir edebiyat grubunda tartışma konusu dahi olmuştu. Sen ne diyorsun bütün
bunlar karşısında..
Sühan aklıbaşında,
ayakları yerde bir dergidir. Horoz fıkrasını bilirsin, “ben polemiğe girmem,
işimi yaparım” demiş ya hani, o hesap bizimki de… ucuz ve lüzumsuz
kamplaşmalar, çeteleşmeler ve bunların bir bardak suda koparmaya çalıştığı
fırtınalar, komik tartışmalar çok gerimizde bizim. “Sühan” ismini birileri
arkaik bulsa da yirmi yıl sonrasının dergisini çıkarıyoruz biz burada. Bunu
zaman gösterecek.
Milli Gazete,
14.10.2006
göç şiirleri
recep şükrü göngör
Hazret-i peygamber Tiaf’te ellerini açıp dua ediyor: “Sen beni kime bırakıyorsun.”
Hüseyin Kaya’nın şiir kitabı bu hadisle başlıyor.
Şiirimizin ana besin kaynağı geleneğimizdir, yani dini müktesebatlarımızdır. Dinimiz ve edebiyatımız birleşerek şiirimize, öykümüze, romanımıza ve diğer sanatlarımıza kaynaklık etmiştir. Asr-ı saadet dediğimiz altın nesil dönemi, Cumhuriyet dönemi şairlerimizin hemen çoğunu etkilemiştir. Asaf Halet’ten, Arif Nihat’a; Mehmet Çınarlı’dan, Hilmi Yavuz’a… Hüseyin Kaya bu halkanın sürdürücüsü şairlerdendir.
Masal dinleyerek büyüyen bir kıtanın çocuğu şair “bir varmış, bir yokmuş” girizgahına uyarak başlıyor söze. İnsan doğar, büyür: bir varmış. Ölür, kabre konur: bir yokmuş. Bu sözler bizi yol/yolcu kavramlarına çıkarıyor.
Hüzün Kıssası şiiri, Mustafa İslamoğlu’nun Yasin şiiriyle parelellik arzediyor. Kaya, edebiyat geleneğimize uyarak hz. Peygamberle başlıyor söze. Hamdele selvele üsulüne gönderme yapıyor.
Hicret bütün zamanlarda yaşanan en kutsal yolculuktur. Kaya şiirlerinde bu yolculuğa oldukça çok yer veriyor.
“Çekil Gideyim Hayat” şiirlerinde gidiş imgesi öne çıkıyor: hicret, nehir, kıyı, son, geçerken, yolcunun ilahisi… “nereye istersen savur şimdiden geri/ hem yolum hem yolcu”
Birkaç şiirinde babayı anlatıyor. Kaya’nın şiirinde baba önemli unsurlardan biridir.
“bittiğinde bu dua nasıl olsa biter gün” “ve şiir kanayan yüreği de bir dua” mısralarında görüldüğü gibi şair duayı yüce bir makam olarak ele alıyor.
Yer yer tekrar edilen mısralar yeni kuşağın önemli şairlerinden Cafer Keklikçi’yi anımsatıyor. “bittiğim yerde bitsin bitir bitsin bu sızı” “tükendi tükendi tükendi bil fitilim”
Yoğun/ ağır bir melankoli göze çarpıyor. Hayattan bıkkınlık, dünyayı terk etme isteği… “geldim işte sonuna ben bu kan ırmağının.”
Sezai Karakoç etkisi yoğun şekilde görülüyor: “ben senin aldatığın kadar aldandım aşka”, “ben sende gördüm suna/ bir yaralı tay için/ bir ömür ağlamayı”, “mecnun etme dağ var içimde”
Kaya’nın özgün mısralarının tadına doyulmazlığına bir örnek: “aşk ile bağlıyorum kanayan gözlerimi”, “bir yara taşır gibi/ taşıyarak ömrümü”, “kapına sürüdüğüm en son yüz yangınlardan/ kalbinin muhaciri/ yorgun bir nebi gibi/ al beni”, “ve bir ömür ağladım ağladım varlığımı”
Birinci bölüm gibi, ikinci bölüm de gelenek/ dinle ilgili alıntıyla başlıyor. İlk bölüm Taif duasıyla başlıyor, ikinci bölüm hazreti peygamberin ölümü beklediği sırada kızına söylediği “ağlama kızım baban bir daha hiç acı çekmeyecektir” sözüyle başlıyor.
“yüreğimi yarım bir ayet gibi bırakma”
Yakup peygamberi bir metafor olarak kullanıyor, çünkü Yakup hüznü temsil eder. “çölümü ve yolumu taşıyarak içimde/ bu hayatı acıyı mil çekip gözlerime/ yine de yürürüm”, “yakub’a kokmayan yusuf’um şimden geri”, “şimdi her şey ağlıyor inip inip kalbime”
İkinci bölüm şiirlerinde halk hikayelerine vurgu var: “incilini yakan bir keşiş gibi”, “bir tayın gözyaşları kalbime buharlaşır”, “bir beytülahzan gibi kapansam ellerine”
Kaya, hayali bir sevgiliye sesleniyor. Gerçek olamayacak bir sevgiliye sesleniyor. Divan edebiyatındaki sevgili imgesinden daha mistik, daha hayali bir sevgiliye. “bir gemi kalbimde arar ülkeni”, “dönersin yalnızca ellerin gelir”
“Gözlerinden Vurulan” adlı şiiri Kaya’nın şiirleri içinde en dikkate değer şiiridir. Yaşlı bir adamla/dedeyle çocuğu/torunu anlatıyor. Hayatın içinden bir dünyayı anlattığı için daha sıcak geliyor.
Çölle başlayan “Çekil Gideyim Hayat” kitabı masalla bitiyor. “az gittiğim kadar uz gittiğim kadar git.”
“Çekil Gideyim Hayat” kitabı bir
yolculuk kitabıdır. Varlık ve varlık ötesiyle muhatap şairin yürürken
konuşmalarıdır. Mukaddes çağrışımlarla başlayan yolculuk hikayelerle,
türkülerle sürerken masal gibi bir dünyaya çıkıyor kafile. Bir ülke ki, son
istasyonu yok. Hep yolculuk ve yol hali sürüyor.
Çekil Gideyim Hayat
Hüseyin Kaya
Lamure yayınları
İstanbul/2006
kaynak: şiiri özlüyorum dergisi
10 Temmuz 2020 Cuma
hemilâ
belki de saçlarında unuturum hayatı
omuzlarım alışır belki de kafdağına
hemila gök düşüyor
hemila çöl büyüyor
yüreğimi yarım bir ayet gibi bırakma
şimdi her gece düşümde kar yağıyor dağlara
biliyorum gözlerim daha seğirmeyecek
göğüme göçmen kuşlar göndermesen de olur
nasıl olsa çöl yeşerten gözlerini melekler
vebalı bir şairin dilinden dinleyecek
bir tarafım yanmadan yürümez mi bu gemi
hüznü bir bayrak gibi çekmesem gözlerime
adın bir liman olup tutmaz mı ellerimden
hemila bu gök beni
ağlatır demedim mi
beni ayaklarına
akmayan şiirlere
sızılı bir dağ gibi
kanatıp
gitmeseydin
9 Temmuz 2020 Perşembe
biyografi
Hüseyn KAYA (1975, Sivas)
1975'te Sivas’ta doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Sivas'ta okudu. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde başladığı edebiyat eğitimini Sivas Cumhuriyet Üniversitesinde tamamladı.
1995-1996 yılları arasında arkadaşlarıyla 13 sayı, Rûzigâr isimli edebiyat dergisini yayımladı.
2003-2008 yılları arasında 18 sayı, Sühan isimli edebiyat dergisini yayımladı.
Yitik Düşler, Az Edebiyat ve Hayat Ağacı dergilerinin yayın kadrosunda yer aldı.
Şiir ve nesir çalışmaları; Yitik Düşler, Martı, İnsan Saati, Kuyudaki Koro, Hayat Ağacı, Irmak Yazıları, Sultan Şehir, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Lika, Kum Yazıları, Rûzigâr, Sühan, Dergâh, Süveydâ, Dize, Irmak Yazıları, Az Edebiyat, Sade, Şiar, Kırağı, Çeto, Hece Taşları, Mavi Yeşil, Hece, Serazat, Özel Eğitim Çocuk, Mostar ve Semerkand dergilerinde yayımlandı.
Detaylı bilgi için: