Abdurrahim Karakoç’u ilk kez ne zaman duydum ve tanıdım diye düşünüyorum, liseye yeni başladığım yıllardaydı bu isme ilk kez rastlamam. Necip Fazıl’ı tanımış ve Çile’yi günlerce yanımda gezdirmiştim. Kitaba ulaşmanın zor olduğu yıllardı. Sezai Karakoç, Nazım Hikmet hatta Cemil Meriç’in kitaplarına ancak özel kitaplıklarda rastlamak mümkündü. En azından yaşadığım şehirde durum böyleydi. Ders kitapları ve okul kütüphaneleri için halen sakıncalı sayılıyordu çoğu yazar ve şair o yıllarda. Sırf kitaplıkları hatırına arada uğradığım dernek, vakıf kütüphaneleri hayli faaldi ve Abdurrahim Karakoç’un üç kitabını bir arada bulma bahtiyarlığını da Bizim Ocak’ın kitaplığında yaşadım. Kan Yazısı, Hasan’a Mektuplar ve Vur Emri adlı kitapları ciltlenmiş, tek kitap haline getirilmişti. Kanımızın deli aktığı dönemlerdi ve gümbür gümbür bir sesi vardı Karakoç’un. Şiire ilgisi olmayan arkadaşlar bile kitabın cildine, dörtlüklerden oluşan şiir biçimine, halk diliyle yazılmış şiirlere bir süre baktıktan sonra kitabı elinden düşürmüyordu. Kolay okunan ve insanı saran şiirlerdi kitapta yer alanlar. Kelimeler, deyimler bizim coğrafyadandı. Çoğu siyasi şiirler de bizim dünyamızı yansıtıyordu. Anadolu, garibanlık, ezilmişlik, devlet kurumlarının ilgisizliği, yoksulluk, esir Türk illeri, ülkü, Türk birliği gibi dönem gençliğinin dilinden düşmeyen kelimeler şiir biçiminde sayfalar boyu devam ediyordu. Taşranın zihin dünyasının dizeye, dörtlüğe dönüşmüş haliydi sanki bu şiirler. Okunduğunda izah gerektirmeyen, bazen hicivleriyle tebessüm ettiren bazen kederimizi artıran şiirler…
Aynı yıllarda yeni yeni piyasaya çıkmaya başlayan muhafazakâr camianın müzik albümlerinde de Karakoç’un bestelenmiş şiirlerine rastlamak kalbimizdeki, zihnimizdeki Abdurrahim Karakoç resmini daha da süslüyor, büyütüyordu.
Dosta Doğru adlı kitabından sonra başka bir Abdurrahim Karakoç’u tanımaya başladım. Daha durgun, daha derin, yazan ama suskun bir Karakoç. Sivas’ta her kitapseverin ağabeyi, seyyar sahafımız rahmetli Ali Şahin Canozan’la yaptığımız bir sohbetten sonra artık yeni bir Karakoç’u tanımaya başladım diyebilirim. “Saati Yok Eremi Yok, İtiraf, Mihriban” gibi şiirleri okuyor kendince şerh ediyordu.
Hey arkadaş, bu sevdanın ardına
Şahlar bile tahtı, tacı kor gider dizelerini okuduktan sonra burada İbrahim Ethem’e gönderme var farkında mısın, dedi. Sezai Karakoç’a olan sevgimi bilen Ali ağabey: halk şiirinin Monna Rosa’sı Mihriban’dır, demişti bir keresinde. Bu tespitin ne kadar yerinde olduğunu yaşadıkça gördük, anladık.
Slogana yaklaşan ideolojik söylemlerden, hicivlerden şiirini arındıran Karakoç, ilerleyen yıllarda derviş sükutuna bürünerek yazmaya, yaşamaya Dosta Doğru çıktığı yolculuğuna devam etti. Tanıyanlar, tanışanlar da bu halinden bahsederdi hep. Mütevazı ve suskun, çoğunlukla düşünceli bir Karakoç…
Tanışmak, yüz yüze görüşmek nasip olmadı kendisiyle. Etrafımda şiirle ilgisi olsun olmasın çoğu insan Muhsin Yazıcıoğlu vesilesiyle kendisiyle aynı ortamda bulunmuştu ama yolumuz hiç kesişmedi Abdurrahim Karakoç’la. Doksanlı yıllarda şiir gecelerinin heyecanını yitirmediği dönemlerde arkadaşlarımızdan biri Abdurrahim Karakoç’u bir şiir programına davet etme fikrini attı ortaya. Davet işini üstlendi. Nerede misafir ederiz, nerede sahneye çıkarırız gibi küçük planlardan sonra ertesi gün Abdurrahim Karakoç’un şiir gecesi için Sivas’a gelmeyi kabul etmediğini öğrendik. Arkadaşımız kendisine ulaşmış, görüşmüştü. Dilerseniz bir gün geleyim, bir öğrenci evinde misafiriniz olayım, sizlerle konuşayım, tanışayım hatta bir gece de kalayım ama sahneye çıkıp kalabalıklara şiir okumayayım demişti. Günlerce kendisini misafir etme planı yaptık ama nasip olmadı yine tanışmak, görüşmek. O günlerden sonra Abdurrahim ağabeyimiz oldu Abdurrahim Karakoç. Tanışsak, aynı mekânda bulunsak ne konuşurduk, soracak neyim vardı onu da bilmiyorum.
Bir kez televizyon programında dinledim kendisini zaman zaman da denk gelirsem gazete yazılarına bakmaya çalıştım. Hep uzakta kaldı, uzağına düştük belki de.
İsminin, şiirlerinin peşinde olmadı hiç. Kendi hikayesinin kahramanıydı. Duvarlara da yazıldı dizeleri, kalplere de. Şairinin ismini, cismini dahi bilmeyen sesler okudu türkülerini, şiirlerini okumaya devam ediyor. El avuç açmadan kimseye, sözün şehvetine kapılmadan, şöhretin peşinde hırpalanmadan yaşadı ve göçtü. Halk şiirinin sadeliği, derinliği onun şiirleriyle yeniden Türkçe aynasına yansıdı. Yunus’tan, Emrah’tan, Köroğlu’ndan, Dadaloğlu’ndan, Sümmani’den, Pir Sultan’dan kalan mirası yok saymadan yeniden işledi ve şiirimize, Türkçeye, ruh dünyamıza derin nakışlar bırakarak göçtü. Belki de o dönem Türkiye’si gereği fikirle, siyasetle, hicivle başladığı şiir yolculuğunu Yunuslayın tamamladı Karakoç. Şiirin, sözün ve sevdanın kendisine tutunanı kemale taşımasının son örneğiydi belki de.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder