monna rosa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
monna rosa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ocak 2025 Perşembe

abdurrahim karakoç için...



Abdurrahim Karakoç’u ilk kez ne zaman duydum ve tanıdım diye düşünüyorum, liseye yeni başladığım yıllardaydı bu isme ilk kez rastlamam. Necip Fazıl’ı tanımış ve Çile’yi günlerce yanımda gezdirmiştim. Kitaba ulaşmanın zor olduğu yıllardı. Sezai Karakoç, Nazım Hikmet hatta Cemil Meriç’in kitaplarına ancak özel kitaplıklarda rastlamak mümkündü. En azından yaşadığım şehirde durum böyleydi. Ders kitapları ve okul kütüphaneleri için halen sakıncalı sayılıyordu çoğu yazar ve şair o yıllarda. Sırf kitaplıkları hatırına arada uğradığım dernek, vakıf kütüphaneleri hayli faaldi ve Abdurrahim Karakoç’un üç kitabını bir arada bulma bahtiyarlığını da Bizim Ocak’ın kitaplığında yaşadım. Kan Yazısı, Hasan’a Mektuplar ve Vur Emri adlı kitapları ciltlenmiş, tek kitap haline getirilmişti. Kanımızın deli aktığı dönemlerdi ve gümbür gümbür bir sesi vardı Karakoç’un. Şiire ilgisi olmayan arkadaşlar bile kitabın cildine, dörtlüklerden oluşan şiir biçimine, halk diliyle yazılmış şiirlere bir süre baktıktan sonra kitabı elinden düşürmüyordu. Kolay okunan ve insanı saran şiirlerdi kitapta yer alanlar. Kelimeler, deyimler bizim coğrafyadandı. Çoğu siyasi şiirler de bizim dünyamızı yansıtıyordu. Anadolu, garibanlık, ezilmişlik, devlet kurumlarının ilgisizliği, yoksulluk, esir Türk illeri, ülkü, Türk birliği gibi dönem gençliğinin dilinden düşmeyen kelimeler şiir biçiminde sayfalar boyu devam ediyordu. Taşranın zihin dünyasının dizeye, dörtlüğe dönüşmüş haliydi sanki bu şiirler. Okunduğunda izah gerektirmeyen, bazen hicivleriyle tebessüm ettiren bazen kederimizi artıran şiirler… 
Aynı yıllarda yeni yeni piyasaya çıkmaya başlayan muhafazakâr camianın müzik albümlerinde de Karakoç’un bestelenmiş şiirlerine rastlamak kalbimizdeki, zihnimizdeki Abdurrahim Karakoç resmini daha da süslüyor, büyütüyordu. 
Dosta Doğru adlı kitabından sonra başka bir Abdurrahim Karakoç’u tanımaya başladım. Daha durgun, daha derin, yazan ama suskun bir Karakoç. Sivas’ta her kitapseverin ağabeyi, seyyar sahafımız rahmetli Ali Şahin Canozan’la yaptığımız bir sohbetten sonra artık yeni bir Karakoç’u tanımaya başladım diyebilirim. “Saati Yok Eremi Yok, İtiraf, Mihriban” gibi şiirleri okuyor kendince şerh ediyordu. 
Hey arkadaş, bu sevdanın ardına
Şahlar bile tahtı, tacı kor gider dizelerini okuduktan sonra burada İbrahim Ethem’e gönderme var farkında mısın, dedi. Sezai Karakoç’a olan sevgimi bilen Ali ağabey: halk şiirinin Monna Rosa’sı Mihriban’dır, demişti bir keresinde. Bu tespitin ne kadar yerinde olduğunu yaşadıkça gördük, anladık. 
Slogana yaklaşan ideolojik söylemlerden, hicivlerden şiirini arındıran Karakoç, ilerleyen yıllarda derviş sükutuna bürünerek yazmaya, yaşamaya Dosta Doğru çıktığı yolculuğuna devam etti. Tanıyanlar, tanışanlar da bu halinden bahsederdi hep. Mütevazı ve suskun, çoğunlukla düşünceli bir Karakoç…
Tanışmak, yüz yüze görüşmek nasip olmadı kendisiyle. Etrafımda şiirle ilgisi olsun olmasın çoğu insan Muhsin Yazıcıoğlu vesilesiyle kendisiyle aynı ortamda bulunmuştu ama yolumuz hiç kesişmedi Abdurrahim Karakoç’la. Doksanlı yıllarda şiir gecelerinin heyecanını yitirmediği dönemlerde arkadaşlarımızdan biri Abdurrahim Karakoç’u bir şiir programına davet etme fikrini attı ortaya. Davet işini üstlendi. Nerede misafir ederiz, nerede sahneye çıkarırız gibi küçük planlardan sonra ertesi gün Abdurrahim Karakoç’un şiir gecesi için Sivas’a gelmeyi kabul etmediğini öğrendik. Arkadaşımız kendisine ulaşmış, görüşmüştü. Dilerseniz bir gün geleyim, bir öğrenci evinde misafiriniz olayım, sizlerle konuşayım, tanışayım hatta bir gece de kalayım ama sahneye çıkıp kalabalıklara şiir okumayayım demişti. Günlerce kendisini misafir etme planı yaptık ama nasip olmadı yine tanışmak, görüşmek. O günlerden sonra Abdurrahim ağabeyimiz oldu Abdurrahim Karakoç. Tanışsak, aynı mekânda bulunsak ne konuşurduk, soracak neyim vardı onu da bilmiyorum.  
Bir kez televizyon programında dinledim kendisini zaman zaman da denk gelirsem gazete yazılarına bakmaya çalıştım. Hep uzakta kaldı, uzağına düştük belki de. 
İsminin, şiirlerinin peşinde olmadı hiç. Kendi hikayesinin kahramanıydı. Duvarlara da yazıldı dizeleri, kalplere de. Şairinin ismini, cismini dahi bilmeyen sesler okudu türkülerini, şiirlerini okumaya devam ediyor.  El avuç açmadan kimseye, sözün şehvetine kapılmadan, şöhretin peşinde hırpalanmadan yaşadı ve göçtü. Halk şiirinin sadeliği, derinliği onun şiirleriyle yeniden Türkçe aynasına yansıdı. Yunus’tan, Emrah’tan, Köroğlu’ndan, Dadaloğlu’ndan, Sümmani’den, Pir Sultan’dan kalan mirası yok saymadan yeniden işledi ve şiirimize, Türkçeye, ruh dünyamıza derin nakışlar bırakarak göçtü. Belki de o dönem Türkiye’si gereği fikirle, siyasetle, hicivle başladığı şiir yolculuğunu Yunuslayın tamamladı Karakoç. Şiirin, sözün ve sevdanın kendisine tutunanı kemale taşımasının son örneğiydi belki de. 

5 Nisan 2022 Salı

sezai karakoç’a dair

 

On beş yaşımdaydım. Sivas’tan Hatay’a kadar sürecek otobüs yolculuğum henüz başlamıştı ki yanıma oturan temiz giyimli genç, elimdeki birkaç kitabı görünce galiba ilgilenmek, sohbet etmek ihtiyacı hissetti yanında oturan çocukla. Kitaplara, yazarlara dair bana yönelttiği sorularla başladı sohbetimiz. Necip Fazıl’dan, Abdurrahim Karakoç’tan Cahit Sıtkı’dan haberdar olduğumu öğrenince Sezai Karakoç’u sorudu bana. Küçük bir antolojide birkaç şiirini okumuştum üstadın ancak ne kitaplarını biliyor ne kendisini tanıyordum. Yol boyu Sezai Karakoç’u dinledim daha sonradan hâkim adayı olduğunu öğrendiğim yol arkadaşımdan. O yaşlarda biriyle edebiyata, düşünce hayatına dair bir şeyler konuşmak, birilerinin tecrübelerini dinlemek hayli hoşuma gitmişti doğrusu. Yolculuk bitip de ayrılık vakti gelince bana adresini verdi, bulamadığım kitap olursa yazmamı istedi kendisine.

Hep böyle değil midir dünya? Küçücük anlar, karşılaşmalar ilerde aralanacak yeni kapıların önüne bırakır bizleri.

Bir hafta kadar Hatay’da kaldıktan sonra döndüğüm Sivas’ta ilk işim Sezai Karakoç kitaplarını aramak oldu. Kitaba ulaşmanın şimdiki kadar kolay olmadığı yıllardı. Yine de birer ikişer bulmaya, okumaya başladım Karakoç’un kitaplarını. Onun kitaplarını aramak, bulmak yeni yeni tanışıklıklara vesile oldu ve onu tanıyanlarda, okuyanlarda tarifi çok da mümkün olmayan bir samimiyet, yakınlık her zaman mevcuttu. Yitik Cennet’i fotokopi yaptırırken tanıştığım kırtasiyeci, Edebiyat Yazıları’nı sipariş verirken tanıştığım kitapçı, Leyla ile Mecnun’u elimde görüp de yolda durduran İsmail…

Şimdilerde insanlar yalnızca Monna Rosa efsanesi ile Sezai Karakoç’u kıyısından köşesinden biliyorsa da Monna Rosa, benim belki de en son varlığından haberim olan şiiriydi üstadın. Monna Rosa ile Karakoç artık zihnimde değil ruhumda, kalbimde bir yerleri kendine mekan etmişti. Kitaplarını temin edip okuma süreci bitince Diriliş dergisinin sayılarını temin etmeye çalıştım birkaç yıl boyunca. Büyük şehirlere giden, sahaflarla tanışıklığı olan arkadaşlar sayesinde derginin sayılarını tamamlamak nasip oldu.

İlk gençlik yıllarımda çok istedim kendisiyle tanışmayı, sohbet etmeyi ancak o yıllarda münzevi bir hayat yaşadığı ve kimseyle görüşmediği anlatılırdı. Görüşmeye gidenlerin kapıdan döndüğü rivayetleri anlatılır dururdu. Hatta kendisinden habersiz çekilmiş fotoğraflarını yayımlayan bir dergi bile oldu doksanlı yılların ortasına doğru. İlerleyen yıllarda Sezai Karakoç’u ziyaret eden, onun sohbetinde bulunan insanlar haber getirmeye başladılar uzaklardan. Hatta parti bürosu açılırsa Sivas’a gelebileceğini bile söylemişti bir arkadaşımıza. Gençliğin, öğrenciliğin verdiği heyecanla birkaç hafta bu tarz bir mekan ayarlayabilir miyiz, telaşına düştüğümüz dahi oldu. Ne parti bürosu açabildik ne de ziyarete gidebildim. Hem gitsem ne konuşacaktım ki? Ne sorabilirdim kendisine?

Oradaydı ve orada olduğunu bilmek kâfiydi Sezai Karakoç’un. Yine de hiç değilse bir kez, sadece birkaç dakika yanında susmak isterdim, nasip olmadı.

Sezai Karakoç’la aynı çağda yaşamak, aynı ülkede bulunmak ve aynı dili konuşmak büyük bir lütuftu bizler için ancak o bizimle aynı çağda, ülkede ve dünyada yaşadı mı, kelimelerimiz aynı olsa da bizimle aynı dili konuştu mu, muamma.

İlerleyen senelerde Sezai Karakoç herkesin yanına uğrayabildiği ve sohbetini dinleyebildiği biri oldu. Artık şiirine ve düşüncelerine aşina olan ve İstanbul’a yolu düşen herkes uğrayabiliyordu üstadın yanına.  Ziyaretinden dönenler coşkuyla anlatıyordu ona dair her detayı. Artık kitapları da neredeyse her şehirde hatta il, okul kütüphanelerinde bile ulaşılabilir hale gelmişti. Sezai Karakoç adına dergiler özel sayılar, dosyalar hazırlamaya başladı hızla, akademik çalışmalar yapılmaya başlandı.

Onun anlatmaya çalıştığı şey bambaşkaydı, onu tanıyanların, tanıdığını zannedenlerin anladıkları şey çoğunlukla bambaşka. Sezai Karakoç, Tanzimat’tan beri yönümüzü döndüğümüz Batı önünde, Batı’yı inkâr etmeden, küçümsemeden ve Doğulu olduğumuzu unutmadan nasıl yaşayabileceğimizin iksirini sunmaya çalıştı Doğunun Yedinci Oğlu olarak. Şair olma, şair kalma gibi bir endişesi olmadı onun. İnsan olunmadan, ölüp de dirilmeden dünyada kazanılan sıfatların hiçbirine talip değildi. İsmini dergilerde görmek için çaba sarf etmedi, kitaplarım çok okunsun gibi bir derdi de olmadı hiçbir zaman. Ne şiir gecelerine katıldı ne edebiyat festivallerine. Gazetelere mülakat vermedi; boynuna fular bağlayıp televizyonlarda edebiyat, sanat, fikir, siyaset konularında boy göstermedi. Adını yaşatmak, yüceltmek derdinde değildi bilakis kendi adını dahi Diriliş düşüncesinin içinde eritmeye, silmeye adadı ömrünü. Gençlik yıllarında yayımladıkları hariç kendi yayımladığı dergi dışında başka dergilerde yazdıklarını yayımlamadı. Yazarken yazarlığı, çevirirken çevirmenliği, şiirleriyle şairliği, düşünceleriyle fikir adamlığı duruşunu ima etti hâl diliyle ancak bu dili anlamak, düşünmek yerine onu yüceltirken dahi sömürme ve kendisine bir paye edinme yolunu tercih etti hem bizim hem bizden sonra gelen neslin çoğunluğu.

Şiirin şahidi şairin hayatıdır, gerçekliğini ve geçerliliğini ancak şairin hayatıyla kazanır şiir. Ezelden beri aynı kelimelerle aynı şeyleri anlatan şairler arasından bazılarına kalıcılığı bahşeden en büyük unsur şairin ömründen şiirine yansıyan sahiciliktir. O sahici bir şairdi ancak yalnızca şair değildi. Kimine göre yalnızca İkinci Yeni şairlerinden biri, kimine göre Monna Rosa’nın şairi. Kimileri için Diriliş eri, fikir adamı. Kimilerine göre derviş, kimilerine göre siyasi parti önderi. Kimileri için âlim, üstat. Kimileri için dünyada bulunmuş ama yaşamamış bir öteli. Sezai Karakoç üzerine çok şey yazıldı, konuşuldu ve daha da yazılacak birçok şey. Yeni akademik çalışmalar yapılacak belki ve yeni özel sayılar çıkarılacak. Onun, fikirlerinin ve şiirlerinin buna hiçbir zaman ihtiyacı olmadı ancak bizim onu gerçekten tanımaya çok ihtiyacımız var.

 “Ve Monna Rosa”

Gizli bir cemiyetin mensubu olmak gibiydi bizim nesil için Monna Rosa’yı ve kulaktan kulağa aktarılırken efsaneleşmiş hikâyesini bilmek. Şayet biri bu şiiri ve hikâyesini biliyorsa adını dahi sormadan onunla arkadaş, dost olabilirdiniz, ona güvenebilir, onunla saatlerce sohbet edebilirdiniz. Bir define haritası gibi saklardık ceketimizin iç cebinde yahut kitaplığımızın en kuytu köşesinde bu şiirin değişik nüshalarını. Bizim için bir gün kabul olunacak duanın metniydi Monna Rosa, kırılmış kalplerimiz her sancıdığında sürdüğümüz efsunlu merhem. Herkesin bu şiiri bilmesi, herkeste bu şiirin bulunması üzerdi bizi, yalnız hâl ehlinin elinde, dilinde ve üç kişiyi geçmeyen ortamlarda konuşulmalıydı hikâyesi ve okunmalıydı şiiri Monna Rosa’nın. Yeni bir nüsha bulduğumuzda elimizde olanla karşılaştırır, eksiklikleri tamamlar, daktilo ile yahut kesik uçlu kalemlerle yazar, ehli ile paylaşırdık bu gizemli şiiri. Bizim nesil Monna Rosa’yı okuyarak değil yazarak ezberledi en çok. Zamanla her şeyin olduğu gibi Mona Roza’nın da büyüsü bozuldu. Şüphesiz üstadın şiiri küçük değişikliklerle yayımlamasında da bu durumun etkisi var ancak asıl mesele bizce ehil olmayan insanların da şiirin hikâyesini iyice efsaneye dönüştürmesi ve efsanenin şiiri geride bırakmasıydı. Monna Rosa, dile düşmesin diye fısıltıyla kalbimize okuduğumuz, her dizesinde içimizde fırtınalar koparan şiir, herkesin yerini bildiği ve saygısızca kazdığı bir define alanına, herkese açık bir müzeye dönüştü sonraları.

kasım 2022