On beş yaşımdaydım. Sivas’tan Hatay’a kadar sürecek otobüs yolculuğum henüz başlamıştı ki yanıma oturan temiz giyimli genç, elimdeki birkaç kitabı görünce galiba ilgilenmek, sohbet etmek ihtiyacı hissetti yanında oturan çocukla. Kitaplara, yazarlara dair bana yönelttiği sorularla başladı sohbetimiz. Necip Fazıl’dan, Abdurrahim Karakoç’tan Cahit Sıtkı’dan haberdar olduğumu öğrenince Sezai Karakoç’u sorudu bana. Küçük bir antolojide birkaç şiirini okumuştum üstadın ancak ne kitaplarını biliyor ne kendisini tanıyordum. Yol boyu Sezai Karakoç’u dinledim daha sonradan hâkim adayı olduğunu öğrendiğim yol arkadaşımdan. O yaşlarda biriyle edebiyata, düşünce hayatına dair bir şeyler konuşmak, birilerinin tecrübelerini dinlemek hayli hoşuma gitmişti doğrusu. Yolculuk bitip de ayrılık vakti gelince bana adresini verdi, bulamadığım kitap olursa yazmamı istedi kendisine.
Hep böyle değil midir dünya? Küçücük anlar, karşılaşmalar ilerde aralanacak yeni kapıların önüne bırakır bizleri.
Bir hafta kadar Hatay’da kaldıktan sonra döndüğüm Sivas’ta ilk işim Sezai Karakoç kitaplarını aramak oldu. Kitaba ulaşmanın şimdiki kadar kolay olmadığı yıllardı. Yine de birer ikişer bulmaya, okumaya başladım Karakoç’un kitaplarını. Onun kitaplarını aramak, bulmak yeni yeni tanışıklıklara vesile oldu ve onu tanıyanlarda, okuyanlarda tarifi çok da mümkün olmayan bir samimiyet, yakınlık her zaman mevcuttu. Yitik Cennet’i fotokopi yaptırırken tanıştığım kırtasiyeci, Edebiyat Yazıları’nı sipariş verirken tanıştığım kitapçı, Leyla ile Mecnun’u elimde görüp de yolda durduran İsmail…
Şimdilerde insanlar yalnızca Monna Rosa efsanesi ile Sezai Karakoç’u kıyısından köşesinden biliyorsa da Monna Rosa, benim belki de en son varlığından haberim olan şiiriydi üstadın. Monna Rosa ile Karakoç artık zihnimde değil ruhumda, kalbimde bir yerleri kendine mekan etmişti. Kitaplarını temin edip okuma süreci bitince Diriliş dergisinin sayılarını temin etmeye çalıştım birkaç yıl boyunca. Büyük şehirlere giden, sahaflarla tanışıklığı olan arkadaşlar sayesinde derginin sayılarını tamamlamak nasip oldu.
İlk gençlik yıllarımda çok istedim kendisiyle tanışmayı, sohbet etmeyi ancak o yıllarda münzevi bir hayat yaşadığı ve kimseyle görüşmediği anlatılırdı. Görüşmeye gidenlerin kapıdan döndüğü rivayetleri anlatılır dururdu. Hatta kendisinden habersiz çekilmiş fotoğraflarını yayımlayan bir dergi bile oldu doksanlı yılların ortasına doğru. İlerleyen yıllarda Sezai Karakoç’u ziyaret eden, onun sohbetinde bulunan insanlar haber getirmeye başladılar uzaklardan. Hatta parti bürosu açılırsa Sivas’a gelebileceğini bile söylemişti bir arkadaşımıza. Gençliğin, öğrenciliğin verdiği heyecanla birkaç hafta bu tarz bir mekan ayarlayabilir miyiz, telaşına düştüğümüz dahi oldu. Ne parti bürosu açabildik ne de ziyarete gidebildim. Hem gitsem ne konuşacaktım ki? Ne sorabilirdim kendisine?
Oradaydı ve orada olduğunu bilmek kâfiydi Sezai Karakoç’un. Yine de hiç değilse bir kez, sadece birkaç dakika yanında susmak isterdim, nasip olmadı.
Sezai Karakoç’la aynı çağda yaşamak, aynı ülkede bulunmak ve aynı dili konuşmak büyük bir lütuftu bizler için ancak o bizimle aynı çağda, ülkede ve dünyada yaşadı mı, kelimelerimiz aynı olsa da bizimle aynı dili konuştu mu, muamma.
İlerleyen senelerde Sezai Karakoç herkesin yanına uğrayabildiği ve sohbetini dinleyebildiği biri oldu. Artık şiirine ve düşüncelerine aşina olan ve İstanbul’a yolu düşen herkes uğrayabiliyordu üstadın yanına. Ziyaretinden dönenler coşkuyla anlatıyordu ona dair her detayı. Artık kitapları da neredeyse her şehirde hatta il, okul kütüphanelerinde bile ulaşılabilir hale gelmişti. Sezai Karakoç adına dergiler özel sayılar, dosyalar hazırlamaya başladı hızla, akademik çalışmalar yapılmaya başlandı.
Onun anlatmaya çalıştığı şey bambaşkaydı, onu tanıyanların, tanıdığını zannedenlerin anladıkları şey çoğunlukla bambaşka. Sezai Karakoç, Tanzimat’tan beri yönümüzü döndüğümüz Batı önünde, Batı’yı inkâr etmeden, küçümsemeden ve Doğulu olduğumuzu unutmadan nasıl yaşayabileceğimizin iksirini sunmaya çalıştı Doğunun Yedinci Oğlu olarak. Şair olma, şair kalma gibi bir endişesi olmadı onun. İnsan olunmadan, ölüp de dirilmeden dünyada kazanılan sıfatların hiçbirine talip değildi. İsmini dergilerde görmek için çaba sarf etmedi, kitaplarım çok okunsun gibi bir derdi de olmadı hiçbir zaman. Ne şiir gecelerine katıldı ne edebiyat festivallerine. Gazetelere mülakat vermedi; boynuna fular bağlayıp televizyonlarda edebiyat, sanat, fikir, siyaset konularında boy göstermedi. Adını yaşatmak, yüceltmek derdinde değildi bilakis kendi adını dahi Diriliş düşüncesinin içinde eritmeye, silmeye adadı ömrünü. Gençlik yıllarında yayımladıkları hariç kendi yayımladığı dergi dışında başka dergilerde yazdıklarını yayımlamadı. Yazarken yazarlığı, çevirirken çevirmenliği, şiirleriyle şairliği, düşünceleriyle fikir adamlığı duruşunu ima etti hâl diliyle ancak bu dili anlamak, düşünmek yerine onu yüceltirken dahi sömürme ve kendisine bir paye edinme yolunu tercih etti hem bizim hem bizden sonra gelen neslin çoğunluğu.
Şiirin şahidi şairin hayatıdır, gerçekliğini ve geçerliliğini ancak şairin hayatıyla kazanır şiir. Ezelden beri aynı kelimelerle aynı şeyleri anlatan şairler arasından bazılarına kalıcılığı bahşeden en büyük unsur şairin ömründen şiirine yansıyan sahiciliktir. O sahici bir şairdi ancak yalnızca şair değildi. Kimine göre yalnızca İkinci Yeni şairlerinden biri, kimine göre Monna Rosa’nın şairi. Kimileri için Diriliş eri, fikir adamı. Kimilerine göre derviş, kimilerine göre siyasi parti önderi. Kimileri için âlim, üstat. Kimileri için dünyada bulunmuş ama yaşamamış bir öteli. Sezai Karakoç üzerine çok şey yazıldı, konuşuldu ve daha da yazılacak birçok şey. Yeni akademik çalışmalar yapılacak belki ve yeni özel sayılar çıkarılacak. Onun, fikirlerinin ve şiirlerinin buna hiçbir zaman ihtiyacı olmadı ancak bizim onu gerçekten tanımaya çok ihtiyacımız var.
“Ve
Monna Rosa”
Gizli bir cemiyetin mensubu olmak gibiydi bizim nesil için Monna Rosa’yı ve kulaktan kulağa aktarılırken efsaneleşmiş hikâyesini bilmek. Şayet biri bu şiiri ve hikâyesini biliyorsa adını dahi sormadan onunla arkadaş, dost olabilirdiniz, ona güvenebilir, onunla saatlerce sohbet edebilirdiniz. Bir define haritası gibi saklardık ceketimizin iç cebinde yahut kitaplığımızın en kuytu köşesinde bu şiirin değişik nüshalarını. Bizim için bir gün kabul olunacak duanın metniydi Monna Rosa, kırılmış kalplerimiz her sancıdığında sürdüğümüz efsunlu merhem. Herkesin bu şiiri bilmesi, herkeste bu şiirin bulunması üzerdi bizi, yalnız hâl ehlinin elinde, dilinde ve üç kişiyi geçmeyen ortamlarda konuşulmalıydı hikâyesi ve okunmalıydı şiiri Monna Rosa’nın. Yeni bir nüsha bulduğumuzda elimizde olanla karşılaştırır, eksiklikleri tamamlar, daktilo ile yahut kesik uçlu kalemlerle yazar, ehli ile paylaşırdık bu gizemli şiiri. Bizim nesil Monna Rosa’yı okuyarak değil yazarak ezberledi en çok. Zamanla her şeyin olduğu gibi Mona Roza’nın da büyüsü bozuldu. Şüphesiz üstadın şiiri küçük değişikliklerle yayımlamasında da bu durumun etkisi var ancak asıl mesele bizce ehil olmayan insanların da şiirin hikâyesini iyice efsaneye dönüştürmesi ve efsanenin şiiri geride bırakmasıydı. Monna Rosa, dile düşmesin diye fısıltıyla kalbimize okuduğumuz, her dizesinde içimizde fırtınalar koparan şiir, herkesin yerini bildiği ve saygısızca kazdığı bir define alanına, herkese açık bir müzeye dönüştü sonraları.
kasım 2022