ziya osman saba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ziya osman saba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Temmuz 2022 Cuma

bir varmış bir yokmuş

Mekânlarda geçiyor ömrümüz açık yahut kapalı, dar veya geniş. Yaşadığımız, çalıştığımız, misafirliğe gittiğimiz, eğitim aldığımız, geçerken uğradığımız yerler işliyor kendi yolunun haritasını adımlarımıza, resmini kalbimize. Farkına varmasak da sürekli değişse de tıpkı eşyaya olduğu gibi mekânlara da bir şeyler siniyor ömrümüzün tılsımından. Mekânlar bizi kendi şekilleriyle biçimlendirirken biz de mekânları kendi rengimizle süslüyoruz ve bağlanıyoruz birbirimize görünmeyen bağlarla. Ferdî tarihimizin küçücük kalelerine, sığınıklarına dönüşüyor; bir bağ kurduğumuz, havasını teneffüs ettiğimiz, kendisinden bir şeyler alıp kendimizden bir şeyler verdiğimiz mekânlar. Yolumuz yıllar sonra tekrar düştüğünde mazisi bizde saklı bir mekâna, karışıyor gerçek ve rüya zihnimizde birbirine. Bir hayal perdesi kendiliğinden seriliyor önümüze ve izliyoruz kendi geçmişimizi, bir yabancı gibi.

Dinle solgun bahçenin kalbe anlattığını

(Ziya Osman)

Bazen birkaç sokak ötede bazen dağlar ardında, seneler sonra uğradığınız bir köyde bir kasabada yahut şehirde, bir köşe başında aniden kalbiniz yavaşlar, zamanın ve hayatın gerisine düşersiniz eski bir evin önünde. Damarlarınızda kan yerine o andan itibaren anılar dolaşmaya başlar, işte çocukluğumu bıraktığım ev, dersiniz şayet yanınızda birileri varsa.

Yollar, gökyüzü değişmiş olsa da bir iz ararsınız etrafta gördüğünüz her şeyde, burada yaşadığınıza dair bir şahit. Yarısı kaybolmuş bahçe duvarı, yaşlanmış meyve ağaçları, paslanmış pencere demirleri ve boyası solmuş asla çalamayacağınız kapı; yıpranmış bir fotoğraf gibi alır götürür sizi uzak bir zamana, uzak dünyalara. 

Kulağınızda anne, baba, ağabey, abla, kardeş sesleri, çocukluk arkadaşlarınızın neşeli çığlıkları önce yankılanır, sonra uzaklaşır. Varlığı belirsiz ürkek serçeler havalanır ne yana dönüp baksanız. Irmakların, dağların, denizlerin ardında kalmış bir masal âlemidir çocukluğun yaşandığı ev, mahalle; zamanın dışında başka bir dünya. Mezun olduğunuz mahalle okulu; ekmek, gofret, leblebi tozu aldığınız bakkal; kızakla, bisikletle indiğiniz yokuş, peşinde ayakkabı eskittiğiniz lastik top, gri bir hayal olur dalgalanır önünüzde.

Şayet çocukluğunuzun geçtiği ev çoktan yıkılmış, yerine yeni binalar dikilmiş ise yahut çok uzaklarda, başka şehirlerde kalmışsa yine de kaybolmaz, silinmez o mekânlar hafızanızdan. Ya rüyalarınızda çağırır sizi bahçesine ya hayallerinizde. Dünyanın neresinde, kaç yaşında olursanız olun, sizi terk etmeyen, sizi kendisine çeken, size kendisini hatırlatan bir efsun vardır çocukluğunuzun geçtiği mekanlarda, evlerde.

Çocukluğundan kopmayan, kopamayan çoğu kişi için çocukluğun geçtiği yerleri ziyaret etmek; hayatın dik yamaçlarında oturup nefes almak gibidir, puslu bir aynanın önünde yorgunluk ve şaşkınlıkla dünyanın faniliğine yeniden inanmak gibi.

Ben de yaşadım buralarda, dersiniz kendi kendinize sessizce; ben de oyunlara tutundum gerçeklerden daha fazla, ben de bayramlar eskittim çocuk kalbimde, tatiller bitirdim bu odalarda bu sofada, bu sokakta.

Sanırsınız ki adım atsanız içeri, yeniden çocukluk günlerinize döneceksiniz; sanırsınız ki o sihirli kapının ardında, olduğu gibi duruyor eski eşyalar ve zaman. Sanırsınız ki birkaç adım ötede çocukluğun bütün kokuları, tatları, sevinçleri, saflığı.

Bir çocuk yaklaşır yanınıza dilsiz ve mahzun, sizin çocukluğunuzdur.

***

Çocukluğumuzun geçtiği yahut kaldığı ev ne kadar önemli ise bizim için, o ev için de çocukluğunu onun çatısı altında geçirenler o kadar önemlidir. Çocuklar kadar ne süsleyebilir ki bir evin pencere, kapı önlerini? Çocuk seslerinden, gülüşlerinden başka hangi sesin yankılanması mutlu eder evleri? Evlerin, bakımsızlıktan değil çocuksuzluktan çürür tavanı, tabanı ve çocuk seslerinden değil, sessizlikten çatlar, yıkılır duvarları. Hiç değilse odalarında bir çocuğun büyümesine şahit olmamış ev; suyu kesilmiş bahçe gibidir, balıkları göçmüş ırmak gibi.

Çocukla şenlenir bahçeler de evler gibi, çocuklar için yuva kurar saçak altlarına serçeler. Güneş çocuklar hatırına kurutur balkonda, bahçede serili çamaşırları. Çocuklar için iki oda bir sofa evlere talip olunur, çocuklar için bahçeler çevrilir, bahçelere ağaçlar dikilir. Huzurla tüter içinde çocuklar uyuyan evlerin bacaları, çocuklar için ocaklarda şükürle kaynar tencereler. Çocuklar içindir çiçekler, çiçekli yorgan yüzleri, yastık kılıfları. Çocukla ruhuna ruh üflenir odaların, evlerin; çocukla anlamını bulur dört duvar ve bir çatı.

Çocukluk nasıl insanın anayurdu ise çocukluğun anayurdu da çocukluğun geçtiği evdir.

Küçücük ilk adımlar orada atılır dünyaya, ilk tebessüm orada gelip konar yüzümüze, ilk kaybedişler hayata dair, ilk hüzünler, ilk zaferler orada yaşanır. 

Oradan, çocukluğumuzun geçtiği evden adım atarız dünyaya, gençliğe, hayata. Dirseklerimizdeki kızarıklık,  dizkapaklarımızdaki ilk yara orada oluşur. Orada duyarız ilk kez yağmurun sesini, sobanın nefesini, kışın ayazını, baharın şarkısını…  Çocukluğumuzun geçtiği ev, hayat bilgisi derisini almaya başladığımız ilkokulumuzdur biraz da. Hayat boyu anlamı içimize kök salan kelimeleri burada işleriz kalbimize. Anne, baba nedir; kardeş, ağabey, abla neresine düşer kalbimizin o evde öğreniriz. Arkadaş, oyun nedir; o evde tanırız. Ufacık bir dünya olsa da küçüklüğümüzün geçtiği ev, büyük dünyanın içerisine kurulmuş; orada talimini yaparız hayatın, ayrılığın, sabrın, hastalığın, acının, kaybetmenin, yalnızlığın. Ufacık bir dünya olsa da o ev, büyür bizimle, genişler zihnimizde çoğalan anılarla.

Çiçeğin rengi soldu, bitti şarkısı kuşun

(Ziya Osman)

Çocuklar büyüyüp de evlerinden ayrıldığında, başlar duvarların rengi solmaya, kapılar gıcırdamaya. Çocuklar taşınır taşınmaz eski evlerinden başka şehirlere, mahallelere; pencere önlerinde çiçekler solmaya yüz tutar, ağaçlar kurumaya. Çocuklar evden ayrılır, serçeler çatılardan, ağaçlardan. Issızlaşan evlerden, her mevsimin rüzgârı bir taş, bir tuğla alır götürür bilinmez nereye.

***

Çabucak geride kalıyor ninniler, oyunlar, oyuncaklar, yollar, sokaklar, evler, seneler… Yalnızca çocuk sesimizi, yüzümüzün rengini, kalbimizin neşesini süpürmüyor zaman; yaşadığımız, gördüğümüz, tutunduğumuz her şeyden de bir parçayı kopararak geçiyor üzerimizden. Sayfalarını yalnızca bizim çevirebildiğimiz ve asla kimselere gösteremediğimiz bir albüm oluyor maziye dair her mekân hafızamızda.

Bir rüyaya, masala dönüyor mazi, yürüdükçe bizler dünya üzerinde ve eşyalar, nesneler, mekanlar sessiz sedasız uzaklaşırken bizden, silinmiş harfler gibi kalıyor izleri hayat defterimizde.

Çocukluğumuzun geçtiği evler, mekânlar; çocukluğumuz kadar uzakta olmasa da önlerine vardığımızda hepsinin kulağımıza fısıldadığı ilk cümle: Bir varmış, bir yokmuş...

28 Kasım 2021 Pazar

korku

Kimi gök gürültüsünden korkar kimi fırtınadan. Kimi açlıktan korkar, kimi açıkta kalmaktan. Kimi ölümden, ölülerden korkar; kimi yaşamaktan, dirilerden. Zulmetmekten korkan da var zalim eline düşmekten de. Korkular sıra sıra, korku renk renk içimizde. 

Henüz dünyaya inmeden kalbimize işlenmiş bir nakış korku, daha yürümeye başlamadan yeryüzünde, içimizi titreten ayaz. Vücudumuz büyüdükçe ruhumuzda büyüyen boşluk korku, arşınladıkça yeryüzünü zihnimize dolaşan sarmaşık. Korku; ya sakin bir akşam vakti yahut uyandığımızda gecenin bir yarısı, endişelerimizi yanına alarak benliğimizin sınırlarını yıkan, nabzımızdaki ahengi sarsan sessiz bir uğultu; ardımızda, önümüzde, sağımızda, solumuzda ansızın beliren dipsiz kuyu. Korku, gerçeğin üzerini örtmek için gözlerimize inmiş perde. 

Gecemizi gündüzümüze katarak, canımızı dişimize takarak var gücümüzle sarılmamız hayata; hep bir şeylerin peşinde sürüklememiz saatleri, günleri; durmadan bir yerlere, şeylere yetişme çabamız; bir rüya gibi önümüzden koşan zaman atının terkisine atlamaya çalışıp da kapaklanışımız yerlere aslında yalnızca korkudan. Yalnızca korku bizlere düşündüren geleceği, geçmişi ve yalnızca korku yön veren hayatımıza, hayallerimize, ümitlerimize. Korkularımızın toplamı kadardır ömrümüz. Nelerden korktuğumuz belirleyicisidir dünyada kaybettiğimizin yahut kazandığımızın. Kimse kabul etmese de korktuğunu, korkak sıfatını yakıştırmasa da kendine; en cesurumuz en çok korkanımız, korkuyu hiç aklından çıkarmayanımız, korkunun iğneli fıçısında yaşayanımız aslında. 

Akşam, içime düşen korku, pişmanlık, hile.

Varamadığım deniz, suyu çekilen ırmak.

(Ziya Osman)

Belki soğukluğundan belki de manasında içerdiği acizlik yüzünden kabullenmek zor olsa da ve yokmuş gibi davransak da zihnimizdeki sözlükte karşılığı, korkudur bizleri dünyada telaşlı karıncalar gibi oradan oraya koşturan. 

Korkuyoruz yarınlarımızdan, dünü hatırlamaktan. Korkuyoruz kaybolmaktan, kaybetmekten. Korkuyoruz geride kalmaktan, üzerimize basılıp geçilmesinden, unutmaktan, unutulmaktan, yazılmaktan, silinmekten, düşmekten, çarpmaktan. Karanlıktan da korkuyoruz aydınlıktan da. Saklanmaktan da korkuyoruz bulunmaktan da. Geç kalmak da bir korku nedeni bizler için vaktinden erken varmak da. Korkuyoruz oyundan çıkarılmaktan da oyuna kendimizi kaptırmaktan da. Yalnızlıktan korkuyoruz ama korkuyoruz kendi kendimize kalmaktan da. Korkuyoruz ölmekten, tıpkı korktuğumuz gibi yaşamaktan. Korku, farkında olmasak da damarlarımızda kanı hareket ettiren güç ve korku gecenin bir yarısında bizi uykudan uyandırıp yolla düşüren cellat. Sevinç dolu küçücük zamanlarımızın önünü kesen gardiyan korku ve ezelde kalbimize, boynumuza, ayaklarımıza bağlanmış zincir.  Hayatlarımız korkularımız üzerine kurulu, varlığımızı korkularımızla devam ettiriyoruz hayat sahnesinde her an. Korkularımızla planlıyoruz yarınları, geleceği. Korktuğumuz şeyler yüzünden bölünüyor uykularımız ve tüm çırpınışlarımızın asıl nedeni korkularımız. 

Korkuyu büyüten, benliğimizi korku ile bürüyen sadece bilinmezlik, bilmediklerimiz değildir; hatta korkunun acıtan elleri, kalbimize en çok bildiklerimizin açtığı pencereden uzanır. Belki de bu yüzden tanıdıkça dünyayı, anladıkça hayatı işgali daha da büyür ruh atlasımızda korkunun. 

Var olanı kaybetme ihtimali belki de korkuyu yücelten, içimizde korkunun ıslığını çınlatan. Ulaşmanın, sahip olmanın, elimizde tutmanın çabası belki korkunun kuyularını habire derinlere indiren. Her ihtimali bilmek, her hikâyeyi muhayyilemizde canlandırmak yükseltir korku duvarını etrafımızda. Korku; içimize ve dışımıza her gün yenisini ördüğümüz duvarların, başkasını çektiğimiz perdelerin adı belki, anahtarını denizlere attığımız paslı kilitlerin anahtarı. Korku; teslimiyetin terbiyecisi, dudakları kanatan duaların elçisi, ayaklarımız altındaki diken. Sevdiren, nefret ettiren, büyüten, küçülten, bizi hâlden hâle koyan, içimizde şekilden şekle giren, adını bildiğimiz ama telaffuz etmeye kalkıştığımızda gırtlağımıza takılıp kalan çengelin, iki hecenin adı.

Korku bir kokudur ki karışmış bu havaya,

Ve sükut bir çığ gibi büyüyen düşüncedir.

(Cahit Sıtkı)

Korku yalnız bizim değil kâinatın, kâinattaki her şeyin özüne işlenmiş kanaviçe. Dünyayı döndüren, yıldızları titreten, ırmakları coşturan, denizleri dalgalandıran maya korku. Tohum çürümekten korktuğu için çatlatır gövdesini; ağaç kurumaktan, yok olmaktan korktuğu için durur meyveye. Butimar, korkar kurumasından denizlerin. Kuşlar yeryüzünden korktuğu için kanat çırpar gökyüzünde ve korkudan yuvalarını kurar kartallar en yücelere. Kurtlar korktuğu için yanaşamaz şehirlere. Yılanı toprağın altına indiren korkudur, örümceğe her akşam ağını nakşettiren de korku. Unutulmaktan korktuğu için günler, haftalar, aylar, mevsimler yeniden yeniden döner gelir ve hatırlatır kendini. Saat korktuğu için durmaktan ha bire döner aynı yuvarlakta. Sevgiler bitmekten, azalmaktan korktuğu için fetheder odalarını girdiği kalbin. Ümit, korkudan korktuğundan terk etmemek için direnir en karanlık zamanında bile gecenin. Aslında korku dahi korkar kaybolmaktan, unutulmaktan, mağlup olmaktan ki korkunun bittiği yerde ırmak kavuşur okyanusa. Korkunun bittiği yerde biter hayat, başlar sonsuzluk. 

Korkularımız her an orada, bulunduğu yerde dursa da her zaman varlığını görmez hissetmeyiz onun. Karanlığın bizi selamladığı anda kendini gösteren yıldızlar gibi bekler korkularımızın çoğu kendisini hatırlatmak için geceyi. Bir kaybolur bir görünür, bazen uzaklaşır bazen “acaba”lar, “belki”ler, “yoksa”ların kıymığı ile yakınlaşır korkular da. Bütün sınırlarımızın, kurallarımızın, şüpheci yaklaşımlarımızın temelinde korku vardır ve bizi hapsettiği kadar korur da korkularımız kötülüklerden, kötülerden, düşmekten, yaralanmaktan.

Korkuyorum değerken karanlığın hayatına.

(Fazıl Hüsnü)

Bir şiire başlıyorsun, bir öyküye, bir hayali bezemeye… Yarım kalmasından korkuyorsun başladığın her şeyin. Korkuyorsun benzemekten eski bir defterde kelimeleri unutulmuş yetim bir şiire, küsmesinden bütün küstüm çiçeklerinin ve ölmesinden menekşelerinin. Korktuğun her şey mermer bir sütun olup dikiliyor çatısı çaresizliklerle kurulmuş hiçliğin mabedine. Araladığın kapıların ardının boş olmasından korkuyorsun, ayrıldığın kapının anahtarını kaybetmekten. Gidememek korkutuyor seni, kalamayacak olmak da. Korkuyorsun bir sabah açtığında perdelerini, kurumuş ağaçlarla dolu bulmaktan kalbinin bahçesini. Bütün kuşların aynı anda kanatlarının sesini duymaktan korkuyorsun, bütün kuşların aynı anda can vermesinden uçarken ve korkuyorsun altında kalmaktan siyah bulutlarla örülü gökyüzünün. Heybeni düşürmekten korkuyorsun ırmağa geçerken köprülerden, ırmağa bakmaktan ürküyorsun. Avuçlarında parlayan incilerin kurumasından ve elin boş gitmekten gideceğin yere korkuyorsun ve en çok kaybetmeden korkuyorsun korkuyu.  Yaşamak korkulacak şey ve dünya korkulması gereken bir âlem, anlıyorsun.

kasım 2021/mostar



1 Ağustos 2021 Pazar

sabır

Her insan acemisidir kendi yazgısının, kaderinin ve dünya yolcusunu en çok yolun  nereye varacağını bilememek, yol ikiye ayrıldığında hangisinin huzura taşıyacağını hangisinin karanlığa sürükleyeceğini kestirememek yorar. Çıkmaz bir yola girip de aniden çarpınca bir duvara, karanlık bir kuyuya düştüğümüzde gündüzün en aydınlık vaktinde yahut dermansız bir derdin pençesinde dinmeyen sızılar kuşattığında ruhumuzu, bedenimizi; adına sabır denilen küçücük bir tohum kımıldar en derin yerinde kalbimizin . O tohumdan sızan ışıkla tahammül edilir her derde, belaya. O tohumdan kalbe üflenen umutla sayılır günler, haftalar, aylar mevsimler.  Biz sadece “sabır” desek de adına onun da bin bir türlüsü vardır.  Ayrılıklar için başka bir sabır gerekir, yalnızlıklar için başka bir sabır. Yoksulun sabrı başkadır zenginin sabrı başka. Birbirine benzemez elbette dertlinin, hastanın, düşkünün garibin sabrı. Her sabır, başka bir sabırla çatlatır kabuğunu,başka bir  sabırla dal budak verir ve başka bir sabırla mevyeye durur.

***

Sabr ile malum olur esrâr-ı Hak

Sabr ile bilindi her müşkil sebak

Eşrefoğlu Rumî

Ömür bir sermayedir kuşkusuz azığımıza konulan ve bu sermaye var olduğu sürece heybemizde, hayaller kurarız yarınlar için, ümitler taşırız bir sonraki güne, haftaya, aylara yıllara dair. İmtihan, hep çalıştığımız yerlerden yapılacak sanırız ve çalışırız var gücümüzle. Sanırız ki mevsim hep bahar ve sanırız ki gökyüzü hep güneşli. Oysa dünyadır üzerinde yol aldığımız zemin ve durmadan döner, yer değiştirir ayaklarımız altındaki yeryüzü. Yürürken yolsuz kalmak da mümkündür yarınlara, konuşurken kalabalıklara unutmak da vardır bütün kelimeleri. Kavuştum, derken boşluğa düşmek de bizler içindir; kazandım, derken kaybetmek de.

Hiçbir lügatin karşılığını tam olarak veremediği herkesin tecrübesi kadarını tanıyabildiği büyük anlamlı birkaç kelimeden biridir sabır ki yoktur sabrın aslında dili, rengi… Saçındaki aklardan, yüzündeki çizgilerden, feri tükenmiş ama ümidi sönmemiş gözlerinden sezer, tanırsınız sabır sahibi insanları. Sözlerinde, seslerinde, yürüyüşlerinde hatta nefes alıp verişlerinde dahi sabrın acıyla örüp gerdiği incecik tülü görür gibi olursunuz biraz yaklaşınca onlara. Tahammül eşiğinden aşıp sakinliğin, huzurun bahçesine ulaşabilenlerdir ancak sabır sahibi olanlar.

Dünyanın dönüşüne, başkalarının hızına, kaderin ahengine saygı duymaktır sabır biraz da. Zaten en fazla bir kez geçebileceğimiz dünya tarlasında yavaş yürümeyi, etrafı izlemeyi öğrenmek ancak sabırla mümkündür. Sabrı olan kişi görebilir yoluna serpilen çiçekleri, sabırlı olan kişi duyabilir, kuşların, çekirgelerin sesini. Göğe bakanlar sabırlı olanlardır, ufuklara bakanlar sabırla bekleyenlerdir yalnızca. Sabır biraz da kabul etmektir dünyada yalnız yaşamadığımızı.

Ruhun en karanlık iklimlerde bile ışıyan kutup yılıdızı, en sert fırtınalarda bile sönmeyen kandilidir sabır. Çaresizliği yaşamak değil onu aşmak için içimizde taşıdığımız ümittir sabır, yangınını gözyaşıyla söndüme cesaretidir kimi zaman ve yarayı gül, acıyı bal eylemektir. Sabır sessizliğin ülkesidir, sabırsızlık feryadın ve figanın.

***

Ehl-i temkînem beni benzetme ey gül bülbüle

Derde yok sabrı anın her lâhza bin feryâdı var

Fuzûlî

Yalnızca insan değildir dünyada sabırla imtihan edilen. Esasında gözümüzün gördüğü her şey kainatta sabrı telkin eder, sabrı fısıldar gibidir aceleci ve asi insan yanımıza. Minik gövdesini topraktan dışarı çıkarmak ve rengarenk yapraklarını açmak için baharı bekleyen çiçek, mevye vermek için büyümeyi bekleyen ağaç, coşmak için yağmur çağıran ırmak kendisi için emredilen sabra teslim etmiştir ruhunu şüphesiz.

Dağlar sabırla durur kuruldukları yerlerde dünya var oldukça, ırmaklar sabırla akar sonsuza, sabırla tavaf eder gökkubeyi bulutlar. Ne usanır güneş dönmekten ne dünya ne ay… Usanmaz parlamaktan yıldızlar. Kuşlar sabırla öğrenir uçmayı, sabırla göç eder vakti gelince bir diyardan bir diyara. Taylar sabırla öğrenir koşmayı,  Örümcekler sabırla örer binbir desenli ağını, dallar mevyeya sabırla durur. Bahar, sabırla bekler kışın sırasının geçmesini. Sabır tahammülün ağabeyidir umudun küçük kardeşi…

Yerine göre kırkıncı odayı dahi açabilen anahtar yerine göre simyadır sabır. Aralanmayan demirden kapılar sabırla önünde beklenildiğinde bir gün açılır ardına kadar, bakır altına, kömür elmasa sabırla döner ve Yusuf’u karanlık kuyudan aydınlığa, Eyyüb’ün yolunu şifa suyuna, Yunus’u karaya ulaştıran iksir sabırdır yalnızca.

Sonsuz da olsa sabrın kaynağı kimi zaman zordur sabretmek, zordur beklemek. O demlerde kalplerimiz düğüm düğüm olur, ruhlarımız sonsuz bir karmaşanın içinde yorulur endişeden, koşmaktan, ağrımaktan. Beklemek, yalnızca duraklarda, istasyonlarda manasını kazanan bir kelime olur. Büyük hakikatlere bizi taşıyacak takat ve tahammül sıyrılır gider ellerimizden. Neyi kazanırsak kazanalım, kaybetmişizdir aslında sabıra tutunmadan, nereye ulaşırsak ulaşalım bir arpa boyu yol kat etmemişizdir sabır olmadan  çünkü sabır yeşermeyen dal ayazın biçtiği ecel gömleğine bürünür er ya da geç… Sabır vaktini beklemektir biraz da var olmanın, yeşermenin, çiçek açmanın.

***

Beklemek, bir sabahı bir akşamı beklemek,

Beklemek gelir diye o saat ağır ağır.

Ziya Osman 

Beklemek, ne kadar uzun bir kelime ise nefesi sayılı olanlar için sabır da o denli büyük bir erdemdir her şeyin hızla yer değiştirdiği dünyada. Bir ağaç gibi hep aynı iklimde, toprakta var olmak; koşmadan sağa sola, düşmeden vesveseye şüpheye, öylece kök salmak bulunduğun yere ve yaprak dökmek, sonra tekrar yeşermektir sabır ayakların yedi kat yerin altına inerken başın göklere doğru uzanmasıdır. Yolcuya gölge, kuşlara yuva olmaktır aynı zamanda.

Binlerce kapıdan çevrilip de bin birinci kapıya ümit bağlamaktır bazen sabır, bir dağa ulaşıp başka dağları görmek ardında… Bir kuyudan çıkıp diğerine düşmektir, ırmaktan çıkıp okyanuslara yönelmektir.

Yılları ah etmeden sele vermenin kırk yılda büyüttüğün çiçeği ele vermenin adıdır sabır.

Sabır bir daire kendi etrafımıza çizdiğimiz, kırgınlıklardan, kızgınlıklardan pişmanlıklardan ve yarım kalan her şeyin acısından uzaklaşmak için. Sabır, ömür kiliminde ilmik ilmik, rengarenk nakış. Sabır bir kale, bir sığınak, bir giysi.

Yeryüzüne düştüğümüz andan itibaren sabırdır aslında tutunduğumuz tek dal. Farkında olsun olmasın sabırla öğrenir insan sürünmeyi, ayakta durmayı, yürümeyi, konuşmayı, koşmayı. Sabırla öğrenir okumayı, yazmayı, düşünmeyi. Sabırla geçilir çocukluk, ilk gençlik yılları, sabırla kurulur yuvalar, sabırla geride kalır geçilmesi gereken çağlar ve dünyadan ayrılırken anlarız adına yaşamak dediğimiz şeyin kocaman bir sabırdan ibaret olduğunu.


 ağustos 2019


 

2 Ağustos 2020 Pazar

kafesten kuş uçmuş gibi


hüseyn kaya

 

Hayatın ve ömrün hakikati ölümle atılmış bir düğümdür çoğumuz için. Nerede ve ne zaman geleceğini bilmeyiz fakat ölüm gelir, çözülür sırrı her şeyin.

Renkler, suretler, zaman ve mekan gölgesini terk eder ve gerçek yüzüyle süzülür karşımızda. Her ölüm bütün ölümlerin, kaybettiklerimizin acısını yeniden uyandırır içimizde.

Hayat, ölümün zıddı değil yalnızca bir bölümü, sebebidir aslında. Ağır ağır ölmektir her yaşamanın tarifi ve ta en baştan göze almışızdır her şeyi bırakıp gitmeyi. Yaşadığımız her gün ömrümüzden eksilen bir parçadır ve ömrümüzün yegâne sebebi aslında ölüm evini inşa etmektir. Saat; ölüme doğru ilerler aynı yuvarlakta, takvim sayfaları ölüme doğru savrulur boşlukta. Her aşk nasıl ayrılığı da taşırsa içinde her hayat da ölümü öyle taşır içinde. Ölüm hayatın karşılığı da değildir zıddı olmadığı gibi.

Ansızın duyduğumuz bir sala ile hatırlarız dünyanın bir konaklama yeri olduğunu, dünyada bir yolcu olduğumuzu. Saatler durur, dünya durur, kalbimiz telaş denizinin sahilinde yorgundur. Üzerimize sinmiş dünyanın kokusunu duyarız birden.

Kime, ne zaman, nerede misafir olursa olsun anidir her ölüm. Hüzünden ırmaklar boşaltır üzerimize ve yıkar bizi sonsuzluğun nuru ile. Biz ölümü beklemeyiz, ölüm bekler aslında bizi.

Tüm adımlarımız ona doğrudur, tüm çırpınışlarımız ona doğru. Yaşarken hep istediğimiz yitmek, uzak diyarlara gitmek ve her şeyi terk etmek hissinin eşiğine varmaktır ölüm yine de o eşiğe varan kimseye yakıştıramayız ölümü.

***

Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı,

Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz…

(Ziya Osman)

Belki bugün, az sonra belki yarın… Yeni bir gün ümidiyle evimizden çıktığımızda belki, belki de günün yorgunluğuyla dönerken evimize… Gökyüzünü seyrederken, maziyi yahut geleceği düşünürken, başka bir şehre üniversite okumaya giderken, hüzünlüyken, sevinçliyken, yeni bir eve taşınacakken, yeni dünyaya gelmiş çocuğumuzu seyrederken, şafak sayarken, taburcu günü beklerken, kuşlara yem atarken yahut bir durakta inerken, bir sınava hazırlanırken, buğulu bir cama yazılar yazarken, yağmuru ya da bir çiçeğin açmasını beklerken,  bir özlemin bitmesine çok az vakit kala her an her yerde gelir ölüm ve küçücük bir noktayla bitirir hikayemizi. Son kez birbirine kavuştuğunda göz kapaklarımız dünya tünelinin sonundaki ışıktır ölüm.

Uyanırız, biter dünya. Uyanırız,  bütün uykuların bittiği sabah ölüm gelmiştir kapımıza.

Öylece kalakalır; masada yarım bardak su, dolaplarda giysilerimiz, kapı önlerinde ayakkabılarımız. Yüzümüz aynalarda kalır, boşluğa düşer kollarımız.

Aldanışlarımızın özeti kalır ardımızda, yalan yaşamaklarımızın, seraplar peşinde dolaşmalarımızın anlamsızlığı. Okuduğumuz kitaplar silinir, dinlemeye, söylemeye doyamadığımız şarkılar, şiirler suskunluğa bırakır yerini. Solgun fotoğraflarda dokunduğumuz eşyalarda baktığımız aynalarda yürüdüğümüz yollarda, oturduğumuz sıralarda kalır hatıramız bizden sonrakilere.

***

En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz

Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz

(Ziya Osman)

Tıpkı hayat gibi bir nimettir ölüm aslında. Çiçekler nasıl taşırsa tohumunu gövdesinde öylece taşırız ölümü de. Haddimizi, hududumuzu bildirir, mecaz perdesini, renkli peçesini kaldırır dünyanın yüzünden, tüm hayallerimizin, umutlarımızın simini sıyırır, cümle acılarımızı, ağrılarımızı dindirir gelişiyle.

Dünya sofrası dürülüp kaldırıldığında önümüzden pişmanlıklar ve keşkeler sıradağlar gibi uzanır ardımızda.

Gördüğümüz, şahit olduğumuz her ölümün bir sözü vardır kalbimize fısıldadığı her ölümün bir hakikati. Bir trafik kazası sonrası her parçası bir köşeden toplanan cenazeler, hastane koridorlarında yastıklarda, kundaklarda taşınan minicik gövdeler, dünyaya ait tek bir kelimeyi öğrenmeden; anne, diyemeden baba, diyemeden sıcak bir ekmeği dişleriyle koparamadan kapanan camdan gözler, uzak diyarlardan, dağ başlarından bayraklara sarılarak güller içinde gönderilen gencecik şehitler konuşur kalbimizle, ruhumuzla biz farkına varmadan. Ölüm değil bu sohbettir aslında tedirgin eden bizleri.

Ağlamaktan bayıldığımız olur, uyanıp uyanıp yeniden göz seline boğulduğumuz olur… Bir fotoğraf, bir mektup,bir şiir, bir  kitabın ilk sayfasındaki üç beş kelime teselli vermek yerine kanatır ayrılığın yarasını. Biten bir oyunun hüznü dolar içimize. Herkes yerli yerindedir, bekliyordur, açılan her kapının ardında ölen yakınımız girecek sanırız. Dualar, Yasinler arasında ağıtlar gelir bağdaş kurup oturur bağrımız üzerine. Alışmak güç olsa da bir eksikle yeniden döner dünya. Yine anneler çocuklarının elinden tutar karşıya geçerken yine hızla koşar insanlar işyerlerine, evlerine… Yine bahar gelir açar çiğdemler, söğütler yeşerir, başağa durur buğdaylar. Oyunu bir süreliğine dışardan seyrettirir bize sevdiklerimizin ölümü. Ölüm kadar hazindir alışkanlıkları terk etmek, ayrılıklara alışmak. Uzanırız, ellerimiz havada kalır, uzanırız kollarımız boşluğa dolanır. Alışmaya, yaşamaya değil ölmeye gelmişizdir oysa dünyaya.

Yalnız insanoğlunun yükü değildir ecel. Cümle mahlukata da bir pay düşmüştür ayrılıktan, ölümden. Kuşların yavrusu ölür, koyunların kuzusu… Vakti geldiğinde kurur ve ölür her ağaç, çekilir damarlarından su. Kim bilir belki de çiçekleri, kelebekleri güzelleştiren, gökyüzünde yıldızları titreten şeydir ölüm korkusu.

Nefesimizin daraldığı, hastalıkların kıvrandırdığı vakitlerde, yağmurlu sabahlarda, toprağın, suyun, havanın ağırlaştığı akşamlarda, eksik bayramlarda, iftar sofralarında nefesimiz boğazımıza düğümlene düğümlene, içimize akan gözyaşlarımızla yine unutmak üzre yeniden hatırlatıyor ölüm hatırlamamız gerekeni. 

Öğreniyoruz ve her seferinde tekrar unutuyoruz ölümün öğrettiklerini, unutturuyor dünya. Mezarlıkları şehirlerin dışına taşıyoruz, pencerelerimizi sala, ezan sesini içeri almayacak olanlardan seçiyoruz. Belki de karanlıktan değil ölümden korktuğumuz için sabahlara kadar aydınlatıyoruz evimizi, sokaklarımızı, şehirlerimizi; ama bitmiyor yine de etrafımızda ölümler. Parklarda ağaçlar ölüyor, kafeste kuşlarımız, akvaryumda balıklarımız, saksılarda çiçeklerimiz… Aynada yüzümüz her sabah biraz daha ölüyor.

***

En son ölüm gelir

Yine de erken deriz…

(Mevlana İdris)

Biz ölümü ne kadar az anarsak analım ölüm bizi unutmaz. Tıpkı sevda, ayrılık, gurbet, yalnızlık gibi şiirlere, kitaplara, şarkılara siner ölümün rengi, kokusu bazen. Hayat merdivenleri dikleştikçe o şiirlerden bir mısra, kitaplardan bir sayfa, şarkılardan bir nağme muhakkak gelir otağını kurar ruhumuzun bir köşesine.

Ölüm gelir ve ödünç verilen nefesi alır ruhumuzdan, gölgemiz dahi terk eder peşimizi. Dünya kitabının son sayfasıdır ölüm, herkes için…

 

semerkand dergisi, 2014

27 Temmuz 2020 Pazartesi

sabah kasidesi

hüseyn kaya



Sabah uyanıp karşılamak yeniyi 
Ufuklara bakıp beklemek yeniyi 

Sezai Karakoç

Uykulardan, rüyalardan geçer ve ulaşır sabaha yolumuz. Her sabah yeniden yaratılır dünya ve bizler her sabah yeni bir dünyaya açarız gözlerimizi. Hiçbir şey akşamdan bıraktığımız gibi karşılamaz bizi sabaha vardığımızda. Gökyüzü değişmiştir, bulutlar, rüzgâr, ağaçlar değişmiştir. Yüzümüz, kalbimiz, ellerimiz değişmiştir… Sabah, tekrar tekrar yabancısı, acemisi olmaktır hayatın, dünyanın.

Sular serinler bu demde, çimenlere çiğ misafir olur, bağlar bahçeler asıl sahibinin diliyle söyleşir durur; bülbüller, serçeler, serviler ve rûzigâr aynı lisan ile terennüm eder. Bu vakitte coşkun ırmaklar, dereler dahi durulur ve sükûttan nasibini alır, dağlar usul usul yeniden yeryüzüne kondurulur…

Kervanlar sabah vakti yola koyulur, gecenin siyah kanatları altında gizlenen kuşlar, sabah yeniden dağılır yeryüzüne şen çocuklar gibi ve ilk onlar karşılık verir sabahın selamına.

Sabah seyredilen her ufukta meleklerin izinden, sabah çıkılan her yolculukta yerin, göğün zikrinden muhakkak bir şeyler değer üşüyen kalbimize.

Her sabahın yeni bir dünya olduğunu görmemek, hissetmemek vaktin selamına karşılık vermemek, sabahı ve sabahın sahibini incitir farkında olmasak da.

***

Sabaha ermek uzun bir yoldan dönmektir kendimize. Bilmediğimiz mekânlardan, zamanlardan geçer, aramadan buluruz kendimizi her sabah bıraktığımız yerde.

Bütün hislerden, kişilerden, kalabalıklardan arınarak açarız dünyaya gözlerimizi ve dünya yeniden dolar gözlerimizden usul usul cümle varlığımıza.

Hayat bir sabahtan diğerine kendimizi taşıyıp durmaktır biraz da.

Nasıl ki akşamlar ayrılığa, hicrana, yalnızlığa açılan bir kapıdır, sabah da kavuşmaların, ümitlerin, heyecanların kapısıdır. Küskünlükler, kırgınlıklar, sitemler sabah kapısının gerisinde kalır. Geceden sabaha mum gibi erir akar ruhumuzun katılıkları.

Bilmediğimiz şehirlere, kasabalara çoğu zaman sabah vakti adım atarız ilk kez. Gurbetin içimizi yakan havasını ilk kez sabah vakti çekmişizdir ciğerlerimize. Gurbetten sılaya dönüşümüz de muhakkak bir sabah vaktindedir yine.

En güzel haberler sabah vaktinde çalar kapımızı. Her vakit hayırlıdır fakat sabah hayırların vaktidir.  Bir yolun sonu yeni bir yolun başlangıcıdır her sabah.

Bir yol başlıyor gibi, ümitli, rahat.

Tanrım! bu sabah içim senin eserin

Ziya Osman Saba

***

Diğer bütün vakitler gibi sabah vakti de bir ayete dönüşür harflerini tanıyabilenler için. 

Yıldızlar dökülürken göğün denizine, ay silinirken sessizce, usul usul açılan güller, kendinden geçmiş cümle çiçekler sonsuz bir sabahın ülkesini müjdeler hasretle, hüzünle. Kuşlar o ülkeden gelen rayihalarla kanat çırpmayı, rüzgâr diyar diyar dolaşmayı unutur. Cümle mevcudat aynı hayret denizinin sularında sallanır durur.

Herkese başka gelir sabah, her mevsime başka. Bebekler; çiçekler gibi bekler sabahı, gecenin karanlığından değil sabahın hasretinden nemlenir onların gözleri.  Çocuklar biraz daha büyür her sabah, her sabah başka ümitlerin ırmağında yıkanır kalpleri ve yaşlılar biraz daha yaklaşır kendilerini bekleyen büyük sabaha her günün aydınlığında.  

Sabahın yağmurla geldiği olur bazen kapımıza, penceremize. Bulutlardan ruhumuza dökülen bir sükûnun adı olur sabah ve caddeler, sokaklar, evlerin çatıları yıkanıp arınırken, hafifçe karıncalanır kalbimiz.

Karla uyandığımız sabahlar bembeyaz hatıralarla işlenir ömür defterimize. Yolların, dağların karla kaplandığı sabahlar bütün gözlere ayan olur dünyanın yeniden yaratıldığı.

Güneşli sabahlar yalnızca çocukluğumuzdan el sallar, hatırlatır kendini. Binbir çeşit kuş sesi gelir kulağımıza uzaktan, hatıralar arasından.

Bahar, yaz yahut kış sabahı… Hepsi aynı şiirin başka mısraları gibi ahenkle gelir geçer penceremizden, bahçemizden ve savrulur dururuz bahar sabahından yaz sabahına, yaz sabahından kış sabahına. Herkese başka gelir sabah, her mevsime başka.

Ömrümüzün en unutulmaz sabahları şüphesiz bayram sabahlarıdır. Cennetten gelir gibi gelir ve çalar kapımızı, penceremizi bayram sabahı. Kapılar, pencereler o gelmeden evvel açılır onun bereketine, huzuruna. Aslında sabahın kendisi bir bayramdır da bizler onu bir türlü hatırlayamayız. Sabahın da bayram olduğunu en iyi hatırlayanlar umutsuz hastalar ve sokaklarda sabahlayan evsizlerdir çoğu zaman.

Tatil sabahları yeniden dünyaya, sevdiklerimize bahşedilmişliğimizin huzuru ile uyanırız. Tebessüm bütün yüzlere misafir olur. Uzun bir ayrılıktan dönmüş gibidir tüm sevdiklerimiz. Uykunun, evin, çayın, ekmeğin ve zeytinin gerçek manasına erişilir bu demlerde. Cennetten bir esinti gelir geçer kalplerimiz üzerinden.

Uyandığınız yer neresi, uyandığınız gün hangisi olursa olsun sabah umuttur. Gece siyah saçlarını usul usul toplayıp ayrıldığında yeryüzünden, sonsuza kadar sürecekmiş gibi uzayan bir huzuru, sessizliği bırakır yokluğunun yerine. Sabah en büyük mucizedir paslanmış bakışlarımız için. Vakt-i seherde göz aydınlanır, kalp titrer ve gün yalnızca doğuşuna şahit olanlara bağışlar sırrını, bereketini.

Hatalardan, günahlardan uzaklaşmamız için bir fırsat daha verildiğinin ilanıdır gözlerimizi açtığımız her sabah. Tövbeler, pişmanlıklar, şükürler yükselir arzdan arşa yeni başlayan bütün sabahların içinden.

Henüz bestelenmemiş şarkıların, yazılmamış şiirlerin müjdesi gizlidir sabah vakitlerinde. Bacalarda duman, yaprakta çiğ, bebeklerin yüzünde tebessüm, besmeleyle düşülen yol, umutla açılan kepenktir sabah. Uyuyan bebekler sabahtan alır yüzlerindeki ışığı, nuru, huzuru. Çiçeğe duran ağaç, pencereye tırmanan sarmaşık sabahtan alır cesareti, ümidi.

umut gibi ışı

ezan gibi uzan her sabah

Sezai Karakoç

***

Sabahı olmayanın öğleni de olmaz akşamı da. Gün kalesinin fethi sabahın fethiyle mümkündür ancak. Uyuyakalınmış, uykuyla değişilmiş sabahlar, kayıp zamanlarıdır ruhumuzun. Böyle vakitlerde tazelik ve umut uzağına düşer kalbimizin. Baş ağrıları, sıkıntılar, pişmanlıklar dolanır durur üzerimizde. Bir önceki günün üzerine eklenmiş bir gündür yaşadığımız. Yollarda kendi ayak izlerimize rastlarız, gökyüzü bıraktığımız yerde gibidir. Bulutlar dahi değişmemiş görünür gözümüze. Ne sabaha kadar yıldızlar yanmıştır gökyüzünde ne seher rüzgarı dolaşmıştır kapı kapı. Çayın tadı aynıdır, ekmeğin tadı aynı… Adımlarımız yolları incitir, serçeler ürker nefesimizden. Ne ağaçların selamını alırız ne bulutların… Kokusu, rengi uçar yaklaştığımız tüm çiçeklerin. Dilimiz dönmez olur, sesimiz kısılır, yarım kalır şiirler, şarkılar.

Bütün vakitler sabahın başladığı yerden devam eder ve taşır bizi diğer vakitlere. Sabahı nasıl yaşamışsak öyle yaşarız akşamı, geceyi de ve sabahları nasıl geride bırakmışsak öyle bırakmışızdır bütün ömrümüzü de.


nisan, 2013


26 Temmuz 2020 Pazar

nahifliğin şairi ziya osman

hüseyn kaya

 

Bazı şairler vardır hayata karşı duruşları şiirdir yazdıklarından önce. Hayatlarından damıtarak yazarlar yazdıkları her mısrayı, söyledikleri her kelimenin mutlaka ödenmiş bir bedeli vardır kendi dünyalarında. Yalandan, riyadan, gösterişten uzaktır hem hayatları hem yazdıkları... Çoğu sanatkarda var olan “ben”lik duygusunun izlerine de pek rastlanmaz bu tür şairlerin yazdıklarında. Birilerini parlatarak ya da birileri tarafından parlatılarak kazanmazlar “şair” vasfını. Esasen “şair” olmaktan ziyade “insan” olma derdindedirler lakin yine de adları “şair”e çıkmıştır bir kez...

Küçücük dünyalarından ölümsüz mısralar devşirir bu tür şairler. Büyük felsefi acılar, toplumsal çalkantılar, savaşlar, siyasi değişimler sarsmaz onların şiirlerini. Ezelî ve ebedî küçük hüzünlerin, mutlulukların, hasretlerin titrettiği kalplerinden sade ve mütevazı dizeler düşerler kağıtlara. Doğan güneş, açan çiçek, sararan yaprak, ansızın gelen yağmur, güvercinler, serçeler, ağaçlar, evler, odalar, kapılar, pencereler bitmek tükenmek bilmeyen bir ilham kaynağıdır onlar için.

Ne dostları, ne ailesi, ne kainat ne de kelimeler şikayetçidir bu şairleden.

Ziya Osman Saba,  Cumhuriyet sonrası edebiyatımızın samimi ve mütevazı birkaç şairinden biri. Felsefi düşüncelerden, ideolojilerden, kutuplaşmalardan uzak adeta bir derviş edası ile küçücük dünyasının telaşında, hüznünde, sevincinde bir şair:

Ben de taşıdım akşam bir eve bir ekmeği

Yaşadım bir kenarda habersiz hintten çinden

Ömrümün bilmiyorum her an neresindeyim

Fakat sesler geliyor gelecekler içinden.

Ziya Osman için şiir hayatın içindedir ancak hayatın gayesi değildir. Şair şiiri putlaştırmaz, her şeyin üstüne ötesine taşımaz. Onun için şiir “katlanılmaz” olarak nitelediği hayat karşısında bir sığınak hatta kurtarıcıdır.

Yaşamak bundan sonra katlanılmaz eziyet

Bir şey istemiyorum artık ne zevk ne para

Kaybolmuş baharıma beni götür hatıra

Hafızam avut beni beni kurtar ey şiir

Dünyanın karmaşası, kaderin ve ömrün bilinmezliği bazen şairi karamsarlığa düşürür. Böyle zamanlarda şairin her insan gibi gamdan dertten azade olduğu çocukluk yıllarına özlem duyması ve dizelerini çocukluk özlemiyle yoğurması manidardır:

O kadar istedi ki bir şeyi bugün içim

Dedim, kendi kendime "bari, çocuk olaydım

Bana bir camdan yine seyrettirseydi dadım

Yağmurun yağdığını bahçede sicim sicim.

Çocukluk; her büyük şair, düşünür için olduğu gibi Ziya Osman için de uzak bir “memleket”tir. Şair olmak, o memleketten çıkmamak, çıkılmışsa bile hep o diyarı hatırlamaktır biraz da:

Çocukluğum, çocukluğum...

Gözümde tüten memleket.

Artık bana sonsuz hasret,

Sonsuz keder çocukluğum.

İnsan ömrünün cennetten dünyaya uzanan bölümüdür belki de çocukluk. Bu yüzden kalbine tutunarak yaşayan her yolcu o günleri ömür boyu arar, özler...

Nasıl anmazsın o çocukluk günlerini!

Dalda bülbülü vardı, gökte beyaz bulutu.

Annem vardı, babam vardı.

Bahçemizde, ılık, uzayan günlerdi yaz,

Bir beyaz âlemdi kış.

Başkaydı güneşi, böyle değildi ayı.

Artık istemiyorum yaşamayı!

Bir gün ver bana Tanrım,

Ta çocukluğumdan kalmış..

Şiirden ziyade aslında hayat karşısında ya bir içleniş ya bir dua izi taşır Ziya Osman’ın şiirleri. Cumhuriyet dönemi şairleri içerisinde içten ve derinden “Rabbim” diyen nadir şairlerdendir o. Ziya Osman şiirlerinden eleme, içlenişe, acıya, siteme yolu düşmeyenler şükrün, hayretin, tefekkürün aydınlığı ile ışıldar: 

İlk defa bakıyorum, Rabbim, her şeye.

Yeryüzünü yeniden görür gibiyim.

...

Anlıyorum, şu kuş neden yuva yapıyor.

Anlıyorum, Allahım kalbim niye çarpıyor.

 Müminane şiir nedir, nasıl olmalıdır? Ziya Osman’ın bazı şiirleri aslında edebiyatımızda pek de tartışılmamış bu soruların cevaplarını kısmen içerir niteliktedir. Şairin bir mümin edası ile gündelik hayatın içinden Allah’a seslenmesi, Allah’la konuşması esasında onun ilham kaynaklarını ve şiir dünyasını ele vermesi bakımından önemli ip uçları verir:

Her akşamki yoluma koyulmuş gidiyorum.

Her akşamdan vücudum bu akşam daha yorgun.

Öyle istiyorum ki bu akşam biraz sükûn,

Bir cami eşiğine yatıversem diyorum

Şairi, iç dünyasındaki sıkıntılar kadar dış dünyadaki sıkıntılar ve bu sıkıntıların düşürdüğü yalnızlık hissi de yöneltir Allah’ı anmaya.

-Rabbim, şuracıkta sen bari gözlerimi yum!

Sen, bana en son kalan, ben senin en son kulun;

Bu akşam, artık seni anmayan İstanbul’un

Bomboş bir camiinde uyumak istiyorum.

Ziya Osman’ın şiiri akmaktan yorulmuş bir ırmağın neticede vardığı sükutun şiiridir. Hızla devinen hayat içerisinde her şeyin anlamsızlaştığı yahut bittiği, geride kaldığı anların içinden veya o halleri kuşanarak şiirin peşinde yürür şair:

Rabbim nihayet sana itaat edeceğiz

Artık ne kin ne haset ne de yaşamak hırsı

Belki bir sabah vakti belki gece yarısı

Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz..

 

Hayat, yalnızlık, çocukluk, küçük mutluluklar hüzünler kadar kadar ölüm düşüncesi de yeralır Ziya Osman’ın şiirlerinde.  Ölümden korkmaz şair zira ahiret onun için bir buluşma yurdudur.

Başım bir defa olsun dönmeyecek geriye.

Bir el gözlerimdeki perdeyi sıyıracak.

Onları bulacağım!.. Ve annem şaşıracak:

“Görmeyeli ne kadar büyümüş oğlum” diye.

Ne Necip Fazıl kadar gür sesli ve aşkın ne Nazım Hikmet kadar dünyevî ve ideolojik ne Yahya Kemal kadar biçime hapsolmuş ne Tanpınar kadar hisleri boşlukta bir şair Ziya Osman... Kendine has duruşu ve dünyaya bakışı ile kemale ermiş bir kalbin, “ince şeyler”in şairi. Ağaçların, mevsimlerin, günlerin, sabahların, akşamların, yazın, güzün, çocuk gülüşlerinin, ekmeğin dostlukların, yalnızlıkların, küçük sevinçlerin, hüzünlerin şairi o. Evliliği, nişanlılığı, evi, evleri dahi dizelerine misafir edecek kadar samimi.

Her şairi şair yapan bir damar, vasıf yön vardır çoğunlukla. Kimi şairi sanatı  kimini ideolojisi, dünya görüşü, ölümsüzleştirir. Ziya Osman’ı şair yapan şey esasında ne şiire getirdiği yenilik, ne şiirinde kullandığı biçimler ne de ideolojik tavrıdır. Ziya Osman’ı şair kılan en belirgin vasfı,  “insani” duyarlığı ve bu duyarlığı sakin bir “kul” edası ile samimiyetle kelimelere aktarması galiba.

Bazı şairler yalnızca “iyi şair” olarak anılır, kimliğinden kişiliğinden fazlaca bahsedilmez. Bazı şairlere de yalnızca “iyi insan” denir ve onun şiiriniden bahsedilmez. Ziya Osman hem iyi bir şair hem iyi bir insan olarak anılmayı hak eden bir isim. Ziya Osman’ın yalnızca yazıp çizdikleri  değil, kitapların dergilerin sayfalarında sararan cansız sureti, fotoğrafları dahi bu hakikati fısıldar kendisine incelikle bakanlara.