anadolu dergiciliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anadolu dergiciliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2020 Perşembe

göğ ekini biçmiş gibi

hüseyn kaya

                                                                                                                  asım gültekin için…

Gündelik işlerin yoğunluğu arasında, yorgun argın vaziyette bir sonraki gün yapılacak işlerin çokluğunu düşünürken aniden çalan bir telefon, birden bire verilen acı haberle zihnimiz sıyrılır içinde boğulduğumuz dünyadan. Bir hastalık, kaza yahut ölüm haberi; bir dakika öncesine kadar bizi boğan telaşın anlamsızlığını yüzümüze vurur.  Bir dakika önceki hayatınızın aslından ne kadar da yaşanabilir olduğunu düşünürüz ancak artık o zamana dönmek imkânsızdır.

Şüphesiz ölümdür, ölüm haberidir bizleri en çok sarsan kapılmış gidiyorken dünya hayatına zira her ölüm büyük bir sarsıntı, bir büyük ayrılıktır dengeleri bozan, planları alt üst eden. Ölüm, ne kadar yakına düşerse o kadar solar dünyamızdaki renkler, siyah beyaza dönüşür. Değerli olan şeylerin sayısı azalır kalbimizde.

Giden mi üzgündür, kalan mı? Şüphesiz kalan… Gidenler kurtulur dünyanın yükünden, telaşından. Kalan içindir ayrılıklar hüzünler. Bitmemiş bir yolun ağırlığı biner hassas kalplerin üzerine her ölüm haberinde. Eksilen kalandır, yarım olan kalan.

Bunda hep gelenler gider

Hergiz gelmez yola gider

(Yunus Emre)

Dünya ne kadar yorucu, hayat ne kadar zor düşünceleri ile serzeniş halinde iken kendi kendimle bir akşamüzeri aldım Asım’ın ölüm haberini. Kendisiyle çok sık görüşen biri değildim ancak ne kadar yakınımda olduğunu bu haberle hissettim. Daha birkaç gün evvel bir sohbette anmıştık adını. Yanımdan, yöremden birinin daha eksildiğini hissettim, dünyamdan birinin daha eksildiğini. “Nasıl, neden” soruları aklıma gelmedi. Bir süre zihnimdeki fotoğraflarını sıraladım peş peşe. Mütebessim yüzünü, sakin tavırlarını tekrar tekrar hatırladım.

İlk şiir kitabım çıktığında bana ulaşan o idi, Sühan’ın ilk sayısı yayımlandığında da ulaşan o.

Kendisiyle ilk kez yüz yüze Dursunbey şiir programında yüz yüze tanışmak nasip oldu. Elinde fotoğraf makinesi, önünde bebek arabası ile çıkıp gelmişti programa. Hep öyle olur ya sanki yıllardır tanışan iki dost gibi saatlerce ve samimiyetle konuştuk birkaç gün boyunca. Durgun, sakin bir çehre; yumuşak, alçalıp yükselmeyen bir ses tonu ile konuşuyordu her masada, her sohbette. Zihnin hep dolu olduğu davranışlarına da yansıyordu. Gereksiz konuşmalardan kaçınır, konuştuğunda mutlaka ya bir dergiden yahut bir projeden bahsederdi. Yüz yüze tanıştığımız yılın konusu “dünyabizim” adlı sayfaydı. Baş başa kaldığımızda zihninde olanları paylaştı uzun uzun. Destek beklediğini söyledi. Bu tür programlarda çok kişiyle tanışılır, çok şey konuşulur ancak program biter, meclis dağılır ve unutulur konuşulanlar çoğunlukla.

Programdan birkaç gün sonra telefon trafiğimiz sıklaştı ve söz konusu sayfa için metin desteği isteğinde bulundu. Elimden geldiği kadar ilk zamanlar katkıda bulunmaya çalıştım projeye. Bu esnada o da Sühan dergisini ihmal etmedi, bizlere yazı gönderdi zaman zaman. Sonraki zamanlarda karşılaştığımız programlarda da Asım aynı Asım’dı. Hep ağırbaşlı, hep yalnızca gerektiğinde konuşan… Birebir sohbetlerde biraz daha konuşkandı. O yüzden ya uzaklaşarak kalabalık yerlerden yürüyüşlerde yahut kenarda bir masada anlattım, dinledi; anlattı dinledim.

Dostluğun, muhabbetin, sohbetin şüphesiz hususi olanı kıymetlidir. Onunla aramızdaki yakınlığın da hususi olduğunu biliyorum lakin şunu da biliyorum, Asım’ın dünyasında tanıdığı herkesin farklı ve mühim bir yeri vardı.  

Ehli kalem arasında sık sık şahit olduğumuz kırgınlıklara, dargınlıklara, alınganlıklara onun ayıracağı vakit hiç olmadı. Herkesle dosttu, herkesin derdini dinler, hatta derdi olduğunu bildiği biri varsa arar, derman bulmaya çalışırdı lakin kimseye demezdi derdini. Kimse sormadı belki de.

Ufku sınırsızdı ve tekrarı, sıradanlığı sevmezdi. Mesela “dünyabizim” sayfasının adını içeriğini de düşünerek önceleri “bizimdünya” olarak düşünmüştü. Kısa süre sonra “bizim dünya” sınırlayıcı bir ifade dedi, dünya bizim diyelim. Sanırım “Yedi Hilal” derneğini isimlendirirken de aynı şeyler düşündü.

Bir eylem adamı idi Asım Gültekin ancak kendisini tanıdığımdan beri hep ağırbaşlı, durgun tavırların sahibiydi. Hatta bir süre ilgilendiği mizah ve karikatür yayıncılığı bile bu olgunluk içerisinde vücut bulmuş gibiydi.

Aşsıza aş bulurdu, işsize iş. Gençler için her müşkülü halledebilecek “Asım Ağabey”di, Anadolu’da dergi çıkaranların büyük şehirdeki en samimi destekçisi, gür sesi. Sanırım herkese yakındı, herkese candan davranırdı. Paylaşmayı severdi, tanımadığı insanlarla bile. Halledemeyeceği bir mesele için söz vermezdi ama edebiyat, sanat alanında halledemeyeceği mesele de yok gibiydi. Onu bilen, tanıyan kim olursa olsun, ricasını geri çevirmezdi.

Asım Gültekin aramışsa mutlaka ya bir “beyaz haber” verirdi yahut bir projeden bahsederdi halim selim ses tonuyla. Aynı yaştaydık ama “abi” hitabını kullanırdı. Son iki görüşmemiz Sivas’ta oldu. Aynı şehirde yaşadığımız halde tanımadığım gençlerle tanıştırdı her seferinde. Yardımcı olmak, birilerinin önünü açmak ona huzur veren bir meşgale idi. Basılacak dosyam olup olmadığını sordu ilk görüşmemizde ve bir yayınevini arayarak söz aldı lakin ben biraz tembellikten biraz da heyecansızlıktan yayınevini tekrar aramadım.

Bize didar gerek dünya gerekmez

(Yunus Emre)

Son görüşmelerimizde etimolojiye ilgi duymaya başladığını söyleyince kendisiyle irtibatımız, görüşmelerimiz biraz bu yönde devam etmeye başladı. Geceler boyu uzayan kelime tahlilleri, manaları, kullanımlarına dair yazışmalarımız oldu zaman zaman. Eski eylem adamı yönü, yine gençlere yardımcı olmak manasında devam ediyordu ancak Asım’ın iç dünyasında birtakım değişiklikler yaşadığını da hissediyordum. Sürekli kelimeler dolaşıyordu zihninde ve yazıyordu da bunları uzaktan takip edebildiğim kadarıyla. Bir süre sonra beyaz camda kendisini derviş hırkası ile gördüğümde garip bir huzur kapladı içimi. Yakışmıştı sırtına ve kalbine. Açılmış bir kapıdan yeni ama yabancısı olmadığı bir yola düştüğü anlaşılıyordu. Sanırım iç dünyasında yaşadığı değişimler önce ilgi alanlarına sonra dış görünüşüne kadar sirayet etmişti. Tasavvuf klasiklerinin dünyasında iz sürüyor, Yunus’la yürüyordu artık.

Onda dinginlik, durgunluk hiçbir zaman yorgunluğa dönüşmedi. Bir kez olsun “dinleneceğim, yorgunum” kelimelerini kendisinden duymak mümkün değildi. Sabırla, azimle ve inançla yürüdüğü yolu tamamlayarak mütebessim bir fotoğraf bıraktı zihinlerde, gönüllerde ve aniden bir akşamüzeri ayrıldı aramızdan. Sıradanlıktan, tekrar etmekten hazzetmezdi, dedim ya. Sıradan bir gidiş olmadı onun dünya ile vedalaşması da. O, ani de olsa bir kervanın ucunda sessizce göçtü bu dünyadan, biz yine dağlar başında…

 eylül 2020

23 Temmuz 2020 Perşembe

raflarda tozlanan yara

hüseyn kaya

Kaderlerinin aynı olduğu söylense de hikâyeleri birbirine hiç benzemez aslında. Sarp kayalıkların ucunda, uzak dağların eteklerinde açan rengarenk çiçekler gibi hepsinin kokusu, şekli başka başkadır ve hepsinin ayrı bir hikayesi vardır kulak verip dinlediğinizde.

***

Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif

(Muhibbî)

Bazen her şey dost meclislerinde öylesine ağızdan çıkan “bir dergi yayımlayalım” sözleri ile başlar ki ciddi dost meclisleri  için, tehlikeli, hatta sihirli bir cümledir bu. Yapalım edelimle biten onlarca mevzu konuşulmuş olsa da bu tür sohbetlerde içinde “dergi” geçen bu cümle, en tehlikelisidir ve mutlaka birilerini ağına düşürür. Tıpkı âşığın, mâşukun her halini kendisine bir sebeb-i ümit sayması ve her sözün neticesini ona bağlaması gibi bundan sonra bütün meclislerde “dergi” kelimesinin büyüsüne kapılmış olan kişi, lafı döndürür dolaştırır ve yine ona getirir sonunda. Öyle ki, artık yalnızca “dergi” toplantıları yapılmaya başlanır bir zaman sonra. Yol açık ve ufuk aydınlıktır bu aşamada. Habire yeni ve parlak fikirler atılır ortaya; ama kimse “olmaz”, demez bu meclislerde. Kimse; benden hayır bekleme, demez. Konuşuldukça, sözler ve düşünceler ağır işleyen bir büyü, bir zehir gibi kalplere süzülmeye devam eder ve bu heyecan nihayetinde bazılarında tedavisi namümkün bir hastalığa dönüşür.

Oysa dışardan bakıldığında hiçbir mâkul izahı yoktur bir edebiyat dergisi yayımlamanın.  Hatta kimileri için çoğu zaman ve yel değirmenlerine savaş açmak kadar anlamsızdır ve deliliktir böyle bir işe kalkışmak. Bilmezler ki bu da bir masaldır ve hatırası, yarası bir ömür tozlu raflarda saklanır.

***

Efsâne-i Mecnûn ile Leylâ’dan usandık

(Nâbî)

          Her dergi evveliyatında bir “Mehlikâ Sultan” masalıdır “yedi genç”le başlayan. Ancak masalın nihayetinde yalnızca “yedinci genç” kalır Mehlikâ’nın sevdasıyla ki; o genç bir zaman sonra bu masalın “esasoğlanı” olarak anılır.

    Biraz baba olmaya benzer bir derginin cümle yükünü sırtında taşımak ve her yeni sayı matbaadan alındığında o heyecan bir kez daha yaşanır telaşla çevrilen sayfalar boyunca. Biraz da sevdalanmaya benzer bir derginin adını kalpte taşımak ve onun ümitli aydınlığıyla güne başlamak belki biraz da bile bile ateşe uzanmak, dibi yok kuyulara bile bile kendini bırakmaktır.

Şayet çocukları varsa “esasoğlan”ın, babanın dergisi; en küçük ve en çok sevilen, hatta kıskanılan kardeştir onlar nazarında. Dergi sahibinin hanımı için kocasının dergisi çoğunlukla kumadır fakat yine de çekinmez “ucun ucun” biriktirdiği üç beş kuruşu yahut alınırken böyle bozdurulacağını hiç düşünmediği bileziklerini, gerektiğinde matbaa borcuna feda etmekten. Dergi kapandığında ve son sayı yasla eve getirildiğinde nedendir en çok üzülen çocukları ve eşidir “esasoğlan”ın. Başkaca kim görür, kim anlar, kim teselli verir ki…

 Değdiği kalbi zehirleyen ama öldürmeyen, seneler geçse de o kalbi terk etmeyen, bir sevdadır dergi yayımlama hevesi, hangi baharda sancıyacağı belli olmaz. 

            ***

Elin kâşânesinden kûşe-i virânemiz yeğdir

(Baki)

Bir dergiyi hayatta tutabilme çabası çoğuna göre akvaryumda balık, kafeste kuş beslemekten daha anlamsız olsa da dergiler; sırf varlığını görebilmek için kırk kapıya değnek çalarak, uzak dağlardan taş, kuru tepelerden pur toprağı taşıdığımız, gece gündüz demeden duvarına, sıvasına emek sarf ettiğimiz, merkeze uzak daracık evlerimizdir bizim. Yazın sıcağından ve kışın soğuğundan onun çatısı altına sığınırız. Önceleri, her odasının bizim olduğunu bilmek ve küçücük pencerelerimizden dünyayı seyretmek yükseltir alçacık tavanımızı, engin ovalara çevirir küçük odalarımızı. Gün görmese de hiçbir köşesi evimizin, sıcak umutlar etrafında toplanır, ısınır, hayal kandilleriyle aydınlanırız uzun kış gecelerinde.

Selamlar, misafirler gelir başka başka diyarlardan. Rüyada olduğumuzu bile bile bulutlara değsin isteriz başımız. Güneşe dokunmak, yağmur damlalarına tutunarak okyanuslara karışmak isteriz.

***

Dehr içinde hangi gün gördük ki akşam olmaya

(Cinânî)

Bir gün başımızda bir ağrı ile uyanmaya başlarız. Vakit geçmiş gün ikindiye dönmüştür. Renkler solmuş, rûzigâr sıvalarını çatlatmıştır evimizin. Duvarlarımız kararmış, odalarımız daralmış, evimizin tavanı sırtımıza yaklaşmıştır iyice. Herkes her şey yabancı, herkes uzak görünmeye başlar gözümüze.

Hayat efsununu alır kalplerimiz üzerinden. Hayatın ve umudun tükendiği yerde tek başımıza kalırız birden ve üşümeye başlarız.

Aniden şarkı biter, müzik kesilir ve saat on ikiyi vurur. Öylece kalakalırız olduğumuz yerde, gecenin tam ortasında. Eşyanın gerçek yüzü görünür gözümüze. Etrafımızdaki herkes ve her şey aslına döner. Yıldızlar silinir gökyüzünden.

***

Gitmek mi bırakıp her şeyi olduğu yerde, başkalarının lüks evlerine misafir, kiracı olmak mı; yoksa kalıp bir harabede, gönlün duvarlarını da karaya boyamak mı?

Bu yarım hıçkırık ömür boyu kalır durduğu yerde. Kabuk bağlamayan, kanı kurumayan, sızısı dinmeyen bir yaradır ömrümüz içinde bu hikâye.

Ne yâr, ne yâd olmuş bir sevgiliye ait,  ömür boyu sandıklarda saklanan eski mektuplara, kenarları kırılmış, sararmış fotoğraflara benzer dergilerimiz vakit tamam olup da kapandığında sayfaları ve iki kapak arasına alınıp kaldırıldığında raflara.