keçecizade izzet molla etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
keçecizade izzet molla etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Haziran 2021 Pazar

yorgunluk kuşu

 

Günler birbirine benzemeye başladığında ve artık günlerin isimlerini karıştırır hâle geldiğimizde; ayların, haftaların peşinde koşmayı bırakıp onların bize doğru koştuğunu fark ettiğimizde, dört yanımızı saran boşluğun uğultusunun içimizde çınladığını duymaya başladığımızda, kıyının her geçen gün biraz daha uzaklaştığını hissettiğimizde, kocaman gölgesiyle bir kuş dönmeye başlar başımızın üzerinde. Başımızı kaldırıp bakamayız rengine, istesek de sağa sola kaçamayız. Koşmaktan bitkin düşmüş çaresiz bir av gibi kıvrılır bekleriz bulunduğumuz yerde, gelir ve kanatlarının efsunlu rüzgarıyla omuzlarımıza iner yorgunluk kuşu. Kirpiklerimizde, gözkapaklarımızda, parmak uçlarımızda dahi hissederiz onun ağırlığını lakin sesini duyamaz, yüzünü göremeyiz. Ne halimizi sorar ne yaşımızı konduğunda omuzlarımıza.  O andan sonra ne dünlerin sevinci kalır içimizde ne yarınların umudu. Uyuruz, ayakucumuzda uyur bizimle; uyanırız baş ucumuzda karşılar bizi. Ayrılmaz yanımızdan, içimizden. Dilimiz dönmese, dudaklarımız kımıldamasa da tek kelime gürültüyle yuvarlanır, yankılanır içimizde: Yoruldum. Çabaların, hayallerin, heveslerin bittiği yerde kalbin en derin köşesine yığılan tortudur yorgunluk.

Yorulmaktır cihan-ı köhneyi tamire uğraşmak.

(Keçecizade İzzet Molla)

Aslında dünyaya yorgun geliriz hepimiz ancak dünyanın rengi,telaşı; keser ağrısını ezelden içimize işlemiş yorgunlukların bir süreliğine. Uçmayı yeni öğrenmiş bir kuş gibi boşluğu kanatlarımızın altına, koşmayı yeni öğrenmiş bir tay gibi rüzgârı yelelerimize doldururuz. Gökyüzünün bize ait olduğunu zannederiz; yeryüzünün bize ait olduğunu. Sanırız ki her yokuşun arkası düzlük, sanırız ki her ayrılığın sonu vuslat, her gecenin sonu sabah. Çırpınır dururuz birkaç kulaç sonrasında huzurla dolu bir adaya ulaşabilmek hayaliyle dalgalar arasında. Ne dağlar biter ne dalgalar oysa. Hep aynı merdivende basamakları saymaktan, hep aynı yolda kanayan ayaklarla yürümekten yoruluruz. Yalnız yürümek, çırpınmak değildir yoran insanı. Çaresizce bir meçhulü beklemekten, sessizce hayatı izlemekten, iç çekmekten, düşünmekten, özlemekten de yoruluruz.

Dünyaya ait olmadığımızı anladığımızda ve dünyada hiç bir şeye sahip olamayacağımızı bildiğimizde çalmaya başlar yorgunluğun hazin şarkısı ruhumuzun derinliklerinde. Dünyayı yadırgamanın, dünyada suskun bir yabancı olmanın ilk adımıdır; ömür defterine en güzel cümleleri yazmayı ümit ederken kalem elde uyuyakalmanın adıdır yorgunluk.

Yorgunum ayna ayna bakınıp durmalardan

Dipsiz derin sularda boy vermekten yorgunum

(Hüseyin Akkaya)

Anlık cesaretlerle yahut kimi mecburiyetler yüzünden bıraksak da kendimizi hayatın hızla akan ırmağına, çabucak çekiliyoruz soluk soluğa sessiz bir kıyıya. Yorgunuz, gün boyu yorgunluklar biriktirerek dönüyoruz akşamları evimize ve yorgunluklar biriktirdiğimiz rüyalarla açıyoruz gözlerimizi yeni sabaha. Üşeniyoruz anlatmaya içimizi griye boyayan umutsuzlukları, anlatmak da istemiyoruz anlaşılmak da.

Yorgunuz bütün kıyılarından içe doğru çekilen durgun sular kadar, beslese de yağmurlar kalbimizi. Yorgunuz aynı bahçede sürekli toprağın bağrına yürüyen ya da göğe uzanan ağaçlar gibi, süslese de bahar gülüşlerimizi. Aynı şiiri dolamaktan dilimize, aynı rüyayı çağırmaktan uykumuza yorgunuz. Yorgunuz akvaryumun kenarına sığınan küçük balıklar gibi.

Ne bir ağaç var altında unutarak her şeyi, dünyanın kıyısına çekileceğimiz ne de bir dağ başı var hayatı sırtımızdan atarak omzuna başımızı koyabileceğimiz. Ne kabuslarımızı anlatacağımız billur bir pınar ne kalbimizdeki ağrıyı unutturacak derin bir uyku var.

İstemekten, koşmaktan, hayal etmekten, çarpmaktan, düşmekten yorgunuz.  İmtihanlardan, sorulardan, sonuçlardan, sınıfta kalmalardan yorgunuz. Kuyulara, rüzgarlara Yusuf'u, ceylanlara Leyla'yı sormaktan yorgunuz. Yorgunuz yıldızları saymaktan,  kalbimizde düşen kaleleri işaretlemekten, dostların zihnimizdeki resmini silmekten, gitmekten, gelmekten, bizden habersiz dökülen takvim yapraklarını yerlerden toplamaktan, dünleri unutmaktan, yarınlara ümit duymaktan.

Aynı istasyonda her gidene el sallamaktan da yorgunuz, aynı ufka gözlerimizi çivili bırakmaktan da. Hiç gelmeyecek o gemiyi beklemekten yorgunuz. Bir mana aramaktan yorgunuz anlamı değişen yorgun kelimelere. Pencere önünde yol gözlemekten gözlerimiz, sonu görünmeyen kıvrım kıvrım yollarda tükenmekten, bitmeyen yokuşları tırmanmaktan ayaklarımız yorgun.  Gözlerimizde taşıdığımız buluttan kirpiklerimiz, zoraki tebessümlerden yüzümüz yorgun. Sürekli yön değiştiren fırtınayla yarışmaktan, yel değirmenleriyle savaşmaktan yorgunuz.  Kalbimiz yorgun onarmaktan kırıklarını.

Yorgunluk nasır elimizde ayağımızda, gözlerimizin sönen nuru, omuzlarımızda yük, kalbimizde ağrı, başımızda duman.

Yorulduğumuzda anlıyoruz, yorulan yalnız biz değiliz yorgun dünyada. Çeşmeler akmaktan, serçeler uçmaktan yorgun. Mevsimler yorgun dolaşarak dünyayı, örtüsünü değiştirmekten yeryüzünün. Zaman yorgun, yürümekten hiçliğe. Çiçekler renk yorgunu, ağaçlar meyve.  Pervane dönmekten yorgun mumun etrafında, mum yanmaktan geceden sehere. Bulutlar yorgun süslemekten gökyüzünü ve yorgun denizler bir dalgalanıp bir durulmaktan. Dağlar yorgun dağ olmaktan, birbirine yaslanmaktan; çöller yorgun kavrulmaktan. Gece, siyahından yorgun; bülbül bitmeyen âhından. Trenler, istasyonlar, yollar da yorgun yolcular gibi. Yorgun, mezarların başında bekleyen taşlar bile. Gölgeler yorgun yürümekten sahibiyle. Hikayeler, masallar, ninniler yorgun; tekrar tekrar sesle vücut bulmaktan. Sevgiler, hicranlar, intizarlar, sözler yorgun.

Bütün şiirler, şarkılar, kıssalar yaşamaktan yorulduğumuz yerde buluyor ruhumuzdaki karşılığını. Yorulduğumuz yerde yıkılıyor hayatın camdan kuleleri. Yorulduğumuz yerde dökülmeye başlıyor ellerimiz, yüzümüz toprağa.

Ne yorgun inliyor sahilde sesin!

Ruhunun hicranı akşamla eş mi?

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Yorgunsun, kalkmıyor elin kolun uzanmak için hayata. Ağzına kan tadı geliyor konuşmaya kalkışsan. Saksıda solmayı bekleyen menekşe, dalında rüzgârı bekleyen yaprak gibisin. Okyanusu ararken kaybolmuş bir ırmağın durgunluğu sözlerinde. Damarlarındaki kanla yarışan doru atlar gibi koşamıyorsun kıyısında denizlerin, dolaşıyor ayakların birbirine. Dünyaya ait sevinçler, ümitler merhem olmuyor bastırdığın hiç bir yaraya. Kendinden dahi sıkılıyor, kendine gelmek istemiyorsun. Ruhun yorgun peronlarda dilsiz sızıları ağırlamaktan.

Aynadaki yüzüne her baktığında gördüğün bin yıllık yorgunluk. Asırlar evvel terk edilmiş bir evin, çiçek ölüleriyle dolu bir bahçenin sessizliği üzerinde. Bir bıkkınlık denizinde sağırsın bütün seslere. Acı suyla dolu iki dipsiz kuyu gözlerin, karanlık damlıyor kirpiklerinden. Durup durup kendini kendine uğurluyorsun, kendini hiçliğe. Derinleşiyor çizgilerin gölgesi gözlerinin altında, alnında. Parmaklarının farkı yok kuru bir ağaç dalından. Yorgunsun sahipsiz bir kıyıda sessiz ilahiler mırıldanmaktan. Yorgunsun çıkmayan rüyalarda titreyen kalbine rastlamaktan.

 

24 Temmuz 2020 Cuma

ya "eskici" yazılmasaydı?

hüseyn kaya


Şehrin çarşısını tek başıma ilk kez dolaşabilme rüştüne eriştiğimde neredeyse lise çağıma gelmiştim. O vakte kadar okul dışında yolunu bildiğim, benim yaşımda çocukları olan birkaç akraba evinden başka bir mekân ya da muhit yoktu. Zevk alarak ve usanıncaya kadar oynadığım bir oyun ve oyun arkadaşım da olmadı. Renkleninceye kadar televizyonun bir türlü ulaşamadığı daracık evimizde beni yalnızlığımdan uzaklaştıran, farklı âlemleri dolaştırmaya yeten tek şey yazarı tutmadığı için ablalarımın veya akraba çocuklarının elinde yakılmaktan son anda kurtardığım Türkçe ders kitapları oldu. Okumak adına kötü bir başlangıç yaptığımı o zaman değilse bile, şimdi fark ediyorum. O zamanlar -şimdilerde olduğu gibi- her sınıfta bir sınıf kitaplığı vardı, ancak bu kitapların çoğu, her sınıfta, hilafsız aynı manzarayı sergiliyordu: Kapağı eğreti naylon ciltlerle hatta gazete kâğıtlarıyla kaplanmış,  kimisi çiğ iplik de dediğimiz kaba yorgan ipleriyle sırtından çok ortasına yakın yerlerden hoyratça dikilmiş yorgun kitaplar. Bunlar bir yana, beni bu cins kitaplardan uzak tutan asıl nedenlerden belki de en mühimi, sanki kanunmuş gibi her sene hep şımarık ve ukala kızların kitaplık koluna özellikle seçiliyor olmasıydı.

Bana ya trafik düşüyordu ya Kızılay kolu.

İşte tüm bu bahanelerle pek de uzun sürmeyen çocukluğum boyunca yalnızca elime geçirdiğim Türkçe ders kitaplarında hikâyeler, şiirler aradım kendime. Dede Korkut hikâyelerini, Oğuz Kağan ve Ergenekon destanlarını özetlerle de olsa önce bu kitaplarından okudum.  Metinlerin hemen üzerinde ya da yanında ustaca çizilmiş resimler, adeta farklı bir âleme dalmam için açılmış küçücük kapılar gibiydi.

Dalar giderdim.

 

Küçük Hikâyelerle Büyüyen Kalbim

Küçücük kalbimin ritmini değiştiren, genzimde karıncalanmalar uyandıran, o zamanlar heveslendiğim işin ciddi bir meziyet olduğunu fark ettiren ilk hikâyelerdendir Refik Halid’in Eskici’si. Küçük Hasan’ın hikâyesini dönüp dolaşıp, misafir odasının kuytuluğuna çekilip kaç kere okuduğumu hatırlayamıyorum. Galiba Hasan’ın yalnızlığı ile benim aramda, anlatılması ne o zaman ne de şimdilerde pek mümkün olmayan bir benzerlik sezmiştim. Ders kitaplarındaki arayışım fazla uzun sürmedi; zira kitapların yazarları tutmasa da, kitaplara seçilen metinlerin çoğu aynıydı.

Ortaokul üçüncü sınıf… Ders Türkçe ve sıra Eskici hikâyesinde. Zaten neredeyse ezberden bildiğim bu hikâyeyi okuma zevkini kimselere bırakmak niyetinde değildim. Öğretmenimiz ısrarlı parmak kaldırışıma dayanamayıp, hikâyeyi okuma şerefini bana verdi. Medenî cesaretimizin artması ve kalabalık karşısında heyecanlanmamayı öğrenmemiz için şiirler, hikâyeler hep tahta önünde okutuluyordu.

Tahtaya kalktım, başlarda durum gayet iyi gidiyordu ama aklım hep o son sahnede. Yavaş yavaş ses rengimin değişmeye başladığını hissediyordum. Engellemek ne mümkün? Kendimi daha fazla tutamadım. “ağlama diyorum ağlama…” cümlesini okurken çözüldüm. Sebebini kimse anlamadı. İşin tuhafı ben de anlamadım.

Mahcubiyetimden bir sene boyunca Türkçe dersinde metin okumak için parmak kaldıramadım.

Bir gün bulur elbet arayan derdine derman

(Keçecizade İzzet Molla)

Lisede dünyanın en bahtiyar öğrencisi bendim galiba. Kader nihayet bana da tebessüm etmiş, değil kitaplık kolunu, bu kolun başkanlığıyla beraber okul kitaplığının anahtarına da sahip olma ayrıcalığını lütfetmişti. Kütüphane memurumuz olmadığı için üç yıl boyunca kendimce derebeylik sürdüm kitaplar ülkesinde. Elbette önce, tanıdığım isimlerin kapısını çalarak işe başladım. Ders kitaplarından aşinası olduğum isimlerden başlamak mantıklıydı. İlk sene; Ömer Seyfettin, Reşat Nuri gibi isimlerin yanı sıra, büyük bir heyecanla Refik Halid kitaplarının bir kısmını elden geçirdim. Belki de aşinalığın verdiği muhabbet sebebiyle başladığım gün bitirdim Gurbet Hikâyeleri’ni, Gözyaşı, Testi, Zincir, Yara hikâyelerini, kitap bittikten sonra bir kez daha dönüp okuduğum dün gibi hatırımda. Gurbet Hikâyeleri’nin hemen ardından; Memleket Hikayeleri, Bu Bizim Hayatımız, Dört Yapraklı Yonca ve Karlı Dağdaki Ateş... Bu Bizim Hayatımız’ın; Mazlum Sami Efendisi ve Müşfik Beyi, Karlı Dağdaki Ateş’in; Ulvi, Binnur ve Yusuf’u aradan geçen onca seneye rağmen halen zihnimin bir kenarında yaşamaya devam ediyorlar.

Sürgün, en çok okumak istediğim; ama en son okuduğum romanı oldu Refik Halid’in.

Yazdıklarının beni onca etkileyişine rağmen Refik Halid’in ismine değil de eserlerine hayranlık duyduğumu şimdi fark edebiliyorum. Galiba bunu, yazarken takındığı tavır ve üslup ile kasıtlı olarak yapıyordu, ama ben o zamanlar dil ve üslup hususunda düşünmüyor, düşünemiyordum. Efsunlu kelimelere,  telkin mahiyetindeki cümlelere çoktan teslim olmuştum.

Hangi yazar nereye isterse alıp götürüyordu kaygısız başımı.

Lisedeki ders kitaplarımızdan birinde de vardı Eskici hikâyesi; ama o hatayı bir daha yapmak niyetinde değildim. Sustum, dinledim: “Hikâyeyi kim özetlemek istiyor?”, “Okuduğumuzu anladık mı?”,  “Yaşlı eskicinin niye ağladığını, niye birkaç yılda bir aynı hikâye ile karşılaştığımızı anladık mı?”…

Bende mânidar bir sükût...

Ne bende aşk ne sende cemal kalmıştır

(Necatî)

Edebiyat fakültesine adım attığımda, geride her öğleden sonrası kütüphanede geçirilmiş üç sene bırakmış bir çaylak kadar kıdemim vardı. Az değil.

Fakültede farklı şeyler oldu; yazarın hayatıyla eserleri arasında bir münasebet kurmak, yaşadığı devri ve o devir içinde temsil ettiği yeri tespit etmek, yazarın kullandığı teknikler hususunda yorumlar yapmak türünden bir sürü tuhaf mevzuu ile beraber düşünür oldum okuduğum, okutulduğum yazarları. Refik Halid’in de içinde bulunduğu dönemi işlerken kendimi farklı şeylerin merakında yürürken gördüm. Niye “Gurbet Hikâyeleri, Memleket Hikâyeleri” diye düşünüyordum hikayeleri bir kenara bırakıp; Yüzellilikler kimlerdi ve dertleri neydi?  İlk defa ders kitabı sayılabilecek bir kitapta; Mehmet Kaplan’ın Hikaye Tahlilleri’nde Refik Halid’e yer verilmesine rağmen, Eskici’nin yokluğu beni hayli şaşırtmıştı. Onun yerine Şeftali Bahçeleri isimli hikâye tahlil edilmişti. Nice sonra yeniden elime aldığım her Refik Halid kitabında, kitabı okumadan önce Refik Halid Karay ismine takılır oldu gözlerim. Ders kitaplarıyla, ders kitaplarından bir isimle ömrüme açılan bir dünya, şimdilerde yerinde kocaman bir boşluk bırakarak uzaklaşıyor, kararıyordu.

Fakülteyi bitirirken hazırladığım bitirme tezi; bir zamanlar Refik Halid’in de yazarı olduğu Peyam-ı Sabah gazetesinin edebiyat eki, Peyam-ı Edebî üzerineydi. Halid Fahri derginin bir sayısında “Tenkid” başlığı altında Memleket Hikâyeleri’nden bahseden bir makale neşretmişti. Kitabın yeni yayımlandığı yıllarda, Memleket Hikâyeleri’nin fevkalade üslubunu, gerçekçiliği ve tasvirlerin olağanüstü renkliliğini, konuların milliliğini anlatıyordu coşku ve övgü ile.

Memleket Hikâyeleri’ni tekrar okudum, sıkıcı ve kekremsi dedikleri türden bir tadı vardı bu kez.

İtiraf etmeliyim; üç beş yıl edebiyat fakültesinde edindiğim -veya edindirilen!- gözlüklerle bakmaya çalıştım dünyaya; -yaşlılar “tutmadı” derler ya hani- uymadı gözlerime bir türlü. Bir hikayeyi dinlemek, okumak, ona dahil olmak, kahramanlarıyla beraber heyecanlanmak daha fıtri, daha samimi olsa gerek.

Elbette işin ehli de naehli de bilir, bin safsatanın bir mısra-ı bercesteye değmediğini.

İyi ki ders kitaplarının yazarları tutmasa da, seçilmiş metinleri hep aynı. Şimdi ne zaman bir kitapta Eskici hikâyesini görsem, eski bir tanıdığa rastlamış gibi oluyorum. Kitap okumak için kuytuca bir misafir odası arayan bir çocuk belirip belirip kayboluyor hayalimde. Fakat ne hikmettir bilemiyorum, hikâye ilerledikçe yaşlı eskici artık eski dostum Hasan’dan daha çok yer tutuyor zihnimde ve bana daha yakın duruyor.  

Klasik dedikleri şey galiba böyle böyle oluyor...

İnsana büyüdüğünü, dahası yaşlandığını kitapların, hikaye kahramanlarının da fısıldıyor olması hem acı hem de tuhaf bir duygu. Sevdiğimiz kitaplar ve onların kahramanları kadar dahi kalıcı değiliz dünya üzerinde. 

Demler O Demler İdi,  Zaman O Zaman İdi

(Fâsih)

Geçenlerde “Gözyaşı”nı okudum gençlere… Ağlamak istesem de bilmem ki neden, gözlerimden yaş gelmiyor, cümlesiyle bitiyor hikâye… Benim de gözlerimden yaş gelmiyor. Düşünüyorum da iyi ki Gözyaşı’nı almamışlar o zamanki ders kitaplarımıza…