konuşturan: ubeydullah öz
Hüseyn
Kaya, 1975 yılında Sivas’ta doğmuş bir şair, yazar ve aynı zamanda yıllardır
pek çok öğrenciye edebiyatı sevdiren bir öğretmen. Onunla ilk kez 2011’de Sivas
Cumhuriyet Üniversitesinde tanıştım ve bu karşılaşma, hayatımda edebiyatın
önemli bir yer edinmesine vesile oldu. Hüseyn Hocamın mihmandarlığında edebiyat
dergiciliğine dostlarımızla adım attık ve hâlâ onun öğrettiklerinden feyz
alarak bu yolda ilerliyoruz.
Hüseyn
Kaya sadece şiir, deneme ve yer yer öyküleri ile değil, edebiyat dergiciliği
konusundaki çalışmalarıyla da edebiyat dünyasında önemli izler bırakmış.
1995-1996 yıllarında arkadaşlarıyla yayımladığı Rûzigâr ve 2003-2008 yılları
arasında yayımladığı ilk deneme dergimiz: Sühan. Özellikle Sühan dergisi, Türk
edebiyatında yenilikçi dosya konularıyla öncü bir dergi oldu. Son sayısının
üzerinden hayli zaman geçmesine rağmen konuşulmaya devam ediyor.
Uzun
yıllar sonra Kurtarma Yazılısı ve Sessiz Rüya isimleri ile iki
şiir kitabı yayımlayan kıymetli Hocam, hüzünle yoğrulmuş, kelimelere inançla
dokunmuş, insanın hem kendine hem de hayata dair arayışlarını yansıtan bir
sığınak. Benim için Hüseyn Kaya, hem kalemi hem de kişiliği ile kulluk
bilinciyle inşa edilmesi gereken edebiyatın yaşayan örneği.
- Son kitabınıza "Kurtarma Yazılısı" adını
verdiniz. Şiir yazmak sizin için bir sınav mı yoksa bir kurtuluş mu?
Aslında
her ikisi de. Şiirin hayatın içinden damıtıldığını düşünecek olursak sınav yönü
kaçınılmaz oluyor zaten. Bazı hâller şiire yansıyor ve o haller de illaki bir
sınav barındırıyor içinde. Şiir kurtuluşa vesile oluyor mu, dersen kalıcı bir
kurtuluştan bahsetmek mümkün değil. Şiir; aslında kıyıda bir sığınak, en çok da
teselli. Yazarak kurtuluşa ulaşır mı insan, bunun cevabını bilemiyorum ancak
kurtuluşa değilse bile kurtuluş mücadelesi verilebilecek bir yola taşıyabilir
insanı yazmak.
- Sığınağınızda daima yanan hüzün tütsülerine sebep
nedir hocam? Hüzün, sizin için bir estetik tercih mi, yoksa hayatın değişmez
bir gerçeği mi?
Hüzün,
keder, melal... Kimilerine göre eskimiş ve kullanılmaktan yıpranmış kelimeler
bunlar. Yazmayı, sanatı hayatın değişen unsurlarına göre ayarlama çabasında
olan ve yeni şeyler söylemeye çalışarak iz bırakılacağına inanların bakışı bu.
İz bırakmak ya da yenilik özel bir gayretle elde edilebilecek şeyler değil
oysa. Bin yılları geride bıraksak dahi insanın, insanlığın hikâyesi aynı, kalbi
aynı. Hayat tarzına ve dünyaya bakışa göre konuşulacak bir konu.
Ölümü
her an kalbimizde taşıdığımız, fanilik libasını sürüyerek dolaştığımız şu
âlemde şayet arada bir de olsa hatırladığımız bir kalbimiz varsa hüzünden
kaçmak zor. Hele de kendinize ait zamanlar ve mekânlar varsa hayatınızda
hüzünden başka neye mihmandar olabilirsiniz ki? Yalnız hüznü vardır kalbi
olanın diyen çiçek kalpli şaire rahmet olsun.
-şerhi gamdır okuduğum leylü nehâr bu bahtımdan
beytül ahzân imiş dünya bir ömür nalân geçiyor
Cevabınızla bu beyit geldi aklıma hocam. Şairi pek
kıymetli bir büyüğümdür. Kendisini nasıl bilirsiniz?
Benim
nasıl bildiğim çok da önemli değil beytin sahibini. Senin, sizlerin kanaati
daha önemli. Beytin sahibi ile arada görüşüyoruz. Herkes gibi o da
görüşememekten şikayetçi biliyorum. Daha çok görüşmeyi ben de istiyorum ama Zaman
kısa, ben yorgunum, yol uzun. Belli bir yaştan sonra insan kendini
dinlemesi bile lükse dönüşüyor. Keşke böyle yeni beyitler söylese, yayımlasa. Dünya
bazılarına beytü’l ahzan bazılarına bağ-ı irem. Her ikisi de sadece bir mazmun, mecaz değil.
- Hocam, beytin sahibine yani size dair bir isim
karmaşası var. Hüseyin Kaya iken isminiz kitaplarınızda Hüseyn Kaya olarak
kullanıyorsunuz. Bu küçücük i
harfini kurban eden sebep nedir?
Bu
konuda bir yazı bile yazmayı düşündüm zamanında, hayli uzun bir konu çünkü.
Başlangıçta ve hatta ilk kitapta, Sühan dergisi yıllarında hiçbir sorun yoktu
ismimle ilgili. Benimle aynı adı ve soyadı paylaşan bir öğrencim olmuştu
geçmişte. Onun da adına Kemal ismini eklemiştik. İlerleyen yıllarda her köşeden
bir Hüseyin Kaya çıkmaya başladı. Yalnız edebiyat dünyasında değil gündelik
hayatta da büyük bir karmaşa başladı.
Hayatın diğer tarafındaki karmaşa en azından kimlik numarası ile
azaltılabiliyor fakat edebiyat dünyasında bu karmaşanın çözümü yoktu. Hikâye
göndermediğim dergilerden, dosya göndermediğim yayınevlerinden aranmaya kadar
büyüdü mesele. Benim olmayan bir kitabı bana imza için getiren de oldu. Ortak
arkadaşlar, büyüklerimiz; edebiyat dünyasına adım atan yeni adaşlarıma,
adlarına küçük eklemeler yapmaları gerektiğini söylediler. Bizim bildiğimiz,
tanıdığımız bir Hüseyin Kaya var zaten, dediler. Bazıları dikkate aldı bazıları
da almadı bu öneriyi. Adımı bir yerlerde görmek, bir yerlere yazdırmak gibi
çabalar benden uzaktı, bu yüzden çok da umursamadım. Neticede kendime has bir
üslubumun olduğunu biliyorum, gerçek okur da bunun farkında. Yine de hiç
değilse adımdan bir harfi atarak bir farklılık oluşsun istedim. Farklılık mı
oluştu yoksa karmaşa daha da mı arttı bilemiyorum. Anlatmak, izahını yapmak
yorucu bazı şeylerin. Kitaplarda ismimin yanlış yazıldığını düşünenler bile
oluyor. Kitapların tümünü Hüseyn Kaya ismiyle yeniden basmak da çok mümkün
görünmüyor ama zamanla karmaşanın yerini sükunete bırakacağını düşünüyorum.
Çekil Gideyim Hayat adını taşıyan ilk kitabımda da düşünmüştüm adımı Hüseyn
Kaya şeklinde yazmayı fakat o zamanlar Hüseyin Kaya bereketi yoktu ve bir
anlamı olmayacaktı bu yazım şeklinin, kaldı öylece. Edebiyat dünyası zaten
benzer karmaşalara alışık. Yeni bir mesele değil bu durum edebiyat dünyası
için. Hem zaten ismimin aslı Hüseyn. Belki de aslına dönmesi gerekiyordu,
bunlar vesile oldu.
- Hocam, Sühan'ı anmışken hem ondan hem de Rûzigâr'dan
sormak isterim müsaadenizle. Bugün bile esintileri devam eden bu iki iz’in ilk
adımlarının atıldığı yıllara dönüp o günlerin heyecanıyla bugüne neler söylemek
istersiniz? Önce dünü ve bugünü ile Rûzigâr diyelim.
Rûzigâr,
ilk göz ağrımızdı. Ekip dergisiydi, tamamen öğrenci emeğiydi ve büyük bir
teşebbüstü bizim adımıza. Bir matbaadan içeriye ilk adımı bu dergi ile attık.
Detaylı olmasa da tasarım tecrübeleri, tashihler, dağıtım, reklam alma gibi
şeylerle bu dergide tanıştık. Çoğul konuşuyorum çünkü gerçekten bir ekip vardı
ortada ve herkes kendi vazifesini en iyi biçimde yerine getirme çabasındaydı.
Yirmi yaşıma yeni attığım dönemler. Bir yıl, on üç sayı devam ettirebildik
dergiyi. Öğrenci dergisi olmasına rağmen ulusal ölçekte bir karşılık bulmuştu
ve bizden çok önce yayın dünyasına adım atmış kalemler de dergide yer aldı.
Uzaktan, yakından pek çok dost edindik bu sayede. Rûzigâr’da yayımladığım hikâyeler
de şiirler de yalnızca orada kaldı. Kitaplara almadım, zaten hikâyeye daha
sonra uzun bir ara verdim.
Edebiyat
fakültesinde bizden önceki dönemlerde yalnızca bir dergi çıkmıştı: Kızılırmak.
Hocalarımızın da katkıda bulunduğu bir dergiydi bu ve daha bilimsel bir havası
vardı dönemine göre. Rûzigâr’dan sonra bölüm öğrencilerinin çıkardığı dergi
sayısında ciddi bir artış oldu. Hiçbiri on üç sayıya kadar ulaşamadı ve bu
yayınların bir kısmı günümüzde fanzin olarak nitelendiren dergiler
sınıfındaydı. Sühan’ın bir sayısında hızlıca yazmıştım Rûzigâr’ın hikâyesini.
Diğer arkadaşları da dinlemek lazım Rûzigâr’la ilgili fakat şimdiye kadar bir
şeyler yazan olmadı.
Dergiyi
birlikte omuzladığımız arkadaşların çoğu ile şimdilerde görüşmüyoruz, yazmaya
devam eden çok az kişi kaldı dergi kadrosundan.
- Türk Edebiyatının ilk deneme dergisi Sühan!
Çağdaşlarına ve kendinden sonraki dergilere büyük etkileri olan üstad-ı
sühandan söz açalım.
Açalım
açmasına ama Sühan hâlen kabuk bağlamamış bir yara benim için. Söz biraz
uzayacak.
Rûzigâr,
yarım bir şiir gibi kalmıştı kenarda. Dergiyi kapatma sebebimiz daha çok maddi
sıkıntılardı. Öğretmenlikte beşinci seneyi devirmiştim, etrafımda da birlikte
bir şeyler yapmaya hevesli yeni arkadaşlar vardı. En azından öyle
zannediyordum. Rûzigâr kadrosundan henüz irtibatı kesmediğimiz isimlere yeni
isimleri de ekleyerek yola koyulduk. En azından maddi sorunumuz olmazdı,
maaşımız vardı. İlk sayıyı Kahramanmaraş’ta basmaya niyetlendim, olmadı.
Sivas’ta bastığım ilk sayı içime sinmedi çünkü teknik bir arıza yaşamıştık.
Düzelti yaptığımız dosya değil de ham dosya baskıya girmişti çalışmayı bitirip
matbaadan ayrılınca. Matbaada çalışmak, Rûzigârlı yıllardan kalma bir
alışkanlıktı. Özetle birkaç deneme faslı yaşadık Sühan’ın ilk sayısında. Ancak
ikinci sayı ile dergi kıvamını buldu. Dergi, ilk sene çok fazla rağbet görmedi.
Ebadı dışında sıradan bir taşra dergisiydi, ismi bile eleştirildi özel
sohbetlerde. İlk seneden sonra şiir yayımlamayı bırakıp dosya konularına
yönelince derginin önü açıldı. Özel sayılar geride kaldıkça derginin tarzı,
tavrı netleşti. Dergi büyüdükçe küsen, geride kalan isimler de oldu, hâlen
hayırla yâd edenler de hayli fazla sağ olsunlar.
Klasik
dosya konularının, özel sayıların dışında bir dergicilik anlayışıyla yürüdü
Sühan sonraki dört seneyi. Sühan’dan önce dergilerin dosya konuları genellikle
ya isimler üzerine ya da edebî konular üzerine hazırlanıyordu. Yenge, dede,
oyuncak, istasyon, gâvur dostlarımız, kapanan edebiyat dergilerinin hikâyeleri
gibi daha önce bir edebiyat dergisinde rastlanılmayan konuları, yazarlarımız
sağ olsunlar samimiyetle kaleme aldılar. Sühan’dan sonra bu tarz konularla
ilgili dosya hazırlayan çok dergi oldu. Hatta bizim dosya konularımızdan kitap
hazırlayanlar oldu. Sivas’ta yayımlanan bir dergiydik fakat Amerika’dan,
Kırgızistan’dan, Kosova’dan, Almanya’dan abonelerimiz vardı. Reklamsız,
şiirsiz, resimsiz kare ebadıyla yalnızca yazıdan ibaret, kendinden kapaklı ve
tek renkli bir dergiydi Sühan. Geciktiği vakit mutlaka sorulur, aranırdı.
Derginin
tavrı ve tarzı anlaşıldıktan sonra zaten nitelikli bir yazar kadrosu
kendiliğinden dergiye destek oldu. İdeolojik olarak birbirine çok zıt kalemler
Sühan’ın sayfalarında, üstelik telifsiz, yazdılar. Edebiyatın ayıran değil
birleştiren bir yönü olduğunu tecrübe ettim Sühan’la ve çok güzel insanlarla
tanıştım. Kendimi, ön yargılarımı, benimsediğim düşünceleri sorguladım farklı
insanlarla tanıştıkça, sohbet ettikçe. Çok ilginç gelebilir okuyanlara, dergi
kendi kendisini çevirebilen bir ekonomik güce de kavuştu son zamanlarda. Son
sayıyı bastığımda dergi hesabında hâlen bir miktar para kalmıştı. Kalan para
ile dergiye omuz verdiğini düşündüğüm il içinde ve il dışındaki dostlara
üzerinde “Bu da geçer ya Hu” yazan birer gümüş yüzük yaptırıp gönderdim.
Beş
yıl sürdü Sühan heyecanı ve hiçbir sayıda heyecanımı yitirmedim. Dosya
konularıydı aslında dergiyi diri tutan. Beş yılın sonunda biraz yorulduğumu
hissettim. Derginin hacim hayli artmıştı. Dizgi ve mizanpajdan başlayıp
kargolamaya kadar içinde olduğum ve ter döktüğüm bir süreç. Omuzlarımda ve
ellerimde ikişer çantayla dergiyi tek başıma postaya verdiğim sayılar da oldu.
Postanede tanıştığımız ve bana yardımcı olan genç bir arkadaş var mesela. Orada
dost olduk, gözleri parlıyordu. Kendisinin de yazdığını ama emin olamadığını
söylemişti. Bir süre haberleştik, yazdıklarını gönderdi, eleştiri istedi. Bir
sayıda yazısına da yer verdim. Bu delikanlı şimdi edebiyat dünyamızın sevilen
çocuk yazarlarından biri. Buna benzer çok güzel anılar kaldı geride.
Galiba
dokuzuncu sayıda gözlerimdeki sorunu da fark etmiştim. Dergiyi kapatmak
istemedim işin açığı. Çok fazla açılmıştım ve tek başıma zor oluyordu artık
yetişmek. Gözlerimdeki rahatsızlık her geçen gün ilerliyordu. Sühan’ı içimizden
birileri devam ettirsin ve ben yalnızca yazayım, derdindeydim. Olmadı… Sühan’ı
kapatıp daha küçük bir dergi ile devam etme kararı aldım. Hatta dönem
gazetelerinde bununla ilgili bir beyanım da vardır lakin sonrasına belki
kırgınlık, belki dargınlık, belki yorgunluk yeni dergiye müsaade etmedi. Son
sayıda Sühan’ın kendisini dosya konusu yaptım. Sözü uzatmak istemiyorum, belki
bir gün bunları da yazarım bir yerlerde. Dergiye dair biraz daha kapsamlı ipucu
için okurlarımız Evren Karataş Ülger’in. Edebiyatın Kılcal Damarları: Taşrada
Edebiyat Dergiciliği/Sivas Örneği: Sühan Dergisi başlıklı makaleyi ve Sühan’ın
18. sayısını okuyabilirler.
Bu
soruya dair son olarak şunu da söyleyeyim, şu an Türkiye’nin birbirine çok uzak
illerinde yayımlanan üç okul dergisine rastladım Sühan ismini taşıyan. Az önce
söylediğim gibi kitap, dosya konusu esinlenmeleri vb. durumları da düşününce Sühan
için bir dergiden fazlasıydı diyorum.
- Sen baba / sen bilirsin bu öykünün
sonunu
diye başlıyor ve
ben
/ böyle yaşıyorum / yaşadığımı/böyle
ben
böyle geçiyorum geçtiğim ateşlerden
dizeleriyle bitiyor Geçerken adlı şiiriniz. Şiir ve
denemelerinizde baba figürü üzerinden güçlü bir duygusal bağ kuruyorsunuz.
Aile, özellikle baba figürü, sizde nasıl bir anlam taşıyor?
Baba,
hem bizim edebiyatımızda hem de dünya edebiyatında her dönemde yer bulan bir
metafor. Batılı eserlerdeki yerini zaten çoğumuz biliyoruz. Baba; aslında anne
kadar içli fakat bir o kadar da sessiz, sakin bir karşılığa sahip. Yıllar önce
Fuzûlî’nin Leyla vü Mecnun’unu düşünürken aklıma gelmişti, Leyla ve Mecnun bu
mesnevinin kahramanı tamam ya baba? Oğlunun perişan hâli için çare arayan, hor
görülen, oğluna dua eden, hatta iyileşmesi için Kabe’ye götüren baba… Bu ve
benzer hikâyelerde baba, öylesine bahsedilip geçen bir figür. Yusuf ile Züleyha’da da Yakup’un durumu aynı
değil mi? Tıpkı bu eserlerde olduğu gibi baba, babalık da hayatın kenarında,
ciddi ve görülmeyen tarafında maalesef. Baba, anne, evlat, kardeş, abla gibi
kavramlar da aşk kadar evrensel olmasına rağmen biraz geri planda kalıyor diye
düşünüyorum. Elbette istisnalar var.
Yazı
ya da şiirin uzlete bakan, bireyselliğe bakan bir yanı var fakat insanlığımızı,
yarımlığımızı, yalnızlığımızı paylaştığımız ya da paylaşamadığımız ailelerimiz
de bizim gerçeğimiz. Edebiyat, bu gerçeğin uzağında vücut buluyorsa zaten
yapaydır. Saydığım unsurların varlığı kadar yokluğu da sinmeli yazılanlara.
Şiir veya yazı, bir stadyuma gidip orada her şeyi unutarak eve dönmeye
benzememeli. Bütün bu söylediklerimde yaşadığım coğrafyanın, yaşamaya
çalıştığım hayatın da etkisi muhakkak var. İnsan, hiçbir zaman yalnızca
kendisinden ibaret değildir.
Benim
yazdıklarıma gelecek olursak düzyazıdaki “baba” daha dünyaya, aileye ait bir
kullanımdı. Şiirde olanlar ise aslında naat denemeleriydi.
-Hocam, siz bana ve arkadaşlarıma 2011 yılından beri rehberlik
ediyorsunuz; Rabbim razı olsun. Muhabbetinizle nice güzel işler yapmak nasip
oldu ve yıllar sonra vardığımız Serazat Edebiyat adlı bu son durağımızda da
pergelin ucu hâlâ işaret ettiğiniz noktada sabit.
Tür fark etmeksizin yazmak ya da edebiyat sahasında
dolaşmak isteyen birinin, Mevlana’nın pergel metaforunca ayağını sağlam basması
gereken nokta neresi olmalıdır? Edebiyat ne ile inşa olmalı ve nasıl olmalıdır?
Aslında
o nokta birden fazla kelimeyi karşılıyor: edep, ahlak, vicdan, fıtrat, erdem,
insanlık, kulluk… Bunların üzerinden ayağın biri kaldırıldığında insanın sözün
şehvetine kapılması ve şirazeden çıkması çok kolay. Bir ayağın sabit durması
özgürlüğe mâni değil mi, gibi bir soru gelebilir akıllara. Meşhur bir söz
vardır mealen söyleyeyim, ipini koparması uçurtmanın özgürlüğü anlamına gelmez.
Sanatçı
ya da şair her şeyden önce insandır. Şiir; kalbinin ve ruhunun farkında olan
insan için vardır ve insanlığın, iyi insan olma sınırlarının dışında icra
edilmez.
Belki
her dönemde vardı benzer şikâyetler fakat zamanımızda şiirde bir eksen kayması
da söz konusu. Güzel söz söylemek ile muallakta söz söylemek farklı şeyler.
Çiçekten bahseden edebî bir metin okuduğunda her insan kendi çapına göre çiçeğe
dair bir şeyler anlar. Kimi rengini görür kimi kokusunu duyar kimi yalnızca
çiğdemi, laleyi anlar ama çiçektir konu. Çiçekten bahseden muallaktaki bir
metinden ise şairi dışında kimse çiçeği görmez, düşünmez. Muallakta söz
söylemek hayli kolay ve bu kolaylık da taraftarını çoğaltıyor bu anlayışın.
Kolay olandan da uzak durulması gerektiğini düşünüyorum.
Şiirin,
söz söylemenin bir bedeli vardır. İçsel bir bedel bu. Acısını duymadan,
zahmetini çekmeden ortaya konulan her şey sıradandır.
Bunları
söylerken günümüzde ya da geçmişte ortaya konulan ve benim düşüncelerimden
farklı bir çerçevede oluşturulan çalışmaları da reddetmediğimi belirteyim.
Herkesin kalbinde barındırdığı şeylere göre kendi türküsünü söylediği bir
dünyada yaşıyoruz.
- Şiiri, gündelik hayatta gururu incinen kelimelerin
gönlünü alma çabası olarak tanımlıyorsunuz. Yalnızca bundan mı ibarettir şiir
sizin için?
Estetik
noktasında evet, bundan ibaret gibi görünüyor ancak genel bir şiir tanımı çok
da mümkün görünmüyor. Bahsettiğiniz tanım -aslında sadece tarif- kırklı yaşlara
adım attığım dönemlerde biraz şekillenmeye başladı bende. Yazmadan, söylemeden
önce kelimeleri tanımak, kelimelere inanmak, onların her birini bir şahıs
olarak görmek ve öyle taşımak şiire… Kelimelerin her birinin aslında canlı
birer şahıs hatta dinî terminolojiyle söyleyecek olursak melek olduğunu
düşünüyorum. Anlam, his taşımakla görevli melekler kelimeler. Gündelik dilde
kelimeleri var oluş amacından çok uzakta ve basit şeyler için kullanıyoruz.
Mekanikleştiriyoruz, ruhlarını, çağrışımlarını unutarak geride bırakıyoruz.
Hangi kelime hangi kelimenin yanında bulunmaktan hoşlanıyor, düşünmüyoruz bile.
Bu yüzden hırpalanan, yorulan, anlamsızlaştırılan, daraltılan kelimelere şiirin
bir teselli olduğuna inandım. Kelimelerin bulundukları yerden ve taşıdıkları
anlamdan şikayetçi olmadığı bir dünya olmalı şiir.
Genel
manada ise şair sayısı kadar değil, şiir sayısından bile fazladır şiir tanımı
lakin yine de eksiktir bütün tanımlar. Tanım, biraz da sınırlamak,
somutlaştırmak değil midir? Bu da şiirin yapısına ters bir yaklaşım.
- Ara sıra hikâye de yazıyorsunuz fakat aslında
şiirden çok denemeniz var. Şiirin denemeyle bir kardeşliği var mı? Neden az
şiir, az hikâye ve daha çok deneme yazıyorsunuz? İlerleyen yıllarda denemeci
olarak anılıp şairliğinizin geride kalmasından endişe duyuyor musunuz?
Deneme
evet, şiirin küçük kardeşi gibi geliyor bana. Şiirin kıskanmadığı bir tek tür
belki de. Şiir, kendisinden başka bir türe meyledince sizden uzaklaşan bir ruha
sahip. Tanpınar’ın şiirde sustuklarını roman ve hikâyelerinde anlatması gibi
ben de şiirde sustuklarımı denemelerde anlattım, desem yeridir. Deneme de benim
için içsel bir anlatı şekli.
Bahsettiğim
yazı türü gerçek deneme. Denemeye dair okur, yayıncı hatta yazar zihninde bile
bir karmaşa var. Deneme ödülleri veriliyor, kitap kapaklarına kocaman harflerle
“deneme” yazılıyor fakat okumaya başladığımda bu eserleri denemeden ziyade
sohbet olduğunu görüyorum çoğunun. Sahih denemelere ihtiyaç var edebiyatımızda.
Hikâye
türü aslında bana biraz uzak. Çok önemli bir tür ve daha çok yazmak isterim
fakat sanırım şiirden kopmak istemeyişimin ön yargısı beni uzak tutuyor bu
türden ya da hikâye dili oluşturamamak endişesi mi taşıyorum, bilemiyorum. Belki
de yine mesele mizaç. Yazmak istediğim hikâyeler var ve yılda bir tane de olsa
yazabiliyorum. Şimdilik yeterli.
Lise
yıllarımdayken sadece şiirle meşguldüm ve şair olmak istiyordum çocukça bir
hevesle. Deneme yazmaya da otuzlu yaşlara doğru bir büyüğümün tavsiyesi üzerine
başladım. Bizde iyi şairlerin nesirleri daha da iyidir, demişti. Şiir, dili
terbiye eder bu da nesri olumlu manada etkiler, demişti. Önceleri soğuk geldi
bana düzyazı. Denemeyi şiire doğru sürükledikçe ya da şiiri denemeye, düzyazının
biraz daha sıcak gelmeye başladığını düşünmeye başladım.
Şair
olarak mı anılmak isterim, denemeci olarak mı? Buna belki dergiciliği de
eklemek lazım. Endişem yok bu konuda. Hiç anılmayacak olmak bile
endişelendirmiyor beni.
-Yıllarca şiir kitabı yayımlamadınız fakat 2024
yılında iki şiir kitabınız birden yayımlandı. Bunca yıllık hasret nedendi ve
neden hasret 2024 yılında son buldu?
Çok
yazan ve yazdıklarım illa yayımlansın, görünsün, okunsun çabasında biri
değilim. Herkesin evinde, kitaplığında yazdıklarımın bulunmasını da istemem
doğrusu. Şiirin, yazının mahrem bir tarafı olduğuna inanıyorum. Yazdıklarım
kaybolmasın, okumak isteyen ulaşsın yeterli benim için. Kitap ya da deneme,
şiir, hikâye yayımlarken ilk adımı atan ben olmadım hiçbir zaman. Kitaplarımın
tümün mutlaka bir arkadaşın, dostun, ağabeyin vesilesi ile basıldı. Hâlihazırda
kitaplara girmeyen metinlerden birkaç dosya çıkar fakat birilerinin istemesi ya
da vesile olması gerekiyor bunun için. Bu da süreci uzatıyor. Buna tembellik de
denilebilir.
2022
başlarında bir yayınevi için şiir dosyası hazırlamam istenmişti. Sessiz Rüya
ismini verdiğim dosyayı gönderdim fakat araya deprem dahil çok şey girdi ve
dosya kaldı. Daha sonra senin vesilenle Kurtarma Yazılısı’nı hazırladım.
Kurtarma Yazılısı çıkmıştı ki Sessiz Rüya da basıldı. Son yılların şiirleri
Kurtarma Yazılısı’nda yer aldı, ilk dönem şiirlerinden kitaplara almadığım
gazeller de Sessiz Rüya da.
Sonraki
dosyalar ne zaman çıkar, nereden çıkar ben de bilemiyorum.
Bu güzel muhabbet için çok teşekkür ederim hocam.
İnşallah nice güzel eserlerde buluşmak duasıyla.
Ben
de vefan ve bazı şeyleri söyleme fırsatı sunduğun için sana teşekkür ediyorum. Dergiye
omuz veren, dergiyi takip eden arkadaşlara selam ediyorum.
kaynak: serazat dergisi, sayı:8, yıl: 2024, ekim kasım aralık.