sühan dergisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sühan dergisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Aralık 2023 Cuma

kayıp söyleşi

Tarihi ve soran kişisi kayıtsız bu söyleşi ihtimal Sühan dergisinin son sayılarına doğru yapılmış. Nerede yayımlandığına, yayımlanacağına dair bir bilgi de yok. Dosyalar arasında bulunca buraya dahil etmek istedim.

Farklı açılardan sorular yöneltmeden önce üstümde “farz-ı kifaye” gibi duran şu malum soruyu sorayım da siz de rahatlayın ben de:

İlk sayılarında değişik edebi türde eserler yayınlayan Sühan; altıncı sayısından sonra çağdaş şiire kapılarını kapattı. Neden kapattı? 

Sühan’ın şiir türüyle bir problemi yoktur olamaz da. Zaten yayın kadrosuna baktığımızda hemen hepsinin şiirle de uğraştığını görürüz. Şiir yayımlamayı bırakmak ile şiire karşı olmak farklı şeylerdir. Yedinci sayımızda ifade etmeye çalıştığımız kirli şiir, şair, kokusu yüzünden şiirden Sühan olarak uzak durmayı yeğledik; ama şiire hiçbir zaman sırtımızı dönmedik. Bizim dergide nesir yayımlayan arkadaşlar başka dergilerde şiir neşretmeye devam ettiler. 

Bir insan neden dergi çıkarma ihtiyacı duyar? Sühan ne tür sancılar çekildikten sonra okuyucuya merhaba dedi?

On ve on birinci sayılarımızı kapanmış edebiyat dergilerinin birinci ağızdan anlatılan hikayelerine ayırmıştık. İki sayı boyunca farklı zamanlarda yurdumuzun farklı yerlerinde yayımlanan ve kapanmak zorunda kalan edebiyat dergilerinin hikâyeleri anlatıldı. Her birinin

hikayesi, heyecanı farklı ama özde hepsinin kaderi aynı. Dergiler dost muhabbetlerinde doğar, bazen dostlukları bitirir. Ama gerçekte bir hayat belirtisi verme gayesi taşır dışarıya karşı. İster istemez bir iz de kalır ardımızda. Para kazanmayan ya da kazanamayan ama boşta da kalmak istemeyen okuryazar insanların yapabileceği en keyifli iştir dergicilik. Öteden beri söylenegelen dergiciliğin sıkıntıları, sancıları aslında yapılan işi başkaları nazarında kıymete bindirmek için abartılan küçük ve tatlı sıkıntılardır. Bir dergi çıkaranına külfet oluyorsa sancı çektiriyorsa onu kapatmasına kim mani olabilir ki. Kapatırsınız ve tüm sıkıntılar biter. Eğer şikâyetçiyseniz tabii.

Sühan elbette huzur içinde günlük güneşlik mekânlarda çıkarılan bir dergi değil. Yayın öncesi sancılar, sıkıntılardan çok dost muhabbetleri oldu ve muhabbetten Sühan hasıl oldu. Zaman zaman kırgınlıklar, sıkıntılar elbette yaşanıyor. Ancak bunun tabii olduğunu hepimiz biliyoruz ve aldırmıyoruz.

Sühan “şiir yayımlamayan dergi” diye tanımlanırken, son zamanlarda bu özelliğine “özel sayılar yapan edebiyat dergisi” niteliğini de ekledi. Ve bu özel sayıların konularından bazıları bana çok ilginç gelmiştir. Mesela yenge özel sayısı ve gâvur dostlarımız özel sayısı… Bunu neye göre seçiyorsunuz?

Müteahhitlerin gördükleri boş arsalara bakıp ne tür ev yapılabileceğini düşünüp hesap kitap etmesi gibi, bizlerde boş sohbetlerden dolu özel sayı konuları çıkarıyoruz. Sohbeti özel sayılarda tamamlıyoruz. Herkesin tamam demediği bir sayıya başlamıyoruz. Hayatın içinden seçtiğimiz küçük ayrıntıların aslında ne kadar mühim olduğunu tespite çalışıyoruz.  Edebiyatı hayatın uzağında aramıyoruz. Biz fildişi kulelerden değil, apartman dairelerimizden, bahçeli evlerimizden yazıyoruz. Taklit etmeye çalışanlar da olmuyor değil tabii böyle bir ilk üslubu. Ama uyanık okuyucu durumun farkında.

Sühan Sivas’ta yayınlanan ve Türkiye geneline ulaşan bir dergi. “taşralı dergi” tanımlamasının zihninizi kurcalayıp, içinizi sıktığı oluyor mu? Daha doğrusu İstanbul’dan uzakta bir şehirde dergi çıkarmanın dezavantajı var mıdır?

Taşra kelimesi Sühan’ın lügatinde farklı çağrışımlarla doludur. Biz edebiyatın taşrasında olduğumuzu düşünmedik hiç, şayet merkez edebiyatsa. Taşra sizin merkezden ne anladığınıza bağlıdır. Bize batmayan, zihnimize hiçbir rahatsızlık vermeyen bir kelimedir taşra. İstanbul’da olmamak her açıdan güzel bir avantaj. Bunu orda çıkan dergilere ve bu dergilerin kadrolarına bakarak düşünüyoruz. Biz şehirleri değil, edebiyatı merkeze alıyoruz ve merkezde olduğumuza inanıyoruz.  

Şiire yeni başlayanlara neler tavsiye edersiniz?

Henüz yolun başındayken ve adı kötüye çıkmamışken şiiri bırakıp daha cıvımamış türlere yönelmelerini tavsiye ederim. Eğer ısrarcı olan varsa da, türkü söyleyip gazel okumalarını, siyasete dalmalarını, mitinglere katılmalarını, panel, sempozyum ve benzeri etkinliklerle enerjilerini dizginlemelerini, blog hazırlamalarını, fanzin çıkarmalarını eğer çete kuramıyorlarsa bir çeteye üye olmalarını tavsiye ederim.

Sühan’a tekrar dönersek Sühan’ın dört yıl ve on altı sayıdır okurlarıyla uzun soluklu bir yürüyüşü var. Dört yıl yayınlanmak başarı mıdır kültür sanat dergileri için?

Dergicilikte önemli olan derginin yaşından çok, edebiyat dünyasında bıraktığı izdir. Onlarca yıldır türlü kaynaklarla yayımına devam eden ancak yenilik namına zerre miktar ilerleyemeyen birçok dergi var edebiyat dünyasında. Hal böyle olunca bu dergilerin niçin çıktığı da ciddi bir problem aslında. Sühan ilk yılından sonra sesini ve rengini bulmuş edebiyat dünyasında apayrı bir yere oturmuş çoğu Türk Edebiyatı’nda ilkler arasında yer alması gereken özel dosyalar hazırlamış reklama asla tenezzül etmemiş farklı bir dergi. Sühan’ın asıl başarısı bu saydığımız özel vasıflarıdır.

Edebiyat dünyasında şiir ve ardından hikâye dergileri çıkmaya başladı. Bir deneme dergisi halen yayımlanmadı. Sühan’ın memleketimizin ilk deneme dergisi vasfına da layık olduğuna inanıyoruz.

Elbette temennimiz bu yürüyüşün ağır usul da olsa devam etmesi, bitmemesidir.

Sivas halkı dergisinden haberdar mı?

Haberdar olması gerekiyor mu? Önce bu soruya cevap bulmak lazım. Sühan her şeyden önce bir edebiyat dergisi. Eğer bir şehir kültürü dergisi olsaydı, Sivas’ın dergimizi tanımasını ister ve dergimize destek vermesini umardık. Ancak bir edebiyat dergisi olarak buna hakkımız olduğunu düşünmüyoruz.

Son olarak Sühan’da kimler yazıyor?

Her sayı yeni isimler yazar kadromuza dahil oluyor. Ancak, Recai Güllaptan, Berat Demirci, A.Turan Alkan, Adem Turan, Metin Önal Mengüşoğlu, Halim Şafak, Şaban Abak, Nazım H. Polat, Mustafa Muharrem, Mehmet Aycı, Sühan’a devamlı emek veren, Sühan’ı dergisi bilen her zaman kendilerine müteşekkir olduğumuz isimlerdir.

13 Ağustos 2020 Perşembe

hüseyin kaya ile sühan dergisi ve dergicilik üzerine söyleşi

konuşturan: beria erva eriş, semanur abidan dalkıran

S.A.D:   Cemal Süreyya  “Şairin hayatı şiire dahil”  diyor. Sühan da sizin hayatınızın bir parçası olduğunu düşünerek bize biraz Sühan’dan bahseder misiniz? Nerede, nasıl, ne zaman, kimlerle bu yolculuk için karar aldınız?

Dergi yayımlama hevesi tıpkı tiyatrocuların “sahne tozu yutmak” deyimi gibi hastalıktır, bulaşıcıdır biraz. Bir kez matbaa kokusuna, o heyecana şahit olmuşsanız o his ömür boyu bırakmaz peşini. Eski bir hastalık gibi avare kaldığınız her an hatırlatır kendisini. İki binli yılların başlarıydı. Öğrencilik yıllarımızda zaten dergi tecrübesi kazanmıştık.  Artık her birimiz maaşlı olduğumuza göre daha kaliteli ve maddi bakımdan sıkıntıya düşmeden bir dergi yayımlayabiliriz diye düşündük.  Türlü vesilelerle bir araya geldiğimiz okuyan yazan arkadaşlarla bu fikri geliştirdik ve neticede ortaya Sühan çıktı.

B.E.E:Sühan ismi Şeyh Galip Hüsnü Aşk’ına telmih mi? Bu ismi neden seçtiniz?

Eski edebiyatta sık sık zikredilen bir kelime sühan. Hatta sühan kasideleri, sühan redifli gazeller var. Dergi ismi aradığımız dönemde aklımıza gelen her kelimeyi not alıp paylaştık. Bir kış akşamı dergi kadrosunda da olan bir arkadaşla hem yürüyor hem de dergiye isim düşünüyor, konuşuyoruz. O sırada aklıma geldi, “sühan” olabilir mi, dedim. Kelimenin anlamını arkadaşların çoğu bilmiyordu.  Hem edebiyattaki karşılığını hem de Hüsn ü Aşk’taki yerini öğrenince arkadaşlar kabul etti bu ismi. Başlangıçta edebiyat çevresinden bu ismi “arkaik” bulanlar oldu ama zamanla dergimiz benimsendi ve isim kabul gördü. Hatta edebiyat çevresinden bazı kalemlerin teveccühünü dergimiz  daha ellerine ulaşmadan sırf ismi ile kazandı diyebilirim.

B.E.E: “Çıkarını düşünenlerin bir çoğu dergi çıkarır.”  Hüseyin Akın siz sühanı hangi çıkarı gözeterek çıkardınız.

Herkesin bir dergi çıkarma amacı vardır şüphesiz ve bir “çıkar” adına dergi çıkaran yüzlerce ehl-i kaleme şahitlik etmiştir edebiyat tarihimiz. Sühan’ı farklı kılan da zaten “edebiyat”tan başka bir amaç ve çıkar peşinde olmaması idi. Okuyan, yazan insanlar bu samimiyeti gördükleri için dergide desteklerini esirgemediler. “Benim”, “bizim” değil Türk edebiyatının dergisi olma endişesiyle yayınlandı Sühan.  En azından benim “çıkar” endişem olmadı. Dergiye omuz veren arkadaşlar arasında bu tür beklentileri olanlar varlığından ise son sayımızda haberdar oldum.

S.A.D: Özel sayılarınız çok ilginç geldi bize. Özellikle Yenge özel sayısı Şair, yazarlar ve dergi çıkaranlar için bu bağlamda eşleri bir engel midir? Kocaeli merkezli bir yayın olduğu için rahat olabilirsiniz.

Her derginin değilse bile Sühan gibi dergilerin ailelere getirdiği birtakım yükler mevcut. Dergici eşleri şayet edebiyata aşina değillerse sitem etmez, engel de olmaz ama çoğu zaman anlam veremez bu çabaya. Bizim anlayışımızla yayın yapan dergiler çoğu zaman evin küçük çocuğu gibidir. Yazı ve şiir, evet eşler için “kuma”dır biraz zira ömürden ömür isteyen, candan can isteyen bir yanı var yazmak fiilinin. Bu kanaat de yalnızca kendi yazı dünyam için geçerli.  Yazmayı eğlenceye yahut bir çeşit gelir kaynağına dönüştürenler için bu dediklerim geçerli olmayabilir.

B.E.E: Hazır özel sayılara girmişken 10 ve 11. Sayı kapanan dergilerin hikâyelerine ayrılmış. Bu, dergi çıkarmayı düşünenler için bir vazgeçişe neden olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Dergi çıkarmayı düşünenleri değil, geçmişte dergi çıkaranları düşünerek hazırlandı o sayılar. Bir vefa sayısı idi her ikisi de. Aslında tek sayı ile o dosya kapanacaktı ama ilgi gördü, ikincisini de hazırladık ve bu Türkiye'de “ilk” olma niteliği taşıyan bir düşünce. Diğer sayılarımızda da olduğu gibi sonradan bu düşünceyi kullanan, tekrar eden yayınlar çıktı piyasaya. Hem de Sühan’dan hiç bahsetmeden yaptılar bu işi bazıları.  Sühan edebiyat tarihine notunu düştü bu sayılarla. Görmezden gelen yahut taklit edenler düşünsün hallerini.

Dergi çıkarma fikri öyle telkinle, konuşmayla, yahut akıl vermekle vazgeçilecek bir düşünce değil zannımca. Bir zihne dergi fikri düşmüşse dönüşü olmuyor onun, belki erteleniyor ama günün birinde mutlaka o dergi çıkıyor. İlk gençlik yıllarında çıkaramadığı dergiyi profesör olunca, vali olunca, belediye başkanı olunca çıkaran insanlar var bu ülkede.

S.A.D: 10 ve 11. Sayıları yayımlamadaki amacınız neydi?

Aslında az evvel verdim bu sorunun cevabını. Vefa sayısı idi. Belki dergi mezarlığında adı sanı bile bulunmayan merhumlar için bir taziye düşüncesi.  Hissî bir sayı idi ve yazılar da hisli idi. Geçmişte dergi çıkaran arkadaşlarımıza, emekleriniz boşa gitmedi, mesajı da vardı bu düşüncenin altında. Bu sayılar için geride kalan dergiler adına “bir rahmet okuma çabası”, “hayırlı yâd ediş” de diyebiliriz.

B.E.E:10. Sayınızdaki” Aşinaya Aşina Bigâneye Bigâneyiz!”   ve 11. sayı “Hitab-ı Aşkı Kim Anlar Kiminle Söyleşelim” başlıklarınızı oldukça manidar geldi bize. Bu bir sitem mi? 

Evet, sitem vardı biraz. Düşünün, Türkiye’nin değil dünyanın en farklı edebiyat dergisini çıkarıyorsunuz ve hatta dünyanın dört bir yanına dergiyi gönderiyorsunuz. Abartı değil bu Asya’dan Amerika’ya, Balkanlar’a, Avrupa’ya gidiyordu dergi.  Değil yayımlanmış, düşünülmemiş sayıları hazırlıyorsunuz ama kimi çevreler bu çabayı görmemek adına başını kuma sokuyor ve az evvel de dediğim gibi sizin sayılarınızdan ilham alarak çalışmalar yapıyorlar bir taraftan... Üstelik sizin çalışmalarınızı görmezden gelerek. Edebiyat camiasının maalesef böyle bir  tabakası da var. Ne diyelim, “aşinaya aşina, biganeye biganeyiz”. Halen...

S.A.D: Turan Karataş taşra dergisi hikâyesini ‘’Kabuk Bağlamayan Yara’’ olarak sundu. Sizce Sühan hala kanayan bir yara mı?

Sühan dergi olarak bir yara değil. Onurla ömür defterim arasında muhafaza ettiğim bir hoş hatıra... Bir baki sedâ. Yara, olan kısmı arkadaşlıklar, dostluklar bağlamında yaptığım hatalar ama acısı yok onun da. İnsan tarafımız bu.

B.E.E: Dergi hikâyelerinin anlatıldığı yazıların başlıkları da hayli ilginç:

-Rüzgârın Kırdığı Dal: Burak

-Palandöken Hep Karla Kaplı Kalacak

-Susku Sustu Susalı

-Kırkikindi: Sona Eren Her Türkü Yanıktır.

Dergicilik bir romantiklik mi?

Elbette romantik. Akıllıca bir izahı var mı beş yıl boyunca ek ders ücretlerini geri gelmeyeceğini bile bile dergiye yatırmamın? Akıllıca bir izahı var mı -9 dereceyi bulan arızalı bir çift göz ile sabahlara kadar dergi tasarımı, tashihi yapmanın?  Bayram günlerini, tatil günlerini hiçbir karşılık beklemeden birilerinin yazılarını tashih ile geçirmenin?..

Anadolu dergiciliği romantiktir. Mücadeleci ruh taşıyan dergiler dahi  “yel değirmenleri”ne karşı “merkez”e karşı yapılmış Don Kişotluktur.  Buralarda bir söz var “Oturduğun ahır sekisi, söylediğin İstanbul türküsü” derler.  Elbette İstanbul türküsü söylemeye çalışan dergiler de var. Allah hidayet versin...

S.A. D :Yahya kemal :

Bir bitmeyecek şevk verirken beste,

Bir tel kopar âhenk ebediyyen kesilir..diyor  Sühan'ın kapanması sizde  bu hissi uyandırdı mı?

Hayatımda bir boşluk oluştuğu doğrudur. Her hafta kapıma bir çanta dergi, kitap getiren postacının kapımızı unuttuğu doğrudur. Susmak bilmeyen telefonların artık bayramda, kandilde dahi tenhalaştığı da doğrudur. “Altın altına gider, bakır bakıra doğru”. Kurduğumuz dostluklar, tanışıklıklar olumsuzlukları unutturacak nitelikte. Ahenk kesilmedi ama değişti... Hakiki dostlar, dostluklar kaldı geriye, bu yeterli.

B.E.E: Sühan ismini bize verirken evladını evlatlık veren bir ebeveynin hüznünü duydunuz mu?

Kelimeler kimsenin değil Allah’ındır ve emanettir hepimize. Yazdıklarım dahil şahsım adına ne varsa âlemde miri malıdır. Kaynak dahi verilmeden kullanılabilir. Bilakis mutlu oldum. Fuzûlî’nin, bu ismi tercihine dair bir rivayet var biliyorsunuz. İki manalı bir kelime fuzuli... Sühan da öyle.  “Boş lakırtı” anlamı da var bu kelimenin. Ümidim güzel manası ile yayıncılığa devam etmeniz, lakin bizi de arada yad etmeniz. Bizi derken “Sühan”ı kastediyorum elbet.

S.A.D: Sorularımızı samimiyetle cevapladığınız için Mehmet Akif Ersoy Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi, Sühan dergisi adına sizlere teşekkür ederiz.

Dergi çıkardığım dönemlerde bile “yeni bir dergi” fikri beni hep heyecanlandırdı ve bu düşüncede olan arkadaşlarla gençlerle tecrübelerimi paylaşmaktan memnuniyet duydum. Her yeni dergi klasik söylemle yeni bir umut. Kim bilir aranızdan kimlerin dünyasında yeni kapılar aralanacak, kimlerin yıllar sonra bu hastalığı yeniden nüksedecek... Kimler bu dergiden aldığı heyecan ve şevkle edebiyat öğretmeni, şair, yazar olma sevdasına düşecek. Vefadarlığınız ve iyi niyetiniz için teşekkür ediyor, selamlarımı gönderiyorum. Güzel haberlerinizi, sayılarınızı ben de heyecanla bekliyorum.

mart 2016

26 Temmuz 2020 Pazar

sühan dergisi ve günümüz şiiri üzerine


konuşturan: birol biçer

1)      Sühan dergisi hakkında bize bilgi verebilir misiniz? Sivas’ta şiir adına ne gibi çalışma ve faaliyetler mevcut?

Sühan dergisi yayın dünyasına veda edeli yaklaşık beş yıl oluyor. İki bin üç yılında başlayan ve beş yıl süren bir ömrü oldu derginin. İlk sene dergide her türden edebi ürüne yer verdik ancak bir süre sonra dergiye gelen şiirlerden rahatsızlık duymaya başladık. Dergiyi ikinci yılından itibaren “deneme” dergisine dönüştürdük ve özel sayılar yapmaya başladık. Daha önce hiçbir derginin yapmadığı hayatın içinden konuları işledik. Yenge, dede, oyuncak, istasyon, Sivas, kapanmış edebiyat dergileri, kar temalı özel sayılar hazırladık. “Yenge” sayısında tüm yazarlarımız eşlerine ithaf edilmiş metinler yazdılar. “Dede” sayısında her yazarımız kendi dedesini anlattı. Diğer sayılarda da aynı mantıkla hazırlanmış, üzerinde yaşanmışlık izi barındıran sahici metinlere yer verdik. Konuların hayatın içinden olması ve herkesin yazabileceği türden olması sebebiyle farklı camialardan pek çok yazar Sühan dergisine yazdıklarıyla katkıda bulundu. Reklamsız, şiirsiz ve resimsiz bir edebiyat dergisiydi Sühan ve belki de edebiyatımızın “ilk” deneme dergisiydi. Dergimiz her edebiyat dergisi gibi yayına başladı ve yayınını bitirdi ancak diğer dergilerle hiçbir zaman benzetmedik Sühan’ı. Son sayımızı “Sühan” sayısı olarak hazırladık ve ebediyen kepenkleri indirdik. Sühan yayımlandığı zamanın ve şehrin çok ötesinde bir yayın çizgisi tutturdu ve dergicilik anlayışına bambaşka yaklaşımlar getirdi. Bunu her geçen gün daha iyi gözlemleyebiliyoruz.

Sivas’taki şiir faaliyetleri ve çalışmaları konusunda aslında Anadolu’nun diğer şehirlerinden farklı bir görünüm yok. Beş altı yıldır düzenlenen Buruciye Şiir Akşamları başka illerden de şairlerin katılımıyla her yıl tekrarlanıyor. Gençlerin yayımladıkları edebiyat dergilerinde, fanzinlerde şiir halen en çok yayımlanan tür olmaya devam ediyor. Yalnız halk şiirinin Sivas’ta diğer illere göre daha fazla rağbet gördüğünü ekleyebiliriz. Bilhassa dernekler vasıtasıyla halk şairlerinin de pek çok faaliyeti var ilimizde.

2)      Kimilerine göre şiir son dönemlerde popülerleşmeye başladı, kimilerine göre ise şiire ilgi gerçekte azaldı. Bu mecrayı yakından takip eden birisi olarak sizin kanaatiniz nedir?

Şiirin her dönemde popülerleştirilen bir tarafı vardır ancak şiirin “asıl” tarafı hiçbir zaman popüler olmadı ve olmayacak. Şiirin müzikler, şarkılar eşliğinde, ya da başka unsurlara ilave edilerek halk arasında bir yer edinmesi ezelden beri alışılagelen bir durum. Gerçek şiirin şairi de okuru da parmakla gösterilecek kadar az olmuştur her dönemde. Toplumdaki ilgi “şiire”, “şaire” değil her ikisinin de sunuluş biçiminedir.

3)      Günümüzde genel olarak şiirin geldiği noktayı nicelik ve nitelik olarak siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şiir maya, öz itibariyle bin yıl önce neredeyse bu gün de oradadır ancak dile indirgenirken durum değişir. Dilin kullanım imkânları toplumsal olaylar ve değişikliklere bağlı olarak şairi de etkiler şüphesiz. Alfabe değişikliği ile başlayan edebiyatımızın “yeni” şiirde süreci birkaç nesil sonra gün yüzüne çıkmaya başladı. Yani dildeki kırılma şiiri sarstı diyebilirim. Tabii toplumsal değişiklikler tüm dünyada olduğu gibi bizde de edebiyatı, sanatı, şiiri farklı bir yöne doğru çevirdi sanki. Tüm bu olumsuzluklar şiire yeni ve olumsuz bir yön vermiş gibi görünse de sahih şiirin ve şairin talibi her dönemde birbirine yakın orandadır diye düşünüyorum.

4)      Son dönemlerde çeşitli şehirlerimizde düzenlenen şiir geceleri, şiir festivalleri, şiir toplantıları gibi  faaliyetlerin çoğaldığı gözleniyor? Bu şiire olan ilginin canlandığı anlamına gelir mi sizce?  Neden?

 

Büyük yayınevlerinin dahi şiir kitaplarını binbir naz ile ve genellikle 250-500 adet basıldığını yıllardır duyuyoruz. Şiir gecelerinde salonların dolması çok da doğru bir gösterge sayılmaz. Şiir toplumsal bir eğlence, düşünce yahut hisleniş aracı olabileceğini sanmıyorum. Bu şiirin fıtratına ters. Şiir geceleri senelerce şairlerin ve şairseverlerin imkânlarıyla düzenlendi –şiirsever demiyorum- fakat son yıllarda belediyeler ve ilgili bakanlık bu tür organizelere sahip çıkıyor. Halktan oluşan bir talep neticesi tertip edilmiyor programlar. Çoğu zaman bazı kurumlardaki yetkin edebiyat dostlarının çabalarıyla bu tür organizeler düzenleniyor. Bazen de başka “kültürel” etkinlikler arasına serpiştiriliyor şiir geceleri. Tıpkı şarkıcılar gibi bazı popüler şairler özellikle bu tür etkinliklere muhakkak çağrılıyor. Herkes kendi vazifesini yerine getiriyor ve program bitiyor. Şiir gecesi düzenlendiğinde dinlemeye gelen halk düzenlenmediğinde çok da merak etmiyor niçin düzenlenmediğini.

Bu manzara çok da olumsuz değil aslında. Hatta olması gereken şey bu. Aksini beklemek “şiir” algımızla ilgili olsa gerek.

Şiir gecelerinin şairleri bir araya getiren, onları birbirleriyle tanıştıran, kaynaştıran güzel bir vesile olduğunu unutmamak gerekir tabii. Şair ve şiir adına bu programlardan geriye kalan en büyük kazanç da bu olsa gerek. 

Bu tür programlar son yıllarda biraz daha amacına ulaşmaya başladı ve şairlerden artık yalnızca şiirlerini seslendirmeleri istenmiyor. Şairler belli konularda konuşuyor, tartışıyor, atölye çalışmaları yapıyor, çıkarımlarda bulunuyor hatta okullarda, üniversitelerde öğrencilerle buluşup kitap imzalıyor, şiir konuşuyor. Bu türden organizeler daha önemli bence.

5)      Büyük şehirlerin dışında, Anadolu’da şiir ve şairliğin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Şiire olan ilgi yaygın mı? Şiir dergileri ne durumda? Şiir mecrası olarak en etkin gördüğünüz faaliyet ve dergiler hangileri? Örnekler verebilir misiniz?

Şiir çok da merkezde bulunmayı gerektiren bir uğraş değil kanaatimce. Hatta kıyıda kalanların çabası var kılar şiiri. En azından benim için bu böyle. Her dönemde ilgili ve heyecanlı gençler var. Hırslı olanlar da var. Çocukların, gençlerin ilgisi çok da yaygın sayılmaz aslında ancak “göl yerinden su eksik olmaz” derler bizde. Ne kurur bu damar ne de coşar…

Genel manada şiir dergilerinin durumu pek iç açıcı değil. Bu tür yorumların ardından hemen “kime ve neye göre” soruları geliyor. Fuzuli, Şeyh Galip, Karacoğlan, Sümmani, Necip Fazıl, Ahmet Haşim, Mehmet Akif, Sezai Karakoç yetiştirmiş bir dile ve bu dilin kurduğu medeniyete göre…

Herhangi bir edebiyat dergisini elinize aldığınızda metinleri okurken, bilhassa şiirleri, çoğu kez şairini merak etmiyorsunuz ve işin kötü yani neredeyse tüm şiirleri aslında tek kişi yazıyor da farklı isimlerle farklı dergilerde yayımlıyor gibi bir ses var şiirlerde. Belki “ses” sizlik demeliyim. Onlarca dergi var ama yılda birkaç şiire ancak rastlayabiliyorum. Edebiyat dergilerinin artık “etkin”liğine, seçiciliğine, mektep olma çabasına inanmıyorum fakat Dergâh, Fayrap, Kurgan, Türk Edebiyatı, Kuyudaki Koro, Hece, Kertenkele, Edep gibi dergileri önemsiyorum. Sayıyı artırmak mümkün…

Şiir adına faaliyet çok lakin şaibe ve samimiyetsizlik çoğunu anlamsız kılıyor bu faaliyetleri.


bahar, 2013


25 Temmuz 2020 Cumartesi

sühan-edebiyat

nermin tenekeci

 

 

İstasyon Özel Sayısı

Yıl: 3, Sayı: 15, Temmuz-Ağustos 2006

Hep­si için söy­le­ne­bil­se de ki­mi ke­li­me­ler-kav­ram­lar var ki söz­lük an­lam­la­rı­nın çok öte­sin­de bir çağ­rı­şım zen­gin­li­ği­ne sa­hip­ler. Bun­lar­dan bi­ri de İs­tas­yon. Ya­pı­şık ikiz­ler mi­sa­li taş­ra mef­hu­mu ile bir­bi­rin­den ayı­ra­ma­dı­ğı­mız is­tas­yon­lar, do­la­yı­sıy­la tren­ler, iki ay­lık ede­bi­yat der­gi­si Sü­han’ın 15. sa­yı­sı­nın dos­ya ko­nu­su. Bağ­la­mı­na gö­re, mer­kez (iç)-taş­ra (dış) bağ­lan­tı­sı (ço­ğun ça­tış­ma­sı), bu bağ­lan­tı­nın iç­ten dı­şa mı, dış­tan içe mi ku­rul­du­ğu, or­yan­ta­list mi yok­sa yer­li özel­lik­ler mi ta­şı­dı­ğı gi­bi epey­ce ha­cim­li so­ru­lar­la ve sos­yo­lo­jik bul­gu­lar­la gün­de­me ta­şı­nan taş­ra, ede­bi­ya­tı­mız­da çeş­ni­si da­ha bol bir ye­re sa­hip; el­bet­te is­tas­yon­la­rıy­la bir­lik­te:

Ka­lın İs­tas­yo­nu: Ka­lın İs­tas­yo­nu mü­dü­rü Ha­san Ka­la­ba­lık / Ka­lın İs­tas­yo­nu ha­re­ket me­mu­ru Ha­san Ka­la­ba­lık / Ka­lın İs­tas­yo­nu gi­şe me­mu­ru Ha­san Ka­la­ba­lık / Bir ak­şam me­mur­la­rı­nı / Ak­şam ye­me­ği­ne ça­ğır­dı. / Ye­nil­di içil­di geç va­kit­le­re ka­dar / Hi­kâ­ye­ler an­la­tıl­dı. / Ka­lın is­tas­yo­nu mü­dü­rü­nün evin­de / O ge­ce ya­tı­ya ka­lın­dı.” (Öz­de­mir Asaf.)

R. Ha­lit Ka­ray, R. Nu­ri Gün­te­kin, M. Şev­ket Esen­dal gi­bi isim­le­rin ya­nı sı­ra, çok ge­ri­le­re git­mez­sek, Oğuz Atay’ın De­mir­yo­lu Hi­kâ­ye­ci­le­ri, Mus­ta­fa Kut­lu’nun Uzun Hi­kâ­ye­si ve di­ğer hi­kâ­ye­le­ri, is­tas­yon­la­rıy­la ilk el­de ak­lı­mı­za ge­len­ler. Ör­nek­le­rin ara­sın­da met­ro­po­lü taş­ra­ya ta­şı­yan­lar ka­dar, epey­dir kad­raj­dan çı­kan taş­ra­yı, ma­hal­le­le­ri, ıs­sız­lı­ğı, gur­bet­li­ği, yi­ti­ri­len­le­ri, ka­lan­la­rı, ça­tış­ma­la­rı ile göz­le gö­rü­lür, el­le tu­tu­lur bir çer­çe­ve­ye sığ­dı­ran­lar da az de­ğil.

Sü­han der­gi­si de, A.Tu­ran Al­kan, M. Önal Men­gü­şoğ­lu, Tu­ran Ka­ra­taş, Meh­met Ay­cı, Hü­se­yin Akın, Nu­ret­tin Dur­man, Ni­hat Dağ­lı, Asım Gül­te­kin, Adem Tu­ran, Bün­ya­min K., Hü­se­yin Ka­ya, İd­ris Ekin­ci, Hü­se­yin Ka­ra­ca­lar, Et­hem Ba­ran, Mü­nir Çak­mak, Ha­lim Şa­fak, Mus­ta­fa Oğuz ve di­ğer ya­zar­la­rın tren ve is­tas­yon­lar üze­ri­ne yaz­dık­la­rın­dan olu­şan özel sa­yı­sıy­la bu ker­va­na ka­tı­lı­yor; dün­ya­yı da ge­lip ge­çi­ci bir is­tas­yon var­sa­ya­rak.

Hü­se­yin Ka­ya yö­ne­ti­min­de Si­vas’ta çı­kan, da­ha ön­ce­ki sa­yı­la­rın­da ‘Oyun­cak’ ve ‘Yen­ge’ özel sa­yı­la­rı ya­yım­la­yan, 16. sa­yı­sı­nı da ‘De­de’ özel sa­yı­sı ola­rak çı­kar­ma­yı plan­la­yan der­gi bü­yük id­dia­lar ta­şı­mı­yor: “Ço­rak top­rak­la­rın bu­ruk yüz­lü in­san­la­rı ol­du­ğu­mu­zu unut­ma­dan, soy­ta­rı­lı­ğın, uka­la­lı­ğın ve ede­bi­yat maf­ya­sı­nın ça­na­ğı­na ya­naş­ma­dan söy­le­me­ye ve tut­ma­ya ça­lı­şa­ca­ğız ‘söz’ümü­zü. Bir şey­le­ri de­ğiş­tir­me ga­ye­sin­de ve gay­re­tin­de de­ği­liz. Baş­ka­la­rı­nın dün­ya­la­rı biz­den çok uzak­ta… Baş­ka­la­rı adı­na kay­gı­lar ta­şı­mı­yo­ruz. Biz; baş­ka­la­rı­na, yal­nız­ca ‘baş­ka­la­rı’ ola­rak ba­kı­yo­ruz.” 



Kaynak:

Ekim, 2006

Anlayış Dergisi


sühan'dan sivas özel sayısı


Milli Gazete, Kültür Sanat

 

27 Ekim, 2007

 

Özel sayılarıyla dikkat çeken Sühan dergisi son sayısında Sivas a yer veriyor. Orta boy bir kitap hacminde olan dergide, Sivaslı yazarların yanında Sivaslı olmayan fakat hayatlarında bu şehre dair izler bulunan pek çok yazar da yer alıyor

Edebiyat dergiciliği sahasında kendine yeni bir kulvar açarak beş yıldır yoluna devam eden Sühan, "Sivas" özel sayısıyla okuyucusunun huzuruna çıktı. Hüseyin Kaya editörlüğünde, üst üste çıkardığı özel sayılarla, dergicilikte kendi tarzını yerleştiren Sühan, yayın merkezi olan şehre dair de bir özel sayı yapmış oldu. Dergi daha önce; Gavur Dostlarımız, Kapanan Edebiyat Dergilerinin Hikayeleri, Yenge, Oyuncak, Dede ve İstasyon özel sayılarıyla, farklı kesimlerden büyük ilgi görmüş ve edebiyat dünyasına taze bir soluk getirmişti.

Sivas, Sühan ın 17. sayısının konusu oldu. Orta boy bir kitap hacminde olan Sivas Özel Sayısında, Sivaslı yazarların yanında Sivaslı olmayan fakat hayatlarında bu şehre dair izler bulunan pek çok yazar da yer alıyor. A. Turan Alkan, Beşir Ayvazoğlu, Berat Demirci, Müjgân Üçer, Kadir Üredi, Hüseyin Kaya, Turan Karataş, Mustafa Balel gibi Sivaslı kalemler, Sadık Yalsızuçanlar, Mehmet Cangir, Metin Önal Mengüşoğlu, Halim Şafak, Nazım Hikmet Polat, Nihat Dağlı, Mehmet Aycı gibi aslen Sivaslı olmayıp Sivas ı bir şekilde tanıyan kalemlerle Sühan ın sayfalarında buluşuyor. Herhangi bir dergide bir araya gelmesi zor görünen bir yazar kadrosu Sühan ın Sivas özel sayısında bir araya gelmiş bulunuyor. Derginin sayfalarını çevirdiğinizde, böyle bir sayının sıradan bir şehir için değil Sivas gibi özellikli bir şehir için mümkün olabileceğini anlıyorsunuz. Sivas ın sosyo, kültürel ve tarihi özelliklerini her yazar kendi penceresinden ele alıyor; tasvir ediyor, eleştiriyor,  tahlil ediyor çoğu zaman da "aah" ediyorlar.

 

"yenge"lere özel sühan

Geçtiğimiz günlerde13. sayısını "yenge" özel sayısı olarak yayımlayan Sühan dergisi, okurları ve yazar eşleri tarafından ilgiyle karşılandı. Giriş yazısında derginin bu sayısının bazı yengelerin bizzat isimlerine gönderildiği belirtilirken asıl niyet ve samimiyetin aslında bu davranışta aranması gerektiğini belirten Hüseyin Kaya, bu sayıya türlü bahanelerle yazı vermeyenlerin isimlerini ilan etmeyişlerini de aynı samimiyet ve iyi niyete bağlamaya çalışmış. Yine sunuş yazısında cevap hakkı doğan yengelere dergi sayfalarının her zaman açık olduğu da belirtilmiş. Dergi  Dede-Torun sayısı da hazırlayacak.

Kim demiş edebiyat hayatın dışında diye. Sühan dergisi şair ve yazarların yanı sıra onların eşlerine de tercüman olmuş son sayıda. Hazırlanan "Yenge" sayısı, Sühan ın Anadolu dan edebiyata etki gücünü de ortaya koyuyor. Dergide yaklaşık yirmi yazar eşinin kendi dünyasındaki yerini, tanışma ve evlenme hikayelerini, iyi ve kötü günlerini anlatıyorlar kendi üsluplarınca. Bazı yazarların müstear isimle yazdıkları yazılarda ise genelde aile hayatına ait olumsuzluklar dile getirilmeye çalışılmış. Berat Demirci nin kaleme aldığı "Medeni Hal Hanesini Tahkik Zımnındadır" başlıklı yazısı, yazarın iç dünyasından hareketle "aile", "eş" ve "aşk" mevhumlarına derin açılımlar getiriyor. Berat Demirci nin yazısının peşinden dergiye ilk kez misafir olan Metin Önal Mengüşoğlu ise "Emsalsiz Sevda" başlıklı yazısında, eşiyle yaşadığı sıkıntılı günleri, kederli yılları samimi ve hisli bir üslupla ifade ediyor. Yine derginin ilk kez misafiri olan Halim Şafak, "Melehat Bahsi" başlığı taşıyan yazısıyla dergiye; üslup ve muhteva itibariyle yenilik getiren isimlerden en bahse değer olanı. Derginin bu sayısında genellikle yazıların başlıkları yazar ve yazı hakkında yeterince malumat veriyor aslında. Mustafa Muharrem in "Çekemez Kelime Gemileri O nun Kalbini", Mehmet Aycı nın "Ona Rağmen Azizim?" ve Hüseyin Kaya nın "Aşk Bir Kıyl ü Kaal İmiş Ancak" başlıkları bunlardan bazıları. Hüseyin Akın, "yaşantısında evli,  düşünce ve duygularında bekâr biri" olarak başladığı yazısında özelden genele bir şairin aile ve ev hayatında yaşama ihtimali olan sıkıntıları kendi üslubuyla dile getirmiş. Ethem Baran ve Fuat Çiftçi yine Sühan da ilk kez yazan isimlerden. Dergi, Mustafa Uçurum, Yüksel Enderin, Mustafa Oğuz, Bahri Doğan, Adem Turan, Recep Ş. Güngör, Reşit G. Kalkan, Tekin Şener, Hayrettin Orhanoğlu, İdris Ekinci, M. Said Türkoğlu isimleriyle devam ediyor.

Berat Demirci ve Metin Önal, Mustafa Muharrem, Sait Türkoğlu ve Mustafa Oğuz yazılarında, aile sorumluluğunun bilincine vurguda bulunurken, diğer yazarların neredeyse tamamı üstü kapalı ya da açıkça "edebiyat"ı önceleyen bir üslup kullanmışlar ve buna bağlı olarak ortaya çıkan, yahut çıkabilecek mutsuzlukları ifade etmeye çalışmışlar. Bir grup yazar ise görünen o ki, "ne şiş yansın ne kebap" düşüncesiyle mevzuyu anlamamış gibi davranarak masalımsı, aşıkane metinlerle katılmışlar "yenge" sayısına. Recai Güllapdan üçüncü yılında da Sühan ı yalnız bırakmamış. Üstad her zamanki sayfalarında; "Yenge Edebiyatına İştirak Bâbında Bir Garib Rü yetimi Takdim Edeyorum" başlıklı yazısıyla tiryakilerini bekliyor. Giriş yazısında derginin bu sayısının bazı yengelerin bizzat isimlerine gönderildiği belirtilirken asıl niyet ve samimiyetin aslında bu davranışta aranması gerektiğini belirten Hüseyin Kaya, bu sayıya türlü bahanelerle yazı vermeyenlerin isimlerini ilan etmeyişlerini de aynı samimiyet ve iyi niyete bağlamaya çalışmış. Yine sunuş yazısında cevap hakkı doğan yengelere dergi sayfalarının her zaman açık olduğu da belirtilmiş.

Takip edenlerin hatırlayacağı üzre yaklaşık bir yıldır Sühan da şiir yayımlanmıyordu. Sühan bu yıl da şiir yayımlamayacağını yine sunuş yazısında ilan etmiş. Sühan, galiba edebiyat tarihimizin ilk "deneme" dergisi olma yolunda ilerliyor?

Tüm sayıların muhtevasına www.suhandergisi.com adresinden ulaşabilirsiniz.

 

17 Ocak 2006

Milli Gazete

Kültür-Sanat


19 Temmuz 2020 Pazar

efsane dergi sühan yeniden çıkacak mı?

konuşturan: yılmaz yılmaz

Sivas’tan ses veren ve edebiyatın gündemine oturan birbirinden güzel özel sayıları ile yürekleri fetheden, hiç şiir yayınlamayarak ilginç bir çıkış yapan efsane deneme dergisi Sühan’ın süvarisi Hüseyin Kaya ile konuştuk. Kaya, yeni bir dergi için göz kırpıyor. Hem Sühan’ı hem eğitim dünyasında yaptığı güzel işleri sorduk.

Önce Rûzigâr, sonra Sühan… Hüseyin Kaya, uzun zamandır içindeki dergi hasretini nasıl gideriyor? Yeni bir dergi var mı?

Her dönemde kendime yakın hissettiğim bazı dergiler var ve bu dergiler sayesinde bahsettiğiniz hasretini az da olsa giderebilmek mümkün. Yeni bir dergi arzusu dergiciliğe bulaşan herkeste klasik ifade ile tedavisi pek de mümkün olmayan bir hastalıktır. Bazen aklıma bir kelime geliyor, bundan güzel dergi ismi olur, diyerek not alıyorum bir kenara. Farklı bir font ya da kağıt gördüğümde ilk aklıma gelen yine bu kağıt, bu font bir dergide nasıl durur, diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Şu vakitler ufukta beliren bir dergi var yakın arkadaşlarla istişare halindeyiz ancak ortaya çıkmadan bir şeyler söylemek de çok doğru değil.

 Hem fakültede hem de lisede derslere giriyorsunuz. Hangisi zor; lisede ders vermek mi fakültede ders vermek mi? Neden?

Fakültedeki derslerin daha zevkli geçtiğini söyleyebilirim. Üniversite öğrencileri lise öğrencilerine göre daha rahat ve daha algıya açık. Fakültede dersler “ders”ten ziyade bir etkileşim süreci olarak geçiyor. Lisedeki çocukları sınav ve müfredat kıskacı olumsuz etkiliyor, hür düşünceden uzak tutuyor. Aynı kıskaç içinde öğretmenlerin de hareket alanlarının daraldığını düşünüyorum. Hülasa, üniversitede ders ve eğitim kelimelerinin altını daha rahat doldurabildiğime inanıyorum.

Gözü saatte olan, şu zil çalsa da ders bitse diyen öğrenci her zaman olacaktır ama siz neler yapıyorsunuz bu derslerde?


Lisede hareket alanımızın dar olduğunu belirttim fakat üniversitede öncelikle öğrencilerin seviye gruplarına göre uygulamalar, çalışmalar yapıyorum.
Dersi sevdirme hususunda ilk haftadan sonra ben devreden çıkıyorum, kitapları okuyanlar okumayanlara şiddetle tavsiye ediyor, filmleri seyredenler seyretmeyenlere tavsiye ediyorlar, yurtlarda, öğrenci evlerinde filmler, kitaplar için ortamlar oluşturuyorlar. Neredeyse herkesin söyleyeceği üç beş kelime oluyor yapılmasını istediğim faaliyetlerle ilgili.
Gençlere benim istediğim bir noktayı değil de kendi yükselebilecekleri noktaları işaret ediyorum. Her hafta bir kitap ve yazarı üzerine hazırlık yaparak geliyorlar derslere. Türk ve dünya edebiyatından yükte hafif pahada ağır eserler seçiyoruz. Kitapların yanı sıra filmlerden, dergilerden bahsettiğimiz dersler de oluyor. Sesli kitap, fanzin hazırlatıyorum mesela…

Derslerde film izletmenizin amacı nedir peki?


Filmleri derslerde izletmiyorum, öğrenciler kendi ortamlarında izliyorlar filmleri ve derslerde bu filmlerin müzakeresini yapıyoruz. Çoğunlukla mesleki alanda gençlerin etkileneceklerini düşündüğüm filmleri ve edebiyat uyarlamalarını dâhil ediyorum listeye. Cennetin Rengi, Black, Reis Bey, Suç ve Ceza, Sefiller, Ölü Ozanlar Derneği, Patch Adams gibi filmler… Kitapların kapısını açamayan ya da tüm çabamıza rağmen sevmeyen öğrencilere en azından böyle bir kapıyı da aralık bırakmış oluyorum bu yöntemle. Bazen filmler kitaplardan daha etkili oluyor. Kitaplardan kaçanlar filmlere yakalanıyor anlayacağınız.

Kınaladığınız, bu öğrenci gelecek vaat ediyor dediğiniz öğrenciler var mı? Bunlar için özel olarak bir şey yapıyor musunuz?


Her şubede birkaç öğrenci oluyor mutlaka. Bu gençler derslerden artakalan vakitlerde mutlaka kitaplar, filmler, yazarlar, şairler, dergiler üzerine muhabbetimiz oluyor. Dergilere, internet sitelerine yönlendirdiklerim oluyor. Bazıları illa kendi dergilerini çıkarmak istiyor ve çıkarıyor. Onların da ihtiyaç hissettikleri her durumda yanlarında olmaya gayret gösteriyorum.

Şiir akşamlarına değinmek istiyorum. En son Maraş şiir akşamlarına katıldınız. Bu etkinliklerden maksat hasıl oluyor mu? İlgi, hem katılımcılar hem dinleyiciler açısından, yeterli mi?


Bu tür programlardan ne beklediğinize bağlı biraz bu sorunun cevabı… Maksadınız muhabbet ise bu türden programlarda kesinlikle maksat hasıl oluyor. Tanıştığım, muhabbet etme imkânı bulabildiğim ağabeylerle, dostlarla çoğunlukla bu türden programlar sayesinde bir araya geldik.
Dinleyiciler açısından da elbette kazançlı oluyor programlar. Şairlerle tanışma, muhabbet etme, kitaplarını imzalatma imkânı buluyor onlar da. Her şehirde şiire, edebiyata hevesli bir grup genç oluyor program sonrası çay içmek için bekleyen. Onlarla tanışmak ve muhabbet etmek de ayrı bir güzellik.
Şiir akşamları olmalı mı, olmamalı mı yahut nasıl olmalı sorusunu pek çok arkadaşla defalarca konuştuk, tartıştık. Hatta maksada hizmet etmediği düşüncesiyle dört beş yıl uzak durdum şiir gecelerinden. Kalabalıkla şiire, edebiyata… Sanata doğrudan hizmet edilemeyeceğini geç anladım biraz. Dostluk ve muhabbetten fazla bir şey beklememek lazım hâsılı bu programlardan.
Şiir programlarının maksadını aştığı ya da maksadına hizmet etmediği durumlar vardır elbet. Su-i emsal misal olmaz düsturunca o tür mevzulardan bahsetmek istemem doğrusu.

 

Son olarak… Çekil Gideyim Hayat 2006’da çıktı. Yeni bir şiir kitabı için çok bekleyecek miyiz, var mı bir hazırlık?


Şiir hususunda tembelim. Yılda dört, beş şiir ancak tamamlayabiliyorum. 2013’te inşallah küçük bir şiir kitabı daha yayımlamak nasip olur diye ümit ediyorum.

Teşekkür ediyoruz, bekliyoruz efendim.

kaynak: www.on5yirmi5.com

19 temmuz 2012


sühan dergisi hakkında hüseyin kaya ile mülakat

konuşturan: selçuk küpçük

 

SÜHAN iki ayda bir yayınlanan bir edebiyat dergisi ve Sivas’ta şair Hüseyin Kaya editörlüğünde çıkıyor. Hüseyin Kaya Sivas’ın ve genel anlamda da dergi dünyamızın damarlarına kan pompalıyor aslında. Geçmiş yıllarda farklı dergi tecrübelerine de sahip olan Kaya’nın bir süre evvel Lamure Yayınlarından ilk şiir kitabı da çıktı. SÜHAN ilk sayılarında şiir/edebiyat merkezli bir dergi iken ilerleyen sayılarında salt deneme metinlerine yönelerek kendisine özgün bir yer edindi. Yeni çıkan 15. sayısı da “İstasyon” temalı denemelerden oluşan bir dosya bütünlüğü sunuyor. Bu anlamda Hüseyin Kaya ile dergisini ve duruşunu konuştuk. Özellikle derginin şiirden uzaklaşma gerekçeleri bence yeni tartışmaları beraberinde getirecek gibi gözüküyor.

Sühan içerik anlamında bir dönüşüm yaşadı ve şiir/edebiyat dergisi iken salt deneme dergiciliğine yaslanan bir yayın politikası sürüyor artık. Bu dönüşümün gerekçeleri nelerdi?

 

Memlekette metrekareye düşen şair sayısı her geçen gün artarken şiir sayısı ters bir orantı ile azalıyor. Şiirde bir kırılma dönemi –fetret de diyebiliriz- yaşadığımızı artık tartışmak bile lüzumsuz. Bu has şiirin tükendiği anlamına elbette gelmiyor ancak güzel şiir çok az yazılıyor. Ayda yılda hakiki bir şiir yayımlayabilmek için, sayfalar dolusu “meşk” kırıntılarını yayımlayamayacak kadar kıymetlidir Sühan sayfaları. Bunun böyle olduğunu ancak derginin birinci senesinden sonra anlayabildik.

Şiir yayımlamak ve müteşairan ile uğraşmak hakikaten ömür törpüsü bir iş. Yazdıkları sanki çok kıymetli metinlermiş gibi sayfa beğenmezler, sıra beğenmezler… Kafa ağrıtırlar hasılı. Çoğu hastalıklı ve ne dediği belli olmayan metinler… açıkça söyleyecek bir şeyi yoktur zaten çoğunun. Söyleyecek şey çok aslında ama mevzuu dışına çıkmak istemiyorum. Zaten dergi çıkarmak sıkıntılı bir iş, bir de bunlara katlanmamak için böyle kökten bir çözüm bulduk. Dergi zaten kapaksız, resimsiz, reklamsız ve renksiz gibi vasıflar taşıyordu bazılarının gözünde, şiirsiz de olsa olur, diye düşündük ve oldu.

Deneme kaçışı olmayan bir tür. Şiir gibi geveleseniz de ortaya bir şeyler çıkmıyor ya da bunun kıymetli şeyler olduğunu ima edip kendi kendinize havaya giremiyorsunuz. Okur ile araya perde koyup da konuşmuyorsunuz yani. İşte bunlar ve bunlara benzer birçok nedenler yüzünden Sühan’a şairler yalnızca nesir kapısından girebiliyor.

Başlangıçta yine farkına varmadığımız bir husus da kendiliğinden geldi sonraki süreçte. Memlekette hikaye, öykü, şiir dergileri çıkmış şimdiye kadar ama “deneme” dergisi bu güne değin var olmamış hiç. Neden bu Sühan olmasın, diye içimizden geçti, halen de geçmekte. Sühan’a bu durum da farklı bir yol çizdi.

 

Sühan’ın çıkış süreci nasıl yaşandı peki ?

 

Bizler az çok gençlik yıllarımızda dergicilik işleriyle uğraşmış insanlarız. Ancak o yıllardaki uğraşlar hep “heves” olarak kalır bilirsiniz. Birçok sebepten yaşını doldurmadan sona erer bu dergiler. Artık büyümüştük az da olsa ama yine heyecan vardı. Bunu bir şekilde gün yüzüne çıkarmak gerekiyordu yoksa onlarca “yitik ağabey”lerin sonuna benzeyecekti sonumuz. Ömür tez geçiyor, hayat sürekli üstümüze geliyordu. Boyun büküp dergahına odun taşıyacağımız ya da postuna oturup kelamını dinleyeceğimiz büyüklerimiz ya uzaktı bizden ya da biz onlardan uzaktaydık. Mevcut dergilerin neredeyse tamamı “çete” usulüyle çalışıyordu ve verdiğiniz selam dahi “rüşvet” kabilinden değilse alınmıyordu. -Halen de böyledir.- Bize ait bir hayat belirtisi olsun dedik. Durmak ihanettir dedik kendi kendimize ve başladık. İlk sayıdan sonra sanki tüm şartlar Sühan için hazırlanmış gibi devamı geldi… öyle de gidiyoruz.

 

Kapanmış dergileri konu edinen dosyanız hariç hayatımızın içinde yer alan ama özgül ağırlığını fark edemediğimiz oyuncak, yenge, istasyon gibi temaları merkez alan dosyalar sundunuz. Sühan edebiyat dergiciliğimiz açısından kendisine özgün bir yer aralayan deneme dergiciliği yaparken, aynı zamanda kalıcı dosya konuları ile deneme yazarlarını ve yazacak olanları tahrik ediyor. Ben bunun şahsen hem dergi, hem de yazarlar için kazanımlı bir süreç olduğunu gözlemliyorum. Bu konuda neler söylemek istersin..

 

Otuz yaşıma yaklaştığımda anladım ki aslında bize hep ters ya da uzun yolu göstermiş birileri ve aynı kişiler sanki yalnız benim değil, şiirin, romanın, denemenin hatta dergilerin önüne bir yol gösterici edasıyla geçmiş, nasıl bunları bir uçurumdan aşağı yuvarlarım ya da hangi ormanın karanlıklarında kaybolmalarını sağlarım gibi art niyetli düşüncelerin hesabını kitabını yapmış, biz de yıllar yılı hep o hesap üzre yola devam etmişiz…

Edebiyatta bilhassa şiirdeki asıl sıkıntı bu bence. Sühan olarak herkesin gözü önündeki konuyu işaret ediyoruz ve herkes yazabiliyor bunu. Üfürmeden, uçmadan, ayakları yerde yazıyor yazarlarımız ve dikkat çeken, kendini okutan, çoğalan, çoğaltan metinler sayılar çıkıyor ortaya. İlginç değil mi yazarlarımızın gözleri, görünmeyen bir kafdağının ardını süzmeye sonra anlatmaya çalışıyor, ama en güzel manzarayı ayaklarıyla ezip geçiyorlar yıllar yılı farkında olmadan.

Sühan bence bu noktada hacminden büyük bir iş başardı, başarıyor. Yazarlar dergide yazmasa bile “yenge”, “dede”, “oyuncak”, “istasyon” temalarını taşıdılar bile köşelerine sessiz sedasız. Benim için, dergimiz için çok önemli bu durum.

İkinci sayınızdan itibaren meşhur Recai Güllaptan sürekli yazarınız oldu. Recai Güllaptan’ın Sühan içerisindeki konumu, işlevi, anlamı nedir. Hatta yeni çıkan 15. sayınızda asıl ismi ile yer aldı Bunu şunun için soruyorum: A. Turan bey günümüz Türk şiirinin bitmişliğini savunan bir yazı yayınlamıştı. Sühan da sanırım bu vakte denk düşen sayılarından itibaren şiirden uzaklaşarak hiç şiir yayınlamamaya başlamıştı.

İkinci sayıya kadar Recai üstat ile ve dolayısıyla A. Turan hocamız ile, aynı şehirde yaşıyor olmamıza rağmen tanışmış değildim. Adını bilir, kitaplarını takip eder, uzaktan da tanır idim ancak bir kez dahi ru be ru görüşmüşlüğümüz, muhabbet etmişliğimiz yoktu. Sühan vesilesiyle üstada kendimi tanıtma fırsatım oldu sonrası kendiliğinden geldi. Halen on yıl evvel kapısının çalmamış olmanın pişmanlığını duyuyorum zaman zaman; lakin sohbet de “nasip” ile demek ki. Sühan ve şahsım için, Recai Güllapdan da, A.Turan Hoca da büyük bir nimettir, ağabeydir, üstattır. Bu iki isimden biri varsa dergide -kendi adıma söylüyorum- sağıma soluma bakmadan karşıya bakabiliyorum. Recai üstadımız için derginin; derginin “içinde” ifadesi uygun olmayabilir. O ağabeylik yapıyor, doğru bildiği yönü işaret ve ima ediyor. Bunu yaparken de etkilemiş olmamak için çokça çaba sarf ettiğinin farkındayım. Gördüğü olumsuzlukları da aynı şekilde ifadelendiriyor. A.Turan Alkan’ın şiir ve şair hususundaki görüşleri her geçen gün birileri tarafından daha benimseniyor ve farklı cümlelerle yeni bir “buluş” gibi sürülüyor edebiyat dergilerine. O, çok zaman önce de “şairler ve şiir aleyhinde” yine bir yazı yazdıydı ve “gençleri şiirden korumalıyız” bile dediydi. Onu ve kast ettiği meseleleri anlamayan bilhassa şuaradan bazı zevat esiyor, yağıyor gürlüyor, bir süre sonra bakıyorum üstat ile aynı şeyleri başka cümlelerle orda burada yazıyor, röportajlarda söylüyor…

Ben kendisinin “şiir ve şair” hususundaki görüşlerine sonuna kadar katılıyorum. Şiir kitabım çıkmış olsa bile katılıyorum. Bu derin bir mevzuudur izahı sayfalar tutar, hem gerek de yok, onca “okuma yazma” bilmeyen şaire ikinci bir hedef olmaya. A.Turan Bey ima etmedi, söylemedi, istemedi ama beni etkilemiş olması hasebiyle dergi de etkilemiş olmalı şairler ve şiir hususundaki görüşlerinden. -İsterseniz buna etkilenme değil de hakikati görme, gösterme diyelim.- Sühan’da şiir neşrini bıraktığımız andan itibaren dergi yükselişe geçti. Her dergide adını görüp mutlu olan ve ne dediği anlaşılmayan tuhaf müteşair taifesi kendilerine bu kapıdan ekmek çıkmayacağını anlayınca tası tarağı topladı ve başka kapılara yöneldi. Bundan sonra Sühan için yeni bir okur ve yazar camiası oluştu. Demek ki haklı üstat…

Tecrübe edenler iyi bilir, bir edebiyat dergisinin editörünü en çok şairler(!) yıpratır, hatta bazı dergileri batırmak, kapatmak için özel çaba harcar bu tür insanlar. Sayfa beğenmezler, köşe beğenmezler, font beğenmezler, yanlarındaki önlerindeki arkalarındaki isimlerden rahatsız olabilir ve zaman zaman küsebilirler olmadık sebeplerden dolayı… Tüm sıkıntılar yetmiyormuş gibi dergi editörü bir de bu türden sıkıntılar yaşar, ona bu sıkıntıları yaşatırlar. Şiir yayımlamayarak hem bu sıkıntıları en az düzeyde yaşıyoruz…

 

Ben edebî kamplaşmaların olmamasını dilesem de ne yazık ki pratikte böyle bir kırılma / ayrışma mevcut. Sühan’ın son sayılarında benim de yakından tanıdığım ve sosyalist düşünce geleneğinden gelen ve bugün kendisini anarşist olarak tanımlayan şair/eleştirmen Halim Şafak da yer alıyor. Hatta bu durum biliyorsun bir edebiyat grubunda tartışma konusu dahi olmuştu. Sen ne diyorsun bütün bunlar karşısında..

 

Sühan aklıbaşında, ayakları yerde bir dergidir. Horoz fıkrasını bilirsin, “ben polemiğe girmem, işimi yaparım” demiş ya hani, o hesap bizimki de… ucuz ve lüzumsuz kamplaşmalar, çeteleşmeler ve bunların bir bardak suda koparmaya çalıştığı fırtınalar, komik tartışmalar çok gerimizde bizim. “Sühan” ismini birileri arkaik bulsa da yirmi yıl sonrasının dergisini çıkarıyoruz biz burada. Bunu zaman gösterecek.

 

Milli Gazete, 14.10.2006

 


12 Temmuz 2020 Pazar

hüseyin kaya okumak zenginliktir

ihsan yıldırım

 

Şubat soğuğunun açtığı derin yaralar henüz sarılamamışken, İmam Hatip Lisesi hazırlık sınıfına başlıyordum. Öğrenci mevcudunun iki haneli rakamları geçmediği koca binalarda tutunmaya çalışıyorduk hayata.Karacabey İmam Hatip Lisesi de o dönem bu okullardan biriydi sadece. Neresinden bakarsanız bakın sıkıntılı yıllardı yaşananlar. Sıkı dostluklar kurup, derin muhabbetlere dalmanın yanında, okulun kocaman bahçesinde boş bulduğumuz her vakti top peşinde koşturarak değerlendirmekten başka yapacak tek şey kalıyordu geriye; kitaplar!

Dersteki ilgim dikkatini çekmiş olacak ki edebiyat hocamız, “ Yitik Düşler” Dergisini tutuşturdu elime. Çok sonraları sıkı bir okuyucusu olacağım yazarın ismine ilk defa o mütevazı dergide rastladım. Sonra bir arkadaşın “Çekil Gideyim Hayat” kitabından bir şiirini okuyup, hüzünlenmesiyle, dikkatimi çekmeye başlamıştı şair. İkindi ezanının hemen sonrasına denk gelen edebiyat derslerinde Hocamızın “Sühan’dan” okuduğu denemeleriyle, yaralı kalbimi, fethediyordu yazar. Serde gençlik, gönülde aşk dilimde onun şiirleri vardı. Kısa zamanda dilime dolanmıştı şiirleri. Gitmesem de görmesem de, Sivas, cümlelerinde canlanıyordu gözümde. Çocukluğumda dinlerken içimi ısıtan masallar, dinlediğim türkülerdi onun satırları adeta.

Yazdıklarını takip etmeye devam ederken, deneme kitabı için çalıştığını, kısa bir zaman da çıkacağını haber almıştım. İçimde bir heyecan belirmiş, sık sık kitapçılara kitabın yayımlanıp yayımlanmadığını soruyordum. Lakin aldığım cevap uzun bir süre olumsuz oldu. Ta ki bir gün şairi bana tanıtan edebiyat hocam kitabın çıktığını müjdeleyene dek. Yayımlandıktan yaklaşık bir ay sonra ancak ulaşabilmiştim kitaba. Bir an önce okumak için sabırsızlanıyordum. Bir çay molasında, insanı adeta hatıraların diyarında gezdiren kitabın adı “Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz”.

Popüler olmak gibi bir kaygısı olmayan, hatta tabiri caizse popüler olmamak için mücadele eden yazarın, gerek kitabı gerek başlığı gerekse anlattıkları kendisi gibi son derece mütevazı. İlk paragrafıyla adeta yüreğinize dokunuyor kitap. ”Bir öğle vakti, üzerimizde ince elbiselerle geziniyorken dışarıda, birdenbire yaz yağmuruna tutulmak ve bir yandan ıslanırken bir yandan evimizde açık bıraktığımız pencereleri hatırlamak gibidir yirmili yaşları geride bırakmak. Şaşırır kalırız, başımızda bir ikindi uykusu mahmurluğu. Yağmurun, şiirlerin, şarkıların ve hayallerin bittiği yerden adım atarız otuzlu yaşlara.” Bu satırlarla anıların ortasına yığılıyorsunuz, sere serpe. Zira en savunmasız tarafından vuruyor insana yazar. Başa dönüp tekrar tekrar okuduğunuz cümleler, siyah önlüklü günlerinize geri götürüyor sizi.

Hatıraların içinde, uzunca bir süre yolculuğa çıkıyorsunuz, farkında olmadan. Her cümlenin, dilinize ayrı bir tat verdiğini hissederek ilerliyorsunuz, sayfalar arasında. Babasıyla, baba oğul bağı kuramamış bütün Anadolu çocuklarına tercüman olmuş sanki Hüseyin KAYA. “Her çocuğun, kabuğunu ne zaman kavlatsanız kanayan ve asla iyileşmeyen yarasının adıdır baba.” diyen şair hayata dair her şeyi bohça misali kitabında toplamış. Yapraklar yavaş yavaş ilerledikçe ruhunuzun yorgunluğu artıyor. Ama ruhun yorgunluğuna, hayal kırıklıklarına, gönül incinmelerine ve özlemlere rağmen kendini, okutmaktan asla vazgeçmiyor kitap.

Sayfalar sola doğru düşerken birden karşınıza Refik Halid çıkıyor. “Ya Eskici Yazılmasaydı?” sorusuyla tekrar kayboluyorsunuz hatıralarda. Lise yıllarımda, derste bu hikâyeyi okurken sesi çatallaşmış Özlem adındaki arkadaşı anımsatan yazar “ Eskici’yi” sınıfta sesli okurken öykünün bitimiyle birlikte ağlayarak, sınıftan nasıl koşup çıktığını anlatıyor. O bunları anlatırken ben Refik Halid’in “Gurbet Hikâyeleri”ni ilk okuduğumda yüzümün nasıl şekilden şekle girdiğini anımsıyorum. “Yara, Zincir, Eskici, Testi,” gibi öykülerin içinde kayboluyorum uzun bir süre.

Hatıralardan bahsedilen bir yerde vedalar, ayrılıklar olmazsa olmazıdır yaşamın. Bu husustaki söyledikleriyle de yaralar insanı Hüseyin KAYA. “İki ayrılık arasına sıkıştırılmış bir dünyada, misafir olduğunu unutmadan dolaşmaktır adına hayat dediğimiz şey. Ayrılıkla başladığımız hayata ayrılıklarla veda ederiz. Bu yüzden ayrılığa yakılmış her türkü, ayrılık hüznüyle söylenmiş her şarkı ve yazılmış her şiir kaç yaşımızda ve nerde dinlersek dinleyelim titretir ruhumuzu. Uzun bir ayrılıktır insan, kalbi kendi yalnızlığına gömülü.” Bir şiirin mısraları gibi duygusal olan bu cümleler, derin kuyular açar gönülde. Bu satırlar, gözlerinin buğulanmasına neden olur insanın, . Şefkatle gözlerinizi siler, devam edersiniz sayfaları sola doğru çevirmeye.

Yüzünüzü tebessümün kaplayacağı, ancak hüznün ağırlığı altında kalacağınız “Ömrünüzün Rüyası” bölümüyle anılar treninde devam ettiriyor yolculuğa yazar. Henüz benliklerimizi yitirmediğimiz zamanlarda birçok anlam ve anı yüklediğimiz eşyalardan söz ediyor bu bölümde. Uzun kış geceleri hepimizin etrafında masallar dinleyerek ısındığımız sobayı, evin en güzel yerini işgal eden kitaplığı, annemizin özenle yıkayıp cebimize koyduğu beyaz mendilimizi, moderniteyle birlikte cebinizin yerini almaya çalışan el çantasını, arkasına ilk aşkımıza dair şiirler yazdığımız biricik defterimiz ve televizyonun evlerimizi henüz işgal etmediği zamanlarda mütevazılığıyla şarkılar, şiirler, haberler ve arkası yarınları dinlediğimiz radyolar.

Kendine has üslubuyla adeta insanı büyüleyen kitap, yazarın yaşadığı şehir ve istasyon yazılarıyla son buluyor. Sühan’dan alışık olduğumuz bu yazılarla, Hüseyin KAYA bizi bizden alıp doğduğumuz yerlere götürüyor sanki. Hayatını doğup büyüdüğü şehirden uzak, gurbette yaşayanlarımız için acının da ötesinde bir şey bu. Evet, Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz ya da hepimizin hatıraları…

 

 kaynak:

www.haberkultur.net

02-06-2013


10 Temmuz 2020 Cuma

"yaşamak ve yazmak" üzerine

Dergi çıkaranlar bilir, çıkardığınız dergi kapanır kapanmaz büyük bir sükut başlar etrafınızda. Arayan soran azalır, birer ikişer derginize mukabil gönderilen dergiler kesilir, yeni çıkan kitaplar gayri gelmez olur kapınıza.  Elbette vefadar bir avuç edebiyat sevdalısını bunu genelleme dışında tutmak gerekir.

Sühan dergisi kapandıktan sonra kimbilir benden evvel kaç kişinin tecrübe ettiği ve benden sonra da kaç kişinin daha yaşayacağı bu sessizliği önceki hafta elime ulaşan kitaplar bozdu. Sekiz sene evvelki o heyecanı yeniden yaşadım adresime gönderilen kitaplarla.

Gelen kitaplar arasında okumaya başladığım ilk kitap Nurettin Durman tarafından hazırlanmış bir söyleşi kitabı. Doksanlı yılların sonlarına doğru Düşçınarı dergisi ile uzaktan tanıdığım, 2000’li yılların başında edebiyat etkinlikleri sayesinde yüzyüze tanıştığımız kıymetli bir ağabeyimiz şair Nurettin Durman. İlk şiir kitabım Çekil Gideyim Hayat’ın 2006’da Lamure yayınlarından çıkmasına da kendisi vesile olmuştu.

Nurettin Durman elli yazara bazı sorular yönelterek oluşturmuş Yazmak ve Yaşamak adlı kitabını. Yazarlar doğum tarihlerine göre yer alıyor kitapta. Eskiden bu tür sıralama ile hazırlanmış kitaplarda son sayfalarda yer alırdık, şimdilerde ortalara yaklaşmış Nurettin ağabeyin bizlere ayırdığı sayfalar. Yaşlanıyoruz galiba.

Neredeyse katıldığım her programda yazmaya hevesli gençlerin sorduğu yahut soramadığı şeyler Nurettin ağabeyin şair ve yazarlara yönelttiği sorular. Kitap bu yönüyle yazmaya hevesli gençlerin müracaat edebileceği, kendilerine yol ve yön tayin edebileceği samimi bir kaynak niteliği taşıyor. Akademik soğukluktan uzak, dergi yapaylığından azade, tamamen gönül emeği bir kitap Yazmak ve Yaşamak. Nurettin Durman, kitabın “sunu” bölümünde çalışmasının bir belge niteliği taşıdığını belirtiyor ve amacının “sürükleyici bir hikaye” yahut “güzel bir deneme” havasında bir kitap oluşturmak olduğunu dile getiriyor.

Yazarların çocukluk dönemlerine, yazmaya nasıl ve nerede başladıklarına, kendilerini yazmaya teşvik eden isimlere, okuduklarıilkkitap, şiir, hikaye ve dergiye, yayımlanan ilk ürün ardından hissettikleri duygulara ve yazı çabalarına dair benzer soruların yer aldığı kitap esasında kapsamlı bir soruşturma dosyası havasında. Her yazarın birer küçük fotoğrafı ve kısa biyografisinin ardından kitapta Nurettin Durman’ın sorularına yazarların, şairlerin verdikleri cevaplar yer alıyor. Kitapta sorulara cevap veren en yaşlı yazarı 1963 doğumlu Süleyman Çelik ağabey, en genç yazarı ise 1991 doğumlu Aykut Nasip Kelebek kardeşimiz. Kitap, en azından genç arkadaşları biraz daha yakından tanıma fırsatı vermesi bakımından da önem taşıyor.

Seksen kuşağının sınırları çizildi, iki bin kuşağı ise teknolojinin kendilerine bahşettiği ortamları da kullanarak gençliğin de verdiği zindelikle kendi seslerini duyurabilme çabası içerisinde. Doksanlı yıllarda yazmaya başlayan bizim kuşak için esasında çok şey ifade ediyor bu kitap. Elbette tümü için geçerli bir genelleme değil ancak ağabeylerimizin ağabeylik etmek yerine kendi adlarını sağlama alma ve mürit toplama endişesi, gençlerin yapmacık, aceleci ve kendinden emin pervasız halleri arasına sıkışmış talihsiz bir dönem esasında doksan kuşağı. Nurettin ağabeyin sorduğu sorulara verilen cevaplar ise edebiyatımızda henüz sınırları çizilememiş bu üç dönemin taslağını oluşturmaya da yardımcı bir görünüm arz ediyor.

Nurettin Durman’ın kitabın önsözünde de belirtttiği üzere çalışma Türkiye Çocukluk Tarihi niteliği de taşıyor edebiyatçıların sorulara verdikleri cevaplar dikkate alındığında.

Belki de ezelden beri edebiyat camiamızda var olan bir sıkıntı; çeteleşme, gruplaşma, hizipleşme emareleri… Nurettin Ağabey bazı yazar ve şairlerin kendisine yöneltilen soruları cevaplamak istemediklerini de belirtiyor kitabın önsözünde.  Sanırım az evvel söylediğim sıkıntı ile ilgili bir tavır bu.  “Aşinâya aşinâ, bîgâneye bîgâne olmak” düsturu, en çok bizim camia için geçerli bir hakikat.

Az Kitap yayıncılık tarafından basılan kitap kapak ve sayfa mizanpajı ile de son dönemde alışık olmadığımız bir ciddiyet ve sadelik taşıyor. 1960-70 yılları arasında basılmış kitapların artık klasikleşen albenisi hakim kitabın duruşuna.

Hülasa, Yazmak ve Yaşamak bilhassa yazmaya hevesli genç öğrenciler için keşfedilmeyi bekleyen kıymetli bir çalışma.

 

 

 

YAZMAK VE YAŞAMAK

Çocukluk, İlk Gençlik, Yazmak ve Yazar Olmak Üzerine Söyleşiler

Nurettin Durman, Az Kitap, 2016.

sivas postası, mayıs 2016


9 Temmuz 2020 Perşembe

hüseyin kaya ile sühan ve sivas'a dair

Konuşturan: Osman Çelik Sivas Postası Gazetesi, Ekim, 2009

1-     Hüseyin Bey elbette sizi tanıyan çoktur ama biz sizi tanımayanlar için soralım hayat hikâyenizi?

 

 Sivaslıyım ve 1975 doğumluyum. En uzunu birkaç ay süren kısa ayrılıklar dışında hep Sivas’ta yaşadım. Önceki yıllarda Sühan ve Rûzigâr namdar iki dergi tecrübesi yaşadım. Ayrıca başka illerde yayımlanan bazı edebiyat dergilerine de yayıncılık anlamında yardımcı oldum, olmaya devam ediyorum. 1996 yılında yayımlanan bir şiir kitabım var. Kırağı, İnsan Saati, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Süveyda, Az, Semerkand, Dergâh, Dize, Sühan, Rûzigâr, Yitik Düşler gibi dergilerde çalışmalarımı yayımladım. Edebiyat öğretmeniyim.

 

2-     “Dergi çıkarıp, onu yaşatmak için uğraşan bir insanın ya deli, ya da hayalperest olması lazım” derdi bir yazar dostum. Siz bunlardan hangi kategoriye giriyorsunuz?

 

 İki kategoriye de girdiğimi düşünmüyorum. Bu hayata bakış tarzımızla alakalı biraz. Derdi, dergi olan insanlar deli, hayalperest de bir gün nasıl olsa bırakıp gidecekleri eşyaların mekânların peşinden koşan ömür tüketen insanlar pek mi akıllı?

 

3-     “Günler zamanın koynuna indi” ve “Sühan” ile tanıştı bir cümle insan. Ama ne tanışma. Alışık olmadığımız bir yürüyüş vardı Sühan’da. Geçmiş zamanlardan gelen bir “ukte” gibi, sarıp sarmaladı nicelerini. Edebiyatın dik duruş bildirisiydi sanki. İnsanlara, ilk başta ne söylemek için, yazı cephesine yöneldiniz?

 

 Sühan aslında baştan beri birilerine bir şeyler söyleme, anlatma endişesinden ziyade, bizim yazı ile hayata tutunabilme ve gündelik hayatta yitmeme endişemizden vücut buldu. Yani merkeze şahsi kaygılarımızı ve samimiyetimizi koyduk, sanat ve edebiyat ikinci planda idi. Yeterli donanımımız olsaydı dergi çıkarmak yerine film çekmeyi de düşünebilirdik. Bu yüzden ilk sayılar hep “biz” i anlatmakla ve “biz”e benzeyen insanlara ulaşabilmek çabasıyla geride kaldı. Kaç kişi olduğumuzu, nerede olduğumuzu ve neler yapabileceğimizi görebilecek aşamaya geldiğimizde özel sayılara yöneldik.

Hülasa niyetimiz insanlara bir şeyler söylemek değil, dil yordamıyla var olabilmek çabasıydı.

 

4-     İlginç bir durumdu, “dede, yenge…” gibi sıra dışı yaklaşımları ele almanız. Nasıl olgunlaştı bunlar? Eğer Sühan Yaşasaydı –ki yaşayamaz, bizim memleketimizde, mutlaka yürüyen tekerin önüne taş koyarlar- daha hangi özel dosyaları ele alacaktınız?

 

 Her sayının konusu birkaç sayı önceden kendiliğinden beliriyordu. Özel sayılara başladıktan bir zaman sonra adeta dünyaya özel sayılar gözlüğü ile bakmaya başladım. Arkadaşlar da benim gibi düşünüyor, yaşıyordu. Aklımıza gelen konuları not alıyor, yazarlarımızın bir kısmı ile görüşüyor çoğunluğu uygundur dedikten sonra özel sayı konusunu ilan ediyorduk.

Yenge sayısını dengelemesi için bir Herif ya da Bizim Adam sayısını çok düşündüm. Hatta Fadime Özkan Hanım, o sayının editörü olacaktı ve bazı girişimlerde bulundu ancak bir zaman sonra kendisi gazete değiştirdi ve daha yoğun bir çalışma ortamına girdi Sühan da artık ağır usul yolun sonuna yaklaşmıştı o sayımız öylece kaldı. Oysa üç beş yazı gelmiş pek çok yazarımızın eşi de bu sayıda yazmayı kabul etmişti.

Herif ya da Bizim Adam sayısının haricinde bir de Baba sayısı yapabilmeyi de arzu ederdim. Hatta bu konuyu ilan da etmiştik sayılarımızdan birinde ancak nasip olmadı hazırlayabilmek. Yine bu sayımız için yazı gönderen üç beş isme de borçlu kaldık sanırım.

Pek çok özel sayı konumuz daha vardı kendi aramızda konuştuğumuz ya da bir kenara not aldığım. Kim bilir belki bir gün başka bir dergiye nasip olur bu konular.

 

 5-Şehrimiz ve Şehrimiz yazarı, çizeri, düşünürü omuz verdi mi yükünüze?

 

Şehrimiz yazarı, çizeri ve düşünürü omuz verdi dergimize sağ olsunlar. Başta Ahmet Turan hocamız olmak üzre neredeyse eli kalem tutan tüm büyüklerimiz yardımlarını esirgemediler. Sağ olsunlar. Şehrimizin verdiği omuz hususunda tereddütlerim var tabii. Biliyorsunuz şehrimiz omuz vermek kadar omuz vurmakta da yeteneklidir. En azından omuz veren olmadıysa da omuz vurmaya cesaret eden de olmadı. Şehrimiz de sağ olsun.

 

5-     “Çekil Gideyim Hayat”. Nereye mutlak yolculuk özlemi. Simurg Anka’yı arayan kuşlar misali, ne zaman sonlanacağını sanıyorsunuz arayışlarınızın?

 

Başta da söylediğim gibi yazmak hayattan ayrı ve uzak bir uğraş değil. Hepimiz yaşadığımız, yaşatıldığımız sürece her yenilenen dünyanın içinden her an yenilenerek geçiyoruz. Her sabah yeni günün acemisi olarak açıyoruz gözlerimizi dünyaya. Hal böyle iken bir şeylerin bitmesi, durması, nihayete ermesi mümkün görünmüyor pek.

 

6-     Biraz köşenize çekilmiş durumdasınız sanırım. Yoksa siz de “Sivas’ta yaşayıp da Sivas’ı terk edenlerden” misiniz?

 

Baştan beri köşemden hiç ayrılmadım zaten ancak bazen dergi beraberinde bir hareketlilik de getirmek zorundaydı o dönemde. Sürekli birileriyle irtibat içinde olmak gerekiyordu ve öyle de oldu. Şimdi dergi bitti yine köşemdeyim. Bu yazıdan uzak kaldığım anlamına gelmemeli elbette. Her dergide yazmak yerine yazılarımı bir dergide, şiirlerimi de başka bir dergide yayımlıyorum. Okuma ve yazma hususunda, dergisiz geride bıraktığım bir yılın, dergi ile geride bıraktığım beş yıldan daha bereketli geçtiğini fark ettim geçenlerde. 

Birileri Sivas’ı mı terk ediyor yoksa Sivas birilerini mi terk ediyor bilemem lakin kıyıda her zaman selamet vardır diye düşünüyorum ve şehrin kenarından yürüyorum. Meydan orada kalsın.

 

7-     Genellikle dergiler kapanırken hep bir geri dönüş ümidi ile veda ederler okurlarına ancak Sühan gemileri yaktığını ilan etmişti son sayısında. Adı Sühan olmasa da ilerde başka bir dergi çıkarmayı düşünüyor musunuz ve ne gibi çalışmalarla meşgulsünüz son zamanlarda?

 

Sühan kapılarını ebediyen kapadı ve kapanmış dergiler cennetine gitti. Öyle olması gerekiyordu. Adı dergi olmasa da yeni projeler elbette demlenmekte zihnimde. Bir yandan da uygun vakit ve zemin bekliyorum elbet. Şimdilerde, 2010 yılının baharında kitaplaştırmayı düşündüğüm düzyazılar yazmaktayım. Şiir; her daim yanımda zaten.


oyundan çıkarılan şair âdem turan

Oyunlarla Yaşayanlar ‘a…

Zannedilenin aksine günümüz şiiri çoğu zaman gündelik hayatın içinde, basit anların derinliğinde saklıdır. Şair bu anları yakalayıp yoğunlaştırarak ve kendi dünyasından yansıtarak oluşturur şiirini. Şiiri diğer edebi türlerden ayıran ve “şiir” kılan en büyük unsur, onun bu batıni yönüdür. Gündelik hayattan uzakta oluşan epik ya da didaktik söylemler, büyük ve iflah olmaz acılardan doğduğu iddia edilen şiirler aslında şairin zor olandan, yaşanılan hayattan ve kendi dünyasından kaçma çabasıdır çoğu zaman.

            Şair ömrü boyunca neden bahsetmiş, şiirinde neyi yazmış, neyi arzulamış olursa olsun, herkes gibi ölümlüdür ve yalnızca yaşadıklarıyla çıkacaktır ölüm karşısında. Sözcüklerin sihri ona yeryüzünde büyüklük, ölümsüzlük bahşetmez. Herkes gibi bir ölümlüyüm işte / Ayağımın altındaki bu ateşle / Yapayalnız böyle odalarda dizeleriyle başlayan mütevazı bir şiirin altında rastladım ilk kez Âdem Turan adına. O, “Yalnızlık Oyunu” nu yazdığında yirmi yaşımdaydım. Kendisi, hiçbir kitabına almasa da bu şiirini ben onu, defalarca okuduğum bu şiiriyle sevdim. Şiirler, hikâyeler, kitaplar hep böyledir; bir bahanedir kalpler arasında ki, ruhunuza küçücük bir ışık düşüvermişse onlardan muhakkak yollarınızın bağlandığı bir nokta vardır kaderinizde.

            Öğretmenliğe yeni başladığım sene, Âdem Turan’la aramızda sadece yarım saatlik bir mesafe olduğunu öğrenir öğrenmez hemen ona ulaşmak, onunla konuşmak için planlar yapmaya başladım ve nihayet bir ilk yaz ikindisi okul çıkışı Akdağmadeni’nin yolunu tuttum. Hiç de yeni tanışıyor gibi değildik beni karşıladığında. Akşam tekrar dönmek zorundaydım çalıştığım kasabaya. İkindi ile akşam arası evinin ve gönlünün kapılarını ardına kadar aralamış bir şairin misafiri oldum o gün. Hayal Defteri ve Son Günün Şiiri isimli kitaplar elimde döndüm çalıştığım kasabaya. Birkaç gün sonra yaz tatiline girmiştik. Güz gelip okullar açıldığında öğrendim Âdem Turan’ın tayininin çıktığını ve ayrıldığını Akdağmadeni’nden. Sıkıldığından bahsetmişti ama gideceğinden bahsetmemişti.

            Beş altı yıl boyunca bir daha görüşemedik. Onu sorabileceğim ya da ona selam gönderebileceğim bir tanıdık hiç olmadı bu süre içinde.

            2003 yılında Sühan’ı yayımlamaya başladığımız aylarda yeniden buldum izini. Ben Çanakkale’den beklerken, o İstanbul’dan karşılık verdi sesime. 2005’te Viranşehir’de bir program vesilesiyle yüzyüze yeniden görüşmemizin ardından muhabbetimiz kavileşti ve Sühan’a ta oralardan omuz verdi, destek oldu. Sühan için yapılabilecek çoğu şeyi yaptı İstanbul’da. Mustafa Oğuz’un ondan bahseden yazısında ifade ettiği gibi her şeyden önce, dost, ağabey ve insan olduğunu defalarca gösterdi bizlere.

            Ateşte Yıkanmış Atlar, yaklaşık on gün önce ulaştı kapıma. Beklediğim ve içindeki şiirlerin hemen hepsini daha evvel okuduğum bir kitap olmasına rağmen yine de heyecanla çevirdim sayfalarını. Aynı gün akşama kadar dönüp dolaşıp okudum kitabı.

            Âdem Turan da, kuşağının diğer şairleri gibi artık olgunluk dönemi şiirlerini yazıyor ve her yeni şiirinde Âdem Turan şiirini biraz daha netleştiriyor. Artık onun kullandığı sözcükler, tamlamalar ve oluşturduğu dizeler şairini doğrudan işaret edebiliyor. Onun, yirmi beş yıllık şiir serüveninin beşinci kitabı Ateşte Yıkanmış Atlar. Şiire hiç ara vermeyen; ama çok az şiir yazan, yayımlayan bir şair o. Yılda ancak birkaç şiir yazabildiğini ve her şiiri aynı heyecanla, titizlikle oluşturduğunu yakinen biliyorum. Çoğu masal iklimlerinden rengini almış ancak mütevazı hayatının ayrıntılarından derlenmiş, derin ırmaklar gibi ağır ve durgun akan dizeler yakalıyor şiirlerinin çoğunda. Bu yüzden olsa gerek onun şiirleri hep sükunet,  ve durgunluk telkin ediyor okuyucusuna. Kerpiçten bir odada, isli lambalar ışığında, uzun kış gecelerinde kısık seslerle okunan, söylenen masallar gibi uzak bir ülkenin sınırlarına götürüp bırakıyor okurunu.

            Daha evvelki şiirlerinde klasik şiirin izlerine nadiren rastladığım şairin sanki yeni kitabında klasik şiiri arayan bir edası var. Zira kitabın neredeyse yarısını oluşturan “Mesel Ateşi” bölümü adından başlayarak son şiirlere doğru artan bir ritimle klasik şiire doğru ilerliyor Bağçe Meseli isimli şiir, gerek içerik ve kullanılan kelimeler gerekse şekil yönünden modern bir gazel tadı bırakıyor okur zihninde. Bağçe bağçe olalı gördü mü acep böyle bir aşk / Bu aşkı ben yaşadım ve eridim bağçenizde yıllarca her akşam…

            Bilhassa Ziya Osman’ın, Cahit Sıtkı’nın bazı şiirlerindeki sadelik ve gündelik hayat izi modern bir söylemle ve yeni imgelerle yer buluyor zaman zaman Ateşte Yıkanmış Atlar’da. Öyle ki Rüyada Görülen ŞiirYolculuk Şiiri ve Beylerbeyi’nde Kaybolan Eldiven gibi birkaç şiirde münasebeti bulunan bazı insanların isimlerini zikretmekten, onları şiirine taşımaktan kaçınmıyor ve adeta onları şiirinin şahidi gibi düşürüyor dizelerine. Şairin mutluluğu ya da mutsuzluğu sade ve samimi söyleyişlerle belki de kendisine bile fark ettirmeden sinmiş pek çok şiirine: … eylülü çok severdik çünkü su böreği açıp çay içerdik hafta sonları / hafiften bir sarı ve yağmur; o bildiğiniz telaş işte/ çocuklara çanta, önlük, defter ve kalem … Aylardan haziransa, yaşamak/ Aşkla yıkılmak gibidir toprağa… bülbüller bağçemden / bulutlarsa penceremden / gittiği günden beri / ne şu çocuğun defterine yazıldıydım / ne de bu adamın kitabına …

            İlk kitaplarından son kitabına doğru gittikçe belirginleşen ve genellikle şimdiki zaman kipinde gerçekleşen bir konuşma havası hakim Âdem Turan’ın şiirlerinde. Şiir hangi hisleri fısıldarsa fısıldasın ya da neden bahsederse bahsetsin, dizeler hep aynı ses tonu ve üslup ile söyleniyor gibi sayfalar boyunca. Bu durum belki de Âdem Turan şiirinin biçim bakımından esas unsurlarından biri. Turan’ın şiirlerindeki sükûnet ve durgunluk sanırım biraz da şimdiki zaman kipinin hemen her şiirde kullanımından kaynaklanıyor … Birdenbire oluyor her şey, birden bire değişiyor,  Çocuk geceyi zorluyor hiç durmadanYıllardır koşuyorum bu tüneldeElim havada bir şarkı tutturuyorum eskilerden,  açıyorum paslı kilidini yazınAğustos sularını selamlıyorumZeytinle konuşuyorum,  Oysa şöyle olmalıydı diyorum …

            İleriki döneminde belki de onun şiirinin en belirleyici özelliği tüm şiirlerinde karşımıza çıkan konuşma edası ve şimdiki zaman kipi olacak.

            Bildiğim kadarıyla Âdem Turan şiirlerinde hece ve kafiyeyi hiç kullanmadı şimdiye kadar. Zaman zaman bu unsurların eksikliğinden kaynaklanan ritim ve ahenk eksikliği son dönem Âdem Turan şiirinde belli kelimelerin tekrarıyla ya da bazı kelimelerin art arda sıralanmasıyla gideriliyor büyük oranda. …Derler ki beni görenler: bu adam hangi yolun yolcusu / Derler ki beni görenler: bu adam / Derler ki: gözlerinde / Yalnızlığın uğultusu  …Ben yağmurlu günler meczubu geceleyin gündüzün/ daralıyorum ah bu duvarların önünde/ kırmızı, lacivert, gri… bu duvarların önünde

            Okuduğumuz hemen her şiir kitabında, kitaptaki diğer şiirlerle mukayese edildiğinde ön plana çıkan birkaç şiir vardır mutlaka ve bunlar şairin hiç de beklemediği şiirlerdir çoğu zaman. Ateşte Yıkanmış Atlar’da, Kalbimdeki Karınca ve Çınaraltında Teselli isimli şiirler başlı başına birer kitap olabilecek çağrışım ve yoğunluğa sahip gibi görünüyor.

            Karınca sözcüğü hiçbir şiire, Kalbimdeki Karıncadaki kadar yakışmadı bence şimdiye kadar. Kalbimde hayal kuran karıncakalbimde kendini arayan karınca,  Kalbimi söküp de giden karınca dizelerinin her biri ayrı bir şiir kıymetinde ve zenginliğinde buluşlarla dolu.

            Çınaraltında Teselli şiiri ise belki biraz da şiirin oluşum hikâyesini tahmin edebildiğim için bana fazlaca dokunaklı geldi. Mahallenin mızıkçı ve kendini beğenmiş diğer çocukları tarafından oyuna alınmayan yalnız bir çocuğun temiz bakışları canlandı gözlerimin önünde daha ilk dizede: Ya… işte böyle,  çıkarıldım oyundan. Adeta kırgın bir çocuğu dinler gibi üçbeş defa okudum bu şiiri. Belki de şairin bu çocuksu samimi ve saf kahrı, incinmişliği zarif pek çok dize taşımış şiire. Eğildim çiçek toplamaya kalbim de eğildi kıskandı beni böyle görenler (…)

            Âdem Turan, tamamıyla kendi dünyasında yaşayan ve şiirini bu dünyadan kuran bir şair de değil elbette. Ateşte yıkanmış Atlar’da kimi şiirlerde şairin kendi dünyasından sıyrılarak dış dünyadan da imgeler yakaladığını görmek mümkün. Yol Ateşi başlıklı bölümde yer alan; Gece Duası, Bağdat’a Dua, Ağzımda Kekik ve Kan şiirleri dış dünyadan duyulan anlık ürpertilerle, öfkelenmelerle ve Müslüman bir duyarlılıkla oluşturulmuş şiirler.

 

            Ateşte Yıkanmış Atlar, olgunluk dönemi ürünleriyle galiba önümüzdeki yıllarda adından daha sık bahsettirecek Âdem Turan şiirinin en net çekilmiş fotoğrafını sunuyor şiir okuruna.

                                                                                                                  

az edebiyat, sayı: 1