konuşturan: nurettin durman
Hüseyin Kaya Sivas’ta yaşıyor.
Öğretmen.
Sühan dergisini çıkardı. Sühan
dergisinde uzun süre şiire yer vermedi sayfalarında. Halbuki dergiye yazı
verenlerin yüzde 98’i (yanılmıyorsam) şair kişiliğiyle tanınmış isimlerdi.
Nedense ona göre iyi şiirler yazılmıyordu, kendisi Sühan’ını matbaaya vermek
için çabalarken. Tabii kendisi de şair olarak tanınıyordu ama dergisinde şiire
yer yoktu. Çekil Gideyim Hayat, çıkardığı şiir kitabına isim oldu. Şimdi
görünüyor yavaştan yavaştan dergilerde şiirleriyle. O arada iyi bir şiir kitabı
da çıkarmıştı şiirsizlik var sandığı piyasada. Halbuki edebiyat dünyası bazen
görünmez gibi işler yapar ama sonrasında o yapılmış işlerin iyi işler olduğu
ortaya çıkmış olur. Öyle bir şey işte… Âlemse devran eder.
Yazmak yazılmışsa ne yapılsa
boşunadır. Hikâyecinin dediği gibi: “Yazmasaydım çıldıracaktım. Kalemi elime
aldım…” Böyledir yani.
Hüseyin Kaya ile bir Viranşehir
gezimiz vardır.
Muhabbetin ve dostluğun tanış
olduğu, pekiştiği bir gezi.
Diyarbakır Havaalanı’nın önünden
Müştehir Karakaya ile şehre doğru bir yürüyüşleri vardır.
Velhasıl bir soruda dergisizlik
üzerine olmalıdır elbet…
Çocukluğunuz
nasıl geçti?
Çocukluğumun bir kısmı köyde geçti.
Belki de bu yüzden iki cami arasında kalan bînamaz gibi ne köy çocuğu oldum ne
de şehirli bir çocuk gibi geçirebildim çocukluğumu. Yalnız bir çocukluktu yani
yaşadığım. Akşamları mesaiye kaldığı için geç gelen, hafta sonları da çalışmak
zorunda kalan babam bize çok vakit ayıramadı o yıllarda. Tek şansım
çocukluğumun hep bahçeli evlerde geçmesi oldu sanırım. Okumayı öğrendikten
sonra arkadaş ihtiyacı da hissetmedim zaten. Ders kitaplarındaki örnek
metinlerle başlayan okuma hevesim bir zaman sonra kitapların eşiğine bıraktı
beni. Televizyonun çok uzun zaman sonra girdiği evimizde kitaplardan ve radyo
tiyatrolarından ibaret küçük bir dünyam vardı.
Hülasa içine kapanık ve yalnız bir
çocukluktu yaşadığım. Hep köyü; kuzuların peşinde koştuğum, gözelerden su
içtiğim yerleri özlerdim, iyi hatırlıyorum.
Yazmaya
ve okumaya dair teşvik edenler var mıydı?
Evet, yazıyla, okumayla
ilgilendiğimi bilen hocalarım, büyüklerim, arkadaşlarım hep önümü açma endişesi
taşıdılar bunu hep fark ettim. Bilhassa lisede edebiyat öğretmenlerim Gönül
Çubukçu ve Mehmet Konukçu; üniversite hocalarımdan Bekir Oğuzbaşaran ve Nazım
Hikmet Polat öğrencileri olduğum demlerde her anlamda bana “hoca”lık ettiler
diyebilirim.
Yine üniversite yıllarımda
öğrencisi olduğum iki edebiyat fakültesinde de sınıf arkadaşlarım edebî
faaliyet anlamında “yapalım” dediğim her faaliyette yanımda bulundular. Orta
yaşlara doğru ise Ahmet Turan Hoca, sağ olsun, teşviklerini ve
desteklerini esirgemedi. Tüm bunlar yazmaya ve okumaya olan hevesimi ve sonraki
dönemde bağımı pekiştirdi elbette.
Lise öğrencisi iken Sait Hocamızın yalnızca iki sayı çıkarabildiği “Kıvılcım” isimli dergi, adımı
sayfalarında gördüğüm ilk dergidir. Her iki sayısında da birer şiirim vardı
derginin. Dergi 1992 ve 93 yıllarında çıkmıştı.
Okuduğum ilk kitap Balina Avcıları
idi. Şiir adına okuduğum ilk şiir üstadın “Kaldırımlar” şiiriydi. Sur, okuduğum
ilk dergiydi. İlk diyebileceğim bir gazete ve yazı hatırlamıyorum maalesef.
Şiir
yazdınız ve yayınladınız. Neler hissettiniz?
Bazı sabahlar bilhassa bahar
sabahları insan sokağa çıkar da sonsuz bir hayat sevinci dolar ya içine,
öyleydi sanırım ilk şiirimi dergi sayfalarında gördüğümde. Çocuksu ve saf… Şiir kitabımı elime aldığımda da aynı çocuksu
heyecanı yaşadım. Dünyada olduğumu, elimde tuttuğum kitabın dünyada benden çok
kalacağını düşündüm.
Yazar
olmak için bir çabanız oldu mu, neler yaptınız yazar olmak için?
Bilhassa ilk gençlik yıllarımda bir
hırs vardı bir şeyler olabilmek, bir yerlere gelebilmek adına. Ancak zamanla gördüm
ki yazarlık, basamakların en yukarısında daima ulaşmak için çalışılacak bir
yer, bir meslek ya da kişilik değil. Yazmak, hayatın neresinde olursanız olun,
yanı başınızda sizinle yürüyen ve yüzüne baktıkça, size tebessüm ettikçe sizi
mutlu kılan bir yoldaş. Ya da uzun bir yolu yalnız başınıza yürürken kendi
kendinize söylediğiniz, içlendiğiniz, mutlu olduğunuz bir türkü… Tüm bunlar
yazarlığın, kişinin derununda kendiliğinden açan bir çiçek olduğu anlamına
gelmez elbette. Çıkardığım dergiler, yazdığım dergiler, okuduğum kitaplar,
katıldığım programlar hep bir gayret ve emek değil mi bu yolda sarf edilmiş.
Her şey meşk ile bu dünyada. Yazmak da öyle galiba…
Bir
de dergi çıkarıp o kadar teferruatla uğraştıktan sonra dergiyi kapattınız.
Dergisizlik özlemi çekiyor musunuz? Nasıl bir şey dergisiz kalmak?
Her zaman değil; ama zaman zaman
oluyor özlem. Bizim çıkardığımız dergilerde hep bir duygusal taraf vardır,
biliyorsunuz. Biz dergi çıkarırken âşık olduğumuz zamanlardakine yakın
heyecanlar, hevesler, ümitler büyütürüz içimize. Çoğu zaman çocuğumuza
gösterdiğimiz şefkat ve özeni dergilerimize de gösterir; ona bir şahsiyet
atfeder; onu, bir canlıyı sever gibi severiz. Belki doğru bir yaklaşım değil bu
ve bu yüzden dergicilere biraz hasta gözüyle bakılır bizim camiada.
Evimizin bahçesinden yol geçmesi ya
da köyümüzün baraj altında kalması gibi bir şey bir derginin kepenklerini
indirmek. Biraz da kiraya çıkmak gibi; işe, eve kendi aracınız yerine belediye
otobüsüyle gidip gelmek gibi. Zaman zaman güzel isimler geliyor aklıma, ‘bundan
bir dergi ismi olur’ deyip not alıyorum kenara ya da güzel kâğıtlar gördüğümde,
‘buna ne güzel dergi basılır’ dediğim oluyor. Hevesim ve heyecanım hep var
ancak cesaretim yok maalesef yeni bir dergiye başlayabilmek için.
Nurettin Durman epeydir görüşmediği bir dostuyla söyleşti…
29 Mayıs 2010 Cumartesi
kaynak: www.dunyabizim.com
http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=3711