konuşturan: hüseyn
kaya
—Deneme türü bazı
kaynaklarda yazarın kendi kendisiyle hasbıhali olarak tanımlanıyor, sizi
sizinle hasbıhal ettiren sebepler nelerdir?
Döne döne “Kendi
efkârımla okuryazarım!” deyişime de uyuyor sizin aktardığınız tanım. Ancak
“deneme” kelimesi deneme tarzının ağırlığını ifade edemediği için midir
bilinmez, bu türe mensup sayılan çoğu yazı “devran havadisi” ile meşgul. Usul
açısından, zaman boyutunda geçmiş-bugün-gelecek ve mekân boyutunda
mahallî-millî-evrensel dairesini sağlam kurmaya çalışıyorum; doğru kendi
kendime konuşuyorum, ayna olmaya ve yansıtmaya çalışıyorum. Bazı edebiyat
otoriteleri, yazdıklarım konusunda fena halde ahkâm kesiyor. “Şu yazı iyi olmuş
da, bunu anlamadık!”, “Bu yazı zamanında yazılmalıydı!” gibi zamane tenkitleri
yahut “Hangi türe sokacağız bu yazıyı?” sadedinde gerilenler… Hiçbir ard
niyetleri yok biliyorum ama yorulduklarına değmez; çokça görünmek, edebiyat
ortamlarınca bilinmek umurumda değil; özellikle namlı kalemşorların böyle
zahmetlere girmeleri beni mahcup eder, zaten kimseye mukabelede bulunacak basın
yayın çevrelerinde de değilim. Gelenekten inhirafım yok; birilerine kendimi
anlatmak, kabul ettirmek derdine düşecek ne zamanım var, ne niyetim, ne de
enerjim. Yazarken deneme türünde yazıyorum gayretiyle de yazmadım, deneme
dediler, desinler; ama demeseler de olur. Bir türün alışılagelmiş sınırlarının
içine sığmak zorunda olmadığımı düşünüyorum. Donanmaya yazılan yahut donanmaya
yazılmak için artistik patinaj yapanlardan değilim; korsanım. Hadi bir de “Bize
Hayreddinli derler!” mısraını da ilave edeyim de ben sizin bildiğiniz
korsanlardan değilim demiş olayım; korsanlığıma azıcık şerh olsun.
—Önce şiirde,
sonra hikaye ve romanda bilhassa son yirmi yılda çeşitli arayışlar,
bulanıklıklar yaşandı ve ardından sanki daha popülist, sığ, günübirlik tüketime
yönelik ürünler ve bunların yayıncıları ortaya çıktı. Belki cumhuriyet sonrası
dilde yaşadığımız kırılmanın bir neticesi şu an içinde bulunduğumuz durum lakin
deneme türü biraz daha bu kırılmadan diğer türlere göre az etkilendi gibi.
Deneme türü de bu tarz bir tenakuzu yaşayacak mı ya da yaşıyor mu?
Yaşıyor. Çünkü
denemenin insanın kişiliğiyle sınırlı, dediğiniz gibi “Kendi kendiyle
konuşmak!” hürriyetine malik bir alan oluşu yanlış anlaşılıyor galiba; bu
hürriyet zaman zaman “Ne yazsan gider!” sallapatiliğine dönüşüyor. Kolay yazmak
moda, yazacak çok sayıda gazete, dergi var; tabii sanal âlem… Yazan kişi
muhteremdir, kimseyi rencide etmek de istemem ama böyle de olmuyor… Bir de son
zamanlarda yazı çizi işlerinde bir nevi çeteleşme başladı; çete aslında
incitilecek bir kavram değil, şirketleşme mi diyelim… Senede en az iki koli
dergi geliyor, okumazsam hakta kalacağımı düşünerek başım azıcık selamete
erdiğinde okuyorum. Arada bir kendimce şiirler, ümitler görüyorum;
heyecanlandığım oluyor. Ama antolojilere baktığımda daha çok donanmacı veya
şirketten isimler görüyorum.
—Berat Demirci
ismi şimdilerde bir deneme ustasının ismi olsa da bir dönem mühim şiirlerin
altında yer aldı ve bir şair ismi olarak bilindi. Bu geçiş iç yoluculuğunuzla
ilgili bir tercih midir? Ne yazdığınız kadar hangi türde yazdığınız da mühim
midir sizce?
Şiiri bırakarak
deneme dedikleri tarza geçmiş filan değilim, denemenin “ferdiyet” ile bağı
aynıyla şiir için de geçerli. Yazıyorum, arada bir binbir tereddütle
yayınladığım da oluyor; ama ortalık hayli karışık. İçlerinde Hüseyin Kaya’nın
da olduğu sayılı insanla şiirlerimi paylaşıyorum, böyle gidiyor.
—Şiirden
kopmadığınızı ve yılda en azından üç beş şiir yazıp bunlardan bir kaçını
yayımladığınızı biliyoruz. Berat Demirci’nin divanı ya da divançesi de
kitaplığımızı süsleyecek mi bir gün?
Ömür içinde mi olur;
sonra mı kestiremem ama olur. Ufak ufak kıtır atanlar var, “Ellisinden sonra
mı?” diye dudak büzenler filan. Bir de günümüz şiir anlayışından ayrı durduğumu
ifade eden, diplomatik dil kullanan otoriteler var. Türkler, zaman şuuru
konusunda hiç bu kadar yalama olmamışlardı, sadece bu kadarını söyleyeyim,
çünkü uzatırsam konuyu dedikoduculara malzeme çıkarmış olurum. “Akıntıya karşı
yüzmek!” dedim bir yerde, ben ne dedim, el ne anladı…
—Beethoven’in
Gözleri üçüncü kitabınız ve kitaplarınızın üçü de farklı yayınevlerinden çıktı.
Gerçi okur kitlesi birbirine yakın yayınevleriydi bunlar ancak içinizde
kitaplarınızın hakiki okuruna ulaşamadığına dair tereddütler oluyor mu zaman
zaman yoksa okurunuzun ilgisinden memnun musunuz?
Ferfir Yayınevi yeni
kuruldu, heyecanlarına ortak oldum. Elbette, yayınlandıktan çok sonra beni
tanıyanlar ve daha önce neden okumadım diye hayıflananlar oluyor ama gam değil.
Bulanlar okur, bulamayanlar sonra okur; hepsi kader. İşin ucunda ticaret olduğu
için yayınevleri de belki mazur; popüler kitaplar basmaya meylediyorlar. Galiba
derin bir okuyucum var, istisnası yok son kitabımı okuyan ciddi okuyucular
araya başka bir şey sokmadan sonuna kadar okuduklarını söylüyorlar. Bir kitabın
fasılasız sonuna kadar okunması bence güzel bir şey; önceki iki kitap için de benzer
şeyler söylenmişti. Turna Ve Gayda’nın Dergâh baskısının korsanları satılıyor,
ilginç ve hatta komik geldi bana. Birileri “Korsanım!” dediğimi duymuş olmalı…
—Yazılarınızın
tamamında derinden akan bir sözlü geleneğin, yerli bir hayatın, izleri var. Yazılarınız
artık rastlayamadığımız bu güzellikler için bir mersiye mi yoksa bu
güzelliklerin yeniden inşası için yapılan bir dua mı?
Evet, ağladığım
oluyor ama gönlümün taşkınlığından; kesinlikle ağıtçılardan, yazıkçılardan
değilim. “Hisseme düşen vaktin önünü temiz tutmaya” çalışıyorum. Belki gelecek
için yazıyorum, yazarken henüz hesabı kapatmamışlardan olduğumu hissettirmemeye
çalışıyorum; “Savaşçı Ahlakı”na kudretim miktarınca sadık kalmaya çalışıyorum;
heyhat ki, acının da piyasası var ve o piyasadan korkuyorum; dünya ahvali bir
yana daima umutluyum. Dilerim ömrüm yokuş aşağı inerken sabra mecalim
yetmeyecek bir derdim olmasın bu fanide. Şimdi biraz kaş çatayım: Bir şeye çok
üzülüyorum, bu memleketin sakinlerine “Köle ahlakı” yakışmıyor ama var; bunu da
güya taktik olarak yahut bilmem ne açılımının bilmem ne uzanımı gibi de
yutturmaya çalışıyorlar. Gündemi biliyorum ama gündemin dışında birbirimize
söyleyeceğimiz en ufak bir söz kalmamış olmasını toplumun kaymak tabakası
olarak afişe edilenlere yakıştıramıyorum. İktidar sevdasının erbab-ı kalem
geçinen pek çok zevatı yumoşlaştırdığı bir ortamda ne söylerseniz gündelik
hesaplara çekiliyor. Yakınlarda beni çok tanımayan ileri bir bürokratla
karşılaştım, hiçbir sohbetimiz ve geçmişimiz olmamıştı; “Çok sert!” olduğumu
söyledi, anladım tabii kendi görüşü değil, birilerinden istihbarat edinmiş.
Sadece köleliği değil, hasetliği de ahlak edinmiş hacıyatmazlar giderek
artıyor; beni tanımayan bir zat, hakkımda böyle bir yargıda bulunabiliyor. Bir
şey demedim, demem de; eğriler eğriler ile doğrular doğrular ile tartılır ve
neticede âdemzâde için Hakk’ın nasıl bildiği önemlidir. Sert olacağımız yer de
vardır, mülayim olacağımız yer de; her şey vaktince ve demince. “Köle ahlakı”
korkarım giderek yaygınlaşıyor ve diplomatik dile kavuşuyor; adını yumuşaklık
yahut hoşgörü koyuyorlar. Bu gibi yalamalıkların arkasından inşallah “millet-i
beyzâ”yı topyekûn huzursuz edecek belalar gelmez, ciddi emareleri var çünkü…
Sert olunacak mahalde, çaput gibi yumuşak durmak zeval getirir; biz zincire
vurulduğumuz anda dahi efendiyiz, öyle olmalıyız. Birilerinin höt dediği
anlarda bu ortalığın zibilleri karanlığa çekiliyor; bencileyin beceriksizler
namert taifesiyle karşı karşıya kalıyor. Çevreme şöyle bir bakıyorum canım
sıkılıyor; dar zamanlarda salyangozlaşanlar, azıcık feraha erince beş paraya on
tombalak aşıyorlar; makam, mevki v.s. için.
—İnsan yaşadığı
yere benzermiş. Sivas cidden size benziyor mu? Yahut benzer miydi?
Eskiden daha çok
benzeşirdik. Hala benzeşiyoruz galiba, seher vaktinde özellikle; ayrıca çok az
sayıda da olsa sizin gibi eşim dostum var; şehir bazen birkaç kişidir, belki
eskiden beri böyleydi. Ama vazifemdir, söylemem gerek: Sivas’ın tarihi dokusuna
çok hasar verdiler. Büyük mimarımız merhum “Turgut Cansever”in “Kale Evleri”
projesi, gelecek nesillere gösterebileceğimiz bir Sivas mahallesi, dışardan
gelenler için de bir cazibe merkezi olacaktı. Sivas’la asla mukayese
edilemeyecek şehirler (ki onları kutlarım) benzer projeleri başardılar; Sivas
maalesef başaramadı. Sivas’ın ricali ve politikacıları çok cılız… Şehrin yedi
göbek yerlisi havasında caka satanların, kentsoylu takılanların ağzından da şimdiye
kadar Sivas’la ilgili yaraya merhem bir şey çıktığını hatırlamıyorum. Söyleyeni
de derhal ince taktiklerle refüze etmeye çalışıyorlar. Sivas’la ilgim yavan bir
Sivaslılık aşkından kaynaklanmıyor, Sivaslı olmak benim emek vererek kazandığım
bir şey değil. Dünya görüşüm gereği, nerede ve hangi zamanda yaşarsam
yaşayayım, defterime işlenecek bir hayırlı iş gerçekleştirebilirsem ne âlâ.
Yoksa kuru hemşo söylemlerinden, kent şovenizminden tiksinirim.
—Kıyıda olmak
şairin dediği gibi selamette olmak için gerekli midir? Büyük şehirlere gitmeyi
düşündüğünüz oluyor mu hiç?
Kıyıdaysam kendi
seçimim, öyle kalmaya da çaba gösteriyorum. “Bana kimse dokunmasın!” gibi bir
şey değil kıyıda olmam, desem de bu yaşa erdim konuşulması gereken yerde
sıvışmayı öğrenemedim. “Dervişin yakasından bit, paçasından it, tepesinden
yezit eksik olmaz!” diye bir söz vardır; atasözü efendim, mecaz; öyle
söylüyorum, yoksa dervişlik kim biz kim; sadece bir kelam-ı kibarın ışığında
dünyaya sefa sürmeye gelmediğimizi ifade etmeye çalışıyorum. Aslında bu
dünyanın merkezi, kıyısı yok; bulunduğum an içinde güzel, doğru, iyi adına ne
yaparsam kârdayım… Büyük şehir deyince aklıma sadece İstanbul geliyor;
“İstanbul’u manası ve ruhuyla yaşamak” için orda olmayı tercih ederdim,
İstanbul’da yaşamak ise meşakkatten başka bir şey değil… Ve tabii İstanbul’da
da olsam vazalaklı, kumpaslı ortamlardan, uzak durur yine kendi efkârımla
okurdum, yazardım. Büyük şehrin imkânları dedikleri şeyler beni pek cezp
etmiyor, bir yerlere de zaten yamanacak, eklenecek mizaca sahip değilim. Kalıcı
olarak gitmeyi düşünmedim, arada bir ziyaretlerim oluyor ama kader ne yazmıştır
onu da bilemeyiz; gidersek de arkamıza bakmadan gideriz, biz siyaseten
Türklerden değiliz; Osmanlı Türküyüz, bir ayağımız üzengidedir. İzninizle merhum
Necip Fazıl üstadın pek sevdiğim bir dörtlüğüyle muhabbete mola verelim.“Ne
azap ne sitem bu yalnızlıktan;Kime ne, aşılmaz duvar bendedir.Görülmez gemiler
geçse açıktan,Sanırım gittiği diyar bendedir.”
az edebiyat dergisi,
7. sayı, haziran 2010