fuzûlî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fuzûlî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ağustos 2020 Perşembe

bir sevda bin ayrılık

hüseyn kaya

Her kalem yalnızca sahibinin aşkını yazdı.

Belki de bu yüzden tirenle istasyonun aşkı hep yazılacak kaldı.

Evet, bu da yazılası, okunası bir aşk hikâyesidir ve kıvrım kıvrım tiren yolları, akasyalar, çam ağaçları, dağların bağrından geçen karanlık tüneller suskun şahitleridir bu hikâyenin.

Dünyaya düştüğünden beri her gün bozkırda, dağların eteklerinde salına salına dolaşan yorgun bir rind ü şeydadır kara tiren. Yaz kış demez, gece gündüz demez dumanlı başında ağır sevdası, bir görünür bir kaybolur uzaklarda, uzayan yollarda.

Kurt kuş dahi bilir, yılan çıyan dahi tanır onu. Kays’ı Mecnun, Kerem’i kül eden, Ferhat’a dağlar deldiren karasevdanın zehrinden o da almıştır nasibini ağırlığınca.

***

Her kimse ki âşıktır işi ah ü figandır

(Fuzûlî)

En bahtiyar gönülleri bile ansızın bir hüzün çığı altında bırakan o yanık feryat sanki salınarak, nefes nefese gelen trenin değil de eski zamanlardan gelen bağrı yanık bir sevdazedenindir.

Aşikârdır, istese de saklayamaz, tren kendi renginde bir sevda ile düşkündür istasyona. Dertli başındaki dumanın, dilindeki âhın budur sebebi.

İstasyon ise dilsiz ve çaresiz bir maşuktur. Onun maşukluğunun hiçbir hali yer almaz masallarda, kitaplarda. Kurulduğu yerde, soğuk sıcak, yağmur çamur demeden ayrılıklarla hasretlerle geçirir ömrünü. Ayrılığı, beklemeyi, sabrı en iyi o bilir.

Her bahar komşu akasyaların, iğdelerin çiçekleriyle süsler kendini. Onlarca serçenin, sığırcığın şarkısını dinler sabah vakitlerinde akşam vakitlerinde fakat kendisinin dili dönmez hiçbir şarkıya. Yerinden doğrulamaz, uzak iklimlere, dağlara, ırmaklara gökyüzüne derdini söyleyemez.

Biraz gecikse trenin gelişi yolculardan çok o telaşlanır, bir soğukluk sarar taş duvarlarını. Gözleri yollara dökülür binbir endişe içinde.

Herkesten önce o hisseder tirenin yaklaştığını. Sevinçten, heyecandan çarpan mahcup kalbinin gümbürtüsünü, içindeki titreyişi saklamaya çalışır.  Trenin sesi çınlattığında duvarlarını, içi içine sığmaz olur, bir bayram sevincine dönüşür bekleyişi, hasreti…

Yorgun tren, istasyonun tam da kalbinin orta yerinde durur. Tren istasyonun camlarında kendini seyreder, istasyon trenin pencerelerinde kendini… Vuslatın hepsi üç beş dakikadan ibarettir. Gelirken getirdiği tüm sevinci, giderken ardından sürükleyerek götürür tiren. Ah etse de durmaz, duramaz… Demirden tekerlekleri çizer bağrını istasyonun. Hani bazen tirenin istasyondan ayrılmak istememesi, binbir naz ile zorla yola koyulması, her dem sırtında taşıdığı bu sevdanın ağırlığındandır biraz da.

Bağrında aşkın gül rengi ateşiyle tren gider, istasyon kalır…

İstasyon hep kalır, kalanlarla kalır. Yorgun gözlerle, fersiz ışığıyla öylece bekler olduğu yerde.

Durgunluğunun, suskunluğunun sebebini anlamaz insanlar.

Gurbet dönüşlerinde geride bırakılmış hasretlere, ayrılıklara rağmen istasyonlarda içimize çöken burukluklar, hüzünler belki biraz da bu imkânsız aşka, bu kara yazıya bir kez daha şahit olmanın çaresizliğindendir de bize sebepsizmiş gibi gelir.  Hissederiz lakin anlayamayız.

Mahşerde bile vuslatı olmayan bir muratsız sevdadır trenle istasyonunki; dağlara, çorak tarlalara, ırmak kıyılarına, akasya ağaçlarının gövdelerine yazılmıştır satır satır ve uzar gider kıvrım kıvrım uzayan rayların sırtında başka mevsimlere iklimlere doğru.  Bu yüzden içinde istasyon bulunan her şehir, içinden tren geçen her türkü biraz hüzün, biraz hasret, biraz çaresizlik kokar.

Eğer siz de içinde istasyon bulunan bir şehirde, kasabada yaşıyorsanız kimsenin yolcu beklemediği, uğurlamadığı bir vakitte uğrayın istasyonunuza. Serçeleri ürkütmeden, akasyalara selam vererek bir kıyısında oturun, o konuşamasa da sizinle siz ona ayrılıktan, hasretten, sevdadan yana türküler söyleyin, şiirler okuyun ve denize varmasa da yolunuzun sonu, rayların kıyısında yürüyün usul usul. Merak etmeyin hiçbir işinize geç kalmazsınız, çünkü zaman yavaş akar istasyonlarda.


16 Temmuz 2020 Perşembe

imtihan dünyası

hüseyn kaya

Biraz uykusuzluk, biraz baş ağrısı ve biraz çokça heyecanla uyanırsınız uykunuzdan. En uzak kötü ihtimaller, birer endişeye dönüşüp zihninizde, hayalinizde sabaha kadar köşe kapmaca oynamıştır. Sabaha kadar defalarca uyanmış, defalarca saate bakmışsınızdır… Etrafınızdaki her şey cansız bir görüntüdür sanki. Zihninizdeki tüm kelimeler sözlüklerdeki karşılığını yitirmiştir… Uzaktayken gördüğünüz yollar, umutlar gelmiş ve düğümlenmiştir ayaklarınızın ucunda.

Toparlanır, hazırlanır; çalışma kâğıtları, bisküvi ambalajları, çay bardakları arasından eli yüzü görünmeyen masanızın yanına gider, tepeleri kemirilmiş kalemlerinizden bir ikisini, kullanılmaktan kenarları yuvarlaklaşmış silginizi alır ve düşersiniz yola.

Gün imtihan günüdür vakit imtihan vakti…

Sırf birileri sınayacak diye sararız sırtımıza Kaf dağından yüce, okyanuslardan engin kitapların kelimelerin, rakamların yükünü, çiçekleri yalnızca saksıda ve ağacı yalnızca kaldırım ortasında görürüz aylarca. Dört duvar arasına kapanır günlerce çalışırız sırf birilerini geçebilmek adına bazı yarışlarda, mahkûmlar gibi güneşe hasret yaşarız haftalarca. Saçlarımız savrulur kitap sayfaları, çalışma kâğıtları arasında…

Herhangi bir dersin yazılı imtihanı yahut liseye, üniversiteye giriş imtihanı, ehliyet, yabancı dil, final, bütünleme, tek ders imtihanları… Yazılı imtihanlar sözlü imtihanlar, kurtarma imtihanları…

İmtihanlar geçer, sabır ve tahammül imtihanları başlar. Beklediğiniz, beklemediğiniz notlar yazılır isminizin karşısına. Bazen görmek istersiniz sınav kâğıdınızı bazen bir daha asla görmemek…

***

Kaç yaşımızda olursak olalım gireceğimiz hangi imtihan olursa olsun aynı ümit ve endişe kuşatır imtihan öncesi ruhumuzu kalbimizi. Heyecansız, endişesiz gidilen imtihan yoktur zira imtihanlar iç içedir.

Hemen önümüzde gerçekleşen bir trafik kazası, yoğun baş ağrısına dayanamayıp imtihan vakti kanayan burun, heyecan sebebiyle okumadan geçtiğimiz sorular, yerini karıştırdığımız cevaplar, imtihan başlayıncaya kadar ve hatta devam ederken sabretmemiz gereken diğer imtihanlardır.

Ruhunuzda öyle derin izler bırakır ki imtihanların bazıları, yıllar sonra bile tekrar tekrar rüyalarınıza siner aynı sıkıntıları yaşatır size rüyada da olsa. Silginiz silmez, kaleminiz yazmaz böyle rüyalarda. Bir türlü sınav yerini bulamazsınız yahut yazdıklarınız durmadan silinir imtihan sonuna kadar. Şeytana uyarak baktığınız başkalarının sınav kâğıtları konuşur rüyalarınızda, avuçlarınızda terden silinen küçücük yazılar canlanır, sevaba girmek adına başkalarına fısıldadığınız cevaplar bir uğultuya dönüşür. Kara tahta önünde tek başınıza sözlü imtihana kaldırıldığınız da olur rüyalarınızda, kan ter içinde uyandığınızda hala titrer dizleriniz. 

Uyanır, şükredersiniz geceye ve uykunun sahibine…

***

Ömrlerdir eylerim ahvâl-i dünyâ imtihân,

Nakd-i ömr ü hâsıl-i dünyâ hemân bir yâr imiş*

 (Fuzûlî)

Dünya hayatı da imtihan köprüleri üzerine kurulmuş uzun bir yol gibidir çoğumuz için. Bu yüzden imtihan dünyası der eskiler dünya için… Binbir imtihandan geçeriz biricik ömrümüz içinde. Her imtihanda bin bir mihnet yeşerir ürkek serçeler gibi titreyen kalbimizde.

Aynalar koridoru gibi sınavlar koridoruyla kuşatılmış bir hayatın içinden geçeriz yeryüzünde yürüdüğümüz her an. Her an önümüze kilitli bir sandık koyar dünya, her açtığımız kapının ardında yeni bir kapı bekler bizi. 

Sevdiklerimiz, sevmediklerimiz; sahip olduklarımız, olamadıklarımız hep bizi ebedi bir kazanca yahut ezeli bir mağlubiyete taşır.

Öyle ki bardağa döktüğümüz su, çaya kattığımız şeker, çorbaya attığımız tuz, yaşlıya verdiğimiz selam, çocuklara sunduğumuz tebessümle dahi sınanır ayırt ediliriz bize benzemeyenlerden. Her imtihanda bir kez daha belli olur elmasla kömürün farkı.

Farkına varmayız dünya çölünde serapların peşinde koşarken yürümelerden, bakmalardan, konuşmalardan, nefes alıp vermelerden ikmale kaldığımızın. İmtihanımız kadar cürümümüz vardır dünyada da biz adına rahatlık deriz kaybolmuşluğumuzun.

***

Ey gönül derdinden etme şikayet
Yüce dağlar gurur duyar karından

(Âşık Veysel)

Herkesin imtihanı başka doğru cevabı başkadır hayat karşısında. Bu yüzden kimsenin kimseye faydası dokunmaz. Kimi eşiyle sınanır kimi işiyle… Kimi dostuyla arkadaşıyla imtihan edilir kimi öz kardeşiyle. Tıpkı anne babasıyla yahut öksüzlüğüyle yetimliğiyle imtihan edilen çocuklar gibi çocuğuyla imtihan edilen anne babalar da vardır çocuksuzluğuyla imtihan edilenler de.

İmtihanı kazanmak bazen yalnızca onunun farkına varmakla ve sabretmekle mümkündür zira sabır ve tahammül cümle imtihanlarda geçerli tek cevaptır.

Ameliyathane kapılarında, muayene sıralarında hapishane ranzalarında imtihanını tamamlayanlar da vardır sırça saraylarda, irem bağlarında imtihana tabi tutulanlar da.

Kimileri için bir yavru kediye su vermektir imtihan kimileri için hastalanan, dünyadan ayrılan küçücük yavrusunun acısıyla dolaşmaktır yeryüzünde… İmtihan; Yusuf için gah zindan gah Züleyha’dır, Yakup için Yusuf… Mecnunlar Leyla kitabından verir sınavını, Leylalar Mecnun’un sahrasından.

***

Çün hükm-i kazadur bu cefalar bu belalar

Yahya’ya düşen can ile teslim ü rızadır

(Şeyhülisalm Yahya)

İnsanlığımızın, dünya sürgünlüğümüzün, dağların bile kabullenemediği yükü sırtlanışımızın, yaşarken hep acıyan kanayan yanlarımızın yegâne sebebidir içinden geçtiğimiz imtihan. Bu yüzden bütün sular acı, bütün renkler aldatıcı… Bu yüzden bütün tebessümler yarım bütün kelimeler yaralı…



*  (Ömrüm boyunca dünya ahvalinden imtihan oldum, ömrün nakdi ve dünyanın mahsulü yalnızca bir sevgili imiş.)

 


11 Temmuz 2020 Cumartesi

hüzünlü ve samimi bir şair: hüseyin kaya

ali sözer
kaynak: yoldüşleri dergisi, s. 2, muş, 2007.

Şiir her devirde yeninin temsilcisidir, adıdır. Her söylenen şiir bir yeniliği müjdeler. Bu yenilikler çeşit çeşittir. Şairin biri çıkar yeni bir hayal sunar âleme, bir diğeri mübalağada bir yenilik yapar, bir diğeri de kelimelerle yeni bir dünya kurar, yeni anlamlar kazandırır onlara. Şiir cephesinde bu hep böyle devam etmiştir. Asırlardır şairler bakir mazmunlar peşinde koşmuşlardır. Fakat baştan beri söylediğimiz “yenilik” gelenekten kopmuş, farklı olmak adına bütün kuralları yıkmış olan yenilik değildir. Nitekim Fuzuli bu konuyu “mazmun ne garip olmalı ne de bayağı olmalı” şeklinde yorumlanabilecek, özetlenebilecek ifadeleriyle Farsça Divanı’nın önsözünde belirtmiştir. Bu yüzden eskinin gölgesinde kalmadan ve köklerini de eskiden koparmadan söylenen şiir daima yenidir.

Hüseyin Kaya’nın ilk şiir kitabı olan Çekil Gideyim Hayat, kitaplığımıza dahil olan en yeni şiir kitabı. Yukarıda, girişte ifade ettiğimiz doğrultuda Kaya’nın kitabını değerlendirmeye çalışalım.

Kaya’nın kitabı iki bölümden oluşuyor: Hüzünler Evi ve Kervanlardan Saklanan. Kitapta toplam otuz şiir var. Kitabın her iki bölümü de Hz. Muhammed (sav)’in birer sözüyle başlıyor: İlki, Sen beni kime bırakıyorsun; ikincisi, Ağlama kızım baban bir daha hiç acı çekmeyecek, ifadesi. Bu iki söz sizi hassas mısralardan oluşan şiirlerin beklediğini müjdeliyor. Kitap ilk şiirinden son şiirine kadar kalbinize hitap ediyor. Bu yüzdendir ki şiirler birden fazla anlamlı denilebilir. Hangi ucundan tutmuşsanız o imgeyi veya mısraı o yolda ilerliyorsunuz.

Kaya’nın şiirini birkaç cümlede özetlemek çok zor. Çünkü onun şiiri birkaç yönlü ve şiirini sevimli kılan da bu sanırım. Bu yüzdendir ki örnekler sunarak ve çeşitli cihetlerden ele alarak Kaya’nın şiiri hakkında belirli bir tablo çizmeye çalışacağız.

Kitaptaki şiirlerde ilk göze çarpan unsur şiir dilinin güzelliği. Kaya günümüz şairlerinin aksine herkesin kullandığı, bildiği kelimeleri tercih ediyor. Kitapta baştan sona garipseyeceğiniz, “bu buraya yakışmamış” diyeceğiniz kelimeler yok. Oysa günümüz şairlerinin birçoğu yeni bir kelime bulmak, kullanmak adına şiiri kirletmeyi bile göze alıyor. Tılsım adlı şiirden örneklediğimiz aşağıdaki mısralar kitaptaki o güzelim mısralardan sadece birkaçı:

“bana da bir tılsım sun sırrı için hayatın
gözlerimin içinde raks eylesin yıldızlar
kuşlar omuzlarımdan şakısın sözlerini
anne gibi eğilsin toprağıma bulutlar”

 

Yukarıda da söylediğimiz gibi şair herkesin kelimelerini yine herkesin bildiği şekilde kullanıyor. Bu sebepten ötürü şiirler doğal bir dille yazılmış olmanın yanında lirikliği de elde etmiş oluyor. Aşağıya aldığımız mısralar oldukça akıcı bir özelliğe sahip:


“mızrağının ucunu çevirme yüreğimden
çevirme dönmem geri gidecek nerem kaldı
ne yanmayan bir gemim
ne tayfam
ne havarim
bir kez oğlum de bana
baba denizden geldim”

Şiirlerde göze ilk göze çarpan işlenilmiş, özenilmiş mısralar. Bütün mısralar, bütün şiirler için aynı hükmü versek yanılmış olmayız sanırım. Şiir dili olarak kitabın bir bütünlük içerdiğini söylerken Kaya’nın şiirlerinin artık belli bir mecrada ilerlediğini de söylemiş oluruz.

Şiirlerdeki dilin işlenilmişliğinden bahsetmiştik. Bu işlenilmişliği çeşitli cihetlerden ele alabiliriz ki, yukarıda ifade ettiğimiz temiz dil ve akıcılık bunların ikisidir. Bunlardan başka şiirlere ahenkli bir özellik sağlayan kelime tekrarları, Türkçeye has bir özellik olan ikilemeler şiirlerde şuurlu bir şekilde kullanılmış. Öyle ki Kaya’nın şiirlerinin başat özelliğini bu tekrarların oluşturduğunu söyleyebiliriz. Çöl adlı ilk şiirde:

“….
bir hicrana emanet yele düşmüş ömrüme
bundan sonra bir bahar gelse ne gelmese ne

 

olsa ne olmasa ne bu masalın sonrası
hep aynı çöl ruhumdan cennetime dökülen”

“çekil gideyim hayat çekil gideyim senden”
mısralarındaki gibi bizleri karşılayan tekrarlar sayfalar ilerledikçe değişerek ve çeşitlenerek karşımıza çıkıyor. İşte o tekrarlardan birkaç misal:


“geçer dedin
bekledim
önce çiğdemler açtı
sonra mor menekşeler
geçer dedin
bekledim
ilk değil di hüznünle sınayışın ilk değil
ilk değildi gölgemi bıraktığın sulara
hayatın mültecisi bir kalbi taşımaktan
ömrümü vatanına sürüyüşüm ilk değil”

“sana bir kere daha acılar adıyorum
bu sızılı
bu kanlı sunağında kalbimin
daha dönmeyesin yar
daha dönüp de beni
dağımda bulmayasın
daha dolayıp beni o yalan sürgününe
karanlık denizlerde
bahanem olmayasın”

 

“al
nereye istersen savur şimdiden geri
hem yolum hem yolcuyum
hem dağım hem dağlanan
hem tufanım hem gemi”

 

“aşkla ağuladın beni
aşkla
lal olayım yar dedim
lal olayım”

Misalleri çoğaltmak mümkün. Bütün şiirlerde tutarlı bir şekilde bu yol tutulmuş. Asırlardır unutulmamış şiirler noktasında bir inceleme yapıldığı takdirde o şiirlerin iyi bir dille yazıldığı fark edilecektir. Bu iyi dilin ölçüsü de dilin geniş imkânlarını doğru ve estetiğe uygun bir şekilde kullanmaktan geçmektedir.

Hüseyin Kaya’nın dil noktasında başvurduğu bir diğer yöntem de sesteş ve anlamdaş kelimeleri kullanmak. Bu usulle şair şiirinde değişik anlamlara yer açmış oluyor. Şiiri ilk okuduğunuz da değişik çağrışımlar beliriyor ve gittikçe belirginleşiyor anlamlar.

Yukarıda söylediklerimiz Kaya’nın şiirini çağdaşlarından ayıran bir taraf. Özellikle günümüz şairlerinden birçoğunun çağrışım maksadıyla kelimeyi “/” işaretiyle bölerek yaptıklarından oldukça farklı Kaya’nın şiirindeki çağrışım yöntemleri. Günümüzde “/” işaretiyle bölünen kelimelerin anlamı olsun veya olmasın ilk bölümün bir kelime olması yeterli oluyor. Oysa ikinci bölüm anlamsız bir şekilde mısrada mevcudiyeti sürdürmüş oluyor. Garip olan şu ki hiçbir eleştirmen çıkıp da bunu eleştirmiyor. Sükût ikrardan gelir ifadesi kabilinden diğer şairler de bunu yapmaya kalkışıyor.

Şair dil sarrafıdır derler. Herhalde bu sözden maksat şairlerin dil noktasındaki vukufiyetleri ve dili çeşitli imkânlarıyla birlikte kullanışlarıdır. Nitekim eski Arap dili gramercileri dil noktasında şairlerin söyleyişlerini kesin delil kabul etmekteydiler. Örneklerin çoğu şairlerin beyitlerinden oluşmaktaydı.

Çağrışımlı kelimeler konusunu bu kadar açtıktan sonra şimdi şairden birkaç örnek verelim:


“çözülmüyor kollarım acının bedeninden
surların önündeyim
suların arkasında”

 

“bitti işte ömrümü çelen çalan bu büyü”

“hem dağım hem dağlanan”

Bu örnekte dağ kelimesi iki anlamlıdır ve dağlanan kelimesi aracılığıyla asıl anlam belirginleşmektedir. Bir başka örnek olan:
            “tükendi tükendi tükendi bil fitilim”
mısraındaki bil fitil- kelimeleri ilk bakışta bil-fiil kelimesine benzetiliyor. Nitekim yaygın olan kelime bil-fiil’dir. Daha sonra şairin söz oyunu fark ediliyor.

Şimdiye kadar bahsettiklerimiz şairin şiir dili çerçevesindeydi. Oysa bu şiirde zengin bir anlam dünyası var ve okudukça derinleşiyor bu anlamlar. Bu derinleşen anlamlar da şairin gelenekten damıttığı mısralar sayesinde gerçekleşiyor. Kaya’nın şiiri geleneği yeniden canlandırıyor her mısrada. Asırların birikimi ve geniş bir coğrafyaya ait doğu kültürü onun şiirinde tekrar ekilip biçiliyor. Nihayetinde bizlere güzel şiirler sunulmuş oluyor.

İlk olarak kitabın bölümlerini oluşturan Hüzünler Evi külbe-i ahzan terkibinin sadeleştirilmiş hali. Fuzuli’yi hatırlatan bu isimlendirme bu bölümdeki şiirlerle birlikte daha geniş bir zaman ve mekânı ihata ediyor. Çöl, Hüzün Kıssası, Acı Dağı, Hicret, Tılsım, Dua, Küsuf, Fasl-ı Hazan gibi şiir adları daha baştan size bir fikir veriyor ve sizi o hassas âleme doğru yolculuğa çıkarıyor.

İkinci bölümün adı olan Kervanlardan Saklanan terkibinde de Yusuf (as)’ın kıssası akla geliyor. Fakat bunun dışında anlamlara da göz kırpıyor bu isimlendirme. Bu bölümdeki Yolcunun İlahisi, Sabırtaşı, Lal, Yetim Şiir ve Gözlerinden Vurulan gibi şiir isimleri de oldukça anlamlı. Bu yönüyle Kaya’nın kitabı kendine has bir bütünlük içinde fakat şiirler tek başına da oldukça manidar ve müstakilmiş gibi duruyor. Hem bütünün bir parçası hem de bütünden ayrı birer bölüm her şiir.

Şairin kelime dünyası da oldukça zengin ve her bir kelime okuru farklı âlemlere götürüyor. Çöl, hicran, hüzün, ağu, acı, ağrı, suskun menekşe, ateş, elem, tufan, kanayan yürek, yara, anasız kuzu, kan ırmağı, küsuf, külbe-i ahzan, beytü’l-hazan, sızı, göz yaşı ve daha nice kelime onun şiirlerindeki hüzün ırmağının birer aynası:


            “mor dağlara saldığın suskun menekşelerin
            ve dağımda patlayan kızıl güllerin için
            ve en çok senin için hep en çok senin için
            ben seni ağlayarak gideceğim ülkemden”

 

Şiirlerde hüzne dair kelimelerin çokluğunun yanında baharı müjdeleyen kelimeler de yok değil hani. Çiğdem, menekşe, gül, papatya, mor dağlar, iğde, akasya, yeşeren baharlar, nehir, deniz, Kafdağı gibi nice kelimeler var mısraları renkli kılan.

Şiirleri belirli bir mecraya götüren bu kelime yığınlarının yanında şairin o anki durumunu anlatıverdiği deyim ve atasözleri kullanılmış. Misal olarak:

“al
yazgıma boyadım
verdiğin
bu hayatı”

“kuş uçmaz kervan geçmez kuytusunda ömrümün”
mısralarını gösterebiliriz. Bunun yanına masal âlemini hatırlatan ifadeleri de eklemek gerek:


“ne öldüm vebadan
ne de üç elma düştü
bu hüzün kıssasının ortasındayım yine”

 

“bir bulut acıyı ağlar içimde
bir gemi kalbimde arar ülkeni
mecnun etme beni dağ var içimde
kaç Kafdağı canım sarar ülkeni
bir bulut acıyı ağlar içimde”

 

Bütün bunların yanında Kaya’nın şiiri bir kültür şiiri, onun şiirini anlamak için geçmiş asırları bilmek gerekiyor. Yapmış olduğu göndermeleri, telmihleri, irsal-i meselleri anlamak gerekiyor. Tabi bunların dışında günümüzü de iyi gözlemlemek gerektiğini eklemeliyiz. Zira onun şiiri ilk olarak günümüzü anlatıyor.

Yukarıda şairin kelimelerinden bahsetmiştik. O kelimelere birkaç ek daha yapalım: Cibril, nebi, ayet vs. Bu noktada şunu söyleyebiliriz ki Kaya’nın şiiri bütün olarak Kur’ani bir şiir. Onun:


“al
nereye istersen savur şimdiden geri
hem yolum hem yolcuyum
hem dağım hem dağlanan
hem tufanım hem gemi”

mısralarında Nuh (as) ve tufan kıssası vardır, az kelimeyle öz bir anlatıma başvurulmuştur. Yine:

“söyle Yahya
kum diliyle söyle bana
başı kesik bir bedevi neyi görür düşünde
hangi ismi sayıklar kan kokan dudakları
Yahya Allah aşkına
durdur içimde hüzün koşan atları”

mısralarında Yahya (as.)’ın kıssasından hareketle bizleri sorguluyor şair. Onun mısralarında geçenler sadece bunlar değil:

“çevirme dönmem geri gidecek nerem kaldı
ne yanmayan bir gemim
ne tayfam
ne havarim
bir kez oğlum de bana”

mısralarında hem Hz. İsa hem de Tarık bin Ziyat var. Bir başka mısrada:

“yaralı ve yamalı yüzümün şahidi ol
çöldeyim
Hüseyinim
ahım ulaşmaz sana”

derken bizi Kerbela’ya götürüyor ki o topraklar bu gün bile bir hüzün yumağını sarmağa devam ediyor. Şair devam ediyor:

“mavi göğün altını anlatma bana
karanlık kuyularda
yiten yusuf’u anlat”

diyerek meşhur kıssanın kuyu cephesini verirken bir diğer şiirde:
            “yakub’una kokmayan yusuf’um şimden geri”
diyerek kıssanın başka bir yönüne değinir. Tabi her şairin yaptığı gibi bu unsurları kendi süzgecinden geçirerek, farklı bir yönünü bularak yapıyor şair.

Kaya’nın şiirindeki kültür unsurları sadece bu kıssalar ve geçmişteki olaylar değil tabi ki. Divan şiirinden de büyük yansımalar var onun şiirine ki yukarıdaki her bir kıssa zaten divan şiirinin ana kaynaklarını oluşturmaktadır. Bu yönüyle şair geleneği devam ettirmiş oluyor.

Fuzuli asırları aşıp gelen ter u taze bir şairimiz. O her zaman sevildi ve sevilmeye devam ediyor. İşte bu sebepledir ki Kaya, Fuzuli’nin:

“Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su”

beytini hatırlatarak şu mısraları söylüyor:

“beni ayaklarına
akmayan şiirlere
sızılı bir dağ gibi
kanatıp
gitmeseydin”

Kaya’nın şiiri tek kaynaktan beslenen bir şiir değil. Yerel kültürden dini kültüre, divan edebiyatından halk edebiyatına kadar geniş bir saha onun kaynağını oluşturuyor. Özellikle şiir dilindeki duruluğu yaşamış olduğu yerin ağız özelliklerine ve bölgenin halk şiirinin merkez noktalarından biri olmasına bağlayabiliriz. O şiirlerinde Mecnun’a da yer vermiş Suna’ya da:

“bu ten sunak mı suna
bu aşkın korkusuna
hüznü azık mı verdin
kalbinin yolcusuna”

dörtlüğü bu halk kültürü etkisine sadece bir örnek.

Sonuç olarak Kaya’nın gizemli bir şiiri var. Bu gizem onun şiirini çeşitli kültür öğeleriyle süslemesinde ve kendi çevresinde gelişen olayları gizli bir dil ile aktarabilmesinde yatmaktadır. Onu yakından tanıyanlar şiirini anlamada bir merhale önde olacaklardır. Fakat bu onun şiirinin onu tanımayanlar tarafından anlaşılmayacağı anlamına gelmesin ki şiirin şahsileşmeden geniş anlamlar içermesi daha güzel bir olgudur. Onun Acı Dağı şiirindeki :

“solgun bir al gül gibi
bıraktım eşiğine
daha istemem geri
gözüm önüme aksın
….
yarım kalsın bu masal
kalsın omuzlarımda
kalsın bu acı dağı
daha istemem geri
gözüm önüme aksın”

ifadeler ve Masalın Bittiği Yer adlı şiirindeki:

“beni bilme
akıyor iki gözüm önüme”

ifadeleri kendi acısını samimi bir biçimde anlatan mısralar. Fakat bu mısralar daha çok farklı anlamlara gebe ve her okur kendinden bir unsur bulacaktır bu şiirlerde. Bu yönüyle Hüseyin Kaya samimi, içtenlikli bir şair. Onun şiirleri bazen bir ırmak gibi coşturuyor insanı bazen de bir çöl kadar sessiz sakin bir coğrafyaya götürüyor ve bütün bunlarla kalbimizi yıkıyor, temizliyor.

Sözü bu merhaleye getirene kadar çeşitli şiirlerden onlarca alıntı yaptık, bu örnekleri harmanlayıp sunduk. Ancak anlattıklarımız Kaya’nın şiirinin çok az bir bölümünü tarif edebilir ve anlatabilir. Zira onun şiiri okudukça derinleşen bir derya. Bu sebeple biz bu kadarıyla yetiniyoruz. Yazıyı bitirirken kitaptan sizler için kısa fakat güzel bir şiiri tam olarak verelim:

gözlerinden vurulan

 çocuklar parka gitti belki de hiç dönmezler

dedeleri balkondan dönse de baksa bari
ah ben de bakabilsem koşup da peşlerinden
kaldırım ortasında sessiz bir ağaç gibi


ben yine kaldım burda onlar da öyle gitti
penceremin önünde karardı tek güneşim
daha hiçbir aynadan görmeyecekler beni
solmuş iki gül şimdi; gözlerim…
âh gözlerim

 


9 Temmuz 2020 Perşembe

berat demirci ile yeni kitabı ve eski kitapları üzerine

konuşturan: hüseyn kaya

 

—Deneme türü bazı kaynaklarda yazarın kendi kendisiyle hasbıhali olarak tanımlanıyor, sizi sizinle hasbıhal ettiren sebepler nelerdir?

 

Döne döne “Kendi efkârımla okuryazarım!” deyişime de uyuyor sizin aktardığınız tanım. Ancak “deneme” kelimesi deneme tarzının ağırlığını ifade edemediği için midir bilinmez, bu türe mensup sayılan çoğu yazı “devran havadisi” ile meşgul. Usul açısından, zaman boyutunda geçmiş-bugün-gelecek ve mekân boyutunda mahallî-millî-evrensel dairesini sağlam kurmaya çalışıyorum; doğru kendi kendime konuşuyorum, ayna olmaya ve yansıtmaya çalışıyorum. Bazı edebiyat otoriteleri, yazdıklarım konusunda fena halde ahkâm kesiyor. “Şu yazı iyi olmuş da, bunu anlamadık!”, “Bu yazı zamanında yazılmalıydı!” gibi zamane tenkitleri yahut “Hangi türe sokacağız bu yazıyı?” sadedinde gerilenler… Hiçbir ard niyetleri yok biliyorum ama yorulduklarına değmez; çokça görünmek, edebiyat ortamlarınca bilinmek umurumda değil; özellikle namlı kalemşorların böyle zahmetlere girmeleri beni mahcup eder, zaten kimseye mukabelede bulunacak basın yayın çevrelerinde de değilim. Gelenekten inhirafım yok; birilerine kendimi anlatmak, kabul ettirmek derdine düşecek ne zamanım var, ne niyetim, ne de enerjim. Yazarken deneme türünde yazıyorum gayretiyle de yazmadım, deneme dediler, desinler; ama demeseler de olur. Bir türün alışılagelmiş sınırlarının içine sığmak zorunda olmadığımı düşünüyorum. Donanmaya yazılan yahut donanmaya yazılmak için artistik patinaj yapanlardan değilim; korsanım. Hadi bir de “Bize Hayreddinli derler!” mısraını da ilave edeyim de ben sizin bildiğiniz korsanlardan değilim demiş olayım; korsanlığıma azıcık şerh olsun.

 

—Önce şiirde, sonra hikaye ve romanda bilhassa son yirmi yılda çeşitli arayışlar, bulanıklıklar yaşandı ve ardından sanki daha popülist, sığ, günübirlik tüketime yönelik ürünler ve bunların yayıncıları ortaya çıktı. Belki cumhuriyet sonrası dilde yaşadığımız kırılmanın bir neticesi şu an içinde bulunduğumuz durum lakin deneme türü biraz daha bu kırılmadan diğer türlere göre az etkilendi gibi. Deneme türü de bu tarz bir tenakuzu yaşayacak mı ya da yaşıyor mu?

 

Yaşıyor. Çünkü denemenin insanın kişiliğiyle sınırlı, dediğiniz gibi “Kendi kendiyle konuşmak!” hürriyetine malik bir alan oluşu yanlış anlaşılıyor galiba; bu hürriyet zaman zaman “Ne yazsan gider!” sallapatiliğine dönüşüyor. Kolay yazmak moda, yazacak çok sayıda gazete, dergi var; tabii sanal âlem… Yazan kişi muhteremdir, kimseyi rencide etmek de istemem ama böyle de olmuyor… Bir de son zamanlarda yazı çizi işlerinde bir nevi çeteleşme başladı; çete aslında incitilecek bir kavram değil, şirketleşme mi diyelim… Senede en az iki koli dergi geliyor, okumazsam hakta kalacağımı düşünerek başım azıcık selamete erdiğinde okuyorum. Arada bir kendimce şiirler, ümitler görüyorum; heyecanlandığım oluyor. Ama antolojilere baktığımda daha çok donanmacı veya şirketten isimler görüyorum.

 

—Berat Demirci ismi şimdilerde bir deneme ustasının ismi olsa da bir dönem mühim şiirlerin altında yer aldı ve bir şair ismi olarak bilindi. Bu geçiş iç yoluculuğunuzla ilgili bir tercih midir? Ne yazdığınız kadar hangi türde yazdığınız da mühim midir sizce?

 

Şiiri bırakarak deneme dedikleri tarza geçmiş filan değilim, denemenin “ferdiyet” ile bağı aynıyla şiir için de geçerli. Yazıyorum, arada bir binbir tereddütle yayınladığım da oluyor; ama ortalık hayli karışık. İçlerinde Hüseyin Kaya’nın da olduğu sayılı insanla şiirlerimi paylaşıyorum, böyle gidiyor.

 

—Şiirden kopmadığınızı ve yılda en azından üç beş şiir yazıp bunlardan bir kaçını yayımladığınızı biliyoruz. Berat Demirci’nin divanı ya da divançesi de kitaplığımızı süsleyecek mi bir gün?

 

Ömür içinde mi olur; sonra mı kestiremem ama olur. Ufak ufak kıtır atanlar var, “Ellisinden sonra mı?” diye dudak büzenler filan. Bir de günümüz şiir anlayışından ayrı durduğumu ifade eden, diplomatik dil kullanan otoriteler var. Türkler, zaman şuuru konusunda hiç bu kadar yalama olmamışlardı, sadece bu kadarını söyleyeyim, çünkü uzatırsam konuyu dedikoduculara malzeme çıkarmış olurum. “Akıntıya karşı yüzmek!” dedim bir yerde, ben ne dedim, el ne anladı…

 

—Beethoven’in Gözleri üçüncü kitabınız ve kitaplarınızın üçü de farklı yayınevlerinden çıktı. Gerçi okur kitlesi birbirine yakın yayınevleriydi bunlar ancak içinizde kitaplarınızın hakiki okuruna ulaşamadığına dair tereddütler oluyor mu zaman zaman yoksa okurunuzun ilgisinden memnun musunuz?

 

Ferfir Yayınevi yeni kuruldu, heyecanlarına ortak oldum. Elbette, yayınlandıktan çok sonra beni tanıyanlar ve daha önce neden okumadım diye hayıflananlar oluyor ama gam değil. Bulanlar okur, bulamayanlar sonra okur; hepsi kader. İşin ucunda ticaret olduğu için yayınevleri de belki mazur; popüler kitaplar basmaya meylediyorlar. Galiba derin bir okuyucum var, istisnası yok son kitabımı okuyan ciddi okuyucular araya başka bir şey sokmadan sonuna kadar okuduklarını söylüyorlar. Bir kitabın fasılasız sonuna kadar okunması bence güzel bir şey; önceki iki kitap için de benzer şeyler söylenmişti. Turna Ve Gayda’nın Dergâh baskısının korsanları satılıyor, ilginç ve hatta komik geldi bana. Birileri “Korsanım!” dediğimi duymuş olmalı…

 

—Yazılarınızın tamamında derinden akan bir sözlü geleneğin, yerli bir hayatın, izleri var. Yazılarınız artık rastlayamadığımız bu güzellikler için bir mersiye mi yoksa bu güzelliklerin yeniden inşası için yapılan bir dua mı?

 

Evet, ağladığım oluyor ama gönlümün taşkınlığından; kesinlikle ağıtçılardan, yazıkçılardan değilim. “Hisseme düşen vaktin önünü temiz tutmaya” çalışıyorum. Belki gelecek için yazıyorum, yazarken henüz hesabı kapatmamışlardan olduğumu hissettirmemeye çalışıyorum; “Savaşçı Ahlakı”na kudretim miktarınca sadık kalmaya çalışıyorum; heyhat ki, acının da piyasası var ve o piyasadan korkuyorum; dünya ahvali bir yana daima umutluyum. Dilerim ömrüm yokuş aşağı inerken sabra mecalim yetmeyecek bir derdim olmasın bu fanide. Şimdi biraz kaş çatayım: Bir şeye çok üzülüyorum, bu memleketin sakinlerine “Köle ahlakı” yakışmıyor ama var; bunu da güya taktik olarak yahut bilmem ne açılımının bilmem ne uzanımı gibi de yutturmaya çalışıyorlar. Gündemi biliyorum ama gündemin dışında birbirimize söyleyeceğimiz en ufak bir söz kalmamış olmasını toplumun kaymak tabakası olarak afişe edilenlere yakıştıramıyorum. İktidar sevdasının erbab-ı kalem geçinen pek çok zevatı yumoşlaştırdığı bir ortamda ne söylerseniz gündelik hesaplara çekiliyor. Yakınlarda beni çok tanımayan ileri bir bürokratla karşılaştım, hiçbir sohbetimiz ve geçmişimiz olmamıştı; “Çok sert!” olduğumu söyledi, anladım tabii kendi görüşü değil, birilerinden istihbarat edinmiş. Sadece köleliği değil, hasetliği de ahlak edinmiş hacıyatmazlar giderek artıyor; beni tanımayan bir zat, hakkımda böyle bir yargıda bulunabiliyor. Bir şey demedim, demem de; eğriler eğriler ile doğrular doğrular ile tartılır ve neticede âdemzâde için Hakk’ın nasıl bildiği önemlidir. Sert olacağımız yer de vardır, mülayim olacağımız yer de; her şey vaktince ve demince. “Köle ahlakı” korkarım giderek yaygınlaşıyor ve diplomatik dile kavuşuyor; adını yumuşaklık yahut hoşgörü koyuyorlar. Bu gibi yalamalıkların arkasından inşallah “millet-i beyzâ”yı topyekûn huzursuz edecek belalar gelmez, ciddi emareleri var çünkü… Sert olunacak mahalde, çaput gibi yumuşak durmak zeval getirir; biz zincire vurulduğumuz anda dahi efendiyiz, öyle olmalıyız. Birilerinin höt dediği anlarda bu ortalığın zibilleri karanlığa çekiliyor; bencileyin beceriksizler namert taifesiyle karşı karşıya kalıyor. Çevreme şöyle bir bakıyorum canım sıkılıyor; dar zamanlarda salyangozlaşanlar, azıcık feraha erince beş paraya on tombalak aşıyorlar; makam, mevki v.s. için.

 

—İnsan yaşadığı yere benzermiş. Sivas cidden size benziyor mu? Yahut benzer miydi?

 

Eskiden daha çok benzeşirdik. Hala benzeşiyoruz galiba, seher vaktinde özellikle; ayrıca çok az sayıda da olsa sizin gibi eşim dostum var; şehir bazen birkaç kişidir, belki eskiden beri böyleydi. Ama vazifemdir, söylemem gerek: Sivas’ın tarihi dokusuna çok hasar verdiler. Büyük mimarımız merhum “Turgut Cansever”in “Kale Evleri” projesi, gelecek nesillere gösterebileceğimiz bir Sivas mahallesi, dışardan gelenler için de bir cazibe merkezi olacaktı. Sivas’la asla mukayese edilemeyecek şehirler (ki onları kutlarım) benzer projeleri başardılar; Sivas maalesef başaramadı. Sivas’ın ricali ve politikacıları çok cılız… Şehrin yedi göbek yerlisi havasında caka satanların, kentsoylu takılanların ağzından da şimdiye kadar Sivas’la ilgili yaraya merhem bir şey çıktığını hatırlamıyorum. Söyleyeni de derhal ince taktiklerle refüze etmeye çalışıyorlar. Sivas’la ilgim yavan bir Sivaslılık aşkından kaynaklanmıyor, Sivaslı olmak benim emek vererek kazandığım bir şey değil. Dünya görüşüm gereği, nerede ve hangi zamanda yaşarsam yaşayayım, defterime işlenecek bir hayırlı iş gerçekleştirebilirsem ne âlâ. Yoksa kuru hemşo söylemlerinden, kent şovenizminden tiksinirim.

 

—Kıyıda olmak şairin dediği gibi selamette olmak için gerekli midir? Büyük şehirlere gitmeyi düşündüğünüz oluyor mu hiç?

 

Kıyıdaysam kendi seçimim, öyle kalmaya da çaba gösteriyorum. “Bana kimse dokunmasın!” gibi bir şey değil kıyıda olmam, desem de bu yaşa erdim konuşulması gereken yerde sıvışmayı öğrenemedim. “Dervişin yakasından bit, paçasından it, tepesinden yezit eksik olmaz!” diye bir söz vardır; atasözü efendim, mecaz; öyle söylüyorum, yoksa dervişlik kim biz kim; sadece bir kelam-ı kibarın ışığında dünyaya sefa sürmeye gelmediğimizi ifade etmeye çalışıyorum. Aslında bu dünyanın merkezi, kıyısı yok; bulunduğum an içinde güzel, doğru, iyi adına ne yaparsam kârdayım… Büyük şehir deyince aklıma sadece İstanbul geliyor; “İstanbul’u manası ve ruhuyla yaşamak” için orda olmayı tercih ederdim, İstanbul’da yaşamak ise meşakkatten başka bir şey değil… Ve tabii İstanbul’da da olsam vazalaklı, kumpaslı ortamlardan, uzak durur yine kendi efkârımla okurdum, yazardım. Büyük şehrin imkânları dedikleri şeyler beni pek cezp etmiyor, bir yerlere de zaten yamanacak, eklenecek mizaca sahip değilim. Kalıcı olarak gitmeyi düşünmedim, arada bir ziyaretlerim oluyor ama kader ne yazmıştır onu da bilemeyiz; gidersek de arkamıza bakmadan gideriz, biz siyaseten Türklerden değiliz; Osmanlı Türküyüz, bir ayağımız üzengidedir. İzninizle merhum Necip Fazıl üstadın pek sevdiğim bir dörtlüğüyle muhabbete mola verelim.“Ne azap ne sitem bu yalnızlıktan;Kime ne, aşılmaz duvar bendedir.Görülmez gemiler geçse açıktan,Sanırım gittiği diyar bendedir.”

 

az edebiyat dergisi, 7. sayı, haziran 2010


dostluk üzerine

 

Kendimizi ansızın tam ortasında bulduğumuz büyük ıssızlıkların, yalnızlıkların adıdır dünya. Bu ıssızlıkta yarım ve sahipsiz olmanın uğultusuyla savruluruz bir sağa bir sola. Her adımda, her bakışta kendimiz gibi olanı, bize benzeyeni ararız. Yüzümüzü bir yüzde, bakışlarımızı başkasının gözlerinde seyretmek isteriz. Bir ayna olsun isteriz kâh karşımızda kâh yanı başımızda. Bir ayna olsun ve hatırlatsın bize bizi, bir ayna olsun ve azaltsın kimsesizliğimizi…

Dibi yokmuş gibi uzayan karanlık bir kuyudur bazen hayat, nefes aldıkça düşer, düşerken tutunacağımız bir dal, gözümüzün önünde bir ışık olsun isteriz. Ömür ise çoğu zaman gümbürtüsü başımıza vuran uğultulu bir ormanı geceler gündüzler boyu dolaşıp durmaktır. Yanımızda bir ses olsun isteriz bu ormanda dolaşırken, adımları adımlarımıza karışan bir gölge… Uçsuz bucaksız bir çöldür yürüdüğümüz, her adımı bambaşka seraplarla, yanılgılarla dolu. Güneş tam tepemizdeyken, içimizde ve dışımızda büyüyen bu dünya çölünde duadan bir bulutun gölgesinde yürümek isteriz.

Önceleri adlandırmakta zorluk çeksek de, dört harfli bir kelimenin karşılığında saklıdır bunca müşkülümüzün çaresi. Dört harften ibaret bir kelimedir dost ve tıpkı aşk gibi o da tek heceden ibarettir.

“Geldim cihana garip oldum güle andelip

 Her dem ciğerim delip çağırıram dost dost”

(Niyazi-i Mısrî)

Ezberden bildiğimiz şiirlerin şarkıların redifi, sonu gelmeyen romanların, hikâyelerin, mesnevilerin eskimeyen, değerini yitirmeyen kahramanıdır dost. Ekmek kadar gerekli, su kadar azizdir dostun varlığı. Ne kardeşe benzer ne arkadaşa. Dostun kalbinden kalbimize uzayan yol; kardeşimizin, arkadaşımızın hatta annemizin babamızın dahi kalbinin kıyısından geçer. Dost dışındaki cümle tanıdıklarımız hayatın, dünyanın bir hatırası olarak yaşar ve kalır içimizde; ancak dostluk ezeli ve ebedi bir hatıranın tekrar tekrar yaşatmasıdır kendisini. Dostluğun ağır usul ve kendiliğinden kurulması, konuşmadan dahi dostlarla anlaşabilmemiz biraz da bu yüzdendir.

Her dostluğun bir lisanı vardır ezelde öğrenilmiş. Başkalarının bilmeyeceği, anlayamayacağı türden bir dildir dostluğun dili. Dost dilini bilenlerin dünyasında sözlükler anlamsızlaşır, tanımlar bir yığın ruhsuz cümleye dönüşür.

Tıpkı sohbeti, tebessümü gibi suskunluğu da derindir dostun ve kelimeler yalnızca muhabbet taşır bir kalpten diğerine.

Zahirde onlarca dostumuz olsa da, yalnızca bir tanesi gerçek dosttur onca kalabalık içerisinden. Yanlış anlayan dost, dost olsa da gerçek dost değildir mesela. Dostluk teslimiyet bahçesinde yedi yılda bir açan nazenin çiçeklerdendir, sorgusuz sualsiz anlaşmanın ve anlamanın beslediği. Gerçek dostluklar ne artar ne eksilir ne de solar zamanla. Zira dostluğun nakışı dünyanın ipliğiyle işlenmiş değildir.

Dostun gülü incitmez aslında; yalnızca başkasına incinmek istemeyen gönül incinir dostun gülüne.

***

Manası kişiye, zamana, medeniyetlere göre değişse de dostluk her daim aşkın kıyısında açan bir çiçektir.

Aşkın aşkınlığı, kasırgası, fırtınası iniş çıkışları bazen sebepsiz kapanan gökyüzü, birden soluveren bahçesi vardır. Ancak dostluk daima aydınlık vakitlerin hazan görmeyen bahçesidir. Aşk dünyayı kısa bir süreliğine de olsa kendi rengine boyar; oysa dostluk kendi toprağına ayak basanları her zaman hakikatin rengiyle renklendirir.

Kimileri için dost, dünyayı katlanılır kılan kişi değildir de, dünya dostun hatırına uğranmış bir misafirhanedir.

“Dostum alem seninçün ger olur düşmen bana

Gam değil zira yetersin dost ancak sen bana”

(Fuzûlî)

Kırgınlıklar, küskünlükler, usanmalar, tahammülsüzlükler yeşermez dostluk bağında. Bir yangından ötekine düştüğümüzde, bir fırtınadan diğerine savrulduğumuzda, bir kuyudan ötekine atıldığımızda, hastalıklar, ölümler, ayrılıklar, sıkıntılar yolumuz üstünde sıralandığında; herkesin, dünyanın kıyısına vurduğumuzda yanımızda gördüğümüz, yüzünde yüzümüzü seyrettiğimiz, dualarına, sesine tutunarak yürüdüğümüz tek kişidir dost. Onun tesellisinden, tebessümünden sabah aydınlığı ve ümidi dolar ruhumuza. Dost, sesimizin çığlığımızın yankısı, cümle dualarımızın sessiz karşılığıdır. Dağın taşın, kurdun kuşun uykuya daldığı vakitlerde bizim için avuçlarını göğe açandır.

Dost odur ki kendisine gönderemediğimiz mektupları satır satır okusun bize, kendimize dahi sormaya korktuğumuz soruların cevabıyla çözsün kalbimizdeki düğümleri.

***

“Ben dost ile dost olmuşum

Kimseler dost olmaz bana.”

(Yunus Emre)

Dost tek ve tek heceli olsa da dostluklar başka başkadır.

Güneş yıldızlarla dosttur mesela ve ay gecenin karanlığıyla… Dağların dostu bulutlardır, denizlerin dostu kıyılar. Cuma ve cumartesi dosttur, pazar ve pazartesi… Gündüz gecenin dostudur; kış, sonbaharın… Kayalar, dost olmasa çiçeklerle, onların köklerini basar mıydı bağırlarına? Toprak insanı dost bilmese serilir miydi ayakları altına?

Ne görür ne duyarız etrafımızdaki binbir türlü dostluğu. Halbuki sessiz ve duru bir ırmak gibi yakınımızda akıp giden başkalarının yaşadığı dostluklardan dahi içimize dolan bir huzur vardır ve bu dostlukların bereketinden sessiz sedasız nasiplenir kavruk yüreğimiz.

***

Bu fani dünyada okuduğunuz kitapları, seyrettiğiniz filmleri, dinlediğiniz şarkıları paylaşacak bir dost bulamadıysanız; kaybolur sesiniz, çığlığınız mavi göğün altında, silinir şiirlerin ahengi, şarkıların ritmi, ufalanır toza döner zamanın çarkları arasında. Bir ömür fırtınalı karanlık okyanuslarda dünyanın yükü omuzlarınızda gezinir durursunuz, şayet cümle yükünüzü kabul edecek dost bir limanınız yoksa.

Bütün renkler gridir tek başınıza bakıyorsanız, bütün mevsimler hazandır, içinden yalnız geçiyorsanız.

Ansızın yakalandığınız bir yaz yağmurunda beraber ıslanacağınız bir dostunuz yoksa, hiçbir yağmurun bereketinden nasibinizi almamışsınızdır. Hiç değilse ömrünüz içinde bir kez karlı yollarda üşüyerek dolaştığınız bir dostunuz olmadıysa, kış kelimesinin karşılığı yarım kalmıştır lügatinizde.

Suyu acı, ekmeği katıdır, bir kez olsun dosta kurulmamış sofraların.

***

“Seyyah olup şu âlemi gezerim

Bir dost bulamadım gün akşam oldu”

(Kul Himmet)

Yeryüzünde kalbimizi en çok kanatan yara, sürekli yanımızda yakınımızda olmasa da çiçeklerin kaderinden, kelebeklerin ömründen, gülün renginden bahsedebileceğimiz yahut saatlerce birlikte susabileceğimiz bir dostun yokluğudur. Bir dost bulamayışımızdandır sendeleyişimiz, yarımlığımız, ürkekliğimiz ve adına hayat denilen oyunu hep kıyısından izleyişimiz. Zor zamanlarda iltica edilebilecek komşu ülkeler gibi hemen sınırların gerisinde duran, ağladığımızda susturmayan, suskunken konuşturmayan, vaktini bekleyen yağmurlar gibi yokluğunun duasını, varlığının şükrünü hatırlatan ve kalabalıklar arasından bizi kendine Hira huzuruyla çağıran bir dost bulamayışımızdan…

 

semerkand, temmuz 2013


yalnızlık

Dünyaya adımımızı attığımız andan itibaren gelir ve girer kolumuza yalnızlık; ancak biz onun farkına sadece onunla kalınca varırız. Kalbimizde henüz soğumamış bir cennet sıcaklığı, peşine düşeriz günlerin, mevsimlerin. Her çiçekte farklı bir renk, her meyvede farklı bir tat, her bakışta ayrı bir tebessüm bulur, inanırız gördüğümüz her şeye. İçimizde; ümitten, mutluluktan yana akan deli ırmaklar büyütürüz nefes alıp verdiğimiz her an. Hep kazanacağımızı ve hiç bitmeyeceğini sandığımız bir oyun zannederek hayatı dolaşır dururuz ömrümüzün sokaklarında. Zaman geçer, etrafımızda biriken kalabalıklar seyrelir, pencereler, aynalar bulanıklaşır… Bildiğimiz tüm isimler silinir usul usul zihnimizden, kelimeler manalarıyla beraber kuş olur uçar penceremizden. Harfler ve rakamlar karışır birbirine, sessizliğin ve boşluğun uğultusu kuşatır dört yanımızı. Ne ağlayacak bir omuz, ne yorgun başımızı koyacak bir diz, ne sığınacak bir liman kalır yakınımızda.

İçinde yalnızlık geçen bütün şiirler bizim için yazılmış şarkılar bizim için söylenmiştir de farkına yeni varırız. Şiirler bizi okur, şarkılar bizi söyler bu demlerde.

***
“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge.
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı.”
(Fuzûlî)

Anlamsız bir sahnede dilimiz lal, gözlerimiz buğulu ve titrek kalbimizle öylece bekleriz her şeyin dekor olduğunu bile bile. Merdiven dayadığımız burçlar devrilir kendiliğinden, bitmeyecek sandığımız yokuşlar uçsuz bucaksız ovalara dönüşür birden.

Yıldızlara bakar, onların da size baktığınızı görürsünüz, çiçeklere eğilir, onların da ruhunuza eğildiğini hissedersiniz. Aşina bir ses, tanıdık bir yüz olsun istersiniz yanınızda lakin duyduğunuz sesler de gördüğünüz yüzler de yabancıdır.

Yalnız geliriz dünyaya ve yalnız gideriz dünyadan. Boşunadır yalnızlığı unutmak, kendimizi ondan uzaklaştırmak için bulduğumuz oyunlar, eğlenceler. Vefası yoktur adına arkadaş, dost akraba dediğimiz kalabalıkların. Çocukluğumuz, gençliğimiz dahi vefa göstermeyip bizi terk ederken vefa umarız dünya çölünde, etrafımızda gördüğümüz herkesten.

Zamanla ne hayatın tutunacak bir ucu kalır ellerimizde ne dünyanın gerçekliği kalır zihnimizde. Kocaman bir boşluğun uğultusu yayılır içimizden dışımıza doğru. Gökyüzüne değil, toprağa bakarak yürümenin; hayata, dünyaya değil acıya sarılmanın ve geride kalan her şeyi yok saymanın adıdır yalnızlık. Biliriz koştuğumuz tüm sokakların çıkmazda düğümlendiğini, biliriz bir kez başladığımız yalnızlık oyunun sonunun gelmeyeceğini lakin yalnızlığın biteceğine dair bir umut solgun bahçemizde rengarenk kanatlarıyla dolaşan kelebekler gibi gelir, durmadan hatırlatır kendini.

Herkes, her şey yalnızdır aslında; ancak sadece yalnız kaldığının farkında olabilenler bilir bu durumu. Yalnızlığın büyük uçurumundan bir kez aşağı bakanlar için oyun ve eğlence olmaktan çıkar hayat. Varlığınızın bir gölge olduğunu fark ettiğinizde rüyalar ve hayaller kenar süsüne dönüşür yazgınızın. Öznesi de nesnesi de siz olurusunuz hayatınızın.Parantez içinde bir cümlesinizdir yapayalnız.
Dünyaya gelmek, yalnızlığın bize biçtiği libası giymektir aslında ve her yalnızlık hissi biraz sürgünlüğün hüznünü, biraz cennetten uzak kalmışlığın hasretini barındırır özünde. Herkesin ve her şeyin tenhasına düşen uzak bir ülke, haritalarda yeri olmayan bir şehirdir yalnızlık ki bazen bile isteye hicret ederiz o şehre, bazen sınırları aşar iltica ederiz o ülkeye.

Sevdanın, gurbetin, vuslatın, ayrılığın kapıları hep yalnızlığa açılır günü gelince. Yalnızlık, kalbimizin derinlerinde kaybolmuş ıssız bir bahçedir, sadece kaşiflerinin bildiği saklı bir ada… Yastıkta gözyaşıdır ve ıssızlığın, sessizliğin ansızın sobelemesidir sizi karanlık ormanlarda. Sobeleniriz ve başlar fırtına. Bahçemizdeki tüm ağaçlar yalnızlığın fırtınasıyla sökülür kökünden. Hüzün ve acı savurur harmanımızı. Gözlerimiz yanar, bütün eski yaralarımız sızlar tuzundan yalnızlık denizinin.

***
“Herkesin yalnızlığı duvarda asılıydı”
(Mevlana İdris)

Kimsenin yalnızlığı benzemez kimsenin yalnızlığına. Parmağımızdaki izler, avuç içimizdeki çizgiler gibi her birimizin yalnızlığı başka başkadır. Kimileri yalnızlığına ağlar, kimileri yalnız kalamadığına. Kimileri için kaybolmaktır dünya çölünde yalnızlık, kimileri için hiçliğin eşiğinde yeniden var olmaktır. Kimileri için tedavisi mümkün olmayan bir illettir, kimileri için nimet. Kimi yalnızlığa doğru yürür kimilerine yalnızlık kendiliğinden gelir. Kullanılmış eşyalar, giyilmiş elbiseler dahi başka bir dünyada kalır yalnızlık gelip de misafir olduğunda evimize. Yaşanmışlıklar ve yaşanmamışlıkların gölgesini terk ettiğimiz yerden filizlenir yalnızlığın sessiz bestesi.

Kardeşlerimizin bizi bıraktığı kuyu, şehirlerin ötesine inşa ettiğiniz külbe-i ahzan, tufanda sığındığınız gemi, cennetten sonra atıldığınız yeryüzüdür yalnızlığımız.

Bazen küçücük bir tercih bazen büyük bir mecburiyet bazen bir kaçış bazen bir sığınış götürür bırakır bizi yalnızlığın patikasına. Geniş, düz yolları ve kalabalıkları terk edip de yalnızlığın, yalnızların yoluna düştüğümüzde büyüsü bozulur dünyanın. Şiir ülkesi ancak yalnız yürüyenlere gösterir surlarını, hakikat ummanı ancak yalnız yürüyenlerin gözüne görünür. Yalnızlığımızdan devşirdiğimiz kelimelerle kanatlanır dualar. Dağların, göklerin, yıldızların ötesindeki özülkeye ancak yalnızların izinden yürünerek erişilir. Ruhumuzun yarım yanının anması, sürgünlüğün hasretiyle yanmasıdır yalnızlık. Kimilerinin yalnızlığı sığınılacak bir mabet, kimilerinin yalnızlığı unutmaya gelmeyen bir ibadetse biraz da bu yüzdendir.
Belki de yalnızlık, gürültülü dünyanın tam ortasında oturup cenneti özleyerek, cehennemden ürkerek gözlerimizi kapatıp, kulağımızı tıkadığımızda gelip kalbimizin üzerine tüneyen ve oradan bir daha hiç kalkmayan suskun, ürkek kuştur.

Ses vermez yalnızlığın kuyusu içine düşen taşa ve cevap vermez dağları kendisine haykıranlara.
Her şeyin herkesin vardır bir gölgesi; lakin yalnızların gölgesi dahi terk etmiştir sahibini. Ne dinleyebilecekleri bir masal vardır onların ne anlatabilecekleri bir hikaye. Baktığı yüzler anlamsız, aynalar ya paramparça ya boştur yalnızların.

Yalnızlık ruhumuzun üşümesidir yeryüzünde.

***
“Beni ağlan beni kim üstüme gelmez ölicek
Bir avuç toprağ atar bâd-ı sabâdan gayrı”
(Necatî)

Nerede, ne kadar, kimlerle bölüşürsek bölüşelim ömrümüzü; yılların, mevsimlerin, yolların, sevdaların, yarınların varacağı son duraktır yalnızlık.

Yalnızdır dağlar sıra sıra dizilse de karşımızda, yalnızdır sessizce akan ırmaklar okyanuslara ulaşsa da, ormanda ağaçlar, diyar diyar dolaşan kuşlar, mezarlarda yosun tutan taşlar yalnızdır. Bahçede açan çiçek, ormanda meşe ağacı, dalda meyve, dağda kurt yalnızdır.

Yeryüzünde misafir olan herkesin, her şeyin kaderine yalnızlıktan bir pay muhakkak verilmiştir ve bu pay, hayat boyu gerçekten sahip olabileceğimiz tek varlık, tek hakikattir.

 

 

semerkand dergisi, nisan 2015


22 Haziran 2020 Pazartesi

aşk bir kıyl ü kaal imiş ancak



Çoğu zaman; gözlerimiz açıkken görmek, inanmak istediğimiz bir düştür sevda ve bu düşü görmeye başladığımız andan itibaren hayatın ağırlığı sıyrılır omuzlarımız üzerinden. Bir süreliğine de olsa ağaçları yeşile, gülleri kırmızıya ve gökyüzünü maviye boyan, bütün yağmurları bizim denizimize yağdıran, yıldızları uzak kandiller gibi bizim için gökyüzüne asan da sevdadır. Bazen de zemheri ayında yapraklarını açması için etrafında pervane olduğumuz nazenin bir çiçektir sevda; hâlbuki o, kafdağının ardında yedi yılda sadece bir günlüğüne açar yapraklarını ve görenler tanımaz onu, tanıyanlar göremez. Kuru bir gül yaprağı gibi mazi sayfalarında sakladığımız bu düşü, bir ömür hatırlar ve anlatırız tekrar tekrar kendimize.
Nideyim bu dil-i şeyde beni yalan etti.
(Baki)
Bizden yaşça büyük olanların her fırsatta söylediği, henüz hayatın kıyısındasınız, sözünü ancak kenar geride kaldıktan sonra anladım ki o demde gemiler çoktan yanmış, geçtiğim kapılar çoktan üzerime sürgülenmişti. Artık ateş yakıyor ve suyun bir bardağı bile boğmaya yetiyordu.
Kelimeler ülkesinin kuleleri, attığım her adımda biraz daha geride kalıyor; dönüp geriye baktığımda o ülkeden ne kadar uzakta kaldığımı anlayıp hayatın ortasında durduğumu fark ediyordum. Bir elimde kalbimi, bir elimde onun elini taşıyarak yıllarca özleyeceğim bir cennetim, yükseklere çıktıkça dönüp de gözlerini arayacağım bir gençliğim olsun için ayrıldım o ülkeden… Ayrılmasam;  ayırırlardı…

Sular Menekşelenince
Nasıl, nerede ve ne zaman başladığı pek de mühim olmayan bir hikâye bizimkisi. İlk sayfaları evin haşarı çocukları tarafından kopartılmış bir kitap gibi… Hatırladığım yalnızca suların durgun, gökyüzünün bulutsuz olduğu. İşte böyle bir dünya üzerinde, artık kenarına geldiğim hayatın ucundan yeni bir kapı açıldı onunla adına dünyaevi denilen âleme. Çok geçmedi, hayırlı işleri uzatmak iyi değildi, yaşadığı dünyayı terk eden herkes için yapıldığı gibi benim için, onun için de bir ayin düzenlendi, adına düğün denildi. Bu da aynen ölüm gibi bir dünyadan diğerine gönderilen iki kişi adına yapılan hüzünlü bir merasimdi. Düğün davetiyemizin kapağında kalp resimleri ve içinde ahir zaman Türk şiirinin güzide misalleri yoktu, biraz kurdele birkaç çiçekle süsleyerek gelin arabasına dönüştürdüğümüz eski arabamızın arka camında adımızın baş harfleri “ah” ediyordu. “he”nin gözü iki çeşmeydi.
Düğünümüz kırk gün, kırk gece sürmedi. Aksakallı pirler düğünümüze gelmedi. Gözlerimiz bir süre gökten üç elma bekledi ama onlar da düşmedi. Oysa onu bulduğumda o mavi ışıklar içindeydi. Ağladığında yeryüzü kararmakta ve güldüğünde gökler tebessüm etmekteydi.
Bütün aşklarımı onun kalbine taşıdığımı anladığımda, aşkı tanımak ve ona hükmetmek için, onu dinginlikte yaşamak gerektiğini anladım.
Duruldum ve fark ettim. Aşk ile köpüren denizde kendimi bir yaralı gemi, onu bu gemiye bir liman ettim. Sonra kendimi bir karanlık kuyu, onu hayra yorulan bir düş ettim.
***
Dünya evine konduk oturduk bir iki gün
(Fuzûlî)
İçinde yalnızca bizim bulunacağımız bir evi, birbirimizi göremeyecek kadar çok eşya ile doldurmadık önceleri. Bir süre, nemize yetmiyor el kadar hasır; elin elimde olsun kapı kapı dilenek, kabilinden türkülerle avunduk. İlk seneler evimizin bir odası hep boş kaldı. Yine de içinde yalnızca iki kişi yaşadığımız o evde, önüne koskoca dünyanın eklendiği evde birkaç sene birbirimizi aradık, birbirimize ulaşmaya çalıştık. Onca tenhalığımıza rağmen arada kimler, neler yoktu ki… Yaşanan, geride kalan her şey anlamını halen çözemediğimiz bir sihirle siyah beyaza dönüşüyor, hiçbir fotoğraf evlenmeden önceki gibi durmuyordu albümlerde. Odalarımız doldukça, her eşyadan dünyaya bir kapı açıldı. Hayata, dışarıya bakıp bakıp, taşındık dünyamızdan dünyaya. Kahve dururken kenger her zaman içilmiyordu. Bir Leyla masalı daha geride kalmıştı Âdem kıssasının kapılarına vardığımızda.
Yalanlar inandıkça gerçek, inandıkça güzeldi. Aşk her zaman üç harfliydi ve ilk harfi onun adının ilk harfiyle başlıyordu. Aşk ne kadar cihanı hiçe satmaksa, evlilik o kadar cihanı omuzlamak ve pazarlık etmeden, karşılık beklemeden bir başka insanın ayakları altına sermekti. Aşk; hep karşılık bekleyendi, karşılık ümidi bittiğinde çekip gidendi ve hep güneşli yarınların ayakları yere basmayan şımarık çocuğuydu. Ne sedye başında, tekerlekli sandalye arkasında ne de ameliyathane önünde, hastane koridorlarında beklemezdi. Hâsılı sevmek başka, aşk başka; aşk başka, evlilik başkaydı. Ve işte tüm bunlar yüzünden yar üstüne yar seven kurşunlanmalıydı.
***
Gel gönül gidelim aşk ellerine
Maksudun yar ise bir tane yeter
(Turabî)
Aynı yolda yürürken bağların sıkılığının farkına varamazsınız elbette. Yol bir defa çatallaşmaya görsün, o demde büyük küçük bütün bağlar hissettirir ruhunuzda acısını... Yol ikiye ayrılmıştır ya da ayrılacaktır. Gitmek acıdır, kalmak gitmekten de acı.
Her geçen gün hayata karşı elimde hiçbir gücün kalmadığını hissediyor, ardından bir gün hayatın muhakkak galip geleceğini düşünüyorum ve zaman zaman korkuyorum bu durumdan.
Üzerimizde ne zaman kurtulacağımızı bilmediğimiz hastane koridorlarının kokusu ve su bekleyen çiçekler gibi sürekli gözleri gözlerimizin içine bakan iki çocuk…
Şüphesiz farklı bir vakitte farklı bir neden için yazılsa böyle olmayacaktı bu yazı.
Kader anlaşılması pek de mümkün olmayan bir çaba ile galiba bizi birbirimize taşımaya devam ediyor. Yolları ayırmıyor ama arada bir bağların sıkılığını hissettiriyor acı sular, tatsız hurmalar taşıyarak ıssız iftar sofralarımıza.  Aslında kalabalık gibi görünen bu dünyanın en tenha kıyısında yürüdüğümüzü, herkesin aslında dünya üzerinde yalnız yürüdüğünü hatırlatıyor.  Diktiğimiz ağaçların gölgesinde dinlenmeyi ümit ederken hepsinin kuruduğunu görüyoruz geriye döndüğümüzde. Baktığımız aynalarda, açtığımız pencerelerde hep ya kendimizi ya birbirimizi görüyoruz.
Şimdi yolların nereye çıkacağından, kapıların nereye açılacağından endişeli, annesiz büyümüş iki çocuk gibi ürkek her adımdan sonra birbirimizin gözlerinden bu da geçer lafzını okuyoruz, sisler dağılıyor, albümlerdeki resimlerin renkleri hatırlanıyor. Tebessümden bir bahçeye dönüşüyor evimiz dingin ve sade.
Akasyalar yine açıyor caddelerde ve saksılarda çiçeklerimiz şen…
Tamam-ı Sühan Yerine
Öldüğüm ağlamazın korkum oldur kim ölicek
Seni kimler seve ben aşık-ı mahzun yerine
(Yahya Bey)