9 Temmuz 2020 Perşembe

berat demirci ile yeni kitabı ve eski kitapları üzerine

konuşturan: hüseyn kaya

 

—Deneme türü bazı kaynaklarda yazarın kendi kendisiyle hasbıhali olarak tanımlanıyor, sizi sizinle hasbıhal ettiren sebepler nelerdir?

 

Döne döne “Kendi efkârımla okuryazarım!” deyişime de uyuyor sizin aktardığınız tanım. Ancak “deneme” kelimesi deneme tarzının ağırlığını ifade edemediği için midir bilinmez, bu türe mensup sayılan çoğu yazı “devran havadisi” ile meşgul. Usul açısından, zaman boyutunda geçmiş-bugün-gelecek ve mekân boyutunda mahallî-millî-evrensel dairesini sağlam kurmaya çalışıyorum; doğru kendi kendime konuşuyorum, ayna olmaya ve yansıtmaya çalışıyorum. Bazı edebiyat otoriteleri, yazdıklarım konusunda fena halde ahkâm kesiyor. “Şu yazı iyi olmuş da, bunu anlamadık!”, “Bu yazı zamanında yazılmalıydı!” gibi zamane tenkitleri yahut “Hangi türe sokacağız bu yazıyı?” sadedinde gerilenler… Hiçbir ard niyetleri yok biliyorum ama yorulduklarına değmez; çokça görünmek, edebiyat ortamlarınca bilinmek umurumda değil; özellikle namlı kalemşorların böyle zahmetlere girmeleri beni mahcup eder, zaten kimseye mukabelede bulunacak basın yayın çevrelerinde de değilim. Gelenekten inhirafım yok; birilerine kendimi anlatmak, kabul ettirmek derdine düşecek ne zamanım var, ne niyetim, ne de enerjim. Yazarken deneme türünde yazıyorum gayretiyle de yazmadım, deneme dediler, desinler; ama demeseler de olur. Bir türün alışılagelmiş sınırlarının içine sığmak zorunda olmadığımı düşünüyorum. Donanmaya yazılan yahut donanmaya yazılmak için artistik patinaj yapanlardan değilim; korsanım. Hadi bir de “Bize Hayreddinli derler!” mısraını da ilave edeyim de ben sizin bildiğiniz korsanlardan değilim demiş olayım; korsanlığıma azıcık şerh olsun.

 

—Önce şiirde, sonra hikaye ve romanda bilhassa son yirmi yılda çeşitli arayışlar, bulanıklıklar yaşandı ve ardından sanki daha popülist, sığ, günübirlik tüketime yönelik ürünler ve bunların yayıncıları ortaya çıktı. Belki cumhuriyet sonrası dilde yaşadığımız kırılmanın bir neticesi şu an içinde bulunduğumuz durum lakin deneme türü biraz daha bu kırılmadan diğer türlere göre az etkilendi gibi. Deneme türü de bu tarz bir tenakuzu yaşayacak mı ya da yaşıyor mu?

 

Yaşıyor. Çünkü denemenin insanın kişiliğiyle sınırlı, dediğiniz gibi “Kendi kendiyle konuşmak!” hürriyetine malik bir alan oluşu yanlış anlaşılıyor galiba; bu hürriyet zaman zaman “Ne yazsan gider!” sallapatiliğine dönüşüyor. Kolay yazmak moda, yazacak çok sayıda gazete, dergi var; tabii sanal âlem… Yazan kişi muhteremdir, kimseyi rencide etmek de istemem ama böyle de olmuyor… Bir de son zamanlarda yazı çizi işlerinde bir nevi çeteleşme başladı; çete aslında incitilecek bir kavram değil, şirketleşme mi diyelim… Senede en az iki koli dergi geliyor, okumazsam hakta kalacağımı düşünerek başım azıcık selamete erdiğinde okuyorum. Arada bir kendimce şiirler, ümitler görüyorum; heyecanlandığım oluyor. Ama antolojilere baktığımda daha çok donanmacı veya şirketten isimler görüyorum.

 

—Berat Demirci ismi şimdilerde bir deneme ustasının ismi olsa da bir dönem mühim şiirlerin altında yer aldı ve bir şair ismi olarak bilindi. Bu geçiş iç yoluculuğunuzla ilgili bir tercih midir? Ne yazdığınız kadar hangi türde yazdığınız da mühim midir sizce?

 

Şiiri bırakarak deneme dedikleri tarza geçmiş filan değilim, denemenin “ferdiyet” ile bağı aynıyla şiir için de geçerli. Yazıyorum, arada bir binbir tereddütle yayınladığım da oluyor; ama ortalık hayli karışık. İçlerinde Hüseyin Kaya’nın da olduğu sayılı insanla şiirlerimi paylaşıyorum, böyle gidiyor.

 

—Şiirden kopmadığınızı ve yılda en azından üç beş şiir yazıp bunlardan bir kaçını yayımladığınızı biliyoruz. Berat Demirci’nin divanı ya da divançesi de kitaplığımızı süsleyecek mi bir gün?

 

Ömür içinde mi olur; sonra mı kestiremem ama olur. Ufak ufak kıtır atanlar var, “Ellisinden sonra mı?” diye dudak büzenler filan. Bir de günümüz şiir anlayışından ayrı durduğumu ifade eden, diplomatik dil kullanan otoriteler var. Türkler, zaman şuuru konusunda hiç bu kadar yalama olmamışlardı, sadece bu kadarını söyleyeyim, çünkü uzatırsam konuyu dedikoduculara malzeme çıkarmış olurum. “Akıntıya karşı yüzmek!” dedim bir yerde, ben ne dedim, el ne anladı…

 

—Beethoven’in Gözleri üçüncü kitabınız ve kitaplarınızın üçü de farklı yayınevlerinden çıktı. Gerçi okur kitlesi birbirine yakın yayınevleriydi bunlar ancak içinizde kitaplarınızın hakiki okuruna ulaşamadığına dair tereddütler oluyor mu zaman zaman yoksa okurunuzun ilgisinden memnun musunuz?

 

Ferfir Yayınevi yeni kuruldu, heyecanlarına ortak oldum. Elbette, yayınlandıktan çok sonra beni tanıyanlar ve daha önce neden okumadım diye hayıflananlar oluyor ama gam değil. Bulanlar okur, bulamayanlar sonra okur; hepsi kader. İşin ucunda ticaret olduğu için yayınevleri de belki mazur; popüler kitaplar basmaya meylediyorlar. Galiba derin bir okuyucum var, istisnası yok son kitabımı okuyan ciddi okuyucular araya başka bir şey sokmadan sonuna kadar okuduklarını söylüyorlar. Bir kitabın fasılasız sonuna kadar okunması bence güzel bir şey; önceki iki kitap için de benzer şeyler söylenmişti. Turna Ve Gayda’nın Dergâh baskısının korsanları satılıyor, ilginç ve hatta komik geldi bana. Birileri “Korsanım!” dediğimi duymuş olmalı…

 

—Yazılarınızın tamamında derinden akan bir sözlü geleneğin, yerli bir hayatın, izleri var. Yazılarınız artık rastlayamadığımız bu güzellikler için bir mersiye mi yoksa bu güzelliklerin yeniden inşası için yapılan bir dua mı?

 

Evet, ağladığım oluyor ama gönlümün taşkınlığından; kesinlikle ağıtçılardan, yazıkçılardan değilim. “Hisseme düşen vaktin önünü temiz tutmaya” çalışıyorum. Belki gelecek için yazıyorum, yazarken henüz hesabı kapatmamışlardan olduğumu hissettirmemeye çalışıyorum; “Savaşçı Ahlakı”na kudretim miktarınca sadık kalmaya çalışıyorum; heyhat ki, acının da piyasası var ve o piyasadan korkuyorum; dünya ahvali bir yana daima umutluyum. Dilerim ömrüm yokuş aşağı inerken sabra mecalim yetmeyecek bir derdim olmasın bu fanide. Şimdi biraz kaş çatayım: Bir şeye çok üzülüyorum, bu memleketin sakinlerine “Köle ahlakı” yakışmıyor ama var; bunu da güya taktik olarak yahut bilmem ne açılımının bilmem ne uzanımı gibi de yutturmaya çalışıyorlar. Gündemi biliyorum ama gündemin dışında birbirimize söyleyeceğimiz en ufak bir söz kalmamış olmasını toplumun kaymak tabakası olarak afişe edilenlere yakıştıramıyorum. İktidar sevdasının erbab-ı kalem geçinen pek çok zevatı yumoşlaştırdığı bir ortamda ne söylerseniz gündelik hesaplara çekiliyor. Yakınlarda beni çok tanımayan ileri bir bürokratla karşılaştım, hiçbir sohbetimiz ve geçmişimiz olmamıştı; “Çok sert!” olduğumu söyledi, anladım tabii kendi görüşü değil, birilerinden istihbarat edinmiş. Sadece köleliği değil, hasetliği de ahlak edinmiş hacıyatmazlar giderek artıyor; beni tanımayan bir zat, hakkımda böyle bir yargıda bulunabiliyor. Bir şey demedim, demem de; eğriler eğriler ile doğrular doğrular ile tartılır ve neticede âdemzâde için Hakk’ın nasıl bildiği önemlidir. Sert olacağımız yer de vardır, mülayim olacağımız yer de; her şey vaktince ve demince. “Köle ahlakı” korkarım giderek yaygınlaşıyor ve diplomatik dile kavuşuyor; adını yumuşaklık yahut hoşgörü koyuyorlar. Bu gibi yalamalıkların arkasından inşallah “millet-i beyzâ”yı topyekûn huzursuz edecek belalar gelmez, ciddi emareleri var çünkü… Sert olunacak mahalde, çaput gibi yumuşak durmak zeval getirir; biz zincire vurulduğumuz anda dahi efendiyiz, öyle olmalıyız. Birilerinin höt dediği anlarda bu ortalığın zibilleri karanlığa çekiliyor; bencileyin beceriksizler namert taifesiyle karşı karşıya kalıyor. Çevreme şöyle bir bakıyorum canım sıkılıyor; dar zamanlarda salyangozlaşanlar, azıcık feraha erince beş paraya on tombalak aşıyorlar; makam, mevki v.s. için.

 

—İnsan yaşadığı yere benzermiş. Sivas cidden size benziyor mu? Yahut benzer miydi?

 

Eskiden daha çok benzeşirdik. Hala benzeşiyoruz galiba, seher vaktinde özellikle; ayrıca çok az sayıda da olsa sizin gibi eşim dostum var; şehir bazen birkaç kişidir, belki eskiden beri böyleydi. Ama vazifemdir, söylemem gerek: Sivas’ın tarihi dokusuna çok hasar verdiler. Büyük mimarımız merhum “Turgut Cansever”in “Kale Evleri” projesi, gelecek nesillere gösterebileceğimiz bir Sivas mahallesi, dışardan gelenler için de bir cazibe merkezi olacaktı. Sivas’la asla mukayese edilemeyecek şehirler (ki onları kutlarım) benzer projeleri başardılar; Sivas maalesef başaramadı. Sivas’ın ricali ve politikacıları çok cılız… Şehrin yedi göbek yerlisi havasında caka satanların, kentsoylu takılanların ağzından da şimdiye kadar Sivas’la ilgili yaraya merhem bir şey çıktığını hatırlamıyorum. Söyleyeni de derhal ince taktiklerle refüze etmeye çalışıyorlar. Sivas’la ilgim yavan bir Sivaslılık aşkından kaynaklanmıyor, Sivaslı olmak benim emek vererek kazandığım bir şey değil. Dünya görüşüm gereği, nerede ve hangi zamanda yaşarsam yaşayayım, defterime işlenecek bir hayırlı iş gerçekleştirebilirsem ne âlâ. Yoksa kuru hemşo söylemlerinden, kent şovenizminden tiksinirim.

 

—Kıyıda olmak şairin dediği gibi selamette olmak için gerekli midir? Büyük şehirlere gitmeyi düşündüğünüz oluyor mu hiç?

 

Kıyıdaysam kendi seçimim, öyle kalmaya da çaba gösteriyorum. “Bana kimse dokunmasın!” gibi bir şey değil kıyıda olmam, desem de bu yaşa erdim konuşulması gereken yerde sıvışmayı öğrenemedim. “Dervişin yakasından bit, paçasından it, tepesinden yezit eksik olmaz!” diye bir söz vardır; atasözü efendim, mecaz; öyle söylüyorum, yoksa dervişlik kim biz kim; sadece bir kelam-ı kibarın ışığında dünyaya sefa sürmeye gelmediğimizi ifade etmeye çalışıyorum. Aslında bu dünyanın merkezi, kıyısı yok; bulunduğum an içinde güzel, doğru, iyi adına ne yaparsam kârdayım… Büyük şehir deyince aklıma sadece İstanbul geliyor; “İstanbul’u manası ve ruhuyla yaşamak” için orda olmayı tercih ederdim, İstanbul’da yaşamak ise meşakkatten başka bir şey değil… Ve tabii İstanbul’da da olsam vazalaklı, kumpaslı ortamlardan, uzak durur yine kendi efkârımla okurdum, yazardım. Büyük şehrin imkânları dedikleri şeyler beni pek cezp etmiyor, bir yerlere de zaten yamanacak, eklenecek mizaca sahip değilim. Kalıcı olarak gitmeyi düşünmedim, arada bir ziyaretlerim oluyor ama kader ne yazmıştır onu da bilemeyiz; gidersek de arkamıza bakmadan gideriz, biz siyaseten Türklerden değiliz; Osmanlı Türküyüz, bir ayağımız üzengidedir. İzninizle merhum Necip Fazıl üstadın pek sevdiğim bir dörtlüğüyle muhabbete mola verelim.“Ne azap ne sitem bu yalnızlıktan;Kime ne, aşılmaz duvar bendedir.Görülmez gemiler geçse açıktan,Sanırım gittiği diyar bendedir.”

 

az edebiyat dergisi, 7. sayı, haziran 2010